sınıf mücadelesinde Marksist Tutum sitesinde yayınlanmıştır (https://marksist.net)

Anasayfa > Emperyalizm, Alt-emperyalizm, Türkiye

Emperyalizm, Alt-emperyalizm, Türkiye

1.Bölüm

dogu-akdeniz.jpg

Türkiye, Suriye’den Libya’ya, Irak’tan Doğu Akdeniz’e birçok bölgede nüfuz alanları oluşturma arzusuyla giriştiği, çoğunlukla boyundan büyük işlerde, eli arttırmaya, gerilimi yükseltmeye devam ediyor. Türkiye egemen sınıfının politika uygulayıcıları, bu bölgelerde gerilimi arttırarak emperyalist dünya savaşının gidişatının yarattığı boşluklardan, dengesizliklerden faydalanmaya, önlerini açmaya, ilerlemeye çalışıyorlar. Bu dış politikayla ayrılmaz bir bütünlük oluşturan iç politika da yönetimdeki gerici blokun ihtiyaçları doğrultusunda otoriterliğin şiddeti arttırılacak biçimde sürdürülüyor. Bu durum normal olarak değişik meşreplerden muhalif kesimlerin gündemine giriyor ve çeşitli yönleriyle bu kesimler içerisinde değerlendiriliyor, tartışılıyor. Son dönemde yoğunlaşan bu tartışmalar içerisinde belki de en önemli olanlardan biri Türkiye’nin dünya sisteminde bulunduğu yerin niteliğiyle ilgili olan “Türkiye alt-emperyalist bir ülke mi, değil mi?” konusu. İç ve dış politikadaki bütün değerlendirmelerin sonuçlarını, dolayısıyla bu konularda alınacak politik tutumları belirleyecek denli önemli olan bu sorunun cevabı alt başlıklarıyla birlikte çeşitli farklılıklar gösteriyor. Kimisi Türkiye’nin pozisyonunu doğru bir şekilde alt-emperyalist olarak tanımlasa bile, bunu Lenin’in emperyalizm tespitlerinin de eskidiğini kendince ilan ederek yanlış bir emperyalizm değerlendirmesinin parçası olarak ortaya koyuyor. Kimisi de alt-emperyalist değerlendirmelerini eleştirerek Türkiye’nin aslında bir taşeron ülke olduğunu yazıyor. Bazıları ise Türkiye’ye doğrudan taşeron sıfatını yakıştırmasa da sadece seçtiği ekonomik veriler üzerine değerlendirmeler yaparak Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke olamayacağını söylüyor. Çoğunlukla yarım doğrular ya da büsbütün yanlış değerlendirmeler içeren muhalif medyadaki bu yaklaşımlar gerçekliği bütün yönleriyle kavramanın çok uzağında duruyor. Oysa Elif Çağlı’nın Kolonyalizmden Emperyalizme kitabı ve Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye broşürü, yine Mehmet Sinan’ın Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP yazı dizisi, Türkiye’nin dünya sisteminde tuttuğu yer ve buradan hareketle hayata geçirmeye çalıştığı politikalar konusunda sağlam bir düşünce zemini sağlıyor. Çağlı’nın, Marx’ın Kapital’de verdiği ipuçlarını ve Lenin’in isabetli biçimde kapitalizmin en yüksek aşaması olarak niteleyerek çok önemli politik sonuçlar çıkardığı değerlendirmelerini esas alarak, günümüzün olgularını da kapsayacak biçimde geliştirdiği yaklaşımı, işçi sınıfının devrimci mücadelesini yürütenlerin mevcut gerçekliği kavraması için ileri bir çerçeve sunuyor. Bu nedenle emperyalizm ve alt-emperyalizm kavramları bağlamında bazı tartışma noktalarını incelerken Çağlı’nın ve Sinan’ın değerlendirmelerini hatırlamak yerinde olacaktır diye düşünüyoruz.

Lenin’in emperyalizm analizi eskidi mi?

Çağlı, kapitalizmin emperyalizm aşamasını kısaca şöyle anlatır: “Emperyalizm mali sermayenin egemenliğine dayanan kapitalist dünya sistemidir. Emperyalizm, tekelci rekabet üzerinde yükselen bir yayılmacılık tarzıdır. Kapitalist sömürgecilik döneminden farklı olarak, emperyalist rekabet dünyanın toprak alanları bakımından paylaşımı için değil, asıl olarak mali sermayenin rahatça at oynatabileceği nüfuz alanlarının paylaşımı için yürür. Emperyalizm aşamasına yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi mali sermayenin küresel hareketliliği sayesinde aşmaya çalışır.”[1] Marx’ın ve Lenin’in konuyla ilgili değerlendirmeleri ekseninde biçimlenen bu yaklaşım günümüz gerçekliğiyle de tam uyumludur. Tarihsel olayların sınavından defalarca geçmiş Marx ve Lenin’in düşünceleri temelinde günümüzü anlamaya çalışmak, doğru yaklaşıma ulaşmak bakımından çok önemlidir. Oysa özellikle akademik camiadaki solcular siyasi değerlendirmeler yaparlarken Marx ve Lenin’in tespitlerini geçersiz kılmaktan pek hoşlanırlar. Ama bunu yaptıklarında tümüyle dayanaksız oldukları da hızlıca ortaya çıkar. Bir teorinin gücü, ona karşı geliştirilen teorilerin dayanıklılığıyla ölçülür. Marx’ın ve Lenin’in katkılarıyla biçimlenmiş devrimci Marksist anlayış, bu dayanıklılık testlerinden defalarca geçmiştir. Ancak bulundukları zemin gereği burjuvazinin ideolojisinin etkilerine açık akademisyenler, hangi politik çizgiye yakın olduklarını düşünürlerse düşünsünler Marx ve Lenin’in tespitlerini geçersiz kılma beyhude çabasına katılmanın cazibesine kapılmaktan kendilerini genelde alamazlar. Emperyalizm konusunda Lenin’in açılımlarının eskidiğine dair vehim, bu kesimler içerisinde en çok nükseden yaklaşımlardan biridir. Esasen Leo Panitch, Sam Gindin, Immanuel Wallerstein, David Harvey gibi akademisyenlerin yazılarından dünyadaki sosyalistlerin ve diğer muhaliflerin düşüncelerine nüfuz eden bu yanlış yaklaşımların izlerini Türkiye’de de geniş bir sol çevrede görmek mümkündür. Bunların konu ile ilgili yazılarında, mesela, ısrarla Lenin’in emperyalizm analizinin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi ve günümüzdeki durumu açıklayamadığı söylenmektedir. Lenin’in, emperyalizm döneminde dünyanın daima emperyalist güçler arasındaki siyasi ve askeri rekabetin çelişkileri ve gerilimleri altında olacağına dair yaklaşımının doğru olmadığını, günümüze gelinceye kadar siyasal ve ekonomik alanlarda dönüşümler geçirildiğini, bunun da İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki uluslararası koşullara bakarak anlaşılabileceğini savunurlar. Dolayısıyla onlara göre İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi, Lenin’in emperyalizm analiziyle açıklamak mümkün değildir. Bunlara göre, bu durum 1990’lar ve sonrası için de geçerlidir. Çünkü 1970’lerin sonunda başlayan ama 1990’larda hız kazanan küreselleşme olgusu da emperyalizmin hem biçim hem de içeriğinde bazı önemli dönüşümler yaratmıştır. Bu dönüşümler sistemin niteliğini değiştirici düzeydedir. Dolayısıyla bunları açıklayamayan (!) Lenin’in emperyalizm analizi bir kenara bırakılmalıdır. Oysa bu değerlendirmeler doğru olmayan iddialar üzerinden yükselmektedir. Birincisi, Lenin’in emperyalizm anlayışı emperyalistler arasında her dönemde siyasi ve askeri çatışmanın olması gerektiği gibi bir yaklaşıma sahip değildir. Lenin, Kautsky’nin ultra-emperyalizm görüşlerini eleştirirken, onun barışçıl kapitalizm hülyalarına karşı emperyalist paylaşım mücadelesinin çatışmalı karakterini kuvvetle vurgulamıştır. Emperyalizm kitabını yazdığı dönemdeki politik sorunlar konusunda işçi sınıfının devrimci yaklaşımının nasıl olması gerektiğini belirlerken bu anlaşılır bir durumdur. Ancak onun başka pek çok yönüyle birlikte ortaya koyduğu emperyalizm analizi bu vurguya indirgenemez. Ayrıca, bu noktanın üzerinde durması, onun, emperyalistlerin birbirleriyle her dönemde siyasi ve askeri çatışma halinde olacağını söylediği anlamına gelmez. O, Emperyalizm kitabında meselenin özüne yani kapitalist gruplar arasındaki savaşımın içeriği sorununa yoğunlaşmıştır. Lenin’e göre paylaşım mücadelesinin askeri ya da askeri olmayan nitelikteki yollarla yapılıp yapılmaması üzerinde özel olarak durmak anlamsızdır. Lenin, emperyalist paylaşım mücadelesinin o ya da bu yolla ama kesintisiz yürüyeceğini belirtir. Bunun hangi dönemde barışçıl, hangi dönemde savaşçıl olacağının ise güç dengelerinin durumuna göre belirlendiğini açıklar.[2] Üstelik İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük emperyalist güçlerin askeri olarak doğrudan karşı karşıya gelmemesi, aralarındaki siyasi ve askeri rekabeti, mücadeleyi ortadan kaldırmış değildi. “Komünizm” tehdidi koşullarında ABD hegemonyası altında belirli sınırların gözetilmesiyle emperyalist güçler arasındaki mücadele hep sürdü. SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte bu mücadelenin çatışmalı karakteri kendini daha fazla ortaya koymaya başladı. Ancak öncekilerden farklı biçimler daha da ağırlık kazandı. Balkanlar’da, Kafkasya’da, Afganistan’da, Irak’ta yürütülen savaşlarda, bunların yanı sıra çeşitli ülkelerde askeri darbelerde, iç savaşlarda, soykırımlarda ya da emperyalist merkezlerde patlayan bombalarda emperyalistler arasındaki mücadelenin çatışmalı karakteri açık biçimde somutlandı. Tüm bunlar aynı zamanda Üçüncü Dünya Savaşının kendisine has özelliklerini de ifade eder. Bugün Suriye’den Libya’ya, Venezuela’dan Lübnan’a sıcak savaş ya da nüfuz mücadeleleri biçiminde kendini dışarı vuran şeyler, bu savaşın doğrudan ifadesidir. Lenin’in emperyalizm analizini bu noktadan tartışmak zaten anlamlı değildir. Çünkü o, emperyalizmin ayırt edici özelliği olarak başka bir noktaya işaret etmektedir: “Emperyalizmin ayırt edici özelliği tamamıyla farklı bir şeydir, yirminci yüzyıldan önce varolmayan bir şey; uluslararası tröstler arasında dünyanın ekonomik olarak paylaşılması, ülkelerin pazar alanları olarak anlaşmalarla paylaşılması.”[3] Çağlı, başlangıçta değindiğimiz iddiaların aksine, emperyalizmin, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendini tam manasıyla ortaya koyduğunu belirtir. Bunu da söz konusu dönemi dar bir bakış açısıyla sadece emperyalistler arası çatışma noktasından ele alarak değil, Lenin gibi meselenin özüne yoğunlaşarak yapmıştır: “Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğiliminin sonucu olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde dev ölçülere ulaşan sermaye birikimi, kendini el yakan «sermaye fazlası»nda açığa vurur. Bu «sermaye fazlası», kendisi için kârlı bir yatırım alanı bulabilme iştahıyla, ulusal sınırları aşmak ve ihraç edilmek zorundadır. Onun oluşumundaki ana etken, ulusal ölçekte yatırım olanaklarının tükenmiş olması ya da iç pazarın her türden ürüne doymuş olması değildir. Kapitalistlerin amacının, kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamak olmadığını biliyoruz. Sermayeyi güdüleyen yegâne faktör, daha yüksek bir kâr oranı elde edebilme arzusudur. Bu temelde sermaye, daha kârlı gördüğü alanlara, ülkelere akış eğilimindedir. Bu nedenle de emperyalizm döneminin en belirgin özelliği, gerek gelişmiş kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki, gerekse gelişmişlerden orta ve azgelişmişlere –ya da bir ölçüde tersi– yönelen muazzam sermaye hareketidir. Sömürgecilik siyasal hak gaspı, siyasal ilhak demekti. Oysa mali sermayenin dünya imparatorluğu, asıl olarak ekonomik ilhak, yani zayıf ülkelerin üzerinde hegemonya kurma ve bu temelde emperyalist güçlerin kontrol altına alacakları nüfuz alanlarının yaratılması anlamına gelir. Emperyalizm döneminde aslolan, büyük emperyalist ülkelerin siyasal bağımsızlığa sahip ülkelere bile boyun eğdirebilen ekonomik gücüdür. Bu dönemin alâmet-i farikası olan dev tekeller ve mali sermaye grupları, şu ya da bu ülke pazarına nüfuz edebilmek için birbirleriyle yarışır, pastayı güçleri oranında paylaşırlar.”[4] Ayrıca, değindiğimiz gibi, Lenin’in emperyalizm görüşünün eskidiği iddiasındaki yorumcular küreselleşmenin emperyalizmden farklı bir aşamayı ifade ettiği görüşündedir. Çağlı ise küreselleşmenin emperyalizmin ilerleyen hali olduğunun altını çizer: “Günümüzde moda olan globalleşme (küreselleşme) gibi tüm tanımlamalar, aslında kapitalizmin 20. yüzyılda ulaştığı ve halen de içinde yaşamakta olduğumuz son evresini, yani mali sermayenin egemenlik çağını, kısaca emperyalizm olarak adlandırdığımız bu çağı anlatmaktadır. Günümüzde kapitalizm, tek bir dünya pazarında somutlanan ve irili ufaklı tüm kapitalist ülkeleri –bu arada Stalinist bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte kapitalistleşme yolunu tutan ülkeleri de– kucaklayan, uluslararası işbölümü temelinde eşitsiz fakat bileşik gelişen ve eşitsizliği içinde karşılıklı bağımlılığı yeniden ve yeniden üreten bir dünya sistemidir.”[5] Anlaşılacağı üzere Lenin’in emperyalizm analizinin eskiyen bir tarafı olmadığı gibi yeni olgular da onun ortaya koyduğu temellerden hareketle berraklıkla açıklanabilmektedir.

Alt-emperyalizm kavramı ne anlatıyor?

Lenin’in görüşlerinin “yeni durumu açıklamaktaki yetersizliği” düşüncesindeki yazarların değindikleri bir başka nokta ise, Lenin’in emperyalizm analizinde bulunmayan alt-emperyalizm gibi tamamlayıcı kavramların ilerleyen yıllarda geliştirilmeye başlandığı iddiasıdır. Onlara göre 1960’lardan itibaren yeni, tamamlayıcı kavramlara ihtiyaç duyulmuş ve Brezilyalı iktisatçı Ruy Mauro Marini’nin 1965’te ortaya attığı “alt-emperyalizm” ve Wallerstein’in tezi olan merkez-çevre analizine ek olarak geliştirdiği yarı-çevre kavramlarıyla bu “eksiklik” giderilmiştir. Bu kavramlar küresel kapitalist sistem içinde nüfus, ekonomik gelişme ve coğrafi konum gibi özellikleriyle öne çıkan bazı ülkelerin hem merkez hem de çevre ülkelerin özelliklerini taşıdığını, bu yönleriyle ara bir kategori oluşturduklarını açıklıyor, eksikliği gideriyordu. Oysa Lenin, emperyalist egemenliğin, ülkeleri sömürgeler ve sömürge sahipleri olarak iki grup olarak ayrıştırmadığını, bu ikisi dışında ara kategoriler olduğunu söyler. Bir geçiş durumunu ifade eden yarı-sömürgeler bu ara kategorilerden biridir. Ama dahası sömürge ya da yarı-sömürge olarak adlandırılamayacak farklı tür bir kategorinin de örneklerini verir Lenin: siyaseten bağımsız ama mali ve diplomatik açıdan bağımlı ülkeler. Bu bağlamda Arjantin ve Portekiz örneklerini sıralar. Kuşkusuz meramı, emperyalizmin sömürge tipi bağımlılığa değil, mali egemenliğe dayandığını göstermektir. Demek ki Lenin’e göre emperyalist hiyerarşi, değişmez, sabit, geçişsiz, sınırları çok kesin olarak belirli kategorilerden oluşmaz. Nitekim ilerleyen yıllar Lenin’in işaret ettiği zemindeki kimi ülkelerin daha da güçlenerek emperyalist ülkeler arasına girmek için ataklar yapma çabalarına sahne olmuştur. Lenin bu çözümlemelerinde emperyalist sistem içindeki göreli güç dağılımının hiçbir zaman sabit kalmayacağını sarih biçimde ifade etmekteydi: “… kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez. Oysa paylaşmaya katılanların gücü aynı şekilde değişmemektedir, çünkü kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin, eşit şekilde gelişecekleri düşünülemez. Almanya, yarım yüzyıl kadar önce kapitalist gücü o zamanki İngiltere’nin gücüyle karşılaştırıldığı zaman, zavallı, önemsiz bir ülkeydi; Rusya’yla karşılaştırıldığı zaman Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde, emperyalist güçlerin nispi kuvvetlerinin değişmeden kalacağını söyleyebilir miyiz? Kesinlikle söyleyemeyiz.”[6] Emperyalist sistem içerisinde eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının bir sonucu olarak daha güçlü pozisyonda olanların göreli olarak güç kaybetmesi ya da tersinin gerçekleşmesi beklenmedik değildir ve bunun örnekleri çeşitli zaman dilimleri için Lenin’in verdiği örneklerde olduğu gibi kolaylıkla gösterilebilir. Bu tür pozisyon değişimleri ülkeler için söz konusu olabilir ama sistemin temel bir özelliği olduğu için, varlığını sürdürdüğü müddetçe hiçbir zaman değişmeyecek olan şey emperyalizmin hiyerarşik biçimde örgütlenmiş bir yapıda olması olacaktır. Çağlı da, Lenin’in ortaya koyduğu bu belirlemelerden hareketle emperyalizmin günümüzdeki görünümlerini net bir biçimde anlatır: “… kapitalizmin bu en üst aşaması eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının işleyişi temelinde yol alan küresel ekonomi demektir. Dünya kapitalist sistemi, ana basamakları itibarıyla «ileri, orta ve az gelişmiş» diye nitelenen bir hiyerarşi piramidi oluşturur ve çeşitli kapitalist ülkeler bu piramit boyunca güçlerine göre sıralanırlar. Bu güçler piramidinin en üst basamağında yer alan ileri derecede gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalist diye nitelediğimiz ülkelerdir ve bu kategori açısından ortada fazlaca bir tartışma yoktur. Hiyerarşi piramidinde en fazla tartışmaya yol açan basamağı, alttan üste geçişsel özellikler taşıyan ve bu bakımdan kendi içinde de bir hayli düzey farklılıkları sergileyen orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler teşkil eder. “Bir sosyo-ekonomik sürecin farklı gelişme halkalarını durağan ve birbirinden kopuk tarzda kavrayan yaklaşımlar, emperyalist diye adlandırılan kapitalist ülkelerle orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına da son derece kesin, kaba ve mekanik sınırlar çekmek isteyeceklerdir. Dünyada yaşanan gerçeklere kendi dar prizmalarından bakanların, zaman içinde cereyan eden değişimleri kavramaları mümkün değildir. Böyleleri, orta derecede gelişkin kapitalist ülkelerin de emperyalistleşebilmek için hamleler yaptıklarını, bu amaçla çeşitli yapısal değişim süreçlerinden geçtiklerini göremez, kavrayamaz ya da kabul etmeye yanaşmazlar. Oysa konuyu diyalektik tarzda kavrayanlar açısından, hiyerarşi piramidinde farklı gelişme basamaklarında (üst, orta, alt) yer alan ülkelerde kapitalizmin durağan olmadığı açıktır. Çeşitli sosyo-ekonomik yapılar genelde (aşağıdan yukarıya ve bazen de yukardan aşağıya) hareket halindedirler.” Bu görünüm içerisinde de alt-emperyalizm kavramını yerli yerine oturtur Çağlı: “Alt-emperyalizm kavramı, emperyalist hiyerarşi piramidinde en üst basamakta yer alan emperyalist ülkelerin altındaki bir konumu anlatır. Bu konumdaki bir kapitalist ülke henüz üsttekiler gibi bir ekonomik güce ve dünya gündemini belirlemekte aynı derecede etkiye sahip olmasa da, kendi bölgesinde ve büyük emperyalist güçlerin eşliğinde artık doğrudan yayılmacı ilişkiler yürütür. İşte orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler basamağı kapsamında yukarılara tırmanarak bu düzeye ulaşan ülkeler, bu gibi nedenlerle alt-emperyalist diye nitelenirler.”[7] Alt-emperyalist ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki ilişkinin niteliğini de bu noktada netleştirmek çok önemlidir. Emperyalist hiyerarşideki farklı pozisyonlardaki ülkelerden üstteki alttakini sömürmez. Çünkü kapitalizmde sömürü, ülkeler arasındaki eşitsizlik durumundan kaynaklanmaz. Sömürünün kaynağı kapitalistlerin işçilerden elde ettikleri artı-değerdir. Yani tüm ülkelerdeki egemen sınıf, tüm ülkelerdeki işçi sınıfını sömürür. Ülkeler arası eşitsizlik bu sömürüden alınan payların farklı olmasına yol açar. Bu nokta o kadar önemlidir ki, bize anti-kapitalist temelde bir mücadele verilmeden anti-emperyalist bir mücadelenin olamayacağını söyler. Ülkeler arasındaki güç eşitsizliğinden hareketle, güçlü ülke karşısında zayıf ülkeyi desteklemeyi anti-emperyalizm olarak sunan anlayışlara kapıyı kapatır. Bu tür yapay anti-emperyalizm savunuları sınıf körü bir anlayışın ürünüdür. Dolayısıyla söylemleri ister sosyalist jargonla doldurulsun, ister açık milliyetçi ifadeleri barındırsın her halükârda egemen sınıfa hizmet eder. İşçi sınıfı temelli bir anti-emperyalist mücadelenin devrimci politik çizgisi geçen yüzyılda, Birinci Dünya Savaşının ateşi dünyayı kavururken Lenin tarafından ortaya konmuştur. Çağlı’nın emperyalizm konusundaki yaklaşımları ve alt-emperyalizm kavramının altını doldurduğu içerik, bu devrimci çizginin devamıdır. Günümüzde yaşanan emperyalist savaş eksenindeki politik gelişmeler ve bunun içerisinde Türkiye’nin politikalarının mahiyeti ve hedefleri devrimci işçi sınıfının bakış açısıyla değerlendirilecekse Çağlı’nın bu görüşleri önemli bir hareket noktası teşkil etmektedir. (devam edecek)
[1]   Elif Çağlı, Alt-emperyalizm Üzerine (Temmuz 2009), marksist.com
[2]   Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yay., 7. baskı, s.90-91
[3]   Lenin, Emperyalizm Üzerine (Ocak 1917), marksist.com
[4]   Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay.
[5]   Elif Çağlı, age
[6]   Lenin, age, s.144
[7]   Elif Çağlı, Alt-emperyalizm Üzerine

9 Eylül 2020
TC'nin emperyal atakları
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Emperyalizm, Alt-emperyalizm, Türkiye /2

dogu-akdeniz.jpg

Emperyalist ülkelerin kendi aralarında ve hiyerarşinin daha alt basamaklarında yer alan diğerleriyle, bir kere oluştuktan sonra değişmeyen ve aynı biçimde kendini tekrar eden ilişkileri olduğu düşüncesi gerçek dünyada olup bitenleri kavramaktan uzaktır. Emperyalizmde ilişkiler ve pozisyonlar durağan olmayan bir yapıya sahiptir. Güçlenen ya da zayıflayan ülkeler arasındaki ilişkiler de ülkelerin hiyerarşideki pozisyonları da değişime uğrayabilir.  Kapitalist basamaklarda yükselmek için ekonomik ve askeri hamleler yapan ve bunlar sonuç verdiğinde ilerleyerek daha üst pozisyonlara ulaşan ülkeler vardır. Türkiye de bu ülkelerden birisidir. NATO üyesi olmasından itibaren gelişen askeri gücü, 80’li yıllardan itibaren dünyayla giderek daha fazla entegre hale gelen ekonomisi ve belirli bir olgunlaşma döneminin ardından özellikle 2000’li yıllarda dünya konjonktürünün de elvermesiyle sıçrama yapan sermaye gücü sayesinde Türkiye, bulunduğu konumdan daha üst basamaklara doğru tırmanma imkânı elde etmiştir. Burjuvazisinin bazı unsurlarının yakın coğrafyasında etkili hale gelmesinin yanı sıra yürütülmekte olan emperyalist paylaşım savaşının yarattığı özel durumlar ve bunlardan faydalanmaya odaklanmış gözü kara politikalar da bu yükselişe katkıda bulunmuştur. AKP’nin ve tabii ki onun baskın lideri Erdoğan’ın, izlediği saldırgan politikalar ve girişimlerle Türkiye’yi bu konuma taşımakta önemli etkileri olduğunun da altını çizmek gerekir. Egemen sınıf içinde yaşanan yoğun iç çatışmalara rağmen, emperyalist hamleler yapma ihtiyacındaki burjuvazi, buna uygun siyasi lideri, kadroları, uygun ideolojiyi ve cesareti AKP’de bulmuştu. Mehmet Sinan Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP adlı broşüründe bu konuyu geniş biçimde ele almaktadır: “AKP hükümetinin ve özellikle de hırslı bir işadamı gibi pazar peşinde koşturan başbakan Erdoğan’ın girişimleri sayesinde, hem Türkiye sermayesinin uluslararası sermayeyle entegrasyon süreci eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde ilerledi, hem de devletin ve özel sermaye gruplarının bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkileri çok yönlü olarak gelişti. Bu dönemde Türkiye’ye önemli ölçüde uluslararası sermaye girişi oldu ve sermayesi Türk menşeli olan pek çok bankanın hisseleri yabancı sermaye tarafından satın alındı. Aynı şekilde, Türk banka sermayesi de dışarıda uluslararası sermaye gruplarıyla ortaklıklara girişti. Yani ciddi bir yerli ve yabancı finans-kapital kaynaşması yaşandı Türkiye kapitalizminde. Türkiye bu süreçte, ekonomik büyüklük bakımından kapitalist ülkeler sıralamasında 17. sırada yer alan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde yatırımlar yapan büyük sermaye gruplarına sahip bir kapitalist ülke haline geldi. Elif Çağlı’nın tespitiyle söylersek, «Türkiye artık alt-emperyalist bir ülke, bir bölge gücü» idi.” Bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkileri çok yönlü olarak gelişen Türkiye sermayesi, özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren bölgesinde önemli bir ekonomik etki yaratmaya başladı. Artık belirli bir düzeye ulaşan sermaye grupları, bu süreçte hükümetin öncülüğünü yaptığı onlarca bölgesel anlaşmayla ciddi bir yol almış ve beraberinde yatırımlara girişmeye yönelmişti. Türkiye’nin bankaları, GSM operatörleri, müteahhitlik hizmetleri, gıda zincirleri özellikle bölgesindeki ülkelerde yayılma alanı bulmuştu. Türk şirketlerinin dünyadaki önemli bazı şirketleri satın alarak yaptıkları yatırımlar da ulaşılan düzeyi resmetmesi bakımından önemli bilgiler vermektedir.[1] Bu satın almalar Türkiye kapitalistlerinin hangi düzeyde dış yatırımlara giriştiğini somutlarken genel veriler de buna uygun sonuçları göstermektedir. 2020 Ağustos sonu itibarıyla, Uluslararası Yatırım Pozisyonu (UYP) verilerine göre, Türkiye’de yerleşik olanların yurtdışı varlıkları 227,4 milyar dolar değerindedir. 2016’da 215,5 milyar, 2017’de 233 milyar, 2018’de 230,5 milyar, 2019’da 253,3 milyar dolar olan bu varlıklar son yıldaki azalmaya rağmen yine de anlamlı bir düzeydedir.[2] Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü UNCTAD’ın verilerine göre, dünya çapında gerçekleşen toplam doğrudan yabancı yatırımlar 2008 krizinden bu yana devam eden bir eğilimle yavaşlama seyrindedir. Buna rağmen Türkiye burjuvazisinin yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar bu yıllar boyunca genelde artmış, bu tür yatırımların toplam sermaye büyüklüğü 2018 yılında yaklaşık 46 milyar dolara ulaşmıştır. Bu tablo Türkiye sermayesinin nüfuz edebildiği alanlara sermaye ihracında bulunma iştahını net bir biçimde ortaya koymaktadır. Sermaye ihracının meta ihracıyla etkileşim içinde geliştiği, birbirlerini desteklediği de açıktır. Nüfuz alanları oluşturma süreçlerinde dış ticaretin önemli bir yeri vardır. Burada özellikle sanayi ürünlerinin ihracattaki payının yükselmesi Türkiye sıkletindeki ülkeler için önemli bir göstergedir. Yıllar içerisinde Türkiye’nin ihracatında sanayi ürünlerinin payı sürekli yükselmiştir. 1980’li yılların başında sanayi ürünlerinin toplam ihracattaki payı %27 iken, bu oran 2000 yılında %81’e çıkmıştır. Son yıllarda ise %95’e yaklaşmıştır. Ancak bu noktada hatırlatmak gerekir ki, buna rağmen Türkiye emperyalist ülkelere oranla sermaye birikim düzeyi düşük olan bir ülkedir. Geçtiğimiz yıllarda sağlanan yüksek büyüme oranları ancak ülkeye giren yoğun yabancı sermaye akışı ve dışarıdan alınan ucuz kredilerin yarattığı ekonomik yapı sayesinde mümkün olabilmiştir. Türkiye burjuvazisinin dışarıya yönelen sermaye yatırımlarının bu durumun yarattığı imkânlarla birlikte söz konusu olabildiğinin altını çizmek gerekir. Çünkü Türkiye sermayesinin gücünün sınırlarını bu mali bağımlılıklar belirlemektedir. TÜSİAD burjuvazisinin emperyalistleşme hedefine ancak Batılı emperyalist güçlerle uyum ve işbirliği temelinde varılabileceğini düşünmesinin nesnel zemini de bu zorunluluklardır. UNCTAD verilerine bakıldığında, Türkiye kapitalistlerinin sermaye ihracının bir kısmını oluşturan Doğrudan Yurtdışı Yatırımlarının (DYY) dünyadaki payının yüzde 0,22 düzeylerinde olduğu görülmektedir. Bu oran 2004’de yüzde 0,09’du. Karşılaştırma yapılabilmesi bakımından örnek verilecek olursa ABD’nin payı 2004’te yüzde 32,55 iken 2019’da yüzde 9,51, Fransa’nın yüzde 2,53 iken yüzde 2,94, Rusya’nın yüzde 1,51 iken yüzde 1,71 olmuştur. Yani Türkiye sermaye ihracı bakımından bu emperyalist güçlerin epeyce gerisinde bir paya sahiptir. Ancak dünyadaki doğrudan yurtdışı yatırımlarının yüzde 80’inden fazlasını yapan ilk 20 ülkenin de içindedir. Bu tablo, Türkiye için emperyalist bir güçmüş gibi abartılı değerlendirmeler yapmanın da onun kapitalist hiyerarşideki pozisyonunu önemsizleştirmenin de yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Sermaye gücünün gelişmesiyle birlikte Türkiye’nin dünya sisteminde oynadığı, oynayacağı rolü belirleyen bir başka önemli etmen de askeri gücüdür. Malûm, emperyal hevesler militarist bir gelişmişlik düzeyine ulaşılmamışsa heves olarak kalmaya mahkûmdur. Bugün, Türkiye’nin askeri kapasitesi de önemli bir seviyeye gelmiştir. Türkiye, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olmasıyla yıllar boyunca sağladığı askeri bilgi ve teçhizat gelişmelerine ek olarak silah sanayiinde de önemli ilerlemeler kat etmiştir. Artık, dünyanın en önemli 100 askeri şirketinin içinde 7 tane Türkiye şirketi de bulunmaktadır. Hatta bunların en önde geleni olan ASELSAN son yıllarda yaptığı ataklarla ilk 50 şirket içerisine girmiştir. Bu alanda dışarıya olan bağımlılığını azaltmak için attığı adımlar sonucunda, silah ihracatı da belli bir düzeyde artmıştır. Ama vurgulayalım ki halen büyük ölçüde ithalatçı konumundadır. Yine de askeri olarak ulaşılan bu düzey Türkiye’nin bölgesel bir güç haline gelmesinde pay sahibidir. Türkiye’nin, askeri kapasitesiyle ve burjuvazinin önde gelen kesimlerinin sermaye birikimi düzeyiyle emperyal politikalar izleyebilme kapasitesine ulaştığı, bu göstergelerden rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Burjuvazi de bir bütün olarak emperyal politikaların izlenmesini istemekte, siyasi iradeyi bu yönelimde desteklemektedir. Ancak bu noktada, Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke olarak izleyeceği politikalar konusunda burjuvazi içerisinde zamanla önemli ayrımların ortaya çıktığını da belirtmek gerekir. Türkiye’nin emperyal emellerinin sürükleyici gücü olan AKP, hükümet olduğu ilk dönemlerde, en güçlü sermaye kesimlerinin örgütü olan TÜSİAD’la örtüşen politikalar izlemiş, ancak özellikle “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçle birlikte bu kesimler arasında önemli ayrışmalar yaşanmaya başlamıştır. TÜSİAD’da temsil edilen baskın burjuva güçler tarihsel olarak bağlarının kuvvetli olduğu Batılı emperyalist güçlerin politikalarıyla büyük ölçüde uyumlu adımlar atılarak emperyal hedeflere ulaşma yolunu benimsemektedir. Bu çizgiden sapmalara karşı tepkilidirler. Ancak hükümetteki ilk yıllarında TÜSİAD’ın çizgisiyle büyük ölçüde uyumlu hareket eden AKP pozisyonunu değiştirmiş, Batılı emperyalist güçlerin çizgisinin dışına çıkan politikaları da hayata geçirmek için pek çok adım atmıştır. Türkiye’nin boyunu aşan hedeflere gözünü dikmiş bir politik çizgiyi ısrarla sürdürmektedir. Bu durum emperyalist politikalar izleme konusunda ortaklaşmış ancak bunun yolu yöntemi konusunda derinden ayrışmış olan burjuvalar arasında önemli bir gerilimi beslemektedir.

Emperyal heveslerin çarptığı duvarlar

Türkiye emperyalist sistemin hiyerarşik yapısı içerisinde orta gelişmişlik düzeyinin üst basamaklarındaki bir ülke ve bölgesel bir güç olarak alt-emperyalist pozisyonda bulunmaktadır. Burjuvazisinin geç kalmışlık duygusuyla kamçılanan ihtirası nedeniyle, mümkün olan en kısa sürede konumunu daha da geliştirerek kapitalist hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanma arzusundadır. Bunun için de, Suriye’den Libya’ya, Irak’tan Doğu Akdeniz’e, Kafkasya’ya uzanan geniş bir bölgede militarist maceralara heveskâr biçimde atılmaktadır. Yani, emperyalist güçlerle birlikte, kendi bölgesindeki emperyalist yağmadan payını alma mücadelesi yürüten, yayılmacı saiklerle hareket eden bir devlettir. Türkiye, alt-emperyalist bir ülke olma niteliğine uygun biçimde, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbonların paylaşımı sorunundaki istisna dışında, büyük emperyalist devletlerle işbirlikleri yaparak bölgesindeki çeşitli alanlarda paylaşım mücadelesi yürütmektedir. Üstelik emperyalist savaş koşullarının yarattığı imkânlardan yararlanarak birbirlerine rakip emperyalist güçlerle bazı bölgelerde ortaklık yaparken, başka bölgelerde karşıt pozisyonda bulunarak bu paylaşım mücadelelerini sürdürebilmektedir. Örneğin, Suriye’deki sürecin belirli aşamalarında Rusya’yla birlikte hareket edip bunu ABD’ye karşı koz olarak kullanan Türkiye, Irak’ta da ABD’yle kimi zaman işbirliği kimi zaman da çekişme halindedir. Bunun temelinde Kürt sorunu konusunda her iki ülkenin politikalarının uyumsuz olması yatmaktadır. Ancak İdlib’de, yanı sıra Libya’da, bu kez Rusya karşısında ABD’yle işbirliği yapmaktadır. Türkiye’nin Libya’daki kazanımları da esasen Rusya karşısında ABD, İngiltere ve İtalya’nın işbirliğiyle sağlanmıştır. Ancak mesele Libya’nın topraklarından çıkıp Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’e geldiğinde bu güçler Türkiye’yle işbirliklerini bir kenara koymuşlardır. Hakeza Rusya da Akdeniz’de Türkiye’nin yanında değildir. Daha önce de değindiğimiz gibi, Türkiye emperyalist ülkelerin nüfuzundan bütünüyle bağımsız biçimde kendi emperyalist hedeflerini hayata geçirebilecek kudrete sahip bir güç değildir. Alt-emperyalist bir ülke olarak ekonomik ve siyasi sınırları vardır. Erdoğan Türkiye’si ne kadar hırslı olursa olsun, ABD ve Rusya gibi oyun kurucu olamaz. Suriye ve Libya’da görüldüğü üzere, gözü karartıp emperyalist güçlerin arasındaki çelişki ve çatlaklardan yararlanıp oyun bozmak, kendi başına oyun kurmaya yetmez, yetmemektedir. Belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin Libya ve Suriye’deki kısmi kazanımları da ABD ya da Rusya’ya yanaşıp onlarla işbirliği yapmasıyla mümkün olmuştur ve üstelik bunun kalıcı olup olmayacağı da belli değildir. Ayrıca devam eden emperyalist savaş ilerledikçe, bu tür manevralara imkân veren boşluklar azalacak, savaşın içindeki her güç kutuplara doğru çekilmek, cepheleşmede tarafını seçmek zorunda kalacaktır. Türkiye elbette, tek taraflı bir bağımlılık ilişkisi içerisinde, hele de emperyalist güçlerin emri altındaki bir jandarma pozisyonunda değildir. Bölgesindeki emperyalist paylaşım mücadelesinde kimi hamlelerde bulunacak bir kapasiteye de sahiptir. Ancak,  bunun ötesinde bir güce de sahip bulunmamaktadır. Emperyalist politikada son tahlilde belirleyici olan askeri ve ekonomik güçtür. Türkiye devleti her ne kadar ilerlemeler kat edip kapitalist hiyerarşide yükselmişse de, bu yükseliş bir emperyalist güç olma düzeyine ulaşmamıştır. Bu nedenle,  alt-emperyalist bir ülkenin dünya sistemindeki pozisyonuna uygun olarak, Türkiye de, büyük emperyalist güçlerle, ulusötesi şirket ilişkileri, teknoloji bilgisi, dış borç ve dış ticaret ağları gibi teknolojik, mali ve ticari yollarla sağlanan, güçlü olanın haliyle daha baskın olduğu, bağımlılık ilişkisi içerisinde hareket etmek zorundadır. Çünkü son noktada emperyal politikalarının başarısı büyük emperyalist güçlerin politikalarıyla uyum sağlayabilmesine bağlıdır. Türkiye egemen sınıfının niyetlerini şu ya da bu emperyalist gücü arkasına almadan, onlardan ayrı, bağımsız bir yol tutturarak gerçekleştirmesi emperyalist sistemin mantığı gereğince mümkün değildir. Türkiye alt-emperyalist ülke olma pozisyonunu korumak için, güç ilişkilerinin kaçınılmaz sonucu olarak, eninde sonunda bir büyük emperyalist devletin stratejisi dahilinde ve onunla işbirliği içinde davranmak zorunda kalacaktır. Nitekim şu ana kadarki sürecin tüm seyri içinde Türkiye, propagandada gösterilmeye çalışıldığının aksine, büyük güçlerin dışında ayrı baş çeken bir güç olmuş değildir. Dahası yine aynı süreçte, içinde bulunduğu ABD ve Batı ekseninin dışına çıkmış da değildir. Ancak bu eksen içinde uyuşmazlığı ciddi ölçüde artmış, açı büyümüş ve buna mukabil Rusya ve Çin’le eskiden düşünülemeyecek ölçüde yakınlaşmalar yaşamaya başlamıştır. Bu çerçevede şunu söylemek mümkündür: Çelişkileri hayli artmış olsa da kısa vadede Türkiye’nin bulunduğu eksenin dışına çıkması düşünülemez. Ancak kapitalizmin tarihsel krizi ve hegemonya krizi daha uzun süre devam edeceğine göre, uzun vadede aynı yerde duracağının da garantisi yoktur. Bu bağlamda gidişat ve sonuç ne olursa olsun, olmayacak olan şey Türkiye’nin mevcut büyük güçlerin dışında ayrı bir büyük güç olamayacağı ve ayrı bir baş çekemeyeceğidir. Ne var ki, bugün, emperyalist emelleri konusunda cüretkâr, atılgan ve ihtiraslı olan Türkiye egemenleri, oyunu çok daha büyük oynamaya hevesli görünüyorlar. Güçlerinin çok daha ötesinde, boylarından büyük işlere kalkışıp, tüm durumları zorlayabilecekleri kadar zorlayarak kendilerine yol açmaya çalışıyorlar. Türkiye’nin ekonomik gücüyle uyumsuz, gerçeklerden kopuk, hayaller üzerinde yükselen bir emperyal politikanın peşinde, ülkeyi büyük bir gayretle koşturuyorlar. Ancak eli fazla yükselttiklerinde de, gerçeklerin sert duvarına çarpmaktan kurtulamıyorlar. Türkiye, örneğin, hidrokarbon yataklarının paylaşımının dışında bırakılınca, Doğu Akdeniz’de gerilimi alabildiğine yükselterek Yunanistan ve diğer güçlere meydan okudu, askeri güç gösterileriyle sınırları alabildiğine zorladı. Ama ABD ve AB’den baskı görünce çark etmek, istemediği bir noktadan Yunanistan’la görüşmelere başlamak zorunda kaldı. Böylece Doğu Akdeniz’de kabadayılıkla yaptığı dayatmaları kabul ettiremeyeceği, emperyalist güçler tarafından Türkiye’ye bir şekilde gösterildi. Türkiye, Libya’da da istemediği bir ateşkesin haberi bile olmadan imzalanmasıyla, ardından da desteklediği Trablus hükümetinin başbakanı Sarrac’ın istifa kararıyla sabote edildi. Çünkü bu durum Türkiye ile Trablus hükümeti arasında yapılan, aslında uluslararası geçerliliği de tartışmalı olan, deniz yetki alanlarına dair mutabakatın bütünüyle anlamsız hale gelmesinin yolunu açtı. Ekonomik gücü ile izlediği pervasız emperyal politika arasındaki uyumsuzluk giderek daha fazla sıkıntıya girmesine yol açmasına rağmen, Türkiye devleti yeni zorlamalara girişmekten de kendini alamamaktadır. Azerbaycan-Ermenistan arasındaki sorunlarda gösterilen kışkırtıcı tutum da bunun son örneğidir diyebiliriz. Türkiye devleti büyük emperyalist güçler arasında süren hegemonya ve paylaşım savaşına dahil olarak etki alanını genişletme mücadelesine girişmiştir. Bunu yaparken de kendisine verili durumunun çok ötesinde bir güç vehmetmektedir. Gerçeklerin boy aynasında gördükleri ise Türkiyeli egemenlerin ihtiraslarının körüklenmesinden başka bir şeye yol açmamaktadır. Bu hayalleri gören burjuvalar eninde sonunda kendi çıkarları için aldıkları risklerin sonuçlarıyla yüzleşmek durumunda kalırlar. Ancak asıl büyük bedeli bu politikalardan hiçbir çıkarı olmayan emekçiler öder. Türkiye devletinin gücünü aşan bir seviyede sürdürdüğü mevcut dış politikasının bedeli işçi sınıfı için çok ağırdır. Bu politikaları var gücüyle hayata geçirmeye çalışan rejim, dış politikasının ihtiyaçları doğrultusunda iç politikada da otoriterliğin şiddetini arttırırken, emperyalist hedeflerinin hayat bulması için sermaye sınıfını daha güçlü kılacak uygulamaları gerçekleştirmektedir. Kapitalistlerin işçileri daha da vahşi bir şekilde sömürmesi için yapılan çalışma yaşamındaki düzenlemeler bunun içindir. İşçi sınıfı, Türkiye devletinin emperyal politikalarının ve bu politikaların hangi sınıfa hizmet ettiğinin bilincinde olarak mücadelesini sürdürmelidir.
[1] Bunlardan önemli bazı satın almalar şöyle sıralanabilir: Anadolu Efes’in Rus SABMiller’i 2011 yılında 1,9 milyar dolara; Yıldız Holding’in Belçikalı Godiva’yı 2007 yılında 850 milyon dolara; Doğuş Holding’in Yunan Astir Palace Resort’u 2013 yılında 598 milyon dolara, Gübretaş’ın İran’ın en büyük gübre fabrikası Razi Petrochemical Company’yi 2008 yılında 532 milyon dolara, Yıldırım Holding’in dünyanın en büyük üçüncü konteyner operatörü Fransız CMA CGM’yi 2010 yılında 500 milyon dolara, Turkcell’in Belarus Telekomünikasyon Ağı’nı 2008 yılında 500 milyon dolara Irak Genel Enerji’nin Irak Kürdistan’ında Miran gaz sahasını 2012 yılında 450 milyon dolara satın alması, birleşme ile 2014 yılında Yıldız Holding’in 184 senelik İngiliz United Biscuits’i satın alarak dünyanın en büyük üçüncü bisküvi üreticisi konumuna gelmesi, OYAK’ın Portekiz’de Avrupa’nın en büyük çimento fabrikalarından birini alması. Bugün Koç, Sabancı ve Yıldız holdinglerin her biri 15-20 civarında ülkede yatırıma sahip bulunmaktadır.
[2] https://www.tcmb.gov.tr

3 Kasım 2020
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Kaynak URL:https://marksist.net/selim-fuat/emperyalizm-alt-emperyalizm-turkiye