
1905 devrimi, Troçki’nin de Önsözünde belirttiği gibi, 1917 Ekim Devriminin girişi olarak değerlendirilegelmiştir. Bu devrimde izlenen yöntemler, kurulması savunulan sınıfsal ittifaklar ve devrime ilişkin yapılan sınıfsal tahliller, Rus sol hareketi içinde derin ayrışmalara yol açmış ve bu ayrışmalar ilerleyen yıllarda etkisini tüm dünya komünist hareketi üzerinde göstermiştir.
Geri bir ülkede, istemleri açısından burjuva demokratik devrim, yöntemleri açısından proleter devrim olarak başlayan 1905 devrimini değerlendiren 1905, Asyatik ya da yarı-Asyatik izler taşıyan, kapitalizme geçişleri geç ve sancılı olan bizim gibi ülkelerde sınıfların takındıkları tutumlara ilişkin çok önemli ipuçları sunmaktadır. Rusya’da sınıfların tutumunu çok canlı bir biçimde sergileyen kitap, aynı zamanda Sürekli Devrim Kuramının nesnel dayanaklarının gözler önüne serilmesi bakımından da büyük bir önem taşıyor.
1905 Rusya’sı, 2000 yılında hâlâ demokrasiye geçişi tartışan Türkiye’deki okuyucuya çok tanıdık gelecektir. Burjuvazinin ödlekliği, küçük burjuvazinin kararsızlığı, önderlikten yoksun işçiler, gericiliğin iktidarı elden kaçırma korkusuyla ve günü kurtarma güdüsüyle izlediği dargörüşlü politikalar, ikiyüzlü entelijensiya, ters rüzgârlar esmeye başladığında “Çar”ın karşısında el etek öpmek için yarışan profesörler, her an en koyu muhafazakâr kesilebilecek kadar “liberal” olan “brifing” gazetecileri … Doksan beş yıl geçmiş olmasına rağmen, bütün bunlar bizim hiç de yabancısı olduğumuz olgular değil. Dolayısıyla çıkarılan derslere de ilgisiz kalınamaz.
Kitabı e-kitap olarak edinmek için Bize Yazın bağlantısı aracılığıyla bizimle iletişime geçebilirsiniz
1905 devrimi, Troçki’nin de Önsözünde belirttiği gibi, 1917 Ekim Devriminin girişi olarak değerlendirilegelmiştir. Bu devrimde izlenen yöntemler, kurulması savunulan sınıfsal ittifaklar ve devrime ilişkin yapılan sınıfsal tahliller, Rus sol hareketi içinde derin ayrışmalara yol açmış ve bu ayrışmalar ilerleyen yıllarda etkisini tüm dünya komünist hareketi üzerinde göstermiştir.
Geri bir ülkede, istemleri açısından burjuva demokratik devrim, yöntemleri açısından proleter devrim olarak başlayan 1905 devrimini değerlendiren 1905, Asyatik ya da yarı-Asyatik izler taşıyan, kapitalizme geçişleri geç ve sancılı olan bizim gibi ülkelerde sınıfların takındıkları tutumlara ilişkin çok önemli ipuçları sunmaktadır. Rusya’da sınıfların tutumunu çok canlı bir biçimde sergileyen kitap, aynı zamanda Sürekli Devrim Kuramının nesnel dayanaklarının gözler önüne serilmesi bakımından da büyük bir önem taşıyor.
1905 Rusya’sı, 2000 yılında hâlâ demokrasiye geçişi tartışan Türkiye’deki okuyucuya çok tanıdık gelecektir. Burjuvazinin ödlekliği, küçük burjuvazinin kararsızlığı, önderlikten yoksun işçiler, gericiliğin iktidarı elden kaçırma korkusuyla ve günü kurtarma güdüsüyle izlediği dargörüşlü politikalar, ikiyüzlü entelijensiya, ters rüzgârlar esmeye başladığında “Çar”ın karşısında el etek öpmek için yarışan profesörler, her an en koyu muhafazakâr kesilebilecek kadar “liberal” olan “brifing” gazetecileri … Doksan beş yıl geçmiş olmasına rağmen, bütün bunlar bizim hiç de yabancısı olduğumuz olgular değil. Dolayısıyla çıkarılan derslere de ilgisiz kalınamaz.
Devrimimiz[1] Rusya’nın “eşsizliği” efsanesini yıktı. Rusya için tarihin özel yasaları olmadığını gösterdi. Ama beri yandan Rus devrimi, bütün toplumsal ve tarihsel gelişimimize özgü yönlerin sonucu olan ve sırası geldiğinde önümüzde bütünüyle yeni tarihsel perspektifler açan, tümüyle kendine özgü bir niteliği de barındırıyordu. Rusya ile Batı Avrupa arasındaki farkın “niteliksel” mi yoksa “niceliksel” mi olduğuna dair metafizik bir soru üzerinde durmaya hiç gerek yok. Fakat Rusya’nın tarihsel gelişiminin başlıca ayırıcı özelliklerinin, yavaşlık ve ilkellik olduğundan kuşku duyulamaz. Aslına bakılırsa, Rus devleti, Avrupa devletlerinden o kadar da genç değildir; bir devlet olarak Rusya’nın ömrü 862 yılında başlar. Bugüne kadar, elverişsiz doğal koşullar ve seyrek bir nüfus tarafından belirlenen son derece yavaş ekonomik gelişim hızı, toplumsal billurlaşma sürecini geciktirmiş ve tüm tarihimizi aşırı geriliğin özellikleriyle damgalamıştır. Eğer yalıtık kalmış ve yalnız iç eğilimlerden etkilenmiş olsaydı, Rus devletinin nasıl bir hayat süreceğini söylemek zordur. Durumun bu olmadığını söylemekle yetinelim. Rusya’nın toplumsal varlığı, her dönemde Batı Avrupa’nın daha gelişmiş toplumsal ve devlet ilişkilerinin sürekli basıncı altındaydı ve zaman geçtikçe bu basınç çok daha güçlü bir hale geldi. Uluslararası ticaretin görece zayıf gelişimi yüzünden, devletler arasındaki askeri ilişkiler tayin edici bir rol oynadı. Avrupa’nın toplumsal etkisi, herşeyden önce askeri teknoloji biçiminde ifadesini buldu. İlkel bir ekonomik temel üzerinde şekillenen Rus devleti, daha yüksek bir ekonomik temel üzerinde şekillenen devlet örgütleriyle yüz yüze geliyordu. İki olasılık söz konusuydu: Ya Rus devleti, Altın Ordu’nun Moskova Çarlığı ile savaşa girdiği gibi bu devlet örgütleriyle savaşa girmeliydi, ya da dış baskı altında ulusun hayati kaynaklarının anormal derecede büyük bir kısmını yutarak kendi ekonomik ilişkilerinin gelişimini aşmalıydı. Rus ulusal ekonomisi ilk çözüme izin verecek kadar ilkel değildi artık. Devlet çökmedi; ulusun ekonomik güçlerinin üzerinde muazzam bir baskı pahasına gelişmeye başladı. Yukarıdakilerin tümü, bir noktaya kadar, başka herhangi bir Avrupa devletine de uyar kuşkusuz. Farklılık şudur ki, karşılıklı varoluş mücadelelerinde bu devletler, devlet olarak gelişimleri böylesine güçlü ve ekonomik olarak dayanılmaz dış baskılara maruz kalmayacak şekilde, hemen hemen eşit türden ekonomik temellerden istifade ediyorlardı. Kırım ve Nogay Tatarlarına karşı yürütülen savaş muazzam bir çaba gerektirmişti; fakat bu çaba şüphesiz Fransa ile İngiltere arasındaki Yüz Yıl Savaşlarında gerekenden daha büyük değildi. Rusları ateşli silahlarla tanışmaya ve keskin nişancılardan oluşan düzenli birlikler (streltsi) kurmaya zorlayanlar Tatarlar değildi; daha sonraları Rusları bir piyade ve süvari sınıfı oluşturmaya zorlayanlar da Tatarlar değildi. Bunu gündeme getiren baskı Litvanya, Polonya ve İsveç’ten gelmişti. Daha iyi silahlanmış bir düşmana karşı ayakta kalabilmek için Rus devleti, yurt içinde bir sanayi ve teknoloji oluşturmak; askeri uzmanlar, resmi kalpazanlar ve barut yapımcıları çalıştırmak; istihkâm teknikleriyle ilgili ders kitapları ithal etmek; deniz okulları kurmak; fabrikalar inşa etmek; “özel” ve “yetkili” danışma meclisi üyeleri atamak zorunda kaldı. Ve askeri eğitmenleri ve özel danışma meclisi üyelerini yurtdışından getirtmek mümkünken, maddi kaynak her ne pahasına olursa olsun bizzat ülke içinden sızdırılmak zorundaydı. Rusya’nın devlet ekonomisinin tarihi, varlığını sürdürmek için askeri örgütlenmeye gerekli kaynakları sağlamayı amaçlayan kesintisiz bir çabalar –bir anlamda kahramanca çabalar– zinciridir. Tüm hükümet aygıtı, hazinenin çıkarları doğrultusunda inşa edilmişti ve sürekli olarak yeniden inşa ediliyordu. İşlevi, halkın birikmiş emeğinin her parçasını kapmak ve bunu kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktan ibaretti. Hükümet maddi kaynak arayışında, hiçbir şeyde duraksamadı. Köylülüğe, her zaman için dayanılmaz ağırlıkta ve halkın çok az ayak uydurabildiği keyfi vergiler yükledi. Köylere karşılıklı teminatlar sistemini getirdi. Ricalarla ve tehditlerle, öğütlerle ve zorbalıkla tüccarlardan ve manastırlardan para aldı. Köylüler bölgelerinden kaçtılar, tüccarlar göç ettiler. On yedinci yüzyıl nüfus sayımları, nüfusun sürekli olarak azaldığını gösteriyor. O dönemde, toplam devlet bütçesi 1,5 milyon rubleye varmaktaydı ki, bunun yüzde 85’i orduya harcanmıştı. On sekizinci yüzyılın başında, dışardan gelen dayanılmaz darbelerden dolayı Petro, piyade birliklerini yeni tarzda örgütlemek ve bir filo oluşturmak zorunda kalmıştı. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında, bütçe çoktan 16 ilâ 20 milyon rubleye ulaşmış ve bu bütçenin yüzde 60 ilâ 70’i ordu ve donanmaya harcanmıştı. Bu rakam, I. Nikola döneminde de yüzde 50’nin altına düşmedi. On dokuzuncu yüzyılın ortasındaki Kırım Savaşı, Çarlık otokrasisini, ekonomik olarak Avrupa’nın en güçlü iki ülkesiyle –İngiltere ve Fransa– silahlı çatışmaya sürüklemişti ve bunun sonucu olarak genel askerlik görevi temelinde orduyu yeniden örgütlemek zorunlu hale geldi. Mali ve askeri gereksinimler 1861’de köylülerin yarı-özgürlüğe kavuşmasında tayin edici bir rol oynadı. Fakat ülke içinden elde edilebilen kaynaklar yetersizdi. II. Katerina devrinden beri, hükümet yabancı ülkelerden borç almaya yetkiliydi. O andan itibaren Avrupa borsası giderek Çarlığın kendi finansını sağladığı bir kaynak haline geldi. O zamandan beri, Batı Avrupa para piyasalarındaki çok büyük miktarlardaki sermaye birikimi, Rusya’nın politik gelişimi üzerinde hayati bir etkiye sahip olageldi. Devlet örgütünün giderek daha da büyümesi, sadece dolaylı vergilendirmenin aşırı artışında değil, aynı zamanda ulusal borcun hummalı büyümesinde de ifadesini buldu. 1898 ve 1908 arasındaki on yıllık dönemde bu, yüzde 19’a yükseldi ve bu dönemin sonunda 9 milyar rubleye ulaştı. Otokrasinin Rothschild’lere ve Mendelssohn’lara bağımlılığının derecesi, şimdi sadece faizlerin, devlet hazinesinin net yıllık gelirinin yaklaşık üçte birini yutması gerçeğince gözler önüne serilmektedir. 1908 için yapılan ilk bütçede, ulusal borç ödemelerinin faizleri ve (Rus-Japon) savaşın sona ermesiyle bağlantılı masraflarla birlikte, ordu ve donanma harcamaları 1.018.000.000 rubleye, yani tüm devlet bütçesinin yüzde 40,5’ine varmıştı. Batı Avrupa’dan kaynaklanan bu baskının bir sonucu olarak, otokratik devlet, artı-ürünün anormal derecede büyük bir kısmını yutuyordu, bu da onun o zaman oluşmakta olan ayrıcalıklı sınıfların sırtından geçindiği ve böylece onların her durumda yavaş ilerleyen gelişimlerini sınırladığı anlamına geliyordu. Fakat hepsi bu kadar değildi. Devlet, tarım işçisinin esas ürününe el koydu, tüm geçim kaynaklarını kapıp aldı ve bunu yapmakla, onu üzerinde güvenle yerleşecek zamanı güçlükle bulduğu topraktan çıkardı; bu da sırasıyla nüfus artışını engelledi ve üretici güçlerin gelişimini sınırladı. Bu nedenle, devlet artı-ürünün anormal derecede büyük bir kısmını yuttukça, –her durumda yavaş olan– sınıf ya da zümre[2] farklılaşması sürecini dizginledi ve temel ürünün önemli bir bölümüne el koydukça, tek desteği olan bu ilkel üretici temelleri bile tahrip etti. Fakat devlet bizzat varolmak ve yönetebilmek için zümrelerin hiyerarşik bir örgütüne gereksinim duyuyordu. Ve böylesi bir örgütün gelişmesinin ekonomik temellerini oyarken ve tüm diğer devletler gibi bu süreci kendi lehine çevirmeye uğraşırken, aynı zamanda devletin dayattığı önlemlerle bu örgütün gelişmesini zorlamaya çalışmasının nedeni budur. Toplumsal güçler oyununda sarkaç, Batı Avrupa tarihindeki duruma göre devlet iktidarı yönüne daha fazla sarkmaktaydı. Rusya’da, hak ve yükümlülüklerin, görev ve ayrıcalıkların dağıtımında ifadesini bulan devlet ile üst toplumsal gruplar arasındaki –çalışan insanların zararına– görev değişimi, Batı Avrupa’nın ortaçağ zümre örgütlerindekine nazaran, ruhbanın ve soyluluğun daha az lehine oldu. Öte yandan, Milyukov’un Rus kültür tarihinde söylediği gibi, Batıda zümreler devletleri yaratırken, Rusya’da devlet iktidarının zümreleri kendi çıkarları doğrultusunda oluşturduğunu söylemek, korkunç bir abartma ve tüm görünümlerin çarpıtılmasıdır. Zümreler, idari ya da hukuksal yollardan yaratılamazlar. Devlet iktidarının yardım ettiği belli bir toplumsal grup, tümüyle olgunlaşmış ayrıcalıklı bir zümre haline gelmeden önce, kendisini tüm toplumsal ayrıcalıklarıyla ekonomik olarak oluşturmak zorundadır. Daha önceden hazırlanmış “paye tabloları”na ya da Légion d’honneur beratına göre zümreler yaratamazsınız. Bir şey kesin: ayrıcalıklı Rus zümreleriyle ilişkisinde Çarlık, zümre monarşisinden yetişmiş olan Avrupa mutlakıyetinden çok daha geniş bir bağımsızlığa sahipti. Burjuvazi, kendisini üçüncü zümrenin omuzlarında yükselterek feodal toplumun güçlerine karşı yeterli bir denge unsuru sağlayacak kadar güçlü bir hale geldiğinde, mutlakıyet gücünün zirvesine ulaşmıştı. Ayrıcalıklı ve mülk sahibi sınıfların birbirleriyle savaşarak birbirlerini dengeledikleri bu durum, devlet örgütü için maksimum bir bağımsızlık sağladı. XIV.Louis, “L’état, c’est moi”[3] diyebiliyordu. Prusya mutlak monarşisi, Hegel’e, kendinde bir son olarak, devlet düşüncesinin olabildiğince maddileşmesi olarak göründü. Merkezileşmiş bir devlet aygıtı yaratmaya uğraşan Çarlık, ayrı bölgeleri birbirinden tümüyle bağımsız ekonomilere sahip olan ülkedeki barbarlık, yoksulluk ve genel dağınıklıkla mücadele edilmesini isteyen ayrıcalıklı zümrelerle pek fazla zıtlaşmak zorunda kalmadı. Rus bürokratik otokrasisini kendine yeter bir örgüt yapan, Batıda olduğu gibi ekonomik olarak egemen sınıfların dengesi değil, onların zayıflığıdır. Bu bakımdan Çarlık, Avrupa mutlakıyetiyle Asyatik despotizm arasında, muhtemelen ikincisine daha yakın olmak üzere, bir ara biçim arzetmektedir. Fakat, yarı-Asyatik toplumsal koşullar Çarlığı otokratik bir örgüte dönüştürürken, Avrupa teknolojisi ve Avrupa sermayesi bu örgütü büyük bir Avrupalı gücün araçlarıyla donattı. Bu da, Çarlığa, ağır yumruğuyla üzerinde tayin edici bir etken rolü oynamaya başladığı Avrupa’nın tüm politik ilişkilerine müdahale etme olanağını sağladı. 1815’te I. Aleksandr Paris’e ulaştı, Buorbonları ihya etti ve bizzat Kutsal İttifak düşüncesini cisimleştirdi. 1848’de I. Nikola Avrupa devrimini bastırmak için muazzam bir borç sağladı ve Macar isyancılara karşı Rus askerlerini gönderdi. Avrupa burjuvazisi, Çarın askerlerinin daha önce burjuvaziye karşı Avrupa despotizmine hizmet ettiği gibi, gelecekte de sosyalist proletaryaya karşı bir silah olarak tekrar hizmet edeceğini umdu. Ancak tarihsel gelişme farklı bir yol izledi. Mutlakıyet, büyük gayretle beslemiş olduğu kapitalizm tarafından paramparça edildi. Kapitalizm öncesi dönem boyunca, Avrupa’nın Rus ekonomisi üzerindeki etkisi ister istemez sınırlıydı. Rus ulusal ekonomisinin doğal, yani kendine yeter niteliği, onu daha yüksek üretim biçimlerinin etkisinden korudu. Daha önce de söylediğimiz gibi, zümrelerimizin yapısı, son aşamada dahi tam olarak gelişmemişti. Fakat, ne zaman ki kapitalist ilişkiler eninde sonunda Avrupa’da baskın çıktı, ne zaman ki mali sermaye yeni ekonominin somutlanışını ifade etti, ne zaman ki mutlakıyet kendi canı için savaşırken Avrupa kapitalizminin suç ortağı haline geldi, durum tamamen değişti. Bir sosyalist devrim için devlet iktidarının önemini kavramayı beceremeyen “eleştirel” sosyalistler, genel olarak söylersek tarihsel gelişmeyle aynı yönde işlediğinde, devlet iktidarının sırf ekonomik alanda oynayabileceği çok önemli rolü kavrayabilmek için, en azından Rus otokrasisinin sistemsiz ve barbarca etkinliği örneğini incelemelidirler. Çarlık, Rusya’nın ekonomik ilişkilerini kapitalistleştirmede kendisini tarihsel bir araca dönüştürürken, herşeyden önce kendi konumunu pekiştiriyordu. Gelişen burjuva toplumumuzun, Batının politik kurumlarına gereksinim duymaya başlamasıyla birlikte, Avrupa teknolojisi ve Avrupa sermayesi tarafından yardım edilen otokrasi, kendisini hemen en büyük kapitalist girişimciye, en büyük bankere, demiryolları ve içki satış mağazalarının tekelci sahibine dönüştürdü. Otokrasi, bu konuda, yeni ilişkileri düzenlemeye hiçbir şekilde uygun olmayan, ama kayda değer bir enerjiyle sistematik baskı uygulamaya son derece yetenekli olan merkezi bürokratik aygıt tarafından desteklendi. Demiryolları, askeri kuvvetlerin ülkenin bir ucundan diğerine kısa sürede aktarılmasına olanak sağlarken, ülkenin devasa boyutları, idareye bir güven duygusu, belli bir homojenlik ve büyük bir hız kazandıran telgraf aracılığıyla fethedilmiştir. Avrupa’nın devrim öncesi hükümetlerinin emrinde, pratikte ne demiryolları, ne de telgraflar vardı. Mutlakıyetin emrindeki ordu muazzamdır ve her ne kadar ciddi bir deneme olan Rus-Japon savaşı denemesinde yetersizliğini kanıtlamışsa da, hâlâ iç yönetimde oldukça başarılıdır. Ne eski günlerin Fransız hükümetinin, ne de 1848 öncesi Avrupa hükümetlerinin, 1908-1909 Rus ordusuyla mukayese edilebilir bir yanları vardı. Mutlakıyetin mali ve askeri gücü, sadece Avrupa burjuvazisini değil, açık bir güç denemesi yoluyla mutlakıyete karşı savaşmanın olabilirliğine inanmaktan onu yoksun kılarak, Rus liberalizmini de bunaltıp körleştirdi. Öyle ki, mutlakıyetin askeri ve mali gücünün, Rusya’da olası her devrimi olanaksız kıldığı sanıldı. Gerçekleşense tam tersi oldu. Bir devlet ne kadar merkezileşmiş ve egemen sınıflardan ne kadar bağımsızlaşmışsa, toplumun üzerinde kendinden menkul bir örgüt haline dönüşmesi o kadar hızlı olur. Böyle bir örgütün askeri ve mali gücü ne kadar büyük olursa, varoluş mücadelesi de o kadar uzun süreli ve başarılı olur. İki milyar rublelik bütçesi, sekiz milyarlık ulusal borcu ve silah altında bir milyon insanı olan merkezi bir devlet, başlangıçta kendi selameti için oluşturulmuş olan askeri güvenlik gereksinimi de dahil, toplumsal gelişmenin en temel gereksinimlerini karşılamaktan yoksun hale geldikten uzun bir süre sonra bile kendini koruyup, devam ettirebilmişti. Böylece, mutlakıyetin toplumsal gelişmeye rağmen ve toplumsal gelişmeye karşı varlığını sürdürebilmesini sağlayan idari, askeri ve mali gücü, yalnızca devrimin olabilirliğini –liberallerin düşündüğü gibi– dışlamamakla kalmamış, tersine, devrimi gelişmenin tek olası yolu yapmıştır; dahası, mutlakıyetin artan gücünün, kendisiyle, yeni ekonomik gelişmeye angaje olmuş halk kitleleri arasındaki uçurumu sürekli genişletmesi olgusu, devrimin son derece radikal bir nitelik taşıyacağını garantilemiştir. Rus liberalizmi en ütopik cinsten bir “gerçekçilik” perhiziyle beslenirken ve Rusya’nın devrimci popülistleri kendilerini fantezilerle ve mucizelere inançla beslerlerken, Rus Marksizmi, olayların nasıl gelişebileceğini göstermekte tek oluşuyla ve bu gelişmenin[4] genel biçimlerini önceden haber vermesiyle gerçekten gurur duyabilir.
Üretici güçlerin düşük gelişme düzeyi, devletin yağmacı etkinlikleri de göz önünde tutulursa, artı-ürünün birikimine, toplumsal işbölümünün yaygın gelişimine ya da kentsel gelişmeye hiçbir açık kapı bırakmadı. Zanaatlar ne tarımdan koptular ne de kentlerde yoğunlaşabildiler; bunun yerine kırsal kesimin tamamına yayılmış ev sanayileri biçiminde, köylü nüfusun elinde kaldılar. Zanaatsal işin dağınık doğası nedeniyle, ev zanaatkârları, Avrupa kentlerindeki zanaatkârlar gibi sipariş üzerine değil, tesadüfi satış olanağıyla çalışmaya mecburdular. Tüccar ya da gezgin, dağınık üretici ile dağınık tüketici arasında aracı konumundaydı. Nüfusun seyrekliği ve yoksulluğu ve kentlerin belirleyici küçüklüğü, böylece ticari sermayenin eski Moskova Rusya’sının ulusal ekonomik örgütlenişindeki muazzam rolünü belirledi. Fakat, ticari sermaye de dağınık kaldı ve büyük ticari merkezler yaratmakta başarısız oldu. Sonunda büyük ölçekli bir sanayi yaratma zorunluluğuyla yüz yüze gelen, köy zanaatkârı ya da zengin tüccar değil, devletin kendisi oldu. İsveçliler, Petro’yu, yeni bir donanma ve yeni tipte bir ordu yaratmaya zorladılar. Fakat Petrocu devlet askeri örgütlenmesini daha da karmaşık kılmakla Hansa[1] kentlerin sanayilerine ve Hollanda ve İngiltere’ye doğrudan bağımlı duruma geldi. Böylece, ordu ve donanmanın ihtiyacını karşılamak üzere Rus manüfaktürlerinin yaratılması, ulusal savunmanın temel görevi haline geldi. Petro’dan önce hiçbir zaman fabrika üretimi önerisi olmamıştı. Petro öldüğünde, 233 tane büyük ölçekli devlet işletmesi ve özel işletme vardı: maden ocakları, silah fabrikaları, giyim, keten ve yelken bezi fabrikaları vb.. Bu yeni sanayilerin ekonomik temeli, bir yandan devlet fonlarıyla, öte yandan da ticari sermayeyle sağlanmıştı. Dahası, yeni sanayi dalları, yıllarca benzer ayrıcalıklara sahip olan Avrupa sermayesiyle birlikte, genellikle dışarıdan ithal ediliyordu. Ticari sermaye Batı Avrupa’da büyük sanayinin oluşumunda önemli bir rol oynamıştı. Fakat orada üretim, eski bağımsız zanaatkârı ücretli sanayi işçisine dönüştürerek, çöken zanaatsal iş temelinde gelişmişti. Moskova’da, Batıdan ithal edilen manüfak- türler oracıkta hiçbir özgür zanaatkâr bulamadı ve dolayısıyla köylü serflerin emeğinden yararlanmak zorunda kaldı. On sekizinci yüzyıl Rus atölyesinin, daha başından itibaren kentsel zanaatsal işten kaynaklanan herhangi bir rekabetle karşılaşmamasının nedeni budur. Ev zanaatkârı da ona rakip olmadı: o tüketici halk için çalışıyordu, oysa baştan aşağı sıkı disiplin altına alınmış olan imalât atölyeleri, öncelikle devlet için ve bir dereceye kadar da toplumun üst sınıfları için çalışıyordu. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısı boyunca tekstil sanayisi, serf emeğinin ve devlet denetiminin çemberini kırdı. Özgür ücretli emeğe dayanan fabrikalar, şüphesiz, I. Nikola Rusya’sının toplumsal ilişkilerine radikal bir şekilde düşman olacaktı. Bu nedenle serf sahibi soyluların bakış açısı, “özgür tüccarlar”ın bakış açısının aynısıydı. Nikola’ya gelince, o da bu bakış açısını tamamen paylaşıyordu. Yine de, devletin gereksinimleri, mali gereksinmeler de dahil olmak üzere, onu fabrika sahipleri için fahiş vergiler ve mali sübvansiyonlar politikası benimsemeye zorluyordu. İngiltere’den makine ithalatı üzerindeki ambargonun kalkmasından sonra, Rus tekstil sanayisi tümüyle hazır İngiliz modelleri temelinde gelişti. 1840’lar ve 1850’ler boyunca Alman Knopp 122 eğirme fabrikasını, son çivisine kadar, İngiltere’den Rusya’ya taşıdı. Hatta tekstil sahasında bir atasözü yer etmişti: “Nerede bir sorun varsa, orada bir polis vardır; nerede bir fabrika varsa, orada Knopp vardır.” Tekstil sanayisi bir pazara çalıştığından, kronik vasıflı işçi kıtlığına rağmen ve serfliğin bile henüz kaldırılmadığı dönemde, Rusya’yı iğ sayısı bakımından (dünya ölçeğinde) beşinci sıraya yerleştirdi. Fakat, sanayinin diğer dalları, özellikle demir yapımı, Petro’nun ölümünden sonra zar zor gelişti. Bu durgunluğun ana nedeni, yeni teknolojinin uygulanmasını tamamen olanaksız hale getiren köle emeğiydi. Ucuz pamuk, bizzat köylü serflerin kullanımı için işleniyordu; fakat demir, gelişmiş bir sanayiyi, şehirleri, demiryollarını, lokomotifleri şart koşuyordu. Bunların hiçbirisi serflikle uyumlu değildi. Serflik aynı zamanda, gün geçtikçe giderek daha çok dış pazar için çalışan tarımın gelişimini de engelliyordu. Bu nedenle, serfliğin kaldırılması ekonomik gelişmenin zorlayıcı bir talebi haline geldi. Ancak, bunu kim uygulamaya koyabilirdi? Soyluluk bunun düşüncesini bile reddediyordu. Kapitalist sınıf uygulayabileceği herhangi bir basınçla böyle büyük boyutlu bir reformu yapmak için henüz çok cılızdı. Hiçbir şekilde Almanya’daki köylü savaşıyla ya da Fransa’daki Jacquerie[2] ile karşılaştırılamayacak olan sık köylü ayaklanmaları, ancak dağınık patlamalar olarak kaldılar ve şehirlerde önderlik bulamadıklarından, tek başlarına toprak sahiplerinin iktidarını yıkmaya güç yetiremediler. Devlet tayin edici sözü söylemek zorundaydı. Çarlık, 1861 yarı-özgürlük reformu aracılığıyla kendi çıkarları için kapitalist gelişmenin yolunu temizleyemeden önce, Kırım seferinde acımasız bir askeri yenilgiye katlanmak zorunda kaldı. Bu nokta ülkede yeni bir ekonomik gelişme döneminin başlangıcı anlamına geldi; bir “özgür” emek havuzunun hızla oluşması, demiryolu ağında hummalı bir gelişme, limanların ortaya çıkması, Avrupa sermayesinin kesintisiz girişi, sınai tekniklerin Avrupalılaşması, daha ucuz ve daha kolay bulunabilir kredi, limited şirketlerin sayısında bir artış, altın kuruna geçiş, aşırı korumacılık ve çığ gibi büyüyen bir ulusal borçla karakterize olan bir dönem. Rusya’nın “eşsizliği” ideolojisinin, devrimci komplocuların gizli sığınaklarından (narodnik hareket), bizzat Majestelerinin özel yüksek makamına kadar (resmi “narodnost” ya da Rusluk), halkın bilincinin tamamına egemen olduğu III. Aleksandr’ın saltanat dönemi (1881-1894), aynı zamanda, üretim ilişkilerinde amansız bir devrim dönemiydi. Büyük sanayiler kuran ve mujiği proleterleştiren Avrupa sermayesi, Asyalı-Moskovalı “eşsizliği”nin en köklü temellerini kendiliğinden oyuyordu. Demiryolları ülkenin sanayileşmesinde güçlü bir kaldıraç rolü oynadı. Bunları kurma inisiyatifi, şüphesiz devletindi. İlk demiryolu (Moskova ile Petersburg arasında) 1851’de açıldı. Kırım felâketinden sonra, devlet, demiryolu yapımında ilk sırayı özel girişimcilere verdi. Ancak yine de, yılmaz bir koruyucu melek gibi, her zaman bu girişimcilerin arkasında durdu: hisse senetli ve tahvile dayalı sermayenin oluşumuna yardım etti, sermaye kârlarını garantileme yükümlülüğünü üstlendi, hissedarlara her türden ayrıcalık ve desteği yağdırdı. Köylü reformundan sonraki ilk on yılda 7 bin verst[3], ikinci on yılda 12 bin, üçüncüde 6 bin ve dördüncüde yalnızca Avrupa Rusya’sında 20 bin verstten fazla, tüm imparatorlukta da yaklaşık 30 bin verst demiryolu döşendi. Witte’nin, otokratik polis kapitalizmi anlayışının habercisi olarak ortaya çıktığı 1880’ler ve özellikle 1890’lar boyunca, demiryollarının devlet hazinesinin elinde yeniden yoğunlaşması söz konusuydu. Witte, nasıl kredinin gelişimine, “ulusal sanayiye şu ya da bu doğrultuda rehberlik etmek” için maliye bakanının elindeki bir silah olarak bakıyorsa, devlet denetimindeki demiryolları da onun bürokratik kafasında “ülkenin ekonomik gelişimini denetlemenin güçlü bir aracı” olarak canlanıyordu. Bir borsa simsarı ve politik kara cahil olarak, gerçekte devrimin güçlerini bir araya topladığını ve silahlarını da keskinleştirdiğini anlamıyordu. 1894’e kadar, devlete ait 17.000 verst’lik hat da dahil, demiryollarının toplam uzunluğu 31.800 verste ulaşmıştı. 1905’te, yani devrim yılında, öylesine büyük önemde bir politik rol oynayan demiryolu personelinin sayısı 667.000 kişiydi. Mali açgözlülüğün, kör bir korumacılığa sıkı sıkıya bağlı olduğu Rus hükümetinin gümrük politikası, Avrupa mallarına giriş yolunu neredeyse tümüyle kapıyordu. Rusya’da ürünleri damping olanağından yoksun bırakılan Avrupa sermayesi, Doğu sınırını en karşı konulmaz ve çekici niteliğiyle geçti: para biçiminde. Rus mali pazarının her canlanışı, daima dışarıdan yeni borçların alınışıyla belirleniyordu. Bununla paralel olarak, Avrupalı girişimciler, Rus sanayisinin en önemli dallarının doğrudan sahibiydiler. Avrupa mali sermayesi, Rus devlet bütçesinin aslan payını yutarak, Rus topraklarına, kısmen sanayi sermayesi biçiminde döndü. Bu, ona, Çarlık mali sistemi aracılığıyla, yalnızca Rus mujiğinin üretici güçlerini tüketmeyi değil, aynı zamanda Rus proletaryasının çalışma enerjisini doğrudan sömürme olanağını da tanıdı. Yalnızca on dokuzuncu yüzyılın son on yılında ve özellikle 1897’de altın kuruna geçişle, en az 1,5 milyar rublelik yabancı sanayi sermayesi Rusya’ya aktı. Oysa 1892’yi önceleyen kırk yıl boyunca limited şirketlerin esas sermayesi yalnızca 919 milyon ruble artarken, bunu izleyen on yılda 2,1 milyar ruble arttı. Batıdan gelen bu altın selinin Rus sanayisi için önemi, 1890’da tüm fabrika ve tesislerimizin toplam üretimi 1,5 milyar ruble ederken, 1900’le birlikte 2,5 ilâ 3 milyara ulaşması gerçeğinden görülebilir. Buna paralel olarak, fabrika ve tesis işçilerinin sayısı, aynı zaman diliminde 1,4 milyondan 2,4 milyona yükseldi. Rus ekonomisi –Rus politikası gibi– her zaman Avrupa politikası ve ekonomisinin doğrudan etkisi –ya da daha çok baskısı– altında gelişirken, bu etkinin biçim ve derinliği, gördüğümüz gibi, sürekli değişti. Avrupa’daki el zanaatı ve manüfaktür üretimi dönemi sırasında, Rusya, Batılı teknisyenleri, mimarları, zanaatkârları, her türden vasıflı işçiyi ödünç aldı. Fabrika üretimi manüfaktürün yerini alırken, makineler montaj ve ithalatın temel nesneleri oldular. Ve sonunda serflik, yerini sözde “özgür” emeğe bırakarak, devlet ihtiyaçlarının doğrudan baskısı altında yıkılınca, Rusya kendini, yolu dış devlet borçlarıyla temizlenen sanayi sermayesinin doğrudan etkisine açmış oldu. Tarihçiler bize, dokuzuncu yüzyılda, gelip bir devlet kurmamıza yardım etmeleri için deniz aşırı Varangları[4] çağırdığımızı anlatırlar. Daha sonra İsveçliler bize Avrupa’nın askeri yeteneklerini öğretmek için geldiler. Thomas ve Knopp bize tekstil ticaretini öğrettiler. İngiliz Hughes, Rusya’nın güney bölümünde bir metalürji sanayisi kurdu, Nobel ve Rothschild Transkafkasya’yı petrol fıskiyesine çevirdiler. Ve aynı zamanda vikinglerin vikingi, büyük, uluslararası Mendelssohn, Rusya’yı borsa alanına çekti. Avrupa’yla ekonomik ilişkiler, henüz zanaatkârların ve makinelerin ithalatıyla ya da üretim amacına yönelik olarak alınan borçlarla sınırlıyken, sorun, son tahlilde, Rus ulusal ekonomisinin Avrupalı üretimin belli unsurlarını özümlemesini sağlama sorunuydu. Ama özgür yabancı sermaye, yüksek düzeyli kâr yarışında, kendisini, büyük Çin Seddi’ne benzeyen gümrük duvarlarıyla korunan Rus topraklarına attığında, sorun artık, Avrupa’nın kapitalist sanayi organizmasının Rus ulusal ekonomisini sindirmesi sorunu haline geldi. İşte Rusya’nın ekonomik tarihinin son on yılını işgal eden program budur. Mevcut Rus sanayi girişimlerinin toplam sayısının yalnızca yüzde 15’i 1861’den önce yaratıldı. 1861 ile 1880 arasında yüzde 23,5’u, 1881 ve 1900 arasında yüzde 61’den fazlası ve on dokuzuncu yüzyılın son on yılında tek başına varolan tüm girişimlerin yüzde 40’ı yaratıldı. 1767’de Rusya’da 10 milyon pud[5] külçe demir eritildi. 1866’da (yüzyıl sonra!) eritme zar zor 19 milyon puda yükseldi. 1896’ya kadar, 98 milyon puda ve 1904’te 180 milyon puda yükselmişti; üstelik, 1890’da güney, eritilen toplam miktarın yalnızca beşte birini eritirken, on yıl sonra yarısını eritir oldu. Petrol sanayisinin Kafkaslardaki gelişimi de benzer oranda ilerledi. 1860’larda bir milyon puddan daha az petrol üretiliyordu; 1870’te ise rakam 21,5 milyon puddu. Seksenlerin ortalarında ortaya çıkan yabancı sermaye, Bakü’den Batum’a kadar Transkafkasya’nın tasarrufunu eline aldı ve dünya pazarına yönelik operasyonlara girişti. 1890’la birlikte petrol üretimi 242,9 milyon puda ve 1896’yla birlikte 429,9 milyon puda yükselmişti. Böylece, ekonomik çekim merkezinin büyük bir hızla bu bölgeye kaydığı ülkenin güney kesimindeki demiryolu, kömür ve petrol sanayilerinin yalnızca yirmi ya da otuz yaşında olduğunu görüyoruz. Rusya’nın bu bölgesindeki gelişme, ta en başından katıksız bir Amerikan karakterine büründü ve birkaç yıl içinde, Fransız-Belçika sermayesi, bozkır bölgelerini, neredeyse Batı Avrupa’da bile görülmeyen büyüklükte dev işletmelerle donatarak, bu bölgelerin görünümünü kökünden değiştirdi. Bunun için iki koşul gerekliydi: Avrupa/Amerika teknolojisi ve Rus devlet bütçesi. Güneyin bütün metalürji tesislerinin –ki çoğu, son cıvata ve vidasına kadar Amerika’dan satın alınmış ve okyanusun bir ucundan öbür ucuna taşınmıştı– daha işletilmeye başlamadan önce, birkaç yıl için garanti edilmiş hükümet siparişleri vardı. Urallar, ataerkil, yarı-feodal gelenekleriyle ve “ulusal” sermayesiyle, hayli geride kaldı ve İngiliz sermayesinin ülkenin bu kısmındaki barbar “Rusluğun” kökünü kazımaya başlaması da henüz yenidir. Görece gençliğine rağmen, Rus sanayisinin gelişiminin tarihsel koşulları, Rusya’da ne küçük ölçekli ne de orta ölçekli üretimin önemli bir rol oynamaması olgusunu yeterince açıklar. Büyük ölçekli fabrika ve tesislerdeki üretim, Rusya’da “doğal” ya da organik bir tarzda gelişmedi. Bizzat zanaatsal iş ev sanayisinden çıkıp gelişmeye zaman bulamadığından ve daha doğmadan yabancı sermaye ve yabancı teknoloji tarafından ekonomik açıdan ölüme mahkûm edildiğinden, büyük ölçekli üretim de aşamalı olarak zanaatsal iş ve manüfaktürden çıkıp gelişmedi. Pamuk fabrikası, zanaatkâr tezgahıyla savaşmak zorunda kalmadı; tersine, köylerde pamuk üreten ev sanayisinin doğuşuna neden olan pamuk fabrikasının kendisiydi. Aynı şekilde, güneyin demir işleme sanayisiyle, Kafkasların petrol sanayisi de küçük işletmeleri yutmak zorunda kalmadı; tersine, bu işletmeler ekonominin bir dizi ikincil ve yardımcı dalları olarak yaşama geçirildi. Sınai istatistiklerin acınacak durumda olmaları nedeniyle, Rusya’da küçük ve büyük üretimin birbiriyle ilişkisini açıklamak tümüyle olanaksızdır. 50 kişiye kadar işçi çalıştıran ilk iki kategorideki işletmelere ilişkin bilgiler çok eksik ya da daha doğru söylersek rastlantısal materyallere dayandırıldığı için, aşağıda oluşturulan tablo, gerçek durumun ancak yaklaşık bir görünümünü vermektedir.
Maden ve fabrika işletmeleri | İşletme sayısı | İşçi sayısı | |
x 1.000 | % | ||
10 kişiden az | 17.436 | 65,0 | 2,5 |
10-49 işçi | 10.586 | 236,5 | 9,2 |
50-99 işçi | 2.551 | 175,2 | 6,8 |
100-499 işçi | 2.779 | 608,0 | 23,8 |
500-999 işçi | 556 | 381,1 | 14,9 |
1.000 işçi ve yukarısı | 453 | 1.097,0 | 42,8 |
Kârlar | İşletme sayısı | Milyon ruble olarak toplam kar |
1.000-2.000 ruble | 37.000 ya da %44,5 | 56 ya da %8,6 |
50.000 rubleden fazla | 1.400 ya da %1,7 | 201 ya da %45 |
FABRİKA ve TESİS GRUPLARI |
ALMANYA (1895 NÜFUS SAYIMI) |
RUSYA (1902 İSTATİSTİKLERİ) |
||||||
İşletme sayısı |
İşçi sayısı |
İşletme sayısı |
İşçi sayısı |
|||||
x 1.000 |
% |
Ortalama |
x 1.000 |
% |
Ortalama |
|||
6-50 işçi |
191.101 |
2.454,3 |
44 |
13 |
14.189
|
234,5
|
12,5
|
16,5
|
51-1.000 işçi |
18.698 |
2.595,5 |
46 |
139 |
4.722
|
918,5
|
49
|
195
|
1.000 ve üzeri işçi |
296 |
562,6 |
10 |
1.900 |
302
|
710,2
|
38,5
|
2.351
|
Toplam |
210.095 |
5.612,4 |
100 |
---- |
19.213
|
1.863,2
|
100 |
---- |
FABRİKA ve TESİS GRUPLARI
|
BELÇİKA
(1895 NÜFUS SAYIMI) |
RUSYA
(1902 İSTATİSTİKLERİ) |
||||||
İşletme sayısı
|
İşçi sayısı
|
İşletme sayısı
|
İşçi sayısı
|
|||||
x 1.000
|
%
|
Ortalama
|
x 1.000
|
%
|
Ortalama
|
|||
5-49 işçi
|
13.000
|
162
|
28,3
|
12,5
|
14.189
|
234,5
|
12,6
|
16,5
|
50-499 işçi
|
1.446
|
250
|
43,7
|
170
|
4.298
|
628,9
|
33,8
|
146,3
|
500 veya üzeri işçi
|
184
|
160
|
28
|
869
|
726
|
999,8
|
53,6
|
1.377
|
Toplam
|
14.650
|
572
|
100
|
----
|
19.213
|
1.863,2
|
100
|
----
|
RUSYA
(1897 NÜFUS SAYIMI) |
ABD
(1900 NÜFUS SAYIMI) |
|||
x 1.000
|
%
|
x 1.000
|
%
|
|
Tarım, ormancılık, vb.
|
18.653
|
60,8
|
10.450
|
35,9
|
Madencilik ve imalât sanayileri, ticaret, ulaşım, serbest
meslek sahipleri, hizmetliler |
12.040
|
39,2
|
18.623
|
64,1
|
Toplam
|
30.963
|
100,0
|
29.073
|
100,0
|
Hesaplamalara göre (sırası gelmişken, yanlışsız olmaktan uzaktırlar), Rusya’nın hammadde işleme ve imalât sanayilerinden kaynaklanan geliri yılda 6 ilâ 7 milyar rubleye varmaktadır. Bunun 1,5 milyarı, yani denebilirse beşte birinden fazlası devlet tarafından yutulmaktadır. Bu, Rusya’nın Avrupa devletlerinden üç dört kez daha yoksul olduğu anlamına gelir. Gördüğümüz gibi ekonomik bakımdan faal kişilerin sayısı nüfusun çok küçük bir yüzdesini temsil etmektedir, ve dahası bu ekonomik bakımdan faal unsurların üretici kapasitesi oldukça düşüktür. Bu, yıllık ürünü, çalışan insan sayısıyla orantılı olmaktan uzak olan sanayinin gerçeğidir; fakat ülkenin emek-gücünün yaklaşık yüzde 61’ini yutan ve buna rağmen ancak 2,8 milyar ruble –yani ulusal üretimin yarısından az– gelir elde edilen tarımın üretici kapasitesi karşılaştırılamayacak kadar düşük bir düzeydedir. Rus tarımının (ezici çoğunluğu köylü tarımından oluşur) koşulları, özünde, 1861 sözde “özgürlük reformu”nun niteliği tarafından önceden tayin edilmişti. Devletin çıkarları için gerçekleştirilen bu reform, bütünüyle soyluluğun bencil çıkarlarına uyarlandı. Mujik yalnızca toprak dağıtımında aldatılmakla kalmadı, vergilendirmenin köleleştirici boyunduruğu altına da sokuldu. Aşağıda oluşturulan tablo, serfliğin kaldırılması üzerine köylülüğe devredilen toprak paylarını üç ana kategoride göstermektedir.
Köylü kategorileri | 1860’taki insan sayısı | Verilen desiyatin[1] | Kişi başı desiyatin |
Toprak beyine ait | 11.907.000 | 37.758.000 | 3,17 |
Devlete ait | 10.347.000 | 69.712.000 | 6,74 |
Bağımsız | 870.000 | 4.260.000 | 4,9 |
Toplam | 23.124.000 | 111.730.000 | 4,83 (ort.) |
1. Sahip olunan pay toprakları[2] | 112 milyon desiyatin | |||
önceki devlet serflerinin | 66,3 | |||
önceki toprak beylerine ait serflerin | 38,4 | |||
2. Sahip olunan özel mülkiyet toprakları | 101,7 | |||
şirketler ve birlikler (köylü birliklerinin 11,4'lük payı dahil) | 15,7 | |||
Şahıs toprakları: | ||||
20 desiyatine kadar (köylüler tarafından sahip olunan 2,3'lük kısım dahil) | 3,2 | |||
20-50 desiyatin arasında | 3,3 | |||
50 desiyatinden fazla | 79,4 | |||
3. Hükümdarlığa ait ve bağımsız topraklar | 145,0 | |||
orman dışı ve ekilebilir toprak dahil (yaklaşık olarak) | 4,6 | |||
4. Kilise, manastırlar ve belediye kuruluşlarına vs. ait topraklar | 8,8 |
150 milyonluk bir nüfus, Avrupa’da 5,4 milyon kilometre kare, Asya’da 17,5 milyon kilometre karelik bir toprak. Bu geniş alanda insan kültürünün her dönemi bulunabilir: çiğ balık yiyen ve ağaç kütüklerine tapan insanların yaşadığı kuzey ormanlarındaki ilkel barbarlıktan, bilinçli olarak kendilerini dünya politikasının bir parçası olarak gören ve gözlerini Alman Reichstag’ındaki tartışmalara ve Balkanlar’daki olaylara çeviren sosyalist işçilerin yaşadığı kapitalist kentin modern toplumsal ilişkilerine kadar. Avrupa’daki en yoğun sanayi, Avrupa’daki en geri tarım üzerinde inşa edilmişti. Dünyadaki en muazzam devlet aygıtı, modern teknolojik ilerlemenin her başarısını kendi ülkesinin tarihsel ilerlemesini engellemek için kullanıyor. Önceki bölümlerde, bütün ayrıntıları bir kenara bırakarak, Rusya’daki ekonomik ilişkilerin ve toplumsal çelişkilerin genel bir tablosunu vermeye çalıştık. Toplumsal sınıflarımızın geliştiği, yaşadığı ve mücadele ettiği toprak budur. Devrim bize bu sınıfları çok yoğun bir mücadele döneminde gösterecektir. Ama bir ülkenin politik yaşamına doğrudan müdahalede bulunan bilinçli olarak oluşturulmuş kurumlar vardır: Partiler, birlikler, ordu, bürokrasi, basın ve bunların ötesinde devlet bakanları, politik önderler, demagoglar ve cellâtlar. Sınıflar ilk bakışta görülemezler; genellikle perdenin arkasında kalırlar. Yine de bu, devlet bakanlarını ve onların cellâtlarını olduğu kadar, politik partileri ve bunların önderlerini de yalnız kendi sınıflarının organları olmaktan alıkoymaz. Bu organların iyi ya da kötü olması, olayların ilerlemesi ve nihai sonucuyla asla ilişkisiz değildir. Eğer bakanlar sadece “devletin nesnel aklı”nın ücretli hizmetlileriyse, bu kesinlikle onları kendi kafatasları içinde küçücük bir beyine sahip olma zorunluluğundan kurtarmaz, bu kendilerinin bile çoğu kez gözden kaçırmaya yatkın oldukları bir gerçektir. Diğer yandan, sınıf mücadelesinin mantığı bizi kendi mantığımızı kullanma zorunluluğundan muaf kılmaz. Her kim, tarihsel zorunluluk çerçevesine inisiyatifi, yeteneği, enerjiyi ve kahramanlığı dahil etmeyi kabul etmiyorsa, o Marksizmin felsefi sırrını kavramamıştır. Ama tersine eğer politik bir süreci –bu durumda devrimi– bir bütün olarak kavramak istersek, partilerin ve programların çeşitliliğinin ardında, kimilerinin hainlik ve açgözlülüğünün, kimilerininse idealizmi ve cesaretinin ardında, üretim ilişkileri içerisinde derinlere kök salmış ve çiçekleri ideolojinin en yüksek alanlarında açan sosyal sınıfların gerçek ana hatlarını görebilmeliyiz.
İŞÇİ SAYISI | |
A. Maden ve imalât sanayileri, ulaşım, inşaat ve ticari yatırımlar | 3.322.000 |
B. Tarım, ormancılık, balıkçılık, avcılık | 2.725.000 |
C. Günlük işçiler ve çıraklar | 1.195.000 |
D. Hizmetçiler, hamallar, kapıcılar vs. | 2.132.000 |
Toplam (erkek ve kadın) | 9.272.000 |
Streltsi’nin BaşkanıYüce Efendimiz, İnsanları zaptedemiyoruz- İçeri fırlıyorlar, ağlayarak: “Çar Boris’in önünde eğilmek istiyoruz Çarı görmek istiyoruz”BorisKapıları ardına kadar açın: Rusya halkı ve Çar arasında Hiçbir engel yoktur.A. Tolstoy, Çar Boris
Demek devrimin yaklaştığını düşünüyorsunuz? Yaklaşıyor!Novoye Vremya, 5 Mayıs 1905
İşte geldi!Novoye Vremya, 14 Ekim 1905
Ekim, Kasım, Aralık 1905, devrimin dorukta olduğu dönemdi. Bu dönem, Moskova dizgicilerinin ılımlı bir greviyle başladı ve Rus çarlarının eski başkentini ezen hükümet birlikleriyle sona erdi. Ama son an hariç –Moskova ayaklanması–, Moskova, bu dönemin olaylarında ilk sırayı tutmadı. Rus devriminde Petersburg’un rolü, hiçbir biçimde Fransız Devriminin Paris’iyle karşılaştırılamaz. Bir yandan Fransa’nın ekonomik açıdan ilkel yapısı (ve özellikle haberleşme araçları) ve öte yandan idari merkezileşmesi, Fransız Devriminin Paris duvarlarıyla sınırlanmasını –her bakımdan– mümkün kılmıştı. Rusya’daki durum bütünüyle farklıydı. Rusya’daki kapitalist gelişme, büyük sanayi merkezleri gibi, pek çok bağımsız devrim merkezlerini de –bağımsız, ama aynı zamanda birbirine yakından bağlı– yaratmıştı. Demiryolları ve telgraf, devletin merkezi niteliğine rağmen, devrimi merkezsizleştirdi; ama aynı zamanda onun tüm dağınıklığını da giderdi. Tüm bunların sonucu olarak, Petersburg’un devrimde en önde gelen sese sahip olduğunu kabul ediyorsak, bu, devrimin Nevski Bulvarında ya da Kışlık Saray’ın dışında yoğunlaştığı anlamına değil, yalnızca Petersburg’un mücadele yöntemleri ve sloganlarının, ülkenin her yanında güçlü bir devrimci yansıma bulduğu anlamına gelir. Petersburg’da uygulanan örgütlenme tipi, Petersburg basınının tavrı, hemen taşra için model oldu. Yerel taşra olaylarının, donanma ve kalelerdeki ayaklanmalar dışında, kendi başına bir anlamı yoktu. Eğer, bundan sonra, Neva’daki başkenti 1905’in son aylarındaki olayların merkezi olarak tanımak zorundaysak, bizzat Petersburg’daki İşçi Temsilcileri Konseyini (Sovyet) de başlı başına tüm bu olayların köşe taşı olarak tanımalıyız. Yalnızca Rusya’da o zamana kadar görülen en büyük işçi örgütlenmesi olduğundan değil. Yalnızca Petersburg Sovyeti Moskova, Odesa ve diğer kentlere bir model teşkil ettiğinden de değil. Ama, herşeyden önce, tamamen sınıf-kaynaklı bu proleter örgütlenmenin, aslında devrimin örgütü olmasından. Sovyet bütün olayların ekseniydi, her fikir akımı ona yöneldi; her eylem çağrısı ondan fışkırdı. İşçi Temsilcileri Sovyeti neydi? Sovyet, olayların seyrinden doğan nesnel bir gereksinmeye yanıt olarak ortaya çıktı. Otorite sahibi olan ama hiçbir geleneğe dayanmayan Sovyet, gerçekte hiçbir örgütsel mekanizmaya sahip değilken, dağınık durumdaki yüz binlerce insanı hemen içine alabilen; proletarya içindeki devrimci akımları birleştiren, inisiyatif ve kendiliğinden bir öz-denetim yeteneğine sahip olan; ve hepsinden önemlisi, yirmi dört saat içinde yeraltından çıkarılabilen bir örgütlenmeydi. Birkaç yüz Petersburg işçisini birleştiren ve birkaç bininin daha ideolojik olarak bağlı bulunduğu sosyal demokrat örgütlenme, kitlelerin doğrudan deneyimlerini politik düşüncenin ışığıyla aydınlatarak, onları temsil edebilirdi; ama çalışmasının başlıca kısmını her zaman gizlilik içinde yaptığı, kitlelerin gözlerinden gizlendiği için, kitlelerle canlı bir örgütsel bağ yaratamazdı. Sosyalist devrimcilerin örgütü, kararsızlık ve iktidarsızlıkla daha da şiddetlenen aynı gizlilik mesleki hastalığına tutuldu. Bir yandan sosyal demokratların eşit güçteki iki hizibi arasındaki iç sürtüşme, diğer yandan iki hizbin de sosyalist-devrimcilerle mücadelesi, parti-dışı bir örgütlenmenin yaratılmasını mutlak biçimde gerekli kıldı. Böylesi bir örgütlenme, ortaya çıktığı gün kitlelerin gözünde otorite sahibi olmak için, en geniş temsile dayanmak zorundaydı. Bu nasıl başarılırdı? Yanıt kendiliğinden geldi. Üretim süreci, örgütsel anlamda henüz oldukça deneyimsiz olan proleter kitleler arasında tek bağ olduğundan, temsil fabrika ve tesislere uygulanmak zorundaydı. Senatör Şidlovski’nin komisyonu, örgütsel bir emsal görevi gördü.[1] 10 Ekimde, grevlerin en büyüğünün kopmak üzere olduğu bir anda, Petersburg’daki iki sosyal demokrat örgütlenmeden biri, öz-yönetimli bir devrimci işçi konseyinin yaratılması görevini üstlendi. Sovyet ne olmalı konulu ilk toplantı, on üçü akşamı, Teknoloji Enstitüsü’nde yapıldı. Katılan temsilciler otuz-kırk kişiden fazla değildi. Politik bir genel grev ilân etmek ve temsilciler seçmek için başkent proletaryasına acilen çağrı yapılması kararlaştırıldı. İlk toplantıda tasarlanan bildiri şöyle diyordu: “İşçi sınıfı, dünya işçi hareketinin son, güçlü silahına, genel greve başvurmuştur.” “... Önümüzdeki birkaç gün içinde Rusya’da sonucu tayin edici olaylar ortaya çıkacaktır. Bunlar, yıllar boyunca işçi sınıfının kaderini tayin edecektir; bu olayları, bütünüyle hazırlıklı ve ortak Sovyetimiz vasıtasıyla birleşmiş olarak karşılamalıyız...” Muazzam önemi olan bu karar, oybirliğiyle onaylandı, üstelik, bu sorunların bundan kısa bir süre sonra Almanya’daki partimizin saflarında şiddetli bir ideolojik mücadeleye yol açmasına rağmen, genel greve ve onun yöntemlerine, amaçlarına ve olanaklarına ilişkin herhangi bir ilke tartışması olmaksızın. Bu gerçeği ulusal psikolojik farklılıklarla açıklamaya gerek yoktur; aksine biz Ruslar, neredeyse patolojik olarak, taktiksel safsatalara ve en ayrıntılı olay tahminlerine eğilimliyizdir. Neden, anın devrimci karakterinde yatmaktadır. Ortaya çıktığı andan, yok olduğu saate kadar, Sovyet, devrimin muazzam basıncı altında kaldı, bu basınç en nezaketsiz biçimde politik bilincin işleyişinin önüne geçti. İşçi temsilciliklerinin her adımı, önceden belirlenmişti. “Taktikleri” apaçıktı. Mücadelenin yöntemleri tartışılmadı; onları formüle etmeye hemen hemen hiç zaman yoktu.
18 Ekim büyük şaşkınlık yaşanan bir gündü. Muazzam kalabalıklar düzensiz bir halde Petersburg sokaklarında hareket ediyorlardı. Bir anayasa ilân edilmişti. Ya sonra? Nelere izin veriliyor, nelere verilmiyordu? Bu sıkıntılı günlerde hükümet hizmetinde çalışan bir arkadaşımın evinde kaldım[1]. On sekizi sabahı, zeki yüzündeki alışıldık kuşkuculukla çelişik bir mutlu heyecan gülümseyişiyle, elinde Pravitelstvenny Vestnik’le (Hükümet Haberleri) beni selâmladı. “Bir anayasal bildirge yayımlamışlar!” “Bu imkânsız!” “Şunu okusana.” Sesli biçimde okumaya başladık. Önce huzursuzluk karşısında baba yüreğinin kederi, ardından “halkın acısı, bizim de acımızdır” teminatı, sonunda bütün özgürlüklere, Dumanın yasama haklarına ve seçim kanunlarını genişletmeye ilişkin kesin vaatler. Sessizce bakıştık. Bildirgenin uyandırdığı çelişik duygu ve düşünceleri ifade etmek güçtü. Meclisin özgürlüğü, kişisel dokunulmazlık, yönetim üzerinde denetim.… Bunlar, elbette, yalnızca laftan ibaretti. Ama bunlar liberal bir kararın sözleri değil, Çarın bildirgesinin sözleriydi. Bu sözlerin yazarı, Nikola Romanov’du, pogromcuların en saygıdeğer patronu, Trepov’un Telemakhos’u.[2] Ve bu mucize, genel grev tarafından gerçekleştirilmişti. On bir yıl önce, liberaller, otokratik hükümdarla halk arasında daha yakın ilişkiler isteyen mütevazı bir dilekçe sunduklarında, tepedeki Junker, böylesi “akla aykırı düşler”den dolayı kulaklarını çekmişti. Bunlar onun kendi sözleriydi! Şimdi grevci proletaryanın önünde hazırol vaziyetinde duruyordu. “Güzel, ne diyorsun buna?” diye sordum arkadaşıma. “Korktular, aptallar!” diye yanıtladı. Kendi türünde klasik bir anlatımdı bu. Witte’nin Çarın kararını ileten en sadık raporunu okumaya devam ettik: “Prensipte kabul edilmiştir.” “Haklısın” dedim, “aptallar gerçekten korktular.” Beş dakika sonra sokaktaydım. Karşılaştığım ilk insan, nefessiz kalan ve elinde kasketini tutan bir öğrenciydi. Bu, beni tanıyan partili bir yoldaştı.[3] “Dün gece askerler Teknoloji Enstitüsü’ne ateş açtılar. İnsanlar, içerden üzerlerine bomba atıldığını söylüyorlar … açık bir provokasyon.… Daha şimdi bir devriye, Zabalkanski Bulvarında küçük bir toplantıyı dağıttı. Konuşmacı olan profesör Tarle kılıçla ağır yaralandı. Öldüğünü söylüyorlar.… “ “Güzel, güzel. Bir başlangıç için fena değil.” “İnsan kalabalıkları etrafta geziniyor ve konuşmacıları bekliyorlar. Parti ajitatörleri toplantısına gidiyorum. Siz ne düşünüyorsunuz? Hangi konularda konuşmalıyız? En önemli konu genel af mı?” “Herkes, genel af konusunda biz olmaksızın da konuşacaktır. Askerlerin Petersburg’dan çekilmesini talep edin. 25 verstlik bir yarıçap içinde tek bir asker kalmasın.” Öğrenci şapkasını havada sallayarak koştu. Caddeden bir atlı devriye geçti. Trepov hâlâ işbaşındaydı. Enstitü’deki saldırı onun bildirgeyi yorumlayışıydı. İyi adam, insanların besledikleri anayasal yanılsamaları yıkmakta hiç zaman kaybetmemişti. Teknoloji Enstitüsü’ne kadar yürüdüm. Hâlâ kilitliydi ve kapısında askerler bekliyordu. Trepov’un mermi esirgenmeyeceğine dair eski sözü duvarda asılıydı. Birisi onun yanına, Çarın bildirgesini astı. Kaldırımlarda küçük insan grupları toplanıyordu. “Üniversiteye gidelim” dedi birisi, “orada konuşmalar olacak.” Onlarla gittim. Hızlı ve sessizce yürüyordum. Kalabalık her dakika büyüyordu. Herhangi bir sevinç duygusundan çok, belirsizlik ve sessizlik egemendi. Artık devriyeler görünmüyordu. Yalıtık kalan polisler, ürkek bir şekilde, kalabalığın izlediği yolun dışında kaldılar. Sokaklar üç renkli bayraklarla donatılmıştı. “Herod, kuyruğunu bacakları arasına kıstırdı” dedi kalabalıktan bir işçi yüksek sesle. Bu sözü, sevimli bir kahkaha karşıladı. Ruh hali göze çarpan bir şekilde yükseliyordu. Bir çocuk, bir evin bahçe kapısı üzerinden üç renkli bayrağı sopasıyla birlikte kaptı, mavi ve beyaz şeritleri yırttı ve “ulusal” bayrağın geri kalan kırmızı kısmını kalabalığın üzerine doğru kaldırdı. Düzinelerce insan bu örneği izledi. Birkaç dakika sonra, bir yığın kızıl bayrak, halk kitlesinin üzerinde dalgalanıyordu. Beyaz ve mavi bez parçaları yerlerde süründü ve kalabalık bunları ayaklarıyla çiğnedi. Vasilyevski Adası’na uzanan köprüden geçtik. Rıhtımda, sayılamayacak bir kitlenin aktığı, dev bir insan kalabalığı oluşmuştu. Herkes, hatiplerin konuşacağı balkona doğru ilerlemeye çalışıyordu. Balkon, pencereler, üniversite kulesinin tepesi kızıl bayraklarla donatılmıştı. Güçlükle içeriye girdim. Konuşmam üçüncü ya da dördüncü sıradaydı. Balkondan gözlerimin önüne açılan manzara olağanüstüydü. Cadde insanlarla dolup taşmıştı. Öğrencilerin mavi kasketleri ve kızıl pankartlar, yüz binlerce kişilik kalabalık arasında parlayan noktalardı. Tam bir sessizlik vardı, herkes konuşmacıları duymak istiyordu. Yurtaşlar! Şimdi egemen kliğin sırtını yere getirmiş bulunuyoruz ve bize özgürlük vaat ediyorlar. Bize seçmen hakları ve yasama gücü vaat ediyorlar. Bunları kim vaat ediyor? İkinci Nikola. Bütün bunları kendi iyi niyetinden mi vaat ediyor? Yoksa temiz kalpliliğinden mi? Hiç kimse onun için bunları söyleyemez. Yaroslav işçilerinin katleden muhteşem Fanagoriytsi’sini[4] kutlayarak saltanatına başladı ve ceset üstüne ceset çiğneyerek 9 Ocaktaki Kanlı Pazara kadar geldi. Bize özgürlük vaat etmek zorunda bıraktığımız adam, tahttaki bu yorulmak bilmez cellâttır. Ne muazzam bir zafer! Ama zaferi kutlamak için çok acele etmeyin, zafer henüz tamamlanmadı. Ücret vaadi, gerçek altınla aynı şey midir? Özgürlük vaadi, özgürlüğün kendisiyle aynı mıdır? Eğer içinizden herhangi biri Çarın vaatlerine inanıyorsa, bırakın bunu yüksek sesle söylesin; böylesine ender bulunur bir adamla karşılaşmaktan hepimiz memnun oluruz. Çevrenize bakın yurttaşlar; dünden beri değişen bir şey var mı? Cezaevlerimizin kapıları açıldı mı? Peter ve Paul Kalesi hâlâ kente nazır duruyor, değil mi? Lanetli duvarları arkasından gelen iniltileri ve diş gıcırtılarını hâlâ duymuyor musunuz? Kardeşlerimiz Sibirya çöllerinden evlerine döndüler mi? “Genel af! Genel af! Genel af!” diye geliyor çığlıklar aşağıdan. Eğer hükümet, halkla kavgasını bitirmeye içtenlikle karar verseydi, yapacağı ilk şey, bir genel af ilân etmek olurdu. Ama yurttaşlar, genel af herşey midir? Bugün yüzlerce politik mücadeleciyi bırakacaklar, yarın binlercesini tutuklayacaklar. Özgürlüklerimiz hakkındaki bildirgenin yanında, hiçbir kurşunu boaş harcama diyen buyruk asılı değil mi? Kılıçlarını daha bu sabah sükûnet içinde bir konuşmacıyı dinleyen insanlara karşı kullanmadılar mı? Cellât Trepov, Petersburg’un efendisi değil mi? “Trepov istifa!” çığlıkları yükseliyor. Evet, Trepov istifa! Ama yalnızca o mu? Bürokrasinin elinin altında onun yerini alacak başka caniler yok mu? Trepov ordunun yardımıyla bize hükmediyor. 9 Ocağın kana bulanmış muhafızları onun dayanağı ve gücüdür. Onun gövdelerinize ve kafalarınıza karşı hiçbir kurşunun esirgenmemesi emrini verdiği kişiler, bunlardır. Biz ölüm tehdidi altında yaşayamayız, yaşamak istemiyoruz, yaşamamalıyız. Yurttaşlar! Talebimiz askerlerin Petersburgdan çekilmesi olmalıdır. Başkentten 25 verstlik bir yarıçap içinde tek bir asker kalmamalı. Özgür yurttaşlar düzeni bizzat sağlayacaklar. Zorbalık ve keyfi yönetimden kimse zarar görmeyecek. Halk, herkesi koruma altına alacaktır. “Askerler geri çekilsin! Bütün askerler Petersburg’u terk etsin!” Yurttaşlar! Gücümüz kendi ellerimizde. Elimizde kılıçla özgürlüklerimizin bekçiliğini yapmalıyız. Çarın bildirgesine gelince, bakın, o yalnızca bir kağıt parçası. İşte önünüzde; işte avcumun içinde buruşturulmuş duruyor. Bugün bunu yayınladılar, yarın geri alacaklar ve parçalayacaklar, tıpkı benim şimdi bu özgürlük kağıdını gözlerinizin önünde parçaladığım gibi. İki ya da üç konuşmacı daha vardı ve hepsi de konuşmalarını, saat dörtte Nevski’de toplanma ve oradan genel af talebiyle cezaevlerine yürüme çağrısıyla bitirdiler.
17 Ekimde, yüzyılların kan ve nefretine bulanmış Çarlık hükümeti, işçi kitlelerin devrimci grevi önünde teslim oldu. Hiçbir restorasyon çabası bu olguyu tarih kitaplarından söküp atamaz. Çar mutlakıyetinin kutsal tacı, sonsuza kadar proletaryanın çizmesinin izini taşıyacak. Kont Witte, hem iç hem de dış mücadelede, Çarlığın teslimiyetinin teşrifatçısıydı. Üst düzey bürokrasinin asil safları arasında plebyen bir türedi olan, tüm bürokratlar gibi herhangi bir genel fikrin veya politik ve ahlâki ilkenin etkisine kapalı bulunan Witte, bir türedi olarak, sarayın, soyluluğun ya da süvari kışlalarının geleneklerine bağlı olmadığı için, rakipleri karşısında kesin olarak avantajlıydı. Bu olgu onun yalnız ulus, din, vicdan ve onurdan değil, aynı zamanda kast önyargılarından da kurtulmuş ideal bürokrat mertebesine yükselmesine yardım etti. Aynı olgu onu kapitalist gelişimin temel talepleri karşısında daha duyarlı kıldı. Süvari alaylarının kalıtsal ahmakları arasında, deha sahibi bir devlet adamı olarak ortaya çıktı. Kont Witte’nin anayasal kariyeri bütünüyle devrim üzerine inşa edildi. On yıl boyunca otokrasinin denetlenmeyen muhasebecisi ve veznedarı olan Witte, 1902’de hasmı Plevhe tarafından, devrim öncesi Bakanlar Kurulu başkanlığı gibi güçsüz bir göreve indirildi. Terörist bir bomba Plevhe’nin kendisini “emekliye” ayırınca, Witte, nazik gazetecilerin de yardımıyla, kendini gayet başarılı bir şekilde Rusya’nın kurtarıcısı olarak öne çıkarmaya başladı. Gayet uygun ağırbaşlı edasıyla, onun Svyatopolk-Mirski’nin tüm liberal adımlarını desteklediği söylenirdi. Doğudaki bozgunlarla karşı karşıya kalınca anlayışlı bir şekilde kafasını sallamıştı. 9 Ocağın arifesinde dehşete düşen liberallere şöyle demişti: “İktidarın bende olmadığını biliyorsunuz.” Terörist saldırılar, Japon zaferleri, ve devrimci olaylar, bu şekilde onun önündeki yolu temizledi. Dünya borsasının ve bu borsanın politik ajanlarının dikte ettiği bir barışı imzaladığı Portsmouth’tan zaferle döndü. Herkes Doğu Asya’daki tüm zaferleri Marshal Oyama’nın değil de Witte’nin kazandığını düşünebilirdi. Tüm burjuva dünyasının dikkati Tanrının gönderdiği bu adamda toplanmıştı. Paris Matin, vitrininde Witte’nin Portsmouth’ta imzasını kurutmak için kullandığı bir parça kurutma kağıdını sergiledi. Bundan sonra da herşey kamuoyunun merakını cezbetti: onun heybetli boyu, biçimsiz pantolonları, hatta yarı çökük burnu. Üstelik İmparator Wilhelm’le görüşmesi de, en üst düzeyli devlet adamı halesini teyit ediyordu. Bir yandan da, göçmen Struve ile yaptığı gizli sohbetler, fitneci liberalleri dizginlemekteki başarısına tanıklık ediyordu. Bankerler heyecanlanmıştı: faizlerin gününde ödeneceğini garantileyecek adam işte buradaydı. Witte, Rusya’ya dönüşünde, güçsüz görevine gözle görünür bir güvenle yeniden başladı, komitede liberal konuşmalar yaptı, ve devrim üzerine açıkça kumar oynayarak grevdeki bir demiryolu işçi heyetine “ülkenin en seçkin güçleri” diye hitap etti. Hesaplarında yanılmadı: Ekim grevi onu Anayasal Rusya’nın otokratik başbakanlık görevine yükseltti. Programatik “En Sadık Rapor”unda Witte, en liberal ifadesini takındı. Bu rapor, bir saray dalkavuğunun ve bir maliye bürokratının bakış açısını aşmaya ve politik genellemenin yüksekliklerine ulaşmaya çalışmaktadır. Ülkeyi saran huzursuzluğun basitçe bir tahrikin sonucu olmadığını, Rusya’nın “düşünen halkının” ideolojik beklentileriyle yaşamının dış biçimleri arasındaki bozuk dengeden kaynaklandığını görmektedir. Eğer raporun, içinden ürediği ve kendisi için yazıldığı çevrenin entelektüel düzeyi bir an için unutulur ve rapor bir devlet adamının programı olarak ele alınırsa, düşüncesinin bayağılığı, biçiminin korkak kaçamaklılığı ve dilinin acınası bürokratik sığlığı karşısında etkilenmekten başka bir şey yapılamaz. Kamu özgürlüğüne ilişkin ifadelerin belirsizliği, kısıtlayıcı açıklamaların enerjisiyle katmerlenmiştir. Anayasal reformun inisiyatifini alma cesaretini toplayan Witte, “anayasa” sözcüğünü telâffuz etmemektedir. Onu, kimse farkına varmadan pratikte gerçekleştirmeyi ummaktadır, çünkü kendi gücü onun adını bile duymaya tahammül edemeyenlerin desteğine dayanmaktadır. Ancak bunu yapmak için bir durgunluk dönemine ihtiyacı vardır. Tutuklamalar, müsadereler ve infazlar halen eski yasalar temelinde gerçekleştirilmesine rağmen, bundan böyle bunların 17 Ekim bildirgesinin “ruhu ile” gerçekleştirileceğini ilân ediyor. Düzenbaz aptallığıyla sanıyordu ki, nasıl dün otokrasi devrim önünde teslim olduysa, devrim de onun liberalizmi önünde derhal teslim olacak. Bunda ciddi biçimde yanılmıştı. Witte, Ekim grevinin zaferinin, ya da daha doğrusu zaferin eksik niteliğinin bir sonucu olarak iktidara geldi. Ancak aynı koşullar daha en baştan onu mutlak olarak umutsuz bir konuma soktu. Devrim eski devlet aygıtını parçalamak ve kendi örgütünün unsurlarından yeni bir aygıt inşa etmek için yeterince güçlü olmadığını ispatladı. Ordu aynı ellerde kalmaya devam etti. Başlangıçta otokrasinin ihtiyaçlarına hizmet etmek için seçilmiş olan, valisinden kasaba polisine kadar tüm eski yöneticiler görevlerinde kaldılar. Benzer şekilde tüm eski yasalar yenilerinin yayınlanmasını beklerken bozulmadan kaldılar. Böylece mutlakıyet maddi bir olgu olarak bütünüyle muhafaza edildi. “Samoderjets” –otokrat– sözcüğü Çarın ünvanından kaldırılmadığı için, bir isim olarak dahi korundu. Yetkililere mutlakıyet kanunlarını 17 Ekim “ruhuyla” uygulama emrinin verildiği doğrudur. Ancak bu, Falstaff’a ahlâksız yaşamını iffet “ruhuyla” sürdürmesini söylemekle aynı şeydi. Sonuç olarak, Rusya’nın altmış satraplığının yerel otokratları tamamen akıllarını yitirdiler. Devrimci gösterilerin arkasından sürüklendiler ve kızıl bayrağı selâmladılar, Gessler’i parodileştirdiler ve Majestelerinin kutsal kişiliğini temsil ettikleri için halkın kendi önlerinde şapka çıkarması gerektiğinde ısrar ettiler, yemin etmeye giden askerlerin başında yürümeleri için sosyal demokratlara izin verdiler, açıkça karşı-devrimci darbeler örgütlediler. Anarşinin âlâsı hüküm sürdü. Hiçbir yasal otorite mevcut değildi ve böylesi bir otoritenin ne zaman ve nasıl oluşturulacağı dahi bilinmiyordu. Dumanın toplanıp toplanmayacağına dair şüpheler arttı. Ve tüm bu kaosun üstünde, hem Peterhof’u hem de devrimi aldatmaya çalışan ve belki en çok kendini aldatmakta başarılı olan Kont Witte asılı duruyordu. Hem radikal hem de gerici sonsuz sayıda heyet kabul etti, her iki tarafa karşı da eşit ölçüde nazikti, planlarını anlaşılmaz bir şekilde Batılı muhabirlerin önünde geliştirdi, gözü yaşlı bir şekilde, liseli çocukları hükümet karşıtı gösterilere katılmamaları için uyaran ve tüm öğrencilere ve toplumun tüm sınıflarına elbirliği yapmalarını ve işe dönmelerini tavsiye eden günlük hükümet bildirileri yazdı. Kısaca, o da tamamen aklını yitirdi. Öte yandan bürokrasinin karşı-devrimci unsurları canla başla çalışıyordu. “Halk güçlerinin” desteğine değer vermeyi öğrenmişlerdi, her yerde pogrom örgütleri yaratıyor ve resmi bürokratik hiyerarşiyi hiçe sayıyor, kendilerini, bizzat kabinenin içinde kendi adamları –Durnovo– olan tek bir vücut halinde örgütlüyorlardı. Rus bürokrasisinin bu en iğrenç numunesi, bizzat unutulmaz III. Aleksandr’ın bile “çekin bu domuzu” sözleriyle kapı dışarı etmek zorunda kaldığı bu hırsız memur, bu Durnovo, “liberal” Başbakana karşı-ağırlık sağlamak üzere İçişleri Bakanı sıfatıyla şimdi çöp tenekesinden çıkarıldı. Witte bu işbirliğini –onun gibi birisine bile bir hakaretti– kabul etti ve hemen kendi rolünü bürokrasinin güncel pratiğinin 17 Ekim bildirgesini indirgediği düzeyle aynı sahte düzeye indirgedi. Liberal-bürokratik bir sürü bıktırıcı beylik söz yayınlayan Witte, Rus toplumunun temel politik duyudan, manevi güçten ve toplumsal içgüdülerden yoksun bırakıldığı sonucuna vardı. Kendisinin iflâs ettiğine inanır oldu ve yeni bir rejime geçmek için bir “hazırlık” olarak kanlı bir misilleme politikasının kaçınılmazlığını öngördü. Ancak “gerekli yetenekler”den yoksun olduğundan, kendisini böyle bir politikayı yerine getirmeye yazgılı görmüyordu ve yerini bir başkasına terk edeceğine dair söz verdi. Burada da bir yalancı olduğunu kanıtladı. Tüm Aralık ve Ocak dönemi boyunca durumun hakimi Durnuvo kollarını sıvar ve karşı-devrimin kasabı olarak kanlı işine devam ederken, o, herkes tarafından hor görülen güçsüz başkanlık görevini elinden bırakmadı.
Sovyetin bildirgeye yönelik tutumu, bildirgenin yayınlandığı gün açıkça ve kesin olarak ifade edilmişti. Proletaryanın temsilcileri genel affı, her düzeydeki polisin işten atılmasını, askerlerin şehirden çekilmesini ve halk milisinin oluşturulmasını talep etti. İzvestia’daki bir başmakalede bu kararı yorumlayarak şunları yazmıştık: “Ve böylece bize bir anayasa verildi. Bize toplantı özgürlüğü verildi, ancak toplantılarımız askerler tarafından kuşatılmakta. Bize konuşma özgürlüğü verildi, ancak sansür bozulmadan duruyor. Bize öğretim özgürlüğü verildi, ancak üniversiteler askerler tarafından işgal edilmiş durumda. Bize kişisel dokunulmazlık verildi, ancak cezaevleri tutsaklarla dolup taşıyor. Bize Witte’yi verdiler, ancak halen Trepov var. Bize bir anayasa verdiler, ancak otokrasi duruyor. Herşey verildi ve hiçbir şey verilmedi.” Bir sükûnet dönemi istediler. Ama alamayacaklardı. “Proletarya ne istediğini biliyor ve istediğini yapıyor. Ne polis fanatiği Trepov’u ne de liberal borsa simsarı Witte’yi istemiyor, ne kurdun dişleri ne de tilkinin kuyruğu. Anayasanın parşömen kağıdına sarılmış bir kırbaç istemiyor.” Sovyet karar verdi: Genel grev sürüyor. İşçi kitleler bu kararın yerine getirilmesini olağanüstü bir oybirliğiyle karşıladılar. Dumanı tütmeyen fabrika bacaları, anayasal yanılsamanın işçi sınıfı bölgelerinde hiç ilerleyememesinin sessiz tanıklarıydılar. Yine de herşeye rağmen 18 Ekimden sonra grev doğrudan militan niteliğini yitirdi. Muazzam bir güvensizlik gösterisine dönüştü. Ama başkentten önce işi bırakmış olan taşra, şimdi işe geri dönmeye başlamıştı. Moskova grevi On dokuzunda sona erdi. Petersburg Sovyeti 21 Ekim öğle vakti grevi bitirmeye karar verdi. Sonunda, alanı terk etmeden önce, yüz binlerce işçiyi aynı saatte tezgâhlarına geri dönmeye çağırarak, proleter disiplinin şaşırtıcı bir gösterisini örgütledi. Ekim grevinin bitişinden önce bile Sovyet bir tek hafta içinde elde ettiği muazzam etkiyi sınayabildi. Bu, sayısız kitlelerin talebi üzerine onların başına geçtiği ve Petersburg sokaklarında onlarla birlikte yürüdüğü zamandı. On sekizinde saat 16:00’da yüz binlerce insan Kazan Katedrali yanında toplandı. Sloganları genel af idi. Cezaevlerine yürümek istediler. Önderleri istiyorlardı ve Sovyetin toplandığı yere doğru yöneldiler. Saat 18:00’da Sovyet gösteriye önderlik etmek üzere üç temsilci seçti. Kafalarına ve kollarına beyaz bantlar takarak ikinci kat penceresinde göründüler. Aşağıda bir insan okyanusu köpürüyordu. Kızıl bayraklar devrimin yelkenleri gibi dalgalanıyordu. Muazzam bağırışlarla seçilen üçlü selâmlandı. Bütün Sovyet aşağı indi ve kalabalığa katıldı. “Konuşmacı!” Düzinelerce kol konuşmacıya doğru uzanıyor; çok kısa zaman sonra konuşmacının ayakları birilerinin omuzlarına basıyor. “Genel af! Cezaevlerine!” Devrimci marşlar, bağırışlar … Kazanski Meydanında ve Aleksandrovski Meydanı yanında şapkalarını çıkarıyorlar; burada geçit törenine 9 Ocak kurbanlarının hayaletleri de katılıyor. Kalabalık “Sonsuz Hatıra” ve “Kurban Düştünüz”ü söylüyor. Pobedonostsev’in evinin dışında kızıl bayraklar. Islıklar, küfürler. Yaşlı akbaba onları duyuyor mu? Bırakalım korkmadan camdan dışarı baksın; ona şimdi dokunmayacaklar. Bırakın yaşlı, suçlu gözlerini devrimci kitlelere, Petersburg sokaklarının efendilerine diksin. İleri! İki ya da üç sokak sonra, kalabalık İlk Tutukevi’nin dışına ulaşıyor. Güçlü bir ordu pususunun orada beklediği haberi geliyor. Gösterinin önderleri bir keşfe çıkılmasına karar veriyorlar. Aynı anda, Mühendisler Birliği’nden bir temsilci heyeti –sonradan ortaya çıktığı üzere, büyük ölçüde kendi kendilerini atamışlardı– geliyor ve genel af fermanının imzalanmış olduğunu duyuruyor. Tüm tutukevleri askerlerce işgal edilmişti ve Birlik, kitlelerin cezaevlerine yaklaşması durumunda Trepov’a tam yetki verildiği; böylece kan dökülmesinin kaçınılmaz olduğu konusunda güvenilir kanallarca bilgilendirildi. Kısa bir değerlendirmeden sonra önderler kalabalığı dağıtıyor. Göstericiler, ferman yayınlanmazsa Sovyetin çağrısıyla tekrar toplanmayı ve cezaevlerine yürümeyi taahhüt ediyorlar. Genel af mücadelesi her yerde devam etti. 18 Ekimde Moskova’da binlerce kişilik bir kalabalık, genel valiyi tüm politik tutsakları derhal serbest bırakmaya zorladı; onların cezaevlerinden tahliyelerine nezaret eden bir grev komitesi[1] heyetine isimlerinin bir listesi verildi. Aynı gün Simferopol’deki bir kalabalık, cezaevi kapılarını kırdı ve politik tutsakları arabalarla götürdü. Odesa ve Revel’de göstericilerin ısrarı üzerine tutsaklar serbest bırakıldı. Bakü’de tutsakların serbest bırakılmasını başarmak için yapılan bir girişim, askerlerle üç ölü ve sekiz yaralıyla sonuçlanan bir çatışmaya yol açtı. Saratov, Vindava, Taşkent, Poltava, Kovno’da; her yerde cezaevlerine yürüyen büyük gösteriler. Genel af! Sadece kaldırım taşları değil, bizzat Petersburg şehir duması da bu çığlıkla yankılandı. “Eh, Tanrıya şükür! Kutlarım baylar!” dedi Witte, elindeki telefonu bırakarak, Sovyet temsilcisi olan üç işçiye hitaben. “Çar genel affı imzaladı.” “Af herkesi mi kapsıyor, yoksa kısmi mi Kont?” “Af, tüm gerekli ihtiyat kayıtlarıyla bahşedildi, ancak yine de yeterince geniş.” Sonunda hükümet, 22 Ekimde, “bildirgenin yayınlanmasından önce devlete karşı suç teşkil eden faaliyetlerde bulunmuş kişilerin günahlarının affedilmesi”ne ilişkin Çar fermanını yayınladı; özenli “merhamet” derecelendirmesiyle, dokunaklı, hasis, çıkarcı bir belge; tam, Trepov’un devlet otoritesini temsil ettiği, Witte’nin ise liberalizmden yana olduğu iktidara yaraşır bir mahsül. Ancak bu fermanın etki etmediği ve edemeyeceği bir de “devlet suçları” kategorisi vardı. Bunlar, işkence edilerek, süvarilerce kılıçtan geçirilerek, boğularak, süngüden geçirilerek, kurşunlanarak yaşamlarını yitirenlerdi, tüm bu insanlar halk davasında öldürüldüler. Devrimci kitlelerin Petersburg’un kana bulanmış caddelerinde 9 Ocakta öldürülenlerin anısına derin bir saygı gösterisinde bulunduğu Ekim gösterileri sırasında, anayasal dönemin ilk kurbanlarının henüz soğumamış cesetleri halen polis morglarında yatıyordu. Devrim yeni şehitlerine hayatı geri veremezdi; yas tutmaya ve onların bedenlerini törenle defnetmeye karar verdi. Sovyet 23 Ekim için genel bir cenaze töreni duyurusu yapıyor. Hükümetin önceden haberdar edilmesi öneriliyor ve geçmiş örnekler veriliyor: bir keresinde bir Sovyet heyetinin talebi üzerine Kont Witte, bir sokak gösterisinde tutuklanan iki önderin serbest bırakılmasını sağlamış, bir başkasında da Ekim grevine misilleme olarak kapatılan devlete ait Baltiyski tesisinin açılmasını emretmiş. Sosyal demokratların resmi temsilcilerinin tüm uyarılarına rağmen Sovyet, kendisinin gösteri sırasında asayiş sorumluluğunu üzerine alacağı hususunda Kont Witte’yi özel bir heyet vasıtasıyla bilgilendirmeye karar veriyor ve polisin ve askerlerin geri çekilmesini talep ediyor. Kont Witte çok meşguldü ve biraz önce iki generali kabul etmeyi reddetmşti, ancak Sovyet heyetini itirazsız kabul ediyor. Bir geçit töreni mi? Kişisel olarak buna hiçbir itirazı yoktu: “Böylesi geçit törenlerine Batıda izin veriliyor.” Ancak bu konu onun yetki alanı içinde değildi. Şehir bay Trepov’un koruması altında olduğundan, Sovyet ona başvurmalıydı. “Trepov’a başvuramayız, bunu yapmaya yetkili değiliz.” “Yazık. Onun hiç de halkın söylediği gibi bir canavar olmadığını kendi gözlerinizle görebilirdiniz.” “Ya şu meşhur «mermi esirgeme» emri Kont?” “Ee, bu tümüyle o anın sıcaklığı içinde ağızdan kaçtı.” Witte Trepov’a telefon açar, “kan dökülmemesi” dileğini saygıyla iletir, ve kararı bekler. Trepov onu kibirle şehir valisine havale eder. Kont, valiye aceleyle birkaç kelime yazar ve mektubu heyete verir. “Mektubunuzu alacağız Kont, ancak eylem özgürlüğümüzü saklı tutuyoruz. Onu kullanmak zorunda kalmayacağımızdan emin değiliz.” “Elbette, elbette, Buna hiçbir itirazım yok.”[2] İşte Ekimdeki yaşamın canlı bir örneği. Kont Witte, genel affın imzalanması üzerine devrimci işçileri kutluyor. Kont Witte işlerin “tam da Avrupa’daki gibi” kansız halledilmesini istiyor. Trepov’u tüneğinden indirmeyi başarıp başaramayacağından emin olmadan, gider ayak proletaryayı Trepov ile barıştırmaya çalışıyor. İktidarın en yüksek temsilcisi, anayasayı koruma altına alması için şehir valisine yalvarırken, bir işçi heyetinden de kendisine arabuluculuk yapmasını rica ediyor! Korkaklık, düzenbazlık ve aptallık anayasal kabinenin parolasıydı. Öte yandan Trepov tereddüt içinde değildi. “Bu kötü günlerde, halkın bir kesimi diğer kesimin eylemlerine karşı ayaklandığında, bizzat göstericilerin çıkarları için, hiçbir politik gösteriye izin verilemeyeceğini” duyurdu ve gösteri örgütleyenleri, “polis yetkililerinin başvurmak zorunda kalabileceği çok sert önlemlerin son derece ağır olası sonuçlarından dolayı … projelerinden vazgeçmeye” davet etti. Bu, bir kılıç darbesi ya da tüfek sesi kadar keskin ve açıktı. Polis karakollarında şehrin ayak takımını silahlandır, onları göstericilerin üzerine sal, karışıklık yarat, sonra da polis ve askerlere müdahale emri vermek için kavgadan yararlan; arkanda kan, ateş ve yıkım bırakarak şehirde fırtına gibi es. Taç sahibi ahmağın ülkesinin kaderini teslim ettiği polis köpeğinin değişmez programı buydu. O anda, iktidar terazisi sallanmaya başladı: Witte mi, Trepov mu? Anayasal deneyimi genişletmek mi, yoksa onu bir pogromda boğmak mı? Yeni politikanın bu balayı günlerinde düzinelerce şehir kanlı olaylara sahne oldu ve bu olayların ipleri Trepov’un elindeydi. Ancak Mendelssohn ve Rothschild anayasadan yanaydılar; Musa’nınkiler gibi, borsa kanunları da taze kan tüketimini yasaklıyordu. Witte’nin gücü burada yatmaktadır. Trepov’un resmi konumu sallanmaya başladı; ve Petersburg onun son zar atışıydı. Bu müthiş sorumluluk gerektiren çok önemli bir andı. Birkaç gün sonra açıkça görülebileceği gibi, Temsilciler Sovyetinin Witte’yi desteklemekte ne çıkarı vardı, ne de bunu yapmaya niyeti. Ama Trepov’u desteklemeye daha da az niyetliydi ve sokaklara çıkmak onun planlarını kabullenmek demekti. Politik durum, elbette yalnızca borsa ile polis zorbaları arasındaki bir çatışma konusu değildi. Witte ve Trepov’un planlarının üstesinden gelmek ve ikisinden de kurtulmak için onları bilinçli olarak uyuşmazlığa düşürmek mümkündü. Sovyet politikasının genel eğilimi buydu; o, gözlerini açarak kaçınılmaz çatışma yönünde hareket etti. Ancak kendisini çatışmayı tırmandırmak için kullanılmış gibi hissetmedi. Geç olsun, güç olmasın. Ekim grevinin muazzam geriliminin halihazırda gevşemeye ve bezginliğin geçici psikolojik tepkisine teslim olmaya başladığı bir anda, bir cenaze töreni ile tayin edici mücadeleyi üst üste getirmek büyük bir hata işlemek olurdu. Bu kitabın yazarı –sonradan bu nedenle sık sık sitem işittiği için bu gerçeği vurgulamayı gerekli görmektedir– cenaze törenini iptal etme önerisi getirdi. Sovyetin olağanüstü bir toplantısında, 22 Ekim sabaha karşı saat 1:00’ı geçerken, ateşli bir tartışmadan sonra, bizim tarafımızdan sunulan karar ezici bir oy çoğunluğu ile kabul edildi. İşte metin: İşçi Temsilcileri Sovyeti, hükümetin hainliklerinin kurbanları için 23 Ekim pazar günü, bir cenaze töreni düzenlemek istemişti. Ancak Petersburg işçilerinin barışçıl istemi, ölmekte olan sistemin tüm kanlı temsilcilerini kendine getirdi. 9 Ocağın cesetleri üzerinde iktidara yükselen ve devrim karşısında kaybedecek daha fazla şeyi olmayan General Trepov, bugün Petersburg proletaryasını nihai düelloya çağırdı. Trepov, bildirgesinde, polis tarafından silahlandırılan Kara Yüzler çetesini barışçıl tören alayının karşısına dikmek ve sonra da, huzuru sağlama bahanesiyle sokakları bir kez daha kana bulamak niyetinde olduğunu küstahça ima ediyor. Bu şeytanca planın karşısında, Temsilciler Sovyeti şunu açıklar: Petersburg proletaryası Çarlık hükümetine karşı son savaşını Trepov’un seçtiği günde değil, örgütlü ve silahlı proletaryanın kendisini hazır hissettiği zaman verecektir. Bu nedenle, Temsilciler Sovyeti; ölümleriyle bize, kendimizi silahlandırma ve Trepov’un, tüm polis çetesi ile birlikte monarşi kalıntılarının çöp yığınına atılacağı günü daha yakın kılma çabalarımızı on kat arttırmak gibi bir kutsal görev yükleyen şehit düşmüş kardeşlerimizi hatırlayarak, kitlesel cenaze töreni yerine, kurbanların onuruna büyük ve yaygın mitingler yapma kararı almıştır.
Katledilen çocukların çığlıklarının, annelerin çılgınca beddualarının, yaşlı insanların son nefeslerinin ve acımasız umutsuzluk feryatlarının ülkenin her köşesinden göklere yükseldiği bu korkunç kara günler sırasında, Sovyet greve son verdi. Yüz kadar Rus şehir ve kasabası cehenneme dönmüştü. Güneşin üzeri bir duman perdesiyle kaplanmıştı. Alevler, evleri ve sakinleriyle birlikte tüm sokakları yuttu. Aşağılanmış eski düzenin intikamıydı bu. Düzen, her yerden, her ara sokaktan, her kenar mahalleden savaş müfrezelerini topladı. Küçük dükkân sahibi ve dilenci, meyhaneci ve onun daimi müşterileri, kapıcı ve polis ajanı, profesyonel ve amatör hırsız, küçük zanaatkâr ve genelev kapıcısı, aç, sessiz mujik ve makinenin gürültüsünden sağır olan dünün köylüleri; hepsi oradaydı. Canından bezdiren sefalet, ümitsiz cehalet ve baştan çıkaran çürüme, kendisini ayrıcalıklı kişisel çıkar ve egemen sınıf anarşisinin emrine verdi. Bu insanlar, ilk kitlesel sokak eylemleri deneyimini, Rus-Japon savaşının başındaki sözde “yurtsever” gösteriler sırasında kazandılar. Ondan sonradır ki, temel dekorları, Çarın portresi, bir şişe votka ve üç renkli bir bayrak olarak bilinegeldi. O zamandan beri, toplumdan dışlananların planlı olarak örgütlenmesi, muazzam ölçekte geliştirilmişti. Pogromcular kitlesi (eğer “kitle” doğru sözcükse) az çok gelişigüzel bir durumda kalırken, sloganlarını ve parolalarını yukarıdan alan ve her cinayet operasyonunun yerine ve zamanına karar veren çekirdek daima disiplinliydi ve paramiliter tarzda örgütlüydü. Polis departmanından bir memur, Komissarov, şöyle diyordu: “Her çeşit pogromu düzenlemek mümkündür, isterseniz on kişiyi kapsar, isterseniz on bin.”[1] Herkes yaklaşan bir pogromu önceden biliyor. Katliam bildirileri dağıtılıyor, resmi yerel gazetelerde kana susamış makaleler yayınlanıyor, bazen de ortalıkta özel bir gazete dolaşmaya başlıyor. Odesa valisi kendi adına provokatif bir bildiri yayınlıyor. Uygun zemin hazırlandığında, gezgin bir “uzmanlar” grubu ortaya çıkıveriyor. Bunlar, cahil kitleler arasında uğursuz söylentiler yayıyorlar: Yahudiler Rusya’ya saldırmayı planlıyorlar, bazı sosyalistler kutsal ikonu kirlettiler, bazı öğrenciler Çarın portresini yırttılar. Üniversitenin olmadığı yerlerde söylenti liberal kırsal konseye ya da hatta liseye uyarlanarak yapılıyor. En vahşi haberler, bazen resmi bir damga taşıyarak, telgraf telleri boyunca geziyor. Derken teknik hazırlık çalışması tamamlanıyor: isim listeleri hazırlanıyor, özel dikkat gösterilecek evler işaretleniyor, genel bir stratejik plan hazırlanıyor, belirlenen günde aç kalabalık varoşlardan çağrılıyor. O gün katedralde özel bir görev yerine getiriliyor. Piskopos kutsal bir nutuk veriyor. Önde rahiplerle, polis şeflerinden alınmış bir Çar portresiyle, pek çok ulusal bayrakla, yurtsever bir tören başlıyor. Bir askeri bando durmaksızın çalıyor. Polis, kenarlarda ve törenin arkasında yürüyordu. Kara Yüzlerin önde gelen üyelerini, vali selâmlıyor, polis şefi herkesin önünde kucaklıyor. Kiliseler tören yolu boyunca çanlarını çalıyor. “Şapkaları çıkarın!” Gezi “rehberleri” ve sivil elbiseler içindeki yerel polisler, değiştirmeye zaman bulamadıkları sürekli giydikleri üniforma pantolonları hâlâ üzerlerinde, kalabalığın arasına dağılıyorlar. Gelişmeleri dikkatle gözlüyor, kalabalığı tahrik ediyor ve herşeyin izinli olduğu izlenimini vererek ve açık eylem için sürekli bir bahane arayarak onu teşvik ediyorlar. Birkaç camın kırılması, yoldan geçen birkaç kişinin dövülmesi ile işe başlamak için, başı çekenler yolları üzerindeki her meyhaneye giriyor ve içiyor, içiyor, içiyorlar. Bando, hiç durmaksızın, katliam ilahisi “Tanrı Çarı Korusun”u çalıyor. Eğer elde hiçbir bahane yoksa onlar bir tane yaratıyor: birileri bir çatı katına tırmanıyor ve genellikle kalabalığın üzerine kurusıkı ateş ediyor. Polis revolverleriyle silahlanmış devriyeler, kalabalığın öfkesinin korku yüzünden felce uğramamasını güvenceye alıyorlar. Provokatörün ateşine, önceden seçilmiş apartmanların camlarından yaylım ateşiyle yanıt veriyorlar. Bazı dükkânlar yağmalanıyor, çalınan kumaş ve ipek, yurtsever törenin çiğnediği zemine saçılıyor. Herhangi bir direnme olursa düzenli birlikler imdada yetişiyor. İki-üç yaylım ateşiyle, direnenleri vuruyor ya da onları menzil içine sokmayarak güçsüz kılıyor. Önden ve arkadan ordu devriyeleriyle korunan, keşif için bir Kazak müfrezesiyle, önderleri olarak polisler ve profesyonel provokatörlerle, figüran rolündeki paralı askerlerle, bedava kazanç gönüllülerinden oluşan votka sarhoşu ve kan kokulu çete, şehre üşüşüyor.[2] Ucuz pansiyon serserisi kraldır. Bir saat önce polis ve açlık tarafından kovalanıp titreyen köle, şimdi kendisini sınırsız bir despot gibi hissediyor. Ona herşey serbest, herşeyi yapabilir; o, onurun ve mülkiyetin, yaşamın ve ölümün efendisidir. Eğer isterse, yaşlı bir kadını büyük bir piyanoyla birlikte üçüncü katın camından atabilir, bir bebeğin kafasında sandalye kırabilir, bütün kalabalığın gözleri önünde küçük bir kıza tecavüz edebilir, canlı bir insan vücuduna çivi çakabilir…. Bütün aileleri yok ediyor, bir evin üzerine petrol döküyor, onu bir alev yığınına dönüştürüyor ve eğer biri kaçmaya kalkarsa bir sopayla onun işini bitiriyor. Vahşi bir sürü, bir Ermeni yoksullarevini parçalıyor, yaşlı insanları, hasta insanları, kadınları, çocukları bıçaklıyor.… Vicdan yok, alkol ve öfkeden çıldırmış hummalı bir beynin yanılsamaları var…. O herşeyi yapabilir, herşeye cüret eder. Tanrı Çarı korusun! İşte ölümün yüzünü görmüş genç bir adam: bir anda saçları ağardı. İşte anne ve babasının parçalanmış cesetleri üzerinde aklını kaçırmış on yaşlarında bir çocuk. İşte Port Arthur kuşatmasının bütün dehşetini yaşayan, fakat Odesa’daki birkaç saatlik katliama dayanamayarak çılgınlığın ebedi karanlığına gömülen bir ordu doktoru. Tanrı Çarı korusun! Kana bulanmış, kavrulmuş, çılgına dönmüş kurbanlar, bu kâbusun içinde hâlâ bir kurtuluş yolu arıyorlar. Bazıları ölen insanların kana bulanmış elbiselerini giyiyor, bir ölüler yığınının içinde yatıyor, ve iki, üç gün boyunca orada kalıyor.… Diğerleri, subayların, polislerin, komandoların önünde diz çöküyor, ellerini uzatıyor, tozun içinde emekliyor, askerlerin botlarını öpüyor, merhamet dileniyorlar. Yanıt olarak yalnızca sarhoş kahkahalar geliyor. “Özgürlük mü istemiştin? İşte, bak, özgürlük bu.” Katliam politikasının tüm iğrenç ahlâkı bu sözlerde gizli. Ucuz pansiyon serserisi, boğazı kanla dolmuş, daha ileri saldırıyor. O herşeyi yapabilir, herşeye cüret eder, o bir kral. Beyaz Çar ona herşey için izin verdi: çok yaşa Beyaz Çar![3] Ve serseri yanılmıyordu. Resmi bürokrasinin içinde ve dışında kurulan, bizzat yüzden fazla büyük yerel yöneticiye seslenebilen ve komuta merkezleri saray danışmanlar grubu arasında bulunan bu yarı-resmi pogromcular ve hırsızlar çetesinin en yüce koruyucusu, tüm Rusya’nın otokratından başkası değil. Kalın kafalı ve korkak, herşeye kadir bir hiçlik, bir Eskimoya lâyık önyargıların kurbanı, damarlarındaki kraliyet kanı pek çok kuşağın tüm kötülükleriyle zehirlenmiş Nikola Romanov, diğer birçok meslektaşı gibi, iğrenç şehvet düşkünlüğünü duygusuz gaddarlıkla birleştiriyor. Devrim, 9 Ocakta üzerindeki tüm kutsal örtüleri yırtarak, sonunda onu yoldan çıkardı. Pogrom işlerinde[4] Trepov’u kendi gizli servis ajanı olarak kullanıp, gölgede kalmakla yetindiği günler geride kalmıştı. Şimdi, meyhanelerin vahşi cürufuyla bağlantılarını ve tutsak edilmiş işçi çetelerini caka satarak sergiliyor. “Bütün partilerin üstünde duran monark” masalını çiğneyerek, meşhur haydutlarla dostça telgraflaşıyor, herkesin hor gördüğü “yurtseverleri” huzuruna kabul ediyor ve Rus Halkının Birliği adına kendi mahkemelerinin mahkûm ettiği tüm katil ve hırsızlardan istisnasız özür diliyor. Herhangi bir ülkedeki herhangi bir mahkeme bu monarkın davranışını –elbette akıl sağlığını yerinde kabul etmesi şartıyla– ömür boyu zorunlu çalışma cezasına mahkûm etmek zorunda kalırdı. Monarşinin kutsal gizem halesinin ondan daha hayasızca bir maskaralığını hayal etmek zordur. Aziz Bartholome gecesiyle kıyaslandığında, bu gecenin en masumundan bir tiyatro oyunu gibi kalacağı, Ekimdeki bu kara Baküs şenliği sırasında, 3.500-4.000 insan katledildi ve 100 şehirde 10.000 kadar sakat kaldı. Eğer yüzlerce değilse onlarca milyon ruble tutan maddi kayıp, toprak sahiplerinin köylü ayaklanmaları sonucunda kaybettiklerinden katlarca fazlaydı. Eski düzen aşağılanmasının intikamını işte böyle aldı! Bu tahripkâr olaylarda işçilerin rolü neydi? Ekim sonunda, Kuzey Amerika Sendikalar Federasyonu başkanı, Kont Witte’ye, Rus işçilerini yeni kazanılan özgürlükleri için bir tehdit oluşturan pogromlar karşısında tavır almaya enerjik bir biçimde çağıran bir telgraf gönderdi. Telgraf, “yalnızca 3 milyon örgütlü işçi adına değil, tüm Birleşik Devletler işçileri adına da, bu mesajı vatandaşlarınıza, işçi kardeşlerimize iletmenizi rica ediyorum Kont” diye sona eriyordu. Ama daha geçenlerde, “kalemin kılıçtan daha güçlü olduğu”nu açıklayarak, Birleşik Devletler’deki gerçek bir demokratın tavrını takınan Kont Witte, şimdi, mesajı sessizce masasının gizli bir çekmecesine koymaya yetecek bir utanmazlık rezervini kendisinde buluyordu. Kasıma kadar, Sovyet, bu mesajın varlığından dolambaçlı yollarla da olsa haberdar olmadı. Bununla birlikte, Rus işçilerinin onuru için şu da söylenmelidir ki, onlar kanlı olaylara etkin bir biçimde müdahale etmek için okyanus ötesindeki dostlarının uyarısını beklemek zorunda kalmadılar. Birçok şehirde haydutlara karşı etkin bir biçimde ve bazı yerlerde de kahramanca direnen silahlı müfrezeler örgütlediler; ve askeri birliklerin az çok tarafsız davrandıkları yerlerde, işçi milisleri serserilerin aşırılıklarına son vermekte hiç zorlanmadı. Sosyalizmden ya da proletaryadan çok uzak yaşlı bir yazar olan Nemiroviç-Dançenko, o günlerde şöyle yazıyordu: Bu kâbusla, ölen bir canavarın bu Walpurgis Gecesiyle[5] yan yana, işçilerin hareketinin ne kadar şaşırtıcı cesaret, düzen ve disiplinle, nasıl da görkemli bir biçimde geliştiğini görün. Onlar kendilerini cinayet ve yağma ile kirletmediler; tam tersine her yerde halkın yardımına koştular ve söylemeye gerek yok ki, halkı, kanlı katillerin yıkıcı taşkınlığından, polisten, Kazaklardan ya da jandarmalardan daha iyi korudular. Serserilerin iğrenç işlere giriştikleri her yerde silahlı işçi müfrezeleri ortaya çıktı. Tarih sahnesine ilk kez çıkan bu yeni güç, haklılığının bilincinde sakin, özgürlük ve iyilik ideallerinin zaferinde ılımlı, zaferinin, insanlığın uğruna yaşadığı, düşündüğü ve sevindiği, savaştığı ve acı çektiği herşeyin zaferi olduğunu bilen gerçek bir ordu gibi örgütlü ve itaatkâr olduğunu gösterdi.
Petersburg Sovyeti, basın özgürlüğünü savunan muhteşem bir kampanya –iyi örgütlenmiş, politik bakımdan mükemmel ve muzaffer bir kampanya– düzenledi. Bu mücadeledeki sadık yoldaşı, genç ama birleşik bir politik ve mesleki örgüt olan Matbaa İşçileri Sendikasıydı. Ekim grevi öncesinde yapılan büyük bir sendika toplantısında, bir işçi sınıfı sözcüsü, “basın özgürlüğü bize yalnızca politik bir hak olarak gerekmiyor. Bu bir ekonomik taleptir. Sansür kıskacından kurtulan yazın, matbaa işine ve sanayinin diğer ilgili kollarına yayılacaktır” diyordu. O andan itibaren matbaa işçileri, sansür sınırlamalarına karşı sistemli bir kampanya başlattılar. Daha önceleri de, 1905 boyunca, illegal yazın yasal matbaalarda basılmıştı; fakat bu gizlice, küçük ölçekte ve çok büyük bir ihtiyatla yapılmıştı. Ekimden itibaren, tabandaki dizgiciler kitlesi illegal yazın yayınlama işine çekildi. Matbaalardaki konspiratif yöntemler neredeyse tamamen yok oldu. İşçilerin yayımcılar üzerindeki baskısı da arttı. Dizgiciler, baskıyı durdurma tehditleriyle, gazetelerin sansür koşullarına aldırılmadan yayınlanması konusunda ısrar ediyorlardı. Periyodik yayın temsilcilerinin 13 Ekimde bir toplantısı oldu. Bu toplantıda, Novoye Vremya’nın sürüngenleri aşırı radikallerle yan yana oturuyorlardı. Ve Petersburg basınından oluşan bu Nuh’un Gemisi, “hükümetten basın özgürlüğü için herhangi bir talepte bulunmamaya, bu özgürlüğü izin almaksızın tesis etmeye” karar verdi. Karar yurttaşlık cesaretini fısıldıyordu! Bereket versin ki genel grev, cesaretlerinin sınanmasını gereksiz kılarak, yayımcıların imdadına yetişti; ve ardından da “anayasa” yardımlarına koştu. Politik şahadetin Golgota’sı[1] büyük bir sevinçle, çok daha cazip olan, yeni bakanlıkla uzlaşma olanağının önünde geri çekildi. 17 Ekim bildirgesi basın özgürlüğü konusunda sessizdi. Bununla birlikte, Kont Witte, liberal temsilciler heyetine, bu sessizliğin bir muvafakat işareti olduğunu ve ilân edilen konuşma özgürlüğünün basına da uzandığını açıklıyordu. Fakat Başbakan, kendisi ne kadar güçsüzse sansürün de o kadar güçsüz olduğunun ortaya çıktığını ekliyordu. Sansürün kaderi yayıncılar tarafından değil, işçiler tarafından belirlendi. Sovyet 19 Ekimde şöyle diyordu, Yazı İşleri Merkez Müdürlüğü hâlâ duruyorken, sansürün mavi kalemi hâlâ yürürlükteyken, Çarın bildirgesi Rusya’da konuşma “özgürlüğü”nü ilân ediyor.… Basın özgürlüğü hâlâ işçiler tarafından kazanılmak zorunda. Temsilciler Sovyeti, sadece, sansür komitesine aldırmayan, sansür yasalarına boyun eğmeyi reddeden ve kendi gazetesini yayınlarken genel olarak Sovyetle aynı tarzda hareket eden editörlerin gazetelerinin yayınlanabileceği kararına varmıştır. Bu yüzden, dizgiciler ve diğer basın işçileri, ancak editörler basın özgürlüğünü uygulamaya hazır olduklarını bildirdikten sonra çalışacaklar. O zamana kadar gazete işçileri grevde kalacaklar ve Temsilciler Sovyeti grevdeki yoldaşlara gereken ücreti ödemek için gerekli tüm önlemleri alacak. Mevcut karara uymayan gazeteler satıcılarından toplanacak ve Temsilciler Sovyetinin kararına uymayan işçiler boykot edileceklerdir. Birkaç gün sonra bütün gazete, broşür ve kitapları kapsayacak şekilde genişletilen bu karar, basın yasası haline geldi. Dizgicilerin grevi, genel grevle birlikte 21 Ekime kadar sürdü. Matbaa İşçileri Sendikası, anayasal bildirgeyi basmak için bile olsa grevi kesmemeye karar verdi ve bu karara harfiyen uyuldu. Bildirge yalnızca askerler tarafından basılan Hükümet Gazetesi’nde çıktı; bunun dışında sadece gerici Svet (Işık), Çarın 17 Ekim yeraltı beyanını kendi dizgicilerinin haberleri olmaksızın yayınladı. Svet, bu hareketinin bedelini çok pahalıya ödemek zorunda kaldı: matbaası fabrika işçileri tarafından yıkıldı. Kışlık Saray’a yapılan Ocak ziyaretinin üzerinden sadece dokuz ay geçmiş olması mümkün mü? Aynı insanlar basın özgürlüğü bahşetmesi için Çara daha geçen kış yalvarmamışlar mıydı? Hayır, eskimiş takvimimiz yalan söylüyor! Devrimin kendine has bir kronoloji sistemi vardır, orada aylar onlarca yıldır, yıllarsa asırlar. Yirmi bin işçi arasında, Çarın bildirgesini basacak tek bir vefalı matbaacı bulanamıyordu. Ama bildirge hakkında haberler içeren ve onun üzerine yorum yapan sosyal demokrat beyanlar, 18 Ekim gibi erken bir tarihte bile inanılmaz sayılarda yayılmıştı; Sovyete ait İzvestia’nın aynı gün yayınlanan ikinci sayısı her sokak köşesinde dağıtılıyordu. Grevden sonra bütün gazeteler, bundan böyle sansürsüz yayınlanacaklarını duyurdular. Bununla birlikte çoğu, bu kararı almalarına neden olan gerçek nedenler hakkında tek bir söz etmediler. Sadece Novoye Vremya, Stolipin’in –geleceğin başbakanının kardeşi– kaleminden, öfkesini ürkekçe ifade ediyordu: biz özgür bir basına dönüşmekle bu özveride bulunmaya tümüyle hazırdık, ama bize geldiler, bizden talep ettiler, bizi zorladılar ve özveri hevesimizi kırdılar. Bunun dışında yalnızca, gerici Narodni Golos’un (Halkın Sesi) ve Fransızca yayınlanan diplomatik gazete Journal de St. Petersbourg’un editörü olan Başmakov vardı. O, liberaller gibi bu durumu gülümseyip sineye çekmeye hazır olmadığını göstedi; bakanlıktan, gazetelerinin bitmiş nüshalarının kopyalarını sansüre teslim etmeme izni aldı ve aşağıdaki hiddetli demeci Narodni Golos’ta yayınladı: “Tehdit altında, bir yasayı ihlâl ederek”, diye yazıyordu polis yasallığının bu şövalyesi, “bir yasaya, kötü bir yasa da olsa, yasal yetkililer tarafından feshedilinceye kadar uyulmak zorunda olduğu şeklindeki kesin inancıma rağmen, bunu yapmayı hakkım olmasa da, ben bu sayıyı, istemeyerek, sansür kısıtlaması olmaksızın yayınlıyorum. Bana uygulanan manevi baskıyı bütün kalbimle protesto ediyorum ve en küçük bir fiziksel olanak doğduğu anda yasaya uymaya kararlı olduğumu, bu fırtınalı dönemde adımın grevciler arasında geçmesini bir utanç olarak karşıladığımı açıklıyorum. Aleksandr Başmakov.” Bu demeç, resmi yasallık ile bu süreçte kendini kabul ettirmiş devrimci yasa arasındaki gerçek güçler ilişkisini kusursuzca göstermektedir. Haksızlık etmemek için şunu da eklememiz gerektiğini düşünüyoruz; bay Başmakov’un davranışı, kendi sayılarını sansüre göndermemek için Sovyete yazılı bir talimat için başvuran ve böyle bir talimatı da alan yarı-Oktobrist Slovo’nun davranışıyla ziyadesiyle kıyaslanabilir. Böyle insanlar eski rejimin otoritesine karşı gelmeye kalkışmadan önce yeni efendinin iznine ihtiyaç duyarlar. Matbaa İşçileri Sendikası her an nöbetteydi. Bugün bir yayımcının atıl durumdaki sansür bürosuyla temasa geçerek Sovyetin kararını çiğneme girişimine son veriyordu. Ertesi gün bir pogrom ilânını bastırmak için atıl bir baskı makinesini kullanma planını engelliyordu. Bu tür durumlar giderek sıklaşıyordu. Pogrom yazınıyla mücadele, “bir grup işçi” imzasını taşıyan ve “yeni Çarlar” dedikleri sosyal demokratlara karşı isyan çağrısı yapan bir bildirinin 100.000 nüshalık siparişine el konulmasıyla başladı. Bu pogrom bildirisinin orijinal metni Kont Orlov-Davidov ve Kontes Musin-Puşkin imzalarını taşıyordu. Dizgiciler Sovyetten talimat istediler; Yürütme Komitesi yanıt verdi: basımı durdurun, stereotipleri yok edin, bitmiş bütün nüshalara el koyun. Ve Yürütme Komitesi, doğuştan soylu serserilerin orijinal bildirisini, kendi yorumları eşliğinde sosyal demokratların gazetesinde yayınladı. Hem Yürütme Komitesi hem de Matbaa İşçileri Sendikası tarafından kabul edilen genel prensip, şiddete ve pogromlara doğrudan çağrıda bulunmayan metinlerin basımına izin vermekti. Dizgicilerin birleşik çabaları sayesinde bütün pogrom yazını özel matbaalardan uzak tutuldu, bu tür metinler yalnızca kapıları ve kepenkleri sıkıca kapalı polis şubesinde ve jandarma müdürlüğünde, daha önce devrimcilerden ele geçirilen ve elle çalışan matbaa makineleriyle basılıyordu. Genel olarak söylersek, gerici basın hiçbir engelle karşılaşmadan yayınlanıyordu. İlk günlerde az sayıda istisna olduğu doğrudur. Dizgicilerin gerici bir makale üzerine kendi yorumlarını basma girişiminden ve katıksız karşı-devrimci demeçlere karşı birkaç protestodan haberdarız. Moskova’da, bazı dizgiciler, o günlerde ortaya çıkan Oktobrist grubun programını basmayı reddetmişlerdi. 17 Ekim Birliği’nin gelecekteki başkanı olan Guçkov, kırsal bir kongrede, “sizin için basın özgürlüğü var!” diyerek yakınıyordu. “Ne diye başka bir yol izleyelim, bu eski rejim işte. Bize kalan tek şey, eski rejimde kullanılan yöntemleri kullanmaktır: basılmaları için materyalleri yurtdışına göndermek ya da bir yeraltı matbaasına girişmek.” Söylemeye gerek yok, kapitalist özgürlüğün ikiyüzlülerinin öfkesi sınır tanımıyordu. Kendilerini haklı görüyorlardı, çünkü dizgicinin bastığı metinden sorumlu olmadığını savunuyorlardı. Fakat bu olağanüstü günlerde, politik tutkular öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, bir işçi, görev başında dahi olsa, devrimci sorumluluk duygusunu bir an için olsun kaybetmezdi. Bazı gerici basımevlerindeki dizgiciler işlerini bırakmaya kadar gittiler, böylece kendi iradeleriyle kendilerini yoksulluğa mahkûm ettiler. Şüphesiz kendi sınıflarına karşı gerici ya da liberal iftiraları dizmeyi reddederken, hiçbir şekilde basın özgürlüğünü ihlâl etmiyorlardı. En kötü durumda, kendi kontratlarını ihlâl ediyorlardı. Fakat sermaye, işçileri en iğrenç işlere (cezaevleri ve savaş gemileri inşa etmek, prangalar yapmak, burjuva yalanlarla dolu yazıları basmak) zorlayan vahşi “özgür iş” metafiziğiyle öyle çok doymuştur ki, böyle işleri yapmayı ahlâki nedenlerle reddetmeyi, hem “emek özgürlüğü”nün hem de “basın özgürlüğü”nün fiziksel bir ihlâli olarak damgalamaktan asla usanmaz.
Düzeni sağlamaktan uzak olan Çarın bildirgesi, Rus toplumunun iki kutbu arasındaki çelişkinin tüm büyüklüğüyle ortaya çıkmasına yardımcı oldu: soyluluk ve bürokrasinin gerici pogrom mantığı, ve işçi devrimi. İlk günler, daha doğrusu ilk saatler sırasında, bildirge muhalefetin en ılımlı unsurlarının ruh halinde hiçbir değişiklik yapmamış gibi göründü. Ancak, bu sadece görünüşteydi. 18 Ekimde sermayenin en güçlü örgütlerinden biri olan Dökümcüler Danışma Bürosu Kont Witte’ye şöyle yazıyordu: “Şunu açıkça söylemeliyiz: Rusya yalnızca gerçeklere inanır; onun kanı ve sefaleti laflara inanmasına daha fazla izin vermeyecektir.” Büro, tam bir genel af talebini ileri sürerek, devrimci kitleler tarafından uygulanan açık şiddetin büyük ölçüde sınırlandırılmış olmasından ve duyulmadık bir disiplinle ilerlemelerinden “özel bir memnunlukla söz etmektedir.” Kendi bildirimine göre “teoride” genel oy hakkının bir savunucusu olmaksızın, Büro, “politik bilincini ve parti disiplinini böylesi bir güçle ortaya koyan işçi sınıfının, yaygın öz-yönetime katılması gerektiği” kanaatine vardı. Tüm bunlar yüce gönüllü ve hoşgörülü fikirlerdi, ama yazık ki çok kısa ömürlüydüler. Bunun tümüyle kötü niyetli bir hareketten ibaret olduğunu söylemek çok kaba olurdu. Şüphesiz ki, yanılsama bu sorunda önemli bir rol oynadı: sermaye, hâlâ, uzun erimli politik reformların, sanayinin uçuş takımlarının önündeki engellerin kalkmasını derhal mümkün kılacağı umuduna sahipti. Bu, girişimcilerin çoğunluğu değilse bile önemli bir kesiminin, bizzat Ekim grevine karşı dostça bir tarafsız tutum alması gerçeğini açıklar. Fabrikaların neredeyse hiçbiri kapatılmadı. Moskova bölgesindeki mühendislik işlerinin sahipleri, Kazakların hizmetlerini geri çevirmeye karar verdi. Ancak mücadelenin politik hedeflerine karşı duyulan sempatinin en olağan ifadesi Ekim grevi dönemi boyunca ücretlerin ödenmesiydi. Sanayinin “kanun egemenliği” altında gelişmesini beklerken, liberal girişimciler, bu gideri özel üretim maliyetleri başlığı altına kaydetmeye tamamen hazırdılar. Bununla birlikte, sermaye işçilere bu grev günleri için ödeme yaparken, bunu son kez yaptığını da çok açıkça gösterdi. İşçilerin hareket gücü, onlara uyanık olma zorunluluğunu göstermişti. Sermayenin en düşkün olduğu umutlar gerçekleşmeden kaldı: kitlelerin hareketi bildirgeden sonra durulmadı, tam tersine her geçen gün gücünü, bağımsızlığını, toplumsal devrimci karakterini daha açıkça sergiledi. Şeker sanayisinin plantasyon sahipleri, topraklarının müsadere edilmesiyle tehdit edilirken, kapitalist burjuvazi de, ücretleri yükselterek ve çalışma gününü kısaltarak, işçilerin önünde adım adım geri çekilmek zorunda kaldı. 1905’in son iki ayında en yüksek noktasına ulaşan devrimci proletarya korkusunun yanı sıra, sermayeyi hükümetle acil bir ittifaka iten daha dar, fakat hiç de daha az yakıcı olmayan çıkarlar söz konusuydu. İlk sırada, alelade ama karşı konulmaz para ihtiyacı ve girişimcilerin saldırılarının olduğu kadar arzularının da konusu olan Devlet Bankası geliyordu. Bu kurum, Witte’nin mali yönetiminin on yılı boyunca büyük ustası olduğu otokrasinin “ekonomi politikası”nın hidrolik presi olarak hizmet etti. Büyük sanayi işletmelerinin yaşamı ve ölümü, banka işlemlerine ve bunlarla birlikte de başbakanın görüşlerine ve sempatilerine bağlıydı. Anayasaya aykırı borçlanmalar, hayali senetlerin iskonto ettirilmesi, ekonomi politikası alanındaki yaygın kayırmacılık, bu ve diğer etkenler, sermayenin muhalif bir güce dönüşmesine büyük ölçüde katkıda bulundu. Ancak banka, savaşın, devrimin ve ekonomik krizin üç misli etkisi altında işlemlerini minimuma indirince, pek çok kapitalist gerçekten çok müşkül durumda kaldı. Bundan böyle genel politik perspektifleriyle ilgilenmediler; ne pahasına olursa olsun paraya ihtiyaçları vardı. 19 Ekim saat 14:00’da Kont Witte’ye “laflara inanmıyoruz” dediler, “bize gerçekleri ver.” Kont Witte elini Devlet Bankası’nın kasasına attı ve onlara “gerçekler”i verdi. Bol bol gerçekler. İskonto hacmi birdenbire fırladı; 1904’te aynı dönemde 83,1 milyon rubleyken, Kasım ve Aralık 1905’te 138,5 milyon ruble oldu. Özel bankalara verilen krediler ise daha fazla yükseldi; 1904’te 39 milyon olmasına karşın, 1 Aralık 1905’te 148,2 milyon ruble. Tüm diğer işlemler benzer bir artışa maruz kaldı. “Rusya’nın kanı ve sefaleti”, kapitalist bir sendikanın attığı bu slogan, gördüğümüz gibi, Witte hükümeti tarafından lâyıkıyla hesaba katılmıştı. Sonuç, “17 Ekim Birliği”nin kurulmasıydı. Bu parti, politik bir manevradan ziyade, sıradan bir rüşvetten doğmuştu. İşçi Temsilcileri Sovyeti, kendi mesleki ya da politik birliklerinde örgütlenmiş girişimciler şahsında ilk kez kararlı ve bilinçli bir düşmanla yüz yüze geldi. Ancak Oktobristler açık bir karşı-devrimci konumu daha baştan benimserken, o günlerde en dokunaklı politik rolü, alt orta sınıfın ve entelektüel radikallerin partisi oynadı. Bu parti altı ay sonra, Tauride Sarayı sahnesinde tüm sahteliğiyle alışılmadık bir klasik ıstırap gösterisi sergileyecekti. Kadet Partisini kastediyoruz. Anayasal-Demokratik Partinin (Kadetler) kuruluş kongresi, Ekim grevinin tam zirvesinde yapılıyordu. Temsilcilerin yarıdan azı kongreye ulaştı; geri kalanlar demiryolu grevi nedeniyle bulundukları yerde çakılı kalmışlardı. 14 Ekimde yeni parti olaylar karşısındaki tutumunu şu şekilde tanımladı: “Savunulan taleplerde tümüyle mutabık oluşumuz dolayısıyla parti, grev hareketi ile tam bir dayanışma içinde olduğunu ilân etmeyi görevi sayar. Parti, amaçlarına iktidar temsilcileriyle müzakereler yaparak ulaşma fikrini koşulsuz biçimde (koşulsuz biçimde!) reddeder. Parti, bir çatışmayı engellemek için elinden gelen herşeyi yapacaktır, ancak bunun başarısız olması ihtimaline karşı, sempati ve desteğinin halkın yanında olduğunu önceden ilân eder.” Üç gün sonra Çarın bildirgesi imzalandı. Devrimci partiler sonunda gizlilik belâsından kurtulmuşlardı ve, alınlarındaki kanı ve teri silmeye vakit bulamadan, kitlelere seslenerek ve kitleleri mücadele için birleştirerek, halk kitleleri arasına balıklama daldılar. Halkın yüreğinin devrim çekiciyle yeniden dövüldüğü büyük bir andı bu. Kadetler, bu fraklı politikacılar, taşra meclislerinin bu temsilcileri, böyle bir durumda ne yapabilirdi ki? Pasif bir şekilde anayasal suların akmaya başlamasını beklediler. Bir bildirge vardı, fakat parlamento yoktu. Ve onun ne zaman ve nasıl geleceğini ya da gelip gelmeyeceğini bilmiyorlardı. Gizli hayalleri devrimi bizzat kendisinden korumaktı, ancak bunu gerçekleştirmenin hiçbir yolunu göremiyorlardı. Halk mitinglerinde tehlikeye atılmaya cesaret edemiyorlardı. Basınları, yumuşaklıklarını ve ödlekliklerini açığa vuruyordu. Yaygın bir şekilde okunmuyorlardı. Böylece Rus devriminin bu en sınayıcı döneminde, Kadetler kendilerini aktif politik yaşamın dışında buldular. Bir yıl sonra bunu tümüyle kabul eden Milyukov kendi partisini haklı çıkarmaya çalıştı; ağırlığını devrimden yana koymadığı için değil, fakat devrimi durdurmaya kalkışmadığı için. “Anayasal-Demokratik Parti gibi bir parti tarafından düzenleniyor olsa dahi herhangi bir protesto” diye yazıyordu ikinci Duma seçimleri döneminde, “1905’in son aylarında tümüyle imkânsızdı. Partiyi, zamanında Troçkizmin devrimci hayallerine, mitingler düzenleyerek karşı çıkmayı başaramamakla kınayanlar … halk mitinglerine katılan demokrat izleyicilerin ruh halini anlamıyorlar ya da unuttular.” “Halkın” partisinin savunması işte bu: çirkin suratıyla halkı tiksindireceğinden, onun karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Birlikler Konfederasyonu, bu dönemde daha az alçakça bir rol oynadı. Radikal entelijensiya Ekim grevininin genelleşmesine aktif biçimde yardımcı oldu. Grev komiteleri örgütleyerek ve kendi namına heyetler göndererek, işçilerin doğrudan etki alanı dışında kalan kurumların faaliyetlerini durdurdular. Kır ve şehir konseylerinde, bankalarda, bürolarda, mahkemelerde, okullarda ve hatta Senatoda bu yolla iş durduruldu. Entelijensiyanın sol kanadı tarafından İşçi Temsilcileri Sovyetine sunulan maddi yardımın rolü hiç de önemsiz olmadı. Buna rağmen, Birlikler Konfederasyonu’nun muazzam rol oynadığı yolunda, Rusya’da ve Batıda burjuva basın tarafından yaratılan tablo, halk içindeki faaliyetlerine bakacak olursak saçma görünür. Birlikler Konfederasyonu devrimin lojistiğiyle meşgul oldu ve en iyi durumda bir yardımcı savaş birimi olarak hareket etti. Önder bir konum iddiası hiç olmadı. Peki gerçekte bunu yapabilir miydi? Birliğin tipik üyesi, kanatları tarih tarafından kırpılmış eski usul tahsilli bir dar kafalıydı ve aynen de öyle kaldı. Devrim onu ayağa kaldırdı ve kendisinden daha yukarılara çıkardı. Onu günlük gazetesinden mahrum etti, elektrik ışığını söndürdü ve kararmış duvara ateşten harflerle, muğlak olmasına rağmen, yeni ve büyük ideallerin adlarını yazdı. İnançlı olmak istiyordu, ancak cesaret edemiyordu. Ona radikal bir kararı kaleme alırken değil de, kendi çay masasında otururken bakarsak, belki ruhunun dramı hakkında daha iyi bir fikir edinebiliriz.
Ekim hükümeti sualtındaki binlerce kayanın ortasında, bir tehlikeden diğerine yolunu el yordamıyla arıyordu. Nereye gidecekti? Bunu kendisi de bilmiyordu. 26 ve 27 Ekimde Petersburg’dan üç tüfek menzili uzaklıktaki Kronştad’da aniden bir ayaklanma patlak verdi. Askerler arasında politik bakımdan bilinçli olanlar kitleyi zaptetmeye çalıştı, fakat öfke kendiliğinden patladı. Ordu içindeki en iyi unsurlar, bu hareketi durduramayacaklarını anlayınca onun başına geçtiler. Ancak yetkililer tarafından kışkırtılan birtakım serserilerin pogromlarına engel olmayı başaramadılar. Bunda en büyük rolü, denizcilerin en cahillerini de kendileriyle birlikte sürükleyen Kronştad’ın ünlü mucizevi işçisi Ioann’ın çeteleri oynadı. 28 Ekimde Kronştad’da sıkıyönetim ilân edildi ve talihsiz ayaklanma ezildi. Askerlerin ve denizcilerin en iyileri idam tehdidiyle yüz yüze geldiler. Kronştad kalesinin zapt edildiği gün, hükümet Polonya’nın bütününü sıkıyönetim altına alarak, ülkeye sert bir uyarı verdi; varlığının on birinci gününde bildirge hükümetinin Peterhof kamarillasının[1] önüne attığı ilk büyük kemik buydu. Kont Witte, bu adımın tüm sorumluluğunu üzerine aldı; bir hükümet bildirisinde Polonyalıların ayrılmak için “küstah” (!) bir girişimde bulundukları yalanını söyledi ve tehlikeli bir yola girmemeleri için onları uyardı, “bu ilk kez olmuyordu.” Ertesi gün, kendisini Trepov’un tutsağı olarak bulmamak için, çark edişin yollarını döşemek zorunda kaldı; “Polonyalıların aşırı duyarlı” oldukları mevcut durumda, hükümetin, güncel olaylardaki gelişmelerin olası sonuçlarını önceden tahmin edip bu olayları değerlendirmediğini itiraf etti. Böylece, sıkıyönetim bir bakıma anayasanın Polonya halkının politik mizacına övgüsüydü. Çernigov, Saratov ve Tambov eyaletlerinde, toprak sorunu patlak veren bazı bölgeler 29 Ekimde sıkıyönetim altına alındı. Öyle görünüyor ki, Tambovlu mujikler de “aşırı duyarlılık”tan mustaribdiler. Liberal cemaatin dişleri korkudan takırdamaya başladı. Liberaller Witte’yi ne kadar hor görerek yüzlerini buruşturmuşlarsa da, yine de ona içten inanıyorlardı. Ancak şimdi, Durnovo kendinden emin bir şekilde Witte’nin sırtına basarak yükselmişti; ve Durnovo, Cavour’un özdeyişini –“aptalları yönetmenin yöntemi ablukadır”– kendi kılavuzluğunun teorisi haline getirecek kadar da akıllıydı. Devrimci içgüdüleri işçilere, karşı-devrimin bu açık saldırısının cezasız kalmasına izin vermenin, onun küstahlığını teşvik edeceğini söylüyordu. 29-30 Ekimde ve 1 Kasımda, Sovyet tarafından, Petersburg sanayi tesislerinin çoğunu kapsayan ve şiddetli protesto çağrıları yapılan kitle mitingleri düzenlendi. 1 Kasımdaki kalabalık ve patırtılı bir mitingde, Sovyet üyelerinin ezici çoğunluğu, hararetli bir tartışmadan sonra aşağıdaki kararı kabul etti: Hükümet cesetler üzerinde yürümeye devam ediyor. Kendi haklarını ve halkın özgürlüğünü savunmak için ayağa kalkan Kronştad’ın cesur asker ve denizcilerini askeri mahkemelerde yargılıyor. Ezilen Polonya’nın boynuna sıkıyönetim kemendini geçirdi. İşçi Temsilcileri Sovyeti, Petersburg’un devrimci proletaryasını, yenilmez gücünü çoktan göstermiş bir politik genel grev ve kitlesel protesto mitingleri aracılığıyla, Kronştad’ın devrimci askerleri ve Polonyalı devrimci işçilerle kardeşçe dayanışma göstermeye çağırıyor. Yarın, 2 Kasımda, öğlen 12:00’da, Petrsburg işçileri aşağıdaki sloganlar altında iş bırakacaklardır: Kahrolsun askeri mahkeme! Kahrolsun ölüm cezası! Kahrolsun Polonya ve Rusya’nın her tarafındaki sıkıyönetim! Çağrının başarısı tüm beklentilerin üzerindeydi. Pek çok fedakârlık gerektiren Ekim grevinin durmasının üzerinden yaklaşık iki hafta geçmiş olmasına rağmen, Petersburg işçileri olağanüstü bir oybirliğiyle iş durdurdular. Sovyette temsil edilen bütün büyük tesisler ve fabrikalar saat 12:00’dan bir saniye önce grevdeydiler. O güne kadar politik mücadeleye katılmayan birçok orta ve küçük sanayi işletmesi greve katıldı, temsilciler seçti ve onları Sovyete gönderdi. Petersburg demiryolu merkezinin bölge komitesi Sovyetin kararını onayladı ve Finlandiya demiryolu hariç bütün demiryolları çalışmayı kesti. Kasım grevine katılan tüm işçi sınıfı grevcilerinin toplam sayısı, sadece Ocak grevini değil Ekim grevini de geçti. Posta ve telgraf servisleri, atlı araba sürücüleri, atlı tramvaylar ve tezgâhtarların çoğunluğu grev yapmadılar. Gazeteler arasında, sadece Hükümet Haberleri, Petersburg Şehir Valiliği Gazetesi ve İzvestia yayınlandı, ilk ikisi askeri birliklerin, üçüncüsü ise silahlı işçi müfrezelerinin koruması altındaydı. Kont Witte tümüyle gafil avlanmıştı. İki hafta önce iktidar kendi eline geçtiğinden beri, tüm yapması gerekenin yol göstermek, teşvik etmek, engel olmak, tehdit etmek ve yönetmek olduğunu düşünüyordu. Kasım grevi, hükümetin riyakârlığına karşı proletaryanın bu öfkeli protestosu, büyük devlet adamını şaşkına çevirmişti. Hiçbir şey, onun devrimci olayları anlamaktaki mutlak başarısızlığını, bu olaylar karşısındaki çocukça şaşkınlığını ve aynı zamanda inatçı kibrini gösteren, proletaryayı yatıştıracağını umduğu şu telgraftan daha tipik değildir. Metnin tamamı şöyle: İşçi kardeşler, işe geri dönün, ayaklanmadan vazgeçin, karılarınızı ve çocuklarınızı düşünün. Kötü tavsiyelere kulak vermeyin. Çar bize işçilerin sorunlarına özel bir ilgi göstermemizi emretti. Bu amaçla İmparator Hazretleri işçilerle işverenler arasında hakkaniyetli ilişkiler kurmak üzere bir Ticaret ve Sanayi Bakanlığı kurdu. Bize zaman verin, sizin için mümkün olan herşey yapılacaktır. Sizin tarafınızda olan ve sizin iyiliğinizi isteyen bir adamın öğütlerini dinleyin. Kont Witte. Korkakça bir nefretin, cebindeki bıçağı saklı tutarak, dostça bir alçakgönüllülük pozuna girdiği bu utanmaz telgraf alınıp 3 Kasımdaki Sovyet toplantısında herkese açıklandığında, bir öfke fırtınasına yol açtı. Tarafımızca önerilen yanıt ateşli bir kararlılıkla derhal onaylandı ve ertesi gün İzvestia’da yayınlandı. İşte metin: Kont Witte’nin “kardeş işçiler”e gönderdiği telgraftaki notu almış olan İşçi Temsilcileri Sovyeti, herşeyden önce Çarın gözdesinin Petersburg işçilerine kendi “kardeşler”i olarak hitap etmeye kalkışmasındaki fevkalâde laubaliliğe müthiş şaşırdığını ifade etmek istemektedir. Proleterler ve Kont Witte arasında hiçbir akrabalık yoktur. Sovyet, sorunun özüne ilişkin olarak şunu ilân eder: 1. Kont Witte bizi karılarımızı ve çocuklarımızı düşünmeye çağırıyor. Yanıt olarak, İşçi Temsilcileri Sovyeti, bütün işçileri, Kont Witte iktidara geldiğinden beri işçi sınıfı saflarına kaç tane dul ve yetimin eklendiğini saymaya çağırıyor. 2. Kont Witte, Çarın çalışan insanlara karşı nazik ilgisine dikkat çekiyor. İşçi Temsilcileri Sovyeti Petersburg proletaryasına 9 Ocaktaki Kanlı Pazarı hatırlatır. 3. Kont Witte “zaman” istiyor ve işçiler için “mümkün olan herşeyi” yapmaya söz veriyor. İşçi Temsilcileri Sovyeti Witte’nin Polonya’yı askeri cellâtlara teslim etmek için zaman bulduğunu biliyor ve İşçi Temsilcileri Sovyetinin Kont Witte’nin devrimci proletaryayı boğmak için mümkün olan herşeyi yapacağına dair en ufak bir şüphesi yok. 4. Kont Witte kendisine, bizim tarafımızda ve bizim iyiliğimizi isteyen bir adam diyor. İşçi Temsilcileri Sovyeti, Çarın gözdelerinin lütuflarına ihtiyacı olmadığını ilân eder. Genel, eşit, doğrudan ve gizli oy hakkı temelinde bir halk hükümeti talep eder. Malûmat sahibi olanlar, grev yapan “kardeşler”inin mektubunu aldığında Kontun astım krizine tutulduğunu anlatıyorlardı. 5 Kasımda Petersburg telgraf bürosu şunu bildiriyordu: “Askeri mahkemenin kullanılması ve Kronştad kargaşasında yer alan erlerin idamına ilişkin taşraya yayılan söylentiler (!) nedeniyle, böylesi söylentilerin ham (?) ve temelsiz olduğunu bildirmek için yetkilendirildik.… Kronştad olaylarında yer alanlar askeri mahkemede yargılanmadılar ve yargılanmayacaklar.” Bu kesin ifade hükümetin grev karşısında teslim olduğu anlamına geliyordu. Protestolara katılan Petersburg proletaryasının sermayenin ticari ve sınai hayatını geçici bir duraklamaya uğrattığı sırada, “taşradaki söylentiler”e çocukça atıfta bulunmak, şüphesiz bu gerçeği gizleyemezdi. Hükümet, Polonya sorununda, oradaki “kargaşa diner dinmez”, Polonya Krallığı eyaletlerindeki sıkıyönetimi kaldıracağını vaat ederek taviz vermeye ise daha önce başlamıştı.[2] 5 Kasım akşamı, Yürütme Komitesi, en uygun psikolojik anın geldiğine karar vererek, Sovyete grevi sona erdirmeyi teklif etti. O anki politik durumun bir tasviri olarak, Yürütme Kurulu raportörü tarafından yapılan konuşmayı aktarıyoruz: Kronştad denizcilerinin askeri mahkeme tarafından değil, fakat bir askeri bölge mahkemesi tarafından yargılandıklarını bildiren bir hükümet telgrafı halka şimdi açıklandı. Bu telgraf, bizim gücümüzün, Çar hükümetininse güçsüzlüğünün bir göstergesinden başka bir şey değildir. Bir kez daha Petersburg proletaryasını bu büyük manevi zaferinden dolayı kutlayabiliriz. Ancak şunu da açıkça söyleyelim: bu hükümet telgrafı ortada olmasaydı bile, Petersburg işçilerine grevi durdurma çağrısı yapmak zorunda olacaktık. Bugünkü haberler gösteriyor ki, bütün Rusya’daki politik gösteriler giderek azalmakta. Grevimiz, gerçekte, bir gösteri mahiyetindedir. Onun başarısını ya da başarısızlığını yalnızca bu bakış açısından yargılayabiliriz. Doğrudan ve asli amacımız, uyanmakta olan orduya, işçi sınıfının onun yanında olduğunu, orduyu savunacağını göstermekti. Bu amacı başarmadık mı? Her dürüst askerin kalbini kazanmadık mı? Kim bunu inkâr edebilir? Ve eğer böyleyse, bir şey elde etmediğimiz iddia edilebilir mi? Grevin sona ermesi yenilgimiz olarak görülebilir mi? Büyük Ekim mücadelesinin sona ermesinden sadece birkaç gün sonra, işçiler kanlarını temizlemek ve yaralarını sarmak için henüz zaman bulamamışken, kitlelerin Sovyetin tek bir sözüyle tek bir vücut halinde yeniden greve gidecek kadar muhteşem bir disipline sahip olduğunu bütün Rusya’ya göstermedik mi? Bakın! Bu kez, daha önce hiç greve gitmemiş en geri fabrikalar bile greve katıldı ve onların temsilcileri şimdi Sovyette bizimle oturuyor. Ordunun başı çeken unsurları protesto mitingleri örgütlediler ve bu sayede de gösterilerimize katıldılar. Bu zafer değil mi? Bu görkemli bir başarı değil mi? Yoldaşlar, yapmamız gereken herşeyi yaptık. Bir kez daha Avrupa borsası gücümüzü selâmladı. Sovyetin bir grevin gerekli olduğuna karar vermesi, hemen yurtdışı döviz kurumuzda hatırı sayılır bir düşüşte yansımasını buldu. Böylece, ister Kont Witte’ye isterse bir bütün olarak hükümete yanıt vermek için yapalım, eylemlerimizin her biri mutlakıyete kesin bir darbe vurdu. Bazı yoldaşlar, Kronştad denizcileri jüri tarafından yargılanana ve Polonya’da sıkıyönetim kaldırılana kadar grevin devam etmesini talep ediyorlar. Başka bir deyişle, mevcut hükümet düşene kadar, çünkü Çarlık bütün güçlerini grevimize karşı harekete geçirecektir, bu gerçekle yüz yüze gelmek zorundayız yoldaşlar. Eğer hareketimizin amacının otokrasiyi devirmek olduğunu varsayarsak, o zaman, hiç şüphe yok ki bu amaca ulaşmadık. Bu bakımdan, kızgınlığımızı gizlemeli ve bir protesto gösterisi yapmaktan kaçınmalıydık. Ancak taktiklerimiz, yoldaşlar, hiç de bu modele dayanmıyor. Eylemlerimiz ardarda gelen bir dizi muharebedir. Amaçları düşmanı altüst etmek ve yeni dostlar kazanmaktır. Ve bizim için kimin sempatisi ordununkinden daha değerlidir? Bunu anlayın: grevin devam etmesinin gerekip gerekmediği üzerine tartışırken, özünde, grevin coşkun niteliğini muhafaza edip etmeyeceğimizi ya da onu tayin edici bir mücadeleye dönüştürüp dönüştürmeyeceğimizi, yani onu toplam bir zafer veya yenilgi noktasına kadar devam ettirip ettirmeyeceğimizi tartışıyoruz. Çarpışmalardan ya da yenilgilerden korkmuyoruz. Yenilgilerimiz sadece zaferimize giden adımlardır. Ama biz her çarpışma için en elverişli koşulları ararız. Olaylar bizim lehimize işliyor ve onların akışını zorlamanın bizim açımızdan hiçbir avantajı yok. Soruyorum size: tayin edici çarpışmayı ertelemek kimin yararınadır, bizim mi, hükümetin mi? Bizim yararımızadır, yoldaşlar! Yarın bugün olduğumuzdan daha güçlü ve ertesi gün de yarın olduğumuzdan daha güçlü olacağız. Unutmayın yoldaşlar, binlerce insanın katıldığı mitingler düzenleyebildiğimiz, proletaryanın geniş kitlelerini örgütleyebildiğimiz ve devrimci basınımız vasıtasıyla tüm halka seslenebildiğimiz bu koşullar, bizim için ancak bu son günlerde oluştu. Bu koşulları proletarya safları arasındaki mümkün olan en geniş ajitasyon ve örgütlenme için en iyi şekilde kullanmalıyız. Tayin edici eylem için kitlelerin hazırlık dönemini uzatmalıyız, daha sonra mümkün olduğu kadar birleşik ve örgütlü bir ordu olarak hareket etmek için, uzatabildiğimiz kadar, belki bir ya da iki ay uzatmalıyız. Hükümet, şüphesiz, nihai çarpışma için daha hazırlıksız olduğumuz bir anda, yani şimdi, bizi paramparça etmeyi tercih ederdi. Bazı yoldaşlar, cenaze töreni gösterisinin iptal edildiği gün olduğu gibi, bugün de şu şüphelere sahipler: bugün geri çekilirsek, kitleleri başka bir anda harekete geçirebilir miyiz? Kitleler uykularına geri dönmeyecekler mi? Benim yanıtım şu; bugünkü rejimin kitlelerin huzur içinde uyuyabileceği koşulları yaratabileceğini gerçekten düşünüyor musunuz? Gelecekte onları tekrar harekete geçirecek hiçbir olay olmayacağı konusunda gerçekten endişelenmemiz gerekiyor mu? İnanın bana, bunun gibi pek çok olay olacaktır; Çarlık bunu halleder. Şunu da unutmayın, önümüzde, tüm devrimci proletaryayı ayağa kaldırması gereken bir seçim kampanyası uzanıyor. Bu seçim kampanyasının mevcut rejimi silip süpürerek sona ermeyeceğini kim bilebilir? Sakin olalım, olaylar hakkında vaktinden önce konuşmayalım. Devrimci proletaryaya daha çok güvenelim. Proletarya 9 Ocaktan sonra uykuya daldı mı? Şidlovski komisyonundan[3] sonra? Karadeniz olaylarından sonra? Hayır, devrimci dalga giderek yükseliyor ve onun tüm otokratik rejimi parçalayıp boğacağı an çok uzak değil. Önümüzde tayin edici ve acımasız bir mücadele uzanıyor. Grevi şimdi durduralım, onun muazzam manevi zaferiyle yetinelim. Herşeyden daha çok ihtiyaç duyduğumuz şeyi yaratmak ve sağlamlaştırmak için her çabayı gösterelim: örgütlenme, örgütlenme ve örgütlenme. Bu alanda her günün bize yeni fetihler getirdiğini görmek için sadece etrafımıza bakmamız yeterli. Demiryolları çalışanları ile posta ve telgraf memurları örgütleniyor. Onlar, raylarının demiriyle ve telgraflarının telleriyle, ülkemizin bütün devrimci merkezlerini bir bütün olarak tek bir vücut halinde birleştirecekler. Zamanı geldiğinde yirmi dört saat içinde Rusya’nın tümünü ayağa kaldırmamız mümkün olacak. O an için hazırlanmalı, disiplin ve örgütlenmeyi en yüksek noktasına taşımalıyız. Yoldaşlar, çalışmaya! Derhal işçileri çarpışma için örgütlemeye ve silahlandırmaya başlamalıyız. Her tesiste seçilmiş önderlerle “savaşçı onlar”ı, diğer önderlerle “yüzler”i oluşturmalı ve “yüzler”in üzerinde de bir komutan seçmelisiniz. Bu hücrelerdeki disiplini öyle yüksek bir noktaya çıkarmalısınız ki, her an tüm fabrika ilk çağrıda ileriye doğru yürüyüşe geçsin. Karar anında sadece kendimize güvenebileceğimizi unutmayın. Liberal burjuvazi şimdiden bizimle kuşku ve düşmanlık içinde görüşmeye başlıyor. Demokrat entelijensiya bocalıyor. İlk grevde bizi seve seve bir araya getiren Birlikler Konfederasyonu, ikinciye gelince buna çok daha az taraftar oldu. Geçen gün üyelerinden biri bana şunları söyledi: “Grevlerinizle halkı aleyhinize döndürüyorsunuz. Yardım olmaksızın kazanmayı gerçekten umuyor musunuz?” Ona Fransız Devriminden, Konvansiyon’un “Fransız ulusu kendi toprağındaki düşmanla herhangi bir anlaşma imzalamayacaktır” kararını aldığı bir anı hatırlattım. Konvansiyon üyelerinden biri şöyle haykırmıştı: “Yoksa zaferle bir anlaşma mı yaptınız?” Yanıt: “Hayır, biz ölümle anlaşma yaptık.” Yoldaşlar, liberal burjuvazi, adeta ihanetiyle övünürcesine, bize “yardımımız olmadan tek başınıza mücadele etmeyi mi umuyorsunuz? Yoksa zaferle bir anlaşma mı yaptınız?” diye sorduğunda, yüzüne şu cevabı çarpmalıyız: “Hayır, biz ölümle anlaşma yaptık.” Sovyet ezici bir oy çoğunluğuyla 7 Kasım pazartesi öğlen 12:00’da grevi durdurma kararını benimsedi. Sovyet kararının basılı afişleri tesislere ve fabrikalara dağıtıldı ve kente yapıştırıldı. Kararlaştırılan gün ve saatte, grev aynı birlik içinde başladığı gibi bitti. Grev, Polonya’daki sıkıyönetimden üç kat daha az, 120 saat sürmüştü. Kasım grevinin önemi, şüphesiz birkaç düzine denizcinin boynundaki kemendi kaldırmasında yatmıyordu; on binlercesini yutan bir devrimde birkaç hayatın ne önemi vardı? Hükümeti aceleyle Polonya’daki sıkıyönetimi kaldırmaya zorlaması gerçeğinde de yatmıyordu; uzun süredir acı çeken bir ülkenin tarihinde olağanüstü yönetimle fazladan geçen bir ayın ne önemi olabilirdi? Kasım grevi ülke geneline seslenen bir uyarı çığlığıydı. Eğer Polonya’daki deneme başarılı olsaydı, eğer proletarya “hayatta, zinde ve yumruğa yumrukla karşılık vermeye hazır” olduğunu göstermemiş olsaydı, ülkenin her yerinde vahşi bir gericilik şöleninin başlamayacağını kim bilebilirdi?[4] Halkın pek çok ırkı arasındaki tam dayanışmanın, 1848 Avusturya’sındaki olaylarla görkemli bir tezat oluşturduğu bir devrimde, Petersburg proletaryası, bizzat devrim adına, Polonyalı kardeşlerini karşı çıkmaksızın gericiliğin hoşgörüsüz ellerine teslim edemezdi ve etmeye de kalkışmadı. Ve kendi geleceği ile ilgili olmasına rağmen, Kronştad ayaklanmasını suskunlukla geçiştiremezdi ve geçiştirmeye de kalkmadı. Kasım grevi, proletaryanın, kışladaki tutsaklar için, hükümetin başındakilere ve burjuva muhalefete savurduğu bir dayanışma çığlığıydı. Ve çığlık işitildi. Kasım grevi üzerine bir haber yazan London Times muhabiri aşağıdaki yorumu yapan bir muhafız albayının sözlerini aktarıyordu: “Ne yazık ki, işçilerin Kronştadlı asi askerler lehine müdahalesinin askerlerimiz üzerinde müessif bir moral etki yarattığı inkâr edilemez.” Kasım grevinin asıl öneminin aranması gerektiği yer, işte bu “müessif moral etki”dir. Bu grev, basit bir darbeyle ordu içindeki pek çok çevrenin bilincini uyandırmış ve birkaç gün içinde Petersburg garnizonunun kışlasında birtakım politik mitinglere yol açmıştı. Sadece tek tek askerler değil, asker temsilcileri de Yürütme Komitesinde ve hatta bizzat Sovyet mitinglerinde konuşmalar yaparak, destek isteyerek boy göstermeye başlamışlardı; askeri birlikler arasındaki devrimci irtibat pekiştirilmişti; bildiriler yaygın bir biçimde okunuyordu. O günlerde, ordu safları içindeki ajitasyon onun aristokrat önderliğine bile ulaşmıştı. Kasım grevi sırasında, yazar, kendi türü içinde eşsiz olan bir askeri toplantıya “işçilerin sözcüsü” olarak katılma fırsatı bulmuştu. Hikâyeyi burada anlatmak, harcanan zamana değecektir. Barones X’ten[5] aldığım bir davetiyeyle kuşanmış vaziyette, Petersburg’un en varlıklı evlerinden birine saat 21:00’da vardım. Bu günlerde hiçbir şeye şaşırmamaya karar vermiş bir adam gibi bakan kapıcı paltomu aldı ve subay paltolarının olduğu uzun sıranın ortasına astı. Bir uşak kartvizitimi ona vermem için beni bekleyerek duruyordu. Eyvah, bir “illegal insanın” ne tür bir kartviziti olabilir? Bu zorluktan kurtulmasına yardımcı olmak için, ona ev sahibesinin davetiye kartını uzattım. Radikal bir üniversite okutmanını takiben bir öğrenci ve son olarak da bizzat Barones salona geldi. Besbelli ki “işçilerin sözcüsü”nün korkunç bir insan olmasını bekliyorlardı. İsmimi söyledim. İçtenlikle içeri girmemi söylediler. Girişteki perdeyi kaldırdığımda, altmış yetmiş kişilik bir topluluk gördüm. Koridorun bir tarafında, aralarında birkaç şık muhafızın da bulunduğu otuz kırk subay sandalye sıralarında oturuyorlardı, diğer tarafta bayanlar vardı. Öndeki köşede, siyah paltolu bir grup gazeteci ve radikal avukat vardı. Daha önce görmediğim yaşlı bir bay küçük bir masanın arkasına oturuyor ve başkanlık yapıyordu. Yanında Kadetlerin gelecekteki “temsilci”si Rodiçev’i gördüm. Polonya’da sıkıyönetiminin tesis edilmesinden, liberal halkın ve ordudaki düşünen unsurların Polonya sorununa karşı tutumunun ne olması gerektiğinden bahsediyordu; konuşma yavan ve sönüktü, ifade edilen düşünceler kısa ve sönüktü, ve sondaki alkışlar da sönüktü. Ondan sonra, Rusya’ya dönüşünü Ocak grevine borçlu olan ve hemen zemstvo liberalizminin aşırı sağ kanadında konumlanması, bu konumla sosyal demokratlara karşı şiddetli bir kampanya yürütmesi için kendisine teklif edilen fırsatı kullanan dünün “Stuttgart sürgünü” Peter Struve konuştu. Kekeleyen, güçlükle nefes alan ve ümitsiz derecede zavallı bir konuşmacı olan Struve, ordunun 17 Ocak bildirgesinden vazgeçmemesi ve hem sağ hem de soldan gelecek saldırılara karşı onu savunması gerektiğini kanıtlamaya çalıştı. Bu zehir saçan tutucu düşünce, eski bir sosyal demokratın ağzından çıkınca iyice garip geliyordu. Konuşmasını dinlerken yedi yıl önce bu adamın “Avrupa’nın doğusuna gidildikçe, burjuvazi daha zayıf, daha korkak ve daha alçak olur” diye yazdığını, ardından tarihsel genellemesinin doğruluğunu kendi örneğiyle kanıtlayarak Alman revizyonizminin koltuk değneklerine yaslanıp liberal burjuvazinin kampına geçtiğini hatırladım. Struve’den sonra radikal gazeteci Prokopoviç Kronştad ayaklanmasından söz etti; sonrasında, gözden düşmüş, liberalizmi ya da sosyal demokrasiyi seçme konusunda bocalayan ve bu arada herşeyden konuşup da hiçbir şey söylemeyen bir profesör vardı; ondan sonra subayları kışladaki politik ajitasyona karşı çıkmamaya davet eden ünlü bir avukat (Sokolov) konuştu. Konuşmalar gitgide daha kararlı, atmosfer daha sıcak ve alkışlar daha kuvvetli oldu. Sıram geldiğinde, işçilerin silahsız olduğuna, onlarla birlikte özgürlüğün de silahsız olduğuna, ulusun silah depolarının anahtarlarının subayların elinde olduğuna, tayin edici an geldiğinde bu anahtarların halka, ait oldukları insanlara verilmesi gerektiğine dikkat çektim. Hayatımda ilk ve belki de son kez bu tür bir izleyici kitlesine hitap etmek zorunda kalıyordum. Proletaryanın askerler üzerindeki “müessif moral etkisi”, hükümetin bazı baskıcı önlemler almasına yol açtı. Muhafız alaylarından birinde tutuklamalar oldu; bazı denizciler muhafız eşliğinde Petersburg’dan Kronştad’a transfer edildi. Dört bir yandan askerler, Sovyete ne yapmaları gerektiğini soruyordu. Bu sorulara Askerlere Bildirge olarak bilinen bir bildiriyle yanıt verdik. Metin şöyleydi: İşçi Temsilcileri Sovyeti askerlere yanıt veriyor: Ordunun ve donanmanın kardeş askerleri! Sık sık tavsiye ve destek almak için bize, İşçi Temsilcileri Sovyetine geldiniz. Preobrajenski alayının askerleri tutuklandığında, yardım için bize geldiniz. Ordunun elektro-teknik öğrencileri tutuklandığında, destek için bize geldiniz. Donanma tayfaları, muhafız eşliğinde Petersburg’dan Kronştad’a gönderilirken, bizim korumamızı istediler. Birçok alay bize temsilcilerini gönderiyor. Kardeş askerler, haklısınız. İşçilerden başka koruyucunuz yok. İşçiler sizi savunmadıkça, sizin için kurtuluş yok. Lanetli kışlalar sizi boğacak. İşçiler her zaman dürüst askerlerin yanındadır. Kronştad ve Sivastopol’da işçiler denizcilerle birlikte savaştılar ve öldüler. Hükümet Kronştad’daki denizcileri ve askerleri yargılamak için bir askeri mahkeme oluşturdu ve Petersburg işçileri derhal her yerde greve gittiler. Aç kalmaya razı oluyorlar, ancak askerlere kötü davranılırken sessizce seyretmeye razı olmuyorlar. Biz, İşçi Temsilcileri Sovyeti, size Petersburg İşçileri adına sesleniyoruz: Sizin sıkıntılarınız bizim sıkıntılarımızdır, sizin ihtiyaçlarınız bizim ihtiyaçlarımızdır, sizin mücadeleniz bizim mücadelemizdir. Bizim zaferimiz sizin zaferiniz olacaktır. Aynı zincirlerle bağlıyız. Bu zincirleri yalnızca halkın ve ordunun birleşik çabaları kıracaktır. Preobrajenski alayındakiler özgürlüklerine nasıl kavuşturulur? Kronştad ve Sivastopol’dakiler nasıl kurtarılır? Bunun için ülkeyi Çarın cezaevlerinden ve askeri mahkemelerinden temizlemek gerek. Ne Preobrajenski alayındakileri ne de Kronştad ve Sivastopol’dakileri basit bir vuruşla özgürleştiremeyeceğiz. Birleşik ve kuvvetli bir hamleyle, keyfi yönetimi ve mutlakıyeti anayurdumuzdan süpürüp atmalıyız. Bu büyük işi kim yapabilir? Ancak, silahlı kuvvetler içindeki kardeşleri ile birlikte işçiler. Kardeş askerler! Uyanın! Ayağa kalkın! Bizim tarafımıza geçin! Dürüst ve cesur askerler, birliklerinizi oluşturun! Uyuklayanları uyandırın! Başıboş dolaşanlara yardım edin! İşçilerle anlaşın! İşçi Temsilcileri Sovyeti ile bağlantı kurun! Hak için, halk için, özgürlük için, eşlerimiz ve çocuklarımız için ileri! İşçi Temsilcileri Sovyeti kardeşlik elini size uzatıyor. Bu bildirge Sovyetin varlığının son günlerinde kabul edilmiş ve yayınlanmıştı.
Bu mücadelede proletarya yalnız kaldı. Hiç kimse yardım etmek istemedi ya da edemedi. Bu kez söz konusu olan şey ne basın özgürlüğü ne üniformalı haydutların keyfi yönetimi ne de genel oy hakkıydı. İşçi, kaslarının, sinirlerinin, beyninin korunmasının güvence altına alınmasını talep ediyordu. Kendi yaşamının bir kısmını kendisi için geri kazanmaya karar vermişti. Artık bekleyemezdi; ve beklemek de istemiyordu. Devrim olaylarında ilk kez kendi gücünü hissediyor ve aynı olaylar sayesinde ilk kez, farklı, daha yüksek bir yaşam biçiminin farkına varıyordu. Sanki ruhu yeniden doğmuş gibiydi. Bütün duyuları bir müzik aletinin telleri gibi gerilmişti. Önünde yeni, sınırsız, pırıl pırıl dünyalar açılmıştı.… İşçi kitlelerinin devrimci dirilişini bizim için yeniden yaratacak büyük şair yakında doğacak mıydı acaba? İs içindeki bacalarıyla fabrikaları, devrimci nutuk tapınaklarına dönüştüren Ekim grevinden sonra, yorgun yürekleri gururla dolduran bir zaferden sonra, işçi kendisini bir kez daha makinenin lanet pençesine yakalanmış bulmuştu. Gri bir şafakta, yarı uykulu bir vaziyette, sanayi cehenneminin esneyen ağzından içeri dalıyordu; akşamın geç saatlerinde, sakinleşen makine düdüğünü çaldıktan sonra, yine yarı uykulu olarak, bitkin vücudunu, evi olan karanlık, iğrenç deliğe doğru sürüklüyordu. Henüz parlak ışıklar her tarafta yanıyordu, öylesine yakın ve bir o kadar da uzak; bunlar onun kendisinin yaktığı ışıklar. Sosyalist basın, politik toplantılar, parti mücadelesi; çıkar ve tutkuların muazzam ve harikulâde bir şöleni. Çözüm neredeydi? Sekiz saatlik işgününde. Bu programların programı, talimatların talimatıydı. Sadece sekiz saatlik işgünü, zamanın devrimci politikası için proletaryanın sınıf gücünü özgür kılabilirdi. Petersburg proleterleri, silah başına! Amansız mücadele defterinde yeni bir sayfa açılıyor. Daha büyük grev sırasında temsilciler, işe yeniden başlandığında kitlelerin eski koşullar altında çalışmayı hiçbir şekilde kabul etmeyeceklerini sık sık söylüyorlardı. 26 Ekimde, Petersburg bölgelerinden birinin temsilcileri, Sovyetin bilgisi olmaksızın sekiz saatlik işgününü kendi fabrikalarında devrimci tarzda başlatma kararı aldılar. Temsilcilerin önerisi, yirmi yedisinde pek çok işçi toplantısında oy birliğiyle kabul edildi. Aleksandrovski mekanik mühendislik fabrikasında, baskıyı engellemek için soruna gizli oylamayla karar verildi. Sonuçlar 14’e karşı 1668’di. Yirmi sekizinden itibaren belli başlı metal tesislerinin pek çoğu günde sekiz saat çalışmaya başladı. Benzer bir hareket Petersburg’un diğer ucunda da eşzamanlı olarak patlak verdi. Yirmi dokuzunda, kampanyanın öncüleri, Sovyete üç büyük fabrikada sekiz saatlik işgününe “kontrolü ele alma suretiyle” geçildiğini rapor etti. Alkış tufanı. Tereddüde ve duraksamaya yer yok. Bize toplantı ve basın özgürlüğünü getiren şey kontrolü ele alma değil miydi? Anayasal bildirgeyi devrimci inisiyatif sayesinde elde etmemiş miydik? Bizim için sermayenin ayrıcalıkları monarşinin ayrıcalıklarından daha mı kutsaldı? Şüphe duyanların ürkek sesleri, genel coşku dalgası içinde boğuluyordu. Sovyet çok önemli bir karar aldı: tüm fabrika ve imalathaneleri, kontrolü ele almak suretiyle kendi inisiyatiflerinde sekiz saatlik işgününe geçmeye çağırdı. Bu karar, sanki tamamen doğal bir adımmışçasına neredeyse hiç tartışmasız alınmıştı. Sovyet, Petersburg işçilerine hazırlık önlemleri için yirmi dört saat verdi. Ve işçiler de bu süreyi yeterli buldular. “Sovyetin önerisi işçilerimiz tarafından coşku ile karşılandı” diye yazıyordu, bir metal fabrikasından temsilci olan arkadaşım Nemtsov. Ekimde, tüm ülkenin talepleri için savaştık, fakat şimdi, sınıfımızın taleplerini bir an için bile olsa asla unutmayacağımızı burjuva patronlarımıza açıkça göstererek, kendi proleter talebimizi ileri sürüyoruz. Müzakereden sonra, işyeri komitesi (işyeri temsilcilerinden oluşan bir meclis; işyeri komitelerinde önder rolü Sovyetten gelen temsilciler oynuyordu) 1 Kasımdan itibaren sekiz saatlik işgününe geçmeye oy birliği ile karar verdi. Aynı gün, temsilciler, işçilere alışıldık öğle arasını vermek zorunda kalmamaları için yanlarında yiyecek getirmelerini öneren işyeri komitesi kararını tüm işyerlerinde duyurdular. 1 Kasımda işçiler, her zamanki gibi sabah 6:45’te işyerindeydiler. Gün ortasında, öğlen tatili için düdük çaldı; bu, öğle yemeği için öngörülen bir saat kırk beş dakika yerine sadece yarım saat mola vermeye karar vermiş olan işçiler arasında alaylara neden oldu. Öğleden sonra 3:30’da fabrikanın tüm personeli tamı tamına sekiz saat çalışmış olarak çalışmayı durdurdu. İzvesita’nın 5 nolu sayısında, “31 Ekim pazar günü” diye yazıyor, “bölgemizdeki tüm fabrikalar, Sovyetin kararına uygun olarak sekiz saatlik çalışmayı tamamladıktan sonra işyerlerini terk ettiler ve kızıl bayraklar taşıyıp, «Marseillaise» söyleyerek sokaklara çıktılar. Göstericiler, yolları üzerinde halen çalışmayı sürdüren birçok küçük işletmeyi «temizlediler».” Sovyetin kararı, diğer bölgelerde de aynı devrimci birlikle uygulanmıştı. 1 Kasımda, hareket hemen hemen tüm metal işletmelerine ve büyük tekstil fabrikalarına yayıldı. Schlüsselburg fabrikalarındaki işçiler Sovyete telgrafla şu soruyu soruyorlardı: “Bugünden itibaren kaç saat çalışacağız?” Kampanya önüne geçilemez bir oybirliğiyle genişledi. Ancak beş günlük Kasım grevi kampanyayı henüz başında bir bıçak gibi kesti. Durum giderek zorlaştı. Hükümet içindeki gerici unsurlar, ayakları üzerine kalkmak için hiç de başarısız olmayan gözü dönmüş bir çaba içine girdiler. Kapitalistler, Witte’nin korumasındaki bir karşı-darbe için etkin bir şekilde birleşiyorlardı. Grevlerin yıprattığı burjuva demokratlar, barış ve sükûnet için yanıp tutuşuyorlardı. Kasım grevine kadar, kapitalistler işgününün süresini kısaltan işçilere değişik şekillerde tepki vermişlerdi: bazıları fabrikalarını derhal kapatmakla tehdit etmiş, diğerleri sadece karşılık gelen miktarı ücretlerden düşmüştü. Birkaç tesis ve fabrikada, yönetim işgününü dokuz buçuk, hatta dokuz saate indirmeyi onaylayarak taviz vermişti. Örneğin matbaa işçileri sendikası böyle bir teklifi kabul etti. İşverenlerin ruh hali genelde kararsızdı. Ancak Kasım grevinin sonu ile birlikte, birleşen sermaye, güçlerini toparlamak için vakit buldu ve uzlaşmaz bir konum aldı: bir genel lokavt olacaktı. İşverenler için yolu temizleyerek devlet fabrikalarını ilk kapatan hükümet oldu. İşçileri demoralize etmek için mitingler silahlı kuvvetler tarafından giderek daha sık dağıtılır oldu. Durum gittikçe ağırlaşıyordu. Devletin işlettiği işletmelerin ardından bir dizi özel işletme de kapatıldı. On binlerce işçi sokağa atılmıştı. Proletarya bir duvarla karşı karşıyaydı. Geri çekilme kaçınılmaz hale geldi. Ancak çalışan kitleler, eski koşullar altında çalışmaya dönmenin lafını dahi duymayı reddederek taleplerinde diretiyordu. 6 Kasımda Sovyet, talebin artık genel olmadığını ilân ederek ve yalnızca başarı ümidi olan işletmelerde mücadelenin sürdürülmesi çağrısında bulunarak bir uzlaşma çözümünü kabul etti. Çözümün tatmin edici olmadığı açıktı, çünkü açık seçik bir slogan sunmakta başarısızdı ve hareketi bir dizi ayrık mücadeleye bölme tehdidi taşıyordu. Bu arada durum kötüye gitmeye devam etti. Devletin işlettiği fabrikalar eski koşullar altında çalışmak üzere temsilcilerin ısrarı üzerine yeniden açılırken, on üç fabrika ve tesisin daha kapıları özel işverenler tarafından kapatıldı. 19.000 insan daha işsiz bırakıldı. Fabrikaların eski koşullar altında dahi olsa yeniden açılması kaygısı, sekiz saatlik işgününe zorla geçiş sorununu giderek daha geri plana itti. Sert adımlar gerekiyordu ve 12 Kasımda Sovyet geri çekilişi duyurmaya karar verdi. Bu, işçi parlamentosunun en dramatik toplantısıydı. Oylar bölündü. Önde gelen iki metal fabrikası mücadeleyi sürdürmekte ısrar etti. Bunlar, pek çok tekstil, cam ve tütün fabrikası tarafından desteklendi. Putilov fabrikaları kesinlikle karşıt fikirdeydi. Maxwell fabrikasından orta yaşlı dokumacı bir kadın konuşmak için ayağa kalktı. Güzel, açık bir yüzü vardı; sonbaharın sonları olmasına rağmen soluk pamuklu bir elbise giyiyordu. Parmaklarıyla yakasını tutan elleri heyecandan titriyordu. Çınlayan sesi unutulmaz bir etkiye sahipti. “Karılarınızı rahat yataklarda uyumaya ve güzel yiyecekler yemeye alıştırdınız” diye bağırdı Putilov temsilcilerine. “İşlerinizi kaybetmekten korkmanızın sebebi bu. Ancak biz korkmuyoruz. Ölmeye hazırız, ama sekiz saatlik işgününü alacağız. Sonuna kadar savaşacağız. Zafer ya da ölüm! Yaşasın sekiz saatlik işgünü!” Otuz ay sonra bugün bile, umudun, çaresizliğin ve hiddetin bu sesi kulaklarımda çınlıyor, bitmeyen bir serzeniş, baş eğmez bir eylem çağrısıydı bu. Soluk pamuklu elbiseli kahraman yoldaş, şimdi neredesin? Ah, sizler yumuşak yataklarda yatmaya ve güzel yiyecekler yemeye alışmıştınız… Çınlayan ses durakladı. Bir an acı bir sessizlik oldu. Ardından şiddetli bir alkış fırtınası koptu. Kapitalist boyunduruğun altında zalim bir ümitsizlik duygusuyla boyun eğmiş temsilciler, o anda tüm günlük kaygıları aşmışlardı. Zulüm ve gaddarlık karşısında müstakbel zaferlerini alkışlıyorlardı. Dört saat süren bir tartışmadan sonra, Sovyet, ezici bir çoğunlukla geri çekilme kararı aldı. Birleşen sermaye ile hükümet arasındaki koalisyonun Petersburg’da sekiz saatlik işgünü sorununu bir devlet sorununa dönüştürdüğüne ve Petersburg işçilerinin ülkenin geri kalan geniş kesimlerinden yalıtık olarak bunu başaramayacağına dikkat çektikten sonra, karar, durumu şöyle saptıyordu: “Bu nedenle, İşçi Temsilcileri Sovyeti, kontrolü ele geçirmek suretiyle sekiz saatlik işgününe her yerde ve derhal geçişi geçici olarak durdurmayı gerekli görmüştür.” Geri çekilmenin örgütlü bir tarzda yürütülmesi için büyük bir gayret gerekiyordu. Pek çok işçi Maxwell’den gelen dokumacı kadının gösterdiği yolu tercih etti. “Tüm diğer fabrika ve tesislerdeki yoldaş işçiler” diye yazıyorlardı sekiz saatlik işgünü mücadelesini sürdürmeye karar veren büyük bir fabrikanın işçileri, “bunun için bizi bağışlayın, fakat bizlerin bu gün be gün tükenişe dayanacak ne moral ne de fiziki gücümüz kaldı. Kanımızın son damlasına kadar savaşacağız.”
Devrimin tayin edici olayları kentlerde meydana geldi. Ama kır da sessiz değildi. Uzun bir uykudan uyanmış gibi tökezleyerek, gürültüyle, beceriksizce kımıldanmaya başlamıştı; ancak ilk kararsız hareketleri bile egemen sınıfın saçlarını diken diken etmeye yetmişti. Devrimden önceki iki üç yıl boyunca, köylülerle toprak sahipleri arasındaki ilişkiler son derece şiddetlenmişti. Orada burada, sürekli “anlaşmazlıklar” alevleniyordu. 1905 ilkbaharından itibaren kırdaki kaynama, ülkenin farklı bölümlerinde farklı şekillere bürünerek tehdit edici boyutlara ulaştı. Kabataslak olarak, köylü “devrim”inin başlıca üç bölgesi vardı: 1) imalât sanayiinin hatırı sayılır ölçüde gelişimiyle göze çarpan kuzey, 2) toprak açısından nispeten zengin güneydoğu 3) acınacak durumdaki sanayinin toprak yoksulluğunu daha da şiddetlendirdiği orta bölge. Köylü hareketi, sırayla dört temel mücadele biçimi geliştirmişti: toprak sahiplerinin topraklarından atılması eşliğinde topraklarının ele geçirilmesi ve kendi kullanımları için köylülerin erişebileceği toprakları genişletmek amacıyla bunların malikanelerinin tahrip edilmesi; açlık felaketine uğrayan köylerin acil ihtiyaçlarının karşılanması için tahıla, sığırlara ve samana el konulması ve ormanların kesilmesi; toprak kiralarında indirimi ya da ücret artışını hedefleyen bir grev ve boykot hareketi, ve son olarak da askere alınmaların veya vergi ve borç ödemelerinin reddi. Bu mücadele biçimleri, farklı bileşimlerde, her bir bölgenin ekonomik koşullarına uyarlanarak tüm ülkeye yayılmıştı. En şiddetli köylü hareketi temel sosyal haklardan mahrum olan orta bölgedeydi; burada toprak sahiplerinin evlerine ve mülklerine verilen zarar tahripkârdı. Grevler ve boykotlar özellikle güneyde uygulandı; hareketin en zayıf olduğu kuzeyde, ormanların kesilmesi en yaygın ifade biçimiydi. Ekonomik hoşnutsuzluğun radikal politik taleplerle iç içe geçmeye başladığı her yerde, köylü idari otoriteyi tanımayı ve vergi ödemeyi reddediyordu. Köylülerin devrim yapma tarzına daha yakından bakalım. Samara eyaletinde karışıklık dört bölgeye yayılmıştı. Başlangıçta, köylüler toprak sahiplerinin çiftliklerine gelirler ve sığır yemi dışında hiçbir şey almazlardı, her bir çiftlikte bulunan sığırların kesin bir sayımını yapıp onları beslemek için gerekli miktarı bırakır ve geri kalanını arabalarına yüklerlerdi. Köylüler anlaşmaya çalışarak, “hiçbir hoşnutsuzluk” olmayacak şekilde sessizce, şiddet kullanmaksızın hareket ediyorlardı. Toprak sahiplerine artık devrin değiştiğini, insanların yeni bir tarzda, daha hakkaniyetli yaşamaları gerektiğini açıklıyorlardı; çok şeye sahip olanlar hiçbir şeye sahip olmayanlarla paylaşmalıydı, vs. Daha sonra, toprak sahiplerinin büyük miktarlardaki tahıllarının depolandığı tren istasyonlarında, “temsilci” grupları görünmeye başladı. Bunlar, tahılların kime ait olduğunu araştırıyor ve “ortak karar uyarınca” tahılları beraberlerinde götüreceklerini ilân ediyorlardı. “bunları götürmeyi nasıl düşünürsünüz kardeşler?” diyerek gar müdürü itiraz ediyor ve sonra şöyle devam ediyordu: “Bundan benim sorumlu tutulacağımı biliyorsunuz … bana acıyın …” Korkunç “kamulaştırıcılar”, “bu doğru” diyerek razı oldular, “başını belaya sokmak gibi bir niyetimiz yok. Esas mesele şu, tren istasyonu daha yakın, çiftliğe gitmek istemedik, çünkü çok uzak. Ancak buna hiç gerek yok, biz bizzat «çiftlik sahibinin kendisine» gitmeli ve zahire ambarındaki tahılı doğrudan almalıyız.” İstasyondaki tahıl dokunulmadan kalacaktı, köylüler çiftliğe gidecek ve depolanmış tahılı eşit bir biçimde paylaşacaklardı. Ancak kısa süre sonra “yeni devir” hakkındaki argümanlar toprak sahipleri üzerindeki etkisini yitirmeye başladı; cesaretlerini topladılar ve köylüleri sepetlemeye çalıştılar. Ardından iyi huylu köylüler şahlandı; ve efendilerin mülkleri üzerinde taş üstünde taş bırakmadılar. Herson eyaletinde, geniş köylü kalabalıkları “paylaşılmış” malları götürmek için arabalarla bir malikâneden diğerine koşuşturuyorlardı. Hiç şiddet ve cinayet yoktu, çünkü korkan toprak sahipleri ve kahyâları köylülerin ilk talebinde bütün kilitleri ve kepenkleri açarak kaçıyorlardı. Aynı eyalette, toprak kiralarının indirilmesi için güçlü bir savaş verildi. Fiyatlar köylü birliği tarafından “hakkaniyet” temelinde sabitlendi. Sırf Bezyukov Manastırından, “rahipler tanrıya dua etmelidirler, kâr amaçlı toprak alıp satmak onlara yakışmaz” denilerek, 15.000 desiyatin toprak alındı. Bununla birlikte, en fırtınalı olaylar, 1905 sonunda Saratov eyaletinde meydana geldi. Köylerde hareketin içine çekilmeyen tek bir pasif köylü bile yoktu; hepsi ayaklanmaya karışmıştı. Toprak sahipleri ve aileleri evlerinden kovuldular, bütün taşınabilir mallar paylaşıldı, sığırlar götürüldü, işçilere ve hizmetçilere ücretleri ödenip yol verildi ve sonunda binaların üzerine “kızıl horoz” dikildi (yani bunlar ateşe verildi). Bu baskınları gerçekleştiren köylü “kolları”na silahlı müfrezeler önderlik ediyordu. Köy polisleri ve bekçiler sıvışıyorlar ve bazı yerlerde silahlı köylüler tarafından yakalanıyorlardı. Toprak sahiplerinin binaları, bir süre sonra arazilerine geri dönme olasılığını ortadan kaldırmak için ateşe veriliyordu; fakat hiç şiddet yoktu. Tüm mülkiyeti yok eden köylüler, gelecek ilkbahardan itibaren toprakların köylü komününe geçeceğini bildiren bir “karar” kaleme alacaklardı. Çiftlik bürolarından, devletin içki dükkânlarından ve içki ödemelerini toplayanlardan ele geçirilen paralar, hemen komünal mülkiyete geçirildi; kamulaştırılan malların paylaşımı, yerel köylü komitelerinin ya da “toplulukları”nın sorumluluğu altındaydı. Köylülerle tek tek arazi sahipleri arasındaki mevcut ilişkilere neredeyse hiç bakılmaksızın, malikâneler yağmalandı: gerici toprak sahiplerinin malikâneleri nasıl tahrip edildiyse, liberallere de aynısı yapıldı; politik nüanslar sınıf düşmanlığı dalgası tarafından silindi. Yerel liberal zemtsinin evleri yerle bir edildi, zengin kütüphanelere ve resim galerilerine sahip eski sayfiye evleri geriye hiçbir iz kalmayacak şekilde yakıldı. Toprak sahiplerinin ayakta kalan evleri, belli bölgelerde parmakla sayılabilecek kadar azdı. Köylülerin bu haçlı seferine ait hikâye her yerde aynıydı. Bir gazete şöyle yazıyordu: “Başlıyor, ve gökyüzü bütün gece boyunca ateşlerle aydınlanıyor. Korkunç bir manzara. Sabahleyin malikânelerden kaçan insanlarla dolu uzun at arabaları konvoylarını görüyorsunuz; gece olur olmaz, ufuk ateşten bir kolye takmış gibi oluyor. Bazı geceler on altı yangına kadar sayabilirsiniz.… Toprak sahipleri panik içinde kaçıyorlar ve panik, yolları üzerindeki her yere yayılıyor.” Kısa bir süre içinde tüm ülkede, 272’si sadece Saratov eyaletinde olmak üzere, 2.000’den fazla malikâne tahrip edildi ve yakıldı. En kötü darbeyi alan on eyaletin resmi verilerine göre, toprak sahiplerinin kayıpları, Saratov eyaletinin yaklaşık 10 milyon rublesi de dahil olmak üzere, 29 milyon rubleye ulaşmıştı.
Kasım ayının sonunda, Rus bürokrasisinin en aşağılık adamı olan yaşlı Suvorin “devrim” diye yazıyordu, “insanlara olağanüstü bir coşku verir ve yaşamlarını vermeye hazır çok sayıda sadık, fanatik taraftar kazanır. Başa çıkılamayacak kadar büyük bir tutku, cesaret, gerçek belâgat ve ateşli bir mücadele coşkusuna sahip olduğu için, devrime karşı mücadele etmek kesinlikle çok zordur. Düşman güçlendikçe, devrim daha kararlı ve daha cesur bir hale gelir ve her zaferde bir hayran yığınını kendisine çeker. Bunu bilmeyen biri, devrimin, kollarını açmış, size sıcak, ateşli dudaklarıyla arzulu öpücükler gönderen tutkulu genç bir kadın kadar çekici olduğunu bilmeyen biri, hiçbir zaman genç olmamış demektir.” İsyan ruhu memleketi kasıp kavuruyordu. Yüreklerde muazzam, gizemli bir süreç yaşanıyordu: korku zincirleri kırılıyor, kendi bilincine varmaya vakit bulamayan bireysel kişilik kitle içinde eriyor, kitlenin kendisi de devrimci coşku içinde eriyordu. Kendisine miras kalan korkulardan ve hayali engellerden kurtulan kitle, yolunun üzerindeki gerçek engelleri görmek istemiyordu ve göremezdi de. İşte onun gücü de, güçsüzlüğü de burada yatıyordu. Fırtınanın kamçıladığı okyanus akıntısı gibi ileri atılıyordu. Her geçen gün halkın yeni bir katmanını ayağa kaldırıyor ve yeni olanaklar doğuruyordu. Sanki birileri dev bir kepçeyi toplumsal kazanın dibine daldırıp karıştırıyordu. Liberal memurlar, Buligin Dumasının henüz hiç giyilmemiş elbisesini yeniden ve yeniden kesip biçerlerken, ülke bir anı bile huzurlu geçirmiyordu. İşçi grevleri, ardı arkası kesilmeyen mitingler, sokak gösterileri, devlet mallarının talanı, polis ve bekçilerin grevleri, ve son olarak da, askerler ve denizciler arasındaki huzursuzluk ve ayaklanmalar. Herşey darmadağın olmuş, kaos her yanı sarmıştı. Bu kaosla eş zamanlı olarak yeni bir düzen gereksinimi doğuyordu ve bu düzenin öğeleri billurlaşmaya başlamıştı. Düzenli tekrarlanan mitingler, örgütlenmenin ilkelerini gündeme getiriyordu. Mitinglerde temsilci heyetleri seçiliyor, temsilci heyetleri de bir temsilciler meclisine doğru genişliyordu. Ancak kendiliğinden patlayan öfke, politik bilinçlenme çalışmasını geride bırakıyordu, böylece hummalı örgütlenme girişimleri eyleme duyulan arzunun gerisinde kalıyordu. Devrimin –her devrimin– zayıflığı işte burada yatmaktadır, ama gücü de burada yatar. Devrimde etkin bir rol almak isteyen herkes, bunu tam olarak kavramalıdır. Devrime bir kuşkonmaz gibi davranılabileceğini, yenebilir kısmının dilendiği gibi yararsız kısımdan ayrılabileceğini düşünen o bilge taktikçiler, salt mantıkçılara has kısır bir rol oynamaya mahkûmdurlar. Hiçbir devrimci olay, onların “akılcı” taktiklerinin uygulanacağı “akılcı” durumlar yaratmayacağından, bütün olayların dışında ve arkasında kalmak böylesi mantıkçıların kaderidir. Sonuçta onlara Figaro’nun sözlerini tekrarlamaktan başka bir şey kalmaz: “Yazık, ilkindeki yetersizlikleri unutmak için size gerekçe temin edebilecek ikinci bir oyun olmayacak.” Bizim amacımız, ne 1905’teki tüm olayları tasvir etmek, ne de onların dökümünü yapmak. Biz devrimin gelişiminin çok genel bir taslağını çiziyoruz, üstelik bunu, her ne kadar bir bütün olarak ulusun bakış açısından olsa da, Petersburg ölçeğinde yapıyoruz. Ancak seçtiğimiz çerçeve dahilinde bile, bu önemli yılın, Ekim greviyle Aralık barikatları arasında gerçekleşen en önemli olaylarından birini atlayamayız: Sivastopol’daki askeri ayaklanma. Bu ayaklanma 11 Kasımda başlamıştı ve on yedisinde Çuhnin Çara şu raporu veriyordu: “Askeri fırtına dindi, ama devrim fırtınası değil.” Potemkin gelenekleri Sevastopol’da hâlâ yaşıyordu. Çuhnin zırhlı Kızıl Savaş Gemisinin denizcilerine çok acımasız davranmıştı: dördü vurulmuş, ikisi asılmış, düzinelercesi ağır iş cezasına çarptırılmış ve son olarak da Potemkin’in ismi Panteleimon olarak değiştirilmişti. Ancak kimseye korku salamadı, yaptığı şey yalnızca donanmadaki isyancı duyguları şiddetlendirmek oldu. Ekim grevi, denizcilerin ve piyade erlerinin sadece katılımcı olarak değil, konuşmacı olarak da rol oynadıkları, devasa sokak mitinglerinin gerçekleştiği bir dönemi başlatmıştı. Devrimci bir gösterinin başında bir denizci orkestrası “Marseillaise”i çalıyordu: kısaca, tam bir “demoralizasyon” hüküm sürüyordu. Askeri personelin halk mitinglerine katılmasını yasaklayan bir emir, donanma ve ordu kışlalarının avlularında özel askeri mitinglerin düzenlenmesine yol açmıştı. Subaylar buna karşı koymaya kalkışmıyorlardı ve kışla kapıları partimizin Sivastopol komitesinin temsilcilerine gece-gündüz açıktı. Komite, sürekli olarak, “eylem” isteyen denizcilerin sabırsızlığıyla uğraşmak zorundaydı. Ağır-iş cezası hapishanesine dönüştürülen Prout gemisi, civarda dolaşarak, Haziran ayaklanmasının kurbanlarının Potemkin olayındaki rollerinden dolayı halen acı çekmekte olduklarını hatırlatıyordu sürekli olarak. Potemkin’in yeni mürettebatı, Kafkas ayaklanmasını desteklemek için savaş gemisini Batum’a götürmeye hazır olduklarını bildiriyordu. Yeni inşa edilen Oçakov adlı kruvazör de mücadele etmek için aynı derecede hazırdı. Ancak sosyal demokrat örgüt, bekle-gör taktiklerinde ısrar etti ve işçilerin örgütüyle yakın irtibat halinde bir askerler ve denizciler Sovyeti yaratılmasını ve proletaryanın eli kulağındaki politik grevinin desteğinde bir donanma ayaklanması gerçekleştirilmesini önerdi. Denizcilerin devrimci örgütü bunu kabul etti. Ama devrim bu planı aştı. Sürekli olarak büyüyen ve sıklaşan mitingler, donanma kışlasıyla Brest piyade alayı kışlası arasındaki meydanda gerçekleşmeye başlamıştı. Askeriyenin işçi mitinglerine katılmasına izin verilmediğinden, binlerce işçi askerlerin mitinglerine gelmeye başlamıştı. Mitingler on binlerce insanla yapılıyordu. Ortaklaşa eylem fikri coşkuyla kabul edilmişti. En ileri bölükler, temsilciler seçiyordu. Askeri yetkililer önlemler almaya karar verdiler. Subayların mitinglerde yurtsever konuşmalar yapma girişimleri, acıklı sonuçlar verdi. Tartışma sanatında tecrübeli denizciler, amirlerini utanç içinde kaçmak zorunda bıraktılar. Daha sonra bütün politik mitinglerin yasaklanmasına karar verildi. 11 Kasımda donanma kışlasının kapısına silahlı bir bölük dikildi. Tuğamiral Pisarevski, herkesin duyacağı şekilde şu emri yayınladı: “Hiç kimsenin kışladan kaçmasına izin verilmeyecektir; emre uymama durumunda ateş edilecektir.” Bu emrin daha yeni ulaştığı bir bölükte, Petrov adında bir denizci, ileri çıktı, tüfeğini herkesin gözü önünde doldurdu, bir atışta Brest alayından Binbaşı Stein’i öldürdü, ikinci atışta Pisarevski’yi yaraladı. Subaylardan biri “tutuklayın onu!” diye emretti hemen. Hiç kimse kıpırdamıyordu. Petrov tüfeğini yere attı. “Niye bekliyorsunuz? Alın beni.” Petrov tutuklandı. Dört bir yandan akıp gelen denizciler, onun serbest bırakılmasını istiyor ve ona kefil olmayı öneriyorlardı. Heyecan zirveye ulaşmıştı. Bir subay, çözüm bulmaya çalışarak Petrov’a sordu: “Petrov, kazara mı ateş ettin?” “Nasıl kazara? İleri çıktım, tüfeğimi doldurup nişan aldım. Bunun neresi kaza?” “Ama onlar senin serbest bırakılmanı istiyorlar …” Ve Petrov serbest bırakıldı. Denizciler bir an önce eyleme geçmek için sabırsızlanıyorlardı. Görevdeki bütün subaylar tutuklandı, silahları alındı ve büroya kilitlendi. Sonunda, sosyal demokrat bir konuşmacıdan etkilenen denizciler, temsilcilerin ertesi sabah gerçekleşecek mitingini beklemeye karar verdiler. Yaklaşık kırk denizci temsilcisi tüm gece boyunca toplantı yaptılar. Tutukladıkları subayları serbest bırakmaya karar verdiler, ancak bunların kışlaya girmelerine izin verilmeyecekti. Gerekli gördükleri görevleri yerine getirmeyi sürdürmeye de karar verdiler. Bandolar eşliğindeki bir şenlik alayı, askerleri harekete katmak için piyade kışlasına gitmeliydi. Sabah, müzakere için bir işçi heyeti geldi. Birkaç saat sonra tüm limanlarda iş durmuştu; tren istasyonları da çalışmayı kesmişti. Durum hızlı gelişiyordu. Yarı-resmi telgraflar şöyle haber veriyordu: “Donanma kışlasında mükemmel bir düzen hüküm sürüyor. Denizcilerin davranışları kesinlikle kurallara uygun. Sarhoşluk yok.” Bütün denizciler silahsız olarak bölüklere ayrıldılar. Beklenmedik bir saldırıya karşı kışlayı korumak için geriye sadece bir silahlı bölük bırakıldı. Bunun komutanlığına da Petrov seçildi. İki sosyal demokrat konuşmacının kılavuzluk ettiği birkaç denizci, Brest alayının komşu kışlasına gitti. Askerlerin ruh hali bir hayli belirsizdi. Ancak denizcilerin ağır basıncı altında, subayları silahsızlandırma ve onları kışladan uzaklaştırma kararı aldılar. Mukden’in subayları kılıçlarını ve revolverlerini direnmeden teslim ettiler ve “bize dokunmayın, silahsızız” diyerek asker saflarının arasından geçtiler. Ama askerler bu hareketten dolayı tereddüt içindeydiler ve onların ısrarı üzerine birkaç görevli subayın kışlada kalmasına izin verildi. Sonraki olayların gelişiminde bunun muazzam bir etkisi oldu. Askerler, denizcilerle birlikte şehirden Belostok alayı kışlasına kadar yürümek üzere, saflar oluşturmaya başladılar. Saflar oluştururken, tüm “özgür adamların” (sivillerin) ayrı yürümeleri ve onlara katılmamalarını garantiye aldılar. Bu hazırlıklar doruk noktasına ulaştığında, kale komutanı Neplyuev, tümen komutanı General Sedelnikov’la birlikte, arabayla geliyordu. Ondan, bu sabahtan itibaren İstoriçeski Bulvarına yerleştirilmiş olan makineli tüfeklerin kaldırılması istendi. Neplyvev de bunun kendisine değil Çuhnin’e bağlı olduğunu söyledi. Sonra ondan kale komutanı olarak, makineli tüfeklerin kullanılmayacağına dair şeref sözü vermesi istendi. General bunu reddetme cesaretini gösterdi. Bunun üzerine silahının alınmasına ve tutuklanmasına karar verildi. Kollarını uzatmayı reddetti, askerler zor kullanmak konusunda kararsız kaldılar. Sonunda birkaç denizci, arabaya atlayıp generalleri kendi donanmalarının kışlasına götürmek zorunda kaldı. Orada derhal silahsızlandırıldılar, sans phrases,[1] ve göz altına alındılar. Ama daha sonra serbest bırakıldılar. Askerler bandolarla kışlalarından çıkıp yürüyüşe geçtiler. Denizciler de, katı bir yürüyüş düzeni içinde, kendi kışlalarından çıktılar. İşçi yığınları zaten meydanda bekliyordu. Ne andı! Karşılaşma çok coşkuluydu. El sıkışmalar, kucaklaşmalar. Kardeşçe selamlaşmalar ve birbirlerini sonuna kadar destekleyeceklerine dair ciddi sözlerle dolu bir hava hakimdi. Saflar yeniden oluşturulduktan sonra, kafile, şehrin sağ tarafından Belestok alayı kışlasına doğru yola çıktı. Askerler ve denizciler St.George’nun bayraklarını taşıyorlardı, işçiler ise sosyal demokrat partinin. Yarı-resmi ajans şöyle rapor ediyor: “Göstericiler, ibret verici bir düzen içinde şehre doğru yürüyorlardı, kafilenin başında bir bando ve kızıl bayraklar vardı.” Yol, makineli tüfeklerin olduğu İstoriçevski Bulvarı boyunca uzanıyordu. Denizciler, makineli tüfeklerin kaldırılması için makineli tüfekçiler bölüğüne başvurdular. Onlar da bunu yaptılar. (Bununla birlikte, makineli tüfekler daha sonra tekrar ortaya çıktı.) Ajans raporlarına göre, “Belostok alayının silahlı bölükleri, subayların önünde silahları teslim ettiler ve göstericilerin geçmelerine izin verdiler.” Belostok alayı kışlasının dışında, muhteşem bir miting düzenlendi. Bununla birlikte başarı tam değildi; askerler bocalıyordu; bazıları denizcilerle dayanışma içinde olduklarını ifade ediyorlar, diğerleri sadece ateş etmeyeceklerine dair söz veriyorlardı. Sonunda subaylar Belostok alayını kışlanın dışına çıkartmayı gerçekten başardılar. Kafile akşama kadar donanma kışlasına dönmedi. Bu sırada Potemkin’de sosyal demokratların bayrağı dalgalanıyordu. Rostislav arka tarafı işaret etti: “Sizi görüyorum.” Diğer savaş gemileri yanıt vermeyi başaramadı. Denizciler arasındaki gerici unsurlar, devrimci bayrağın St.Andrew’in flaması üzerine yerleştirilmiş olmasını protesto ettiler. Kızıl bayrak indirilmek zorundaydı. Durum hâlâ belirsizdi. Ama artık geri dönüş de yoktu. Yedi savaş gemisi de dahil, farklı birliklerden gelen denizci ve asker temsilcilerden ve denizciler tarafından davet edilen sosyal demokrat örgüt temsilcilerinden oluşturulan bir komisyon, donanma kışlasının bürolarında sürekli toplantı halindeydi. Daimi başkanlığa bir sosyal demokrat seçilmişti. Bütün bilgiler burada toplanıyor ve tüm kararları burası veriyordu. Denizcilerin ve askerlerin özel talepleri de burada formüle ediliyor ve genel politik taleplerle birleştiriliyordu. Geniş yığınlar için ilk sırayı bu özel talepler tutuyordu. Cephane sıkıntısı komisyon başkanını kaygılandırıyordu; tüfek sayısı yeterliydi ama fişek çok kıttı. “Askeri konularda çok tecrübeli bir önderin eksikliği şiddetle ortadaydı” diye yazıyor olaylarda aktif olarak yer almış biri. Temsilciler komisyonu, donanma birliklerinin subayları silahsızlandırıp, kışla ve gemilerden uzaklaştırmaları konusunda ivedilikle ısrar ediyordu. Bu zorunlu bir önlemdi. Brest alayının kışlada kalan subaylarının, askerler üstünde çok yıkıcı bir etkisi vardı. Bunlar, denizciler, “özgür adamlar” ve “Yahudiler” aleyhine aktif propaganda yapıyorlardı ve alkol istihkakına gereğinden fazla ödenek ayırıyorlardı. Gece olduğunda, bu subayların emrindeki askerler, kampın ana kapısından değil, duvarındaki bir delikten utanç verici bir şekilde kaçtılar. Ertesi sabah yine kışlaya döndüler, ancak bundan sonra mücadelede aktif rol almadılar. Brest alayının kararsızlığı, denizcileri ruh halini etkilemeye başlamıştı. Ama ertesi gün, başarı güneş misali geri döndü: istihkâm erleri ayaklanmaya katılmışlardı. Yürüyüş düzeni içinde ve elde silah, donanma kışlasına geldiler. Heyecanla karşılanarak kışlaya alındılar. Ruh hali yine düzelmişti. Dört bir yandan heyetler geliyordu: kale topçuları, Belostok alayı ve sınır muhafızları, ateş etmeyeceklerine dair söz verdiler. Yetkililer artık yerel alaylara güvenmiyordu, komşu şehirlerden askeri birlikler getirmeye başladılar: Simferopol, Odesa, Feodosia. Bu yeni gelenler arasında, etkin ve başarılı bir devrimci ajitasyon yürütülüyordu. Komisyon, donanma gemileriyle haberleşirken pek çok zorlukla karşılaşıyordu, özellikle de denizciler mesajları okumayı beceremedikleri için. Öyle olsa bile, Oçakov kruvazöründen, Potemkin zırhlısından, Volni ve Zavetni torpido gemilerinden ve daha sonra diğer birçok torpido gemisinden, tam dayanışma güvencesi alındı. Diğer gemiler tereddütlüydüler ve sırası geldiğinde ateş etmeyeceklerine dair söz verdiler yalnızca. Ayın on üçünde, bir donanma subayı, bir telgrafla kışlaya geldi: Çar isyancıların 24 saat içinde silah bırakmalarını istiyordu. Subayla dalga geçildi ve kapı dışarı edildi. Denizciler şehri olası bir pogroma karşı korumak için devriyeler oluşturdular. Bu önlem derhal halkın içini rahatlattı ve onların sempatisini kazandı. Sarhoşluğu önlemek için içki dükkânlarına bizzat denizciler muhafızlık yaptı. Ayaklanma boyunca şehirde örnek bir düzen hüküm sürdü. On üç Kasım akşamı, karar anıydı: temsilciler komisyonu, Ekim mitingleri sürecinde büyük popülerlik kazanmış olan emekli donanma subayı Teğmen Schmidt’i, operasyonların askeri komutasını ele almaya davet etti. O da bu daveti cesurca kabul etti ve o günden sonra hareketin başında kaldı. Ertesi akşam Schmidt, Oçakov kruvazöründeki karargâhta kalmaya başlamıştı ve sonuna kadar da orada kalacaktı. Oçakov’a amiral sancağı çektirdi ve bütün filoyu ayaklanmaya katma umuduyla dışarıya şu mesajı gönderdi: “Filoya ben komuta ediyorum, Schmidt”. Daha sonra, “Potemkin’in adamları”nı serbest bırakmak için kruvazörü ile Prout’a doğru denize açıldı. Hiçbir direnç gösterilmedi. Oçakov tutukluları bordaya çıkardı ve bütün filonun etrafında onlarla birlikte dolaştı. Her gemiden “Hurra” çığlıkları yükseliyordu. Potemkin ve Rostislav savaş gemileri de dahil olmak üzere bazı gemiler kızıl bayrak çektiler; fakat bayrak sadece birkaç dakika asılı kaldı. Ayaklanmanın önderliğini ele geçiren Schmidt, eylem planını şu bildiriyle açıkladı: Sivastopol Belediye Başkanına. Bugün İmparator Çara şu telgrafı çektim: “Şanlı Karadeniz Filosu, halka sadık kalarak, sizi, efendim, acilen bir Kurucu Meclis toplamaya çağırmakta ve bakanlarınıza itaat etmeye son vermektedir. Yurttaş Schmidt Filo Komutanı.” Petersburg’dan telgrafla ayaklanmayı bastırma emri geldi. Çuhnin’in yerine, kısa süre içinde o uğursuz ününü elde edecek olan cellât Meller Zakomelski geçti. Şehirde ve kalede sıkı yönetim ilân edildi ve bütün sokaklar askeri birliklerce işgal edildi. Karar anı gelmişti. İsyancılar, askeri birliklerin ateş etmeyi reddeceklerini ve filonun geri kalan gemilerinin de onlara katılacağını hesap ediyorlardı. Gerçekten de birçok gemide subaylar tutuklanıp Oçakov’da Schmidt’in emrine verildiler; en çok bu önlemin sancak kruvazörünü düşman ateşinden koruyacağı umuluyordu. Karadaki geniş bir kalabalık, filonun harekete katıldığını ilân edecek top atışını bekliyordu. Fakat bu umut gerçekleşmedi. “Yatıştırıcılar” Oçakov’un filo etrafında ikinci bir tur atmasına izin vermediler; ateş açtılar. Kalabalık, ilk salvoyu, bekledikleri top atışı sandı, fakat sonra ne olduğunu anladı ve dehşet içinde limandan kaçtı. Her taraftan ateş açılmaya başlanmıştı: gemilerden, kale ve sahra topçularından, İstoriçeski Bulvarındaki makineli tüfeklerden. İlk toplardan biri Oçakov’un elektrik motorunu harap etti. Daha altıncı ateşte Oçakov sessizliğe gömülüp teslim bayrağı çekmek zorunda kalmıştı. Buna rağmen, kruvazöre açılan ateş bordada yangın çıkana kadar sürdü. Potemkin’in akıbeti daha da kötüydü. Burada topçular ateşleme iğnesi ve ateşleyicileri yerleştirmeye vakit bulamadılar ve bu yüzden ateşe maruz kaldıklarında tümüyle aciz kaldılar. Potemkin tek bir atış yapamadan teslim bayrağını çekti. Denizcilerin kıyı birimi, çok uzun bir süre dayandı ve ancak tek bir fişeği kalmadığında teslim oldu. Kızıl bayrak, isyancı kışlada sonuna kadar dalgalandı. Nihayet sabah 6:00 sularında, kışla hükümet birlikleri tarafından işgal edildi. Ateşin yol açtığı ilk korku geçtiğinde, kalabalığın bir kısmı limana geri döndü. “Gözümüzün önündeki manzara gerçekten korkunçtu” diye yazar daha önce alıntıladığımız, ayaklanmaya katılan biri. “Pek çok torpido gemisi ve yelkenli, açılan çapraz top ateşiyle derhal batırıldı. Ardından Oçakov’da alevler görünmeye başladı. Denizciler yaşamak için yüzmeyi deniyorlar ve yardım istiyorlardı. Suyun içinde vurulup öldürüldüler. Onları kurtarmaya giden botlara da ateş açıldı. Kıyıya yüzmeyi başaran denizciler, orada bulunan birlikler tarafından hemen öldürüldüler. Yalnızca onlardan yana bir kalabalığın bulunduğu karaya yüzebilenler kurtarıldılar.” Schmidt sıradan bir denizci kıyafetiyle kaçmaya teşebbüs etti, fakat yakalandı. “Yatıştırma” cellâtlarının kanlı mesaisi sabah 3:00’da bitmişti. Artık kendilerini “adalet”in cellâtlarına dönüştürmeleri gerekiyordu. Galipler şöyle bildiriyordu: “2.000 den fazla kişi yakalanıp tutuklandı … devrimciler tarafından tutuklanmış 19 subay ve sivil serbest bırakıldı, 12 makineli tüfeğe ilâveten 4 bayrak, para kasası ve büyük miktarda devlet malı fişek, silah ve malzeme ele geçirildi.” Amiral Çuhnin Tsarskoye Selo’ya[2] şu telgrafı gönderiyordu: “Askeri fırtına dindi, ama devrim fırtınası değil.” Kronştad ayaklanmasıyla kıyaslandığında ne kadar ileri bir adım! Orada vahşi taşkınlıklarla son bulan kendiliğinden bir patlama vardı. Burada ise, plan uyarınca gelişen ve bilinçli olarak düzen ve eylem birliğini sağlamaya çalışan bir ayaklanma. Sosyal demokrat gazete Naçalo, Sivastopol olaylarının doruğunda şöyle yazıyordu: “Başkaldıran şehirde serseriler ya da yağmacılar hakkında hiçbir şey duyulmadı ve basit bir nedenden dolayı sıradan hırsızlık olaylarının sayısı normalden daha azdı, çünkü ordu ve donanma üniforması içinde devlet mülkünü zimmetlerine geçirenler bu talihli yeri terk etmişlerdi.… Yurttaşlar, silahlı bir halka dayanan demokrasinin ne olduğunu bilmek ister misiniz? Sivastopol’a bakın. Yetkililerin ancak seçilmiş ve güvenilir kişilerden oluştuğu cumhuriyetçi Sivastopol’a bakın.” Ve yine de bu devrimci Sivastopol, sadece 4-5 gün dayandı ve askeri kuvvet yedeği tümüyle tükenmeden uzun süre önce teslim oldu. Stratejik hatalar mı? Önderlerin kararsızlığı mı? Ne ilki, ne de ikincisi inkâr edilebilir. Ama nihai sonuç daha derin nedenlerden kaynaklanmaktaydı. Ayaklanmaya denizciler önderlik ediyordu. Faaliyetlerinin doğası, denizcilerden büyük ölçüde bağımsızlık ve beceriklilik ister, onları kara askerlerinden daha özgüvenli kılar. Sıradan denizciler ile donanma subaylarının kapalı üst sınıf kastı arasındaki karşıtlık, subayların yarısının halk tabakasından geldiği ordudakinden daha derindi. En son, Rus-Japon savaşı utancı, donanmanın bunda taşıdığı sorumluluk, denizcilerin, açgözlü ve ödlek kaptan ve amirallere duyduğu son saygı kırıntılarını da yok etmişti. Gördüğümüz gibi, denizcilere katılmakta en kararlı olanlar istihkâm erleriydi; bunlar silahlandılar ve donanma kışlasına yerleştiler. Aynı durum ordumuzdaki bütün devrimci hareketlerde gözlenebilir: en devrimci olanlar, istihkâm erleri, makinistler, topçular, kısaca, piyade sınıfının kara cahilleri değil, vasıflı, hayli okumuş, teknik eğitimli askerlerdir. Entelektüel düzeydeki bu farklılaşmaya toplumsal bir köken tekabül etmektedir: piyade erlerinin büyük bir çoğunluğu genç köylülerdir, makinistler ve topçular ise başlıca sanayi işçileri arasından askere alınmaktadır. Ayaklanma günleri boyunca, Brest ve Belostok alaylarının kararsızlık sergilediğini gördük. Bütün subayları uzaklaştırmaya karar verdiler. Önce denizcilere katıldılar, sonra terk ettiler. Ateş etmeyeceklerine söz verdiler, ve sonra, en sonunda tümüyle üstlerine boyun eğip, utanmazca donanma kışlasına ateş etmeye razı oldular. Daha sonra aynı devrimci kararsızlığı köylü kökenli piyadelerde gözledik, hem Sibirya Demiryolunda, hem de Sveaborg Kalesi’nde. Ancak teknik eğitimli, yani proleter unsurların esas devrimci rolü oynadıkları yer sadece ordu değildi. Donanmada da aynı şey oldu. Denizcilerin “isyanlar”ını yönetenler kimdi? Kızıl bayrağı savaş gemisine kim çekti? Teknisyenler, makineciler. Mürettebatın küçük bir azınlığını oluşturan denizci üniformaları içindeki bu sanayi işçileri, yine de mürettebata egemen oldular, çünkü makine, savaş gemisinin kalbi onların kontrolündeydi. Ordu güçleri içindeki proleter azınlık ile köylü çoğunluk arasındaki sürtüşme, bütün askeri ayaklanmalarımızın temel bir özelliğidir ve onları felce uğratıp, güçten düşürür. İşçiler sınıfsal avantajlarını beraberlerinde kışlaya taşırlar: zekâ, teknik eğitim, kararlılık, birlikte hareket edebilme yeteneği. Köylüler ezici sayısal güçlerini katarlar. Ordu, genel askere alma yoluyla, mujiğin üretici eşgüdümden yoksunluğunun mekanik bir tarzda üstesinden gelir ve onun başlıca politik hatası olan pasifliği, yeri doldurulmaz bir erdeme dönüştürülür. Köylü alayları acil ihtiyaçları temelinde devrimci harekete çekildiklerinde bile, her zaman bekle ve gör taktiklerini benimsemeye eğilimlidirler, düşmanın ilk kararlı saldırısında “isyancıları” yüzüstü bırakırlar ve kendilerinin bir kez daha disiplin boyunduruğu altına alınmalarına bizzat izin verirler. Bundan, saldırının askeri ayaklanmalar için tek uygun yöntem olduğu sonucu çıkar: tereddüt ve düzensizliğe yol açabilecek hiçbir duraksama olmaksızın saldırı. Ama bundan, devrimci saldırı taktiklerinin karşılaştığı en büyük engelin, mujik askerlerin gerilikleri ve güvenilmez pasiflikleri olduğu sonucu da çıkar. Bu çelişki, kısa bir süre sonra, Rus devriminin birinci bölümünü kapatan Aralık ayaklanmasının bastırılmasında kendisini tüm gücüyle açığa vuracaktı.
Kurnaz muhafazakâr de Tocqueville, “kötü bir yönetim için en tehlikeli an genellikle değişimin başladığı andır” diye yazar. Olaylar Kont Witte’ye bu gerçeği her geçen gün daha kesin bir şekilde kanıtlıyordu. Devrim azimle ve acımasızca ona karşıydı. Liberal muhalefet onu açıktan desteklemeye cesaret edemiyordu. Saray kamarillası ona karşıydı. Hükümet aygıtı ellerinde parçalanıyordu. Ve nihayet o, olaylardan hiçbir şey anlamayarak, herhangi bir plandan yoksun olarak, bir eylem program yerine entrikaya güvenerek kendi kendisinin düşmanıydı. Witte gereksiz yere telaşlanıp huzursuzlanırken, devrim ve gericilik amansızca birbirine karşı harekete geçiyordu. Kont Witte’nin talimatı üzerine 1905 Kasımında “Trepov’un adamları”na karşı yazılan gizli bir raporda şunları okuyoruz: … Polis Departmanına ait dosyalardan alınanlar da dahil tüm olgular, bildirgeyi takip eden günlerde halk tarafından hükümete yöneltilen ciddi ithamların önemli bir bölümünün sağlam temellere dayandığını açıkça göstermektedir. Bazı yüksek düzeyli devlet görevlileri tarafından “aşırı unsurlara karşı örgütlü direniş” göstermek için partiler oluşturuldu; diğer gösteriler dağıtılırken hükümet tarafından yurtsever gösteriler örgütlendi; barışçı göstericilere ateş açıldı, insanlar dövüldü ve polisin ve askeri birliklerin gözü önünde bir taşra kırsal meclisinin büroları yakıldı; kendilerini onlara karşı savunmaya çalışan insanlara yaylım ateşleri açılırken pogromculara dokunulmadı; büyük bir şehirde devlet gücünün en yüksek temsilcisi tarafından onaylanan resmi bildiriler aracılığıyla, kitleler bilinçli ya da bilinçsiz olarak (?) şiddete teşvik edildiler ve bunu takiben karışıklıklar çıktığında bunları bastırmak için hiçbir önlem alınmadı. Tüm bu olaylar, Rusya’nın büyük ölçüde birbirinden ayrılmış bölgelerinde üç dört gün içerisinde gerçekleşti ve 17 Ekim bildirgesine başlangıçta gösterdiği coşkulu hoşnutluğu tamamen terk etmiş olan halk arasında bir infial fırtınasını kışkırttı. Halk, ansızın ve eşzamanlı olarak tüm Rusya’ya yayılan bu pogromların provokasyon olduğuna ve çok güçlü bir el tarafından yönlendirildiğine kesin bir biçimde kanaat getirdi. Ve ne yazık ki, halkın buna inanmak için çok geçerli nedenleri vardı. Kurlandia genel valisi yirmi bin kişilik bir mitingle sıkıyönetimin kaldırılması talebini destekleyen ve “sıkıyönetimin yeni koşullarla uyumlu olmadığı” görüşünü ifade eden bir telgraf gönderdiği zaman, Tperov kendinden emin bir şekilde şu telgraf metnini gönderdi: “20 Ekimdeki telgrafınıza dair. Sıkıyönetimin yeni duruma uymadığını belirten kararınıza katılmıyorum.” Witte, astının sıkıyönetimin 17 Ekim bildirgesine hiçbir şekilde ters düşmediği şeklindeki hayasızca ifadesini sessizce kabul etti ve hatta bir işçi heyetini “Trepov’un söylendiği gibi bir canavar olmadığı”na ikna etmeye çalıştı. Trepov’un, genel infialin basıncı altında görevinden çekilmek zorunda kaldığı doğrudur. Ama İçişleri Bakanı olarak yerine geçen Durnovo, ondan daha iyi değildi. Üstelik saray komutanlığına atanan Trepov, olayların gidişatı üzerindeki tüm etkisini koruyordu. Taşra bürokrasisi, ona Witte’ye olduğundan çok daha fazla bağlıydı. Aynı Kasım raporu, “aşırı partiler güç kazandılar, çünkü tüm hükümet eylemlerini sert bir şekilde eleştirirken haklı olduklarını çoğunlukla kanıtladılar. Kitleler bildirgenin yayımlanmasından hemen sonra, hükümetin bildirgede altı çizilen yeni yolu izlemeye cidden karar verdiğini ve gerçekten bu yolu izlediğini görmüş olsalardı, bu partiler prestijlerinin büyük bölümünü kaybederlerdi. Ne yazık ki tam tersi oldu ve aşırı partiler, hükümetin verdiği sözlerin kıymetini sadece kendilerinin doğru bir biçimde değerlendirdikleri olgusuyla övünme şansına –önemi hiç de gözardı edilemeyecek– sahip oldular” diyordu. Raporun gösterdiği gibi, Witte bunu Kasımda anlamaya başladı. Ama bu anlayışını pratikte uygulama olanağından yoksun bırakıldı. Çara onun talimatlarıyla yazılan rapor, ölü bir mektup olarak kaldı.[1] Ümitsizce çabalayan Witte, bundan böyle sadece karşı-devrim tarafına çekildi. Liberal muhalefetin hükümete karşı tutumunu belirlemek için, 6 Kasımda Moskova’da bir zemtsi kongresi toplandı. Kongrenin bocalayan bir ruh hali vardı, ama su götürmez bir biçimde sağa meyilliydi. Evet, bazı radikal sesler duyuluyordu. “Bürokrasi yaratıcı eylem yeteneğinden yoksundur, o yalnızca yıkmaya yeteneklidir”; yaratıcı güç “17 Ekim bildirgesine yol açan muazzam işçi hareketi” içinde aranmalıdır; “bize lütuf olarak bahşedilmiş bir anayasa istemiyoruz, onu yalnızca Rus halkının ellerinden kabul edeceğiz” deniliyordu. Sahte klasik tarza dayanılmaz bir düşkünlüğü olan Rodiçev haykırıyordu: “Ya doğrudan genel oy hakkı olacak ya da Duma olmayacak!” Fakat aynı kongrede şunlar da ifade ediliyordu: “Toprak işgalleri ve grevler korku yaratıyor; sermayenin yüreği ağzında ve paralarını bankalardan çekip yurtdışına giden mülk sahiplerinin de öyle.” İhtiyatlı toprak sahipleri soruyordu: “Tarımsal karışıklıklarla savaşmanın bir aracı olarak satraplıklar[2] kurumu küçümsendi, ama onlarla savaşmanın daha anayasal bir aracını kim önerebilir?” “Mücadeleyi daha şiddetli hale getirmektense hiçbir maddeyi kabul etmemek daha iyidir.” “Bir mola çağrısı yapma zamanı geldi” diye haykırıyordu politik arenaya ilk kez burada çıkan Guçkov, “hepimizi yok edecek bir ateşe benzin döküyoruz yalnızca.” Sivastopol filosundaki ayaklanmanın ilk haberleri, zemtsinin muhalif cesaretini geçilmesi imkânsız bir sınava tâbi tutuyordu. “Burada olan şey” diyordu zemstvo liberalizminin Nestor’u[3] Petrunkeviç, “bir devrim değil, anarşi.” Sivastopol olaylarının doğrudan etkisi altında, Witte’nin bakanlığıyla derhal anlaşma seçeneği üstün geldi. Milyukov kongreyi atılabilecek her tavizkâr adımdan alıkoyma girişiminde bulundu. “Sivastopol’daki ayaklanma son buluyor, isyancıların başları tutuklandı, herhangi bir korkuya kapılmak yersiz” diyerek zemtsiyi rahatlatıyordu. Boşuna! Kongre, muhalif-demokratik cümlelerle ifade edilmiş bir şartlı güven kararıyla birlikte bir heyeti Witte’ye göndermeye karar verdi. Bu arada Bakanlar Kurulu, liberal sağ kanattan birçok “halktan sima”nın da katılımıyla, Devlet Duması seçim sistemini tartışıyordu. Bu sözde “halktan simalar” genel oy hakkını müessif bir zorunluluk olarak savundular. Witte Buligin’in muhteşem sistemini aşamalı olarak mükemmelleştirmenin faydalarını kanıtlamaya çalıştı. Hiçbir sonuca ulaşılamadı ve Bakanlar Kurulu 21 Kasımdan itibaren “halktan simalar”ın yardımı olmaksızın devam etti. 22 Kasımda Petrunkeviç, Muromtsev ve Kokoşkin’den oluşan zemtsi heyeti, zemstvo kararını Kont Witte’ye verdi ve yedinci günün sonunda hiçbir yanıt alamadan mahcup bir şekilde Moskova’ya geri döndü. Hemen onların ardından, Kont’un yüksek rütbeli bürokratik kibir dolu bir ağızla ifade edilen yanıtı geldi. Yanıta göre, Bakanlar Kurulu’nun görevi, ilk olarak ve öncelikle İmparator Majestelerinin isteklerini yerine getirmekti; 17 Ekim bildirgesinin sınırlarının ötesine geçen herşey bir kenara atılmalıydı; genel kargaşa bildirgenin kısıtlayıcı maddelerinin terk edilmesini olanaksız kılıyordu; hükümeti desteklemeye isteksiz olan toplumsal gruplara gelince, hükümetin tek ilgilendiği şey bu grupların kendi davranışlarının sonuçlarının farkına varmasıydı. Pısırıklığı yüzünden zemstvolardaki ve eyalet dumalarındaki sol kanadın gerçek havasına şüphesiz hâlâ uzak duran zemstvo kongresini dengelemek üzere, Tula eyalet zemstvosundan bir heyet 24 Kasımda Tsarskoye Selo’ya gitti. Heyetin başı olan Kont Bobrinski, Bizans köleliğinin eşsiz bir örneğini oluşturan konuşmasında, başka şeylerin yanı sıra şunları söylüyordu: “Biz fazla hak istemiyoruz, çünkü bizim menfaatimiz Çarın iktidarının büyük ve etkili olmasını gerektirir … Efendim, insanların ihtiyaçları hakkındaki hakikati, gürültülü bir şekilde yükselen tekil seslerden değil, yalnızca kanunen sizin tarafınızdan toplanan Devlet Dumasından öğrenebilirsiniz. Onu toplamakta gecikmemeniz için size yalvarıyoruz. Millet zaten 6 Ağustosta seçimlerin yapılmasına yönelik fermanı bağrına bastı…” Olaylar, mülk sahibi sınıfları düzen kampına itmek için adeta elbirliği yapıyor gibiydi. Kasım ortalarında kendiliğinden ve beklenmedik şekilde bir posta ve telgraf grevi patlak verdi. Bu, Durnovo tarafından yayınlanan ve memurlara sendika kurmayı yasaklayan bir genelgeye, uyanan posta idaresi kölelerinin yanıtıydı. Posta ve telgraf sendikası, Kont Witte’ye Durnovo’nun genelgesinin geri çekilmesini ve birliğe üye oldukları için işten atılan memurların geri alınmasını isteyen bir ültimatom yolladı. 15 Kasımda Moskova’da toplanan 73 sendika temsilcisinin katıldığı bir kongre, aşağıdaki telgrafın tüm hatlardan gönderilmesine oybirliğiyle karar verdi: “Witte’den hiçbir yanıt gelmedi. Grev.” Tansiyon o kadar yüksekti ki, grev Sibirya’da ültimatomda belirtilen süre dolmadan önce başlamıştı. Geniş ilerici memur çevreleri tarafından alkışlarla karşılanan grev, ertesi gün Rusya’nın tamamına yayılmıştı. Witte dirayetle değişik heyetlere, hükümetin olayların bu boyuta geleceğini “ummadığını” açıkladı. Posta haberleşmesindeki kesilmeden dolayı “kültür”e gelecek zarardan kaygılanan liberaller, çatık kaşlarla “Almanya ve Fransa’daki mesleki birliklerin özgürlük sınırlarını” araştırmaya başladılar. Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti bir an bile tereddüt etmedi. Her ne kadar posta ve telgraf grevi Sovyetin inisiyatifinde patlak vermese de, Petersburg’da onun aktif desteğiyle sürdü. Sovyetin kasasından grevcilere toplam 2.000 ruble verildi. Yürütme Komitesi bunların toplantılarına konuşmacılar gönderdi, duyurularını yayınladı, grev gözcüleri örgütledi. Bu taktilerin “kültür” üzerindeki etkisine değer biçmek zordu; ancak posta memurlarının proletaryaya sempati duymasını sağladığına da hiç şüphe yoktu. Posta ve telgraf kongresi, grevin hemen başında Sovyete beş temsilci gönderdi. Posta haberleşmesindeki kesinti, kültüre olmasa da, ticarete kesinlikle büyük zarar verdi. Tüccarlar ve borsa simsarları kâh posta memurlarına greve son vermeleri için yalvararak, kâh grevcilere karşı etkin önlemler alınmasını isteyerek, grev komitesiyle bakanlık arasında mekik dokudular. Kapitalist sınıflar, ceplerine yönelik her yeni tehdidin bir sonucu olarak, her geçen gün daha da gericileştiler. Tsarskoye Selo’nun komplocularının gerici küstahlığı da sürekli artıyordu. Eğer gericiliğin saldırısını herşeye rağmen önleyen bir şey varsa, bu yalnızca devrimin kaçınılmaz yanıtının yarattığı korkuydu. Orta Asya’daki Kuşka kalesinde bir askeri mahkemenin bazı demiryolu memurları hakkında verdiği bir hükümle bağlantılı olarak ortaya çıkan olay, bunu canlı olarak gösteriyordu. Bu olay öylesine çarpıcıdır ki, buna kısaca değinmeden geçemeyiz. 23 Kasımda, posta ve telgraf grevinin doruğunda, Petersburg demiryolu merkezinin komitesi, Kuşka’dan, mühendis Sokolov ve diğer birkaç memurun, devrimci ajitasyon suçlamasıyla askeri mahkemede yargılandıklarını ve ölüme mahkûm edildiklerini, kararın ayın yirmi üçü gecesi infaz edileceğini bildiren bir telgraf mesajı aldılar. Greve rağmen tüm demiryolu merkezleri birbirleri ile birkaç saat içinde telgraf bağlantısı kurdu. Demiryolu ordusu hükümete acil bir ültimatom gönderilmesini istiyordu. Ve bir ültimatom gönderildi. Temsilciler Sovyeti Yürütme Komitesi ile uyum içinde hareket eden demiryolcular sendikası, bakanlığa, ölüm kararı eğer akşam 8:00’a kadar yürürlükten kaldırılmazsa tüm demiryolu trafiğinin durdurulacağı bildirdi. Yazarın, hükümetin yanıtı beklenirken bir eylem planının tasarlandığı Yürütme Komitesinin unutulmaz toplantısına ilişkin canlı bir anısı bulunuyor. Herkesin gözü saatteydi. Farklı demiryolu hatlarından temsilciler, ültimatomla birlikte giderek daha fazla hattın kendileriyle birlik olduklarını belirten telgraf mesajları gönderdiklerini rapor etmek için birbiri ardına sökün ediyorlardı. Şurası açık ki, eğer hükümet boyun eğmeseydi ümitsiz bir mücadele başlayacaktı. Ne oldu? Sekizi beş geçe –Çarlık hükümeti zevahiri kurtarmak için yalnızca üç yüz saniye oyalanmıştı– Haberleşme Bakanı, demiryolcular komitesini kararın infazının durdurulacağına dair acil telgrafla bilgilendirdi. Ertesi gün bakanlık, “kararın yürürlükten kaldırılması doğrultusunda bir “rica” (?) aldığını, buna böyle bir adımın atılmaması durumunda bir grev ilân etme “niyeti” (!) ifadesinin de eşlik ettiğini söyleyerek, bir hükümet bildirisiyle bu tavizi bizzat duyurdu. Hükümet yerel askeri yetkililerden, “belki de devlet telgrafının grevde olması yüzünden” herhangi bir rapor almadı. Tüm olaylarda Savaş Bakanı, “bu telgraf mesajlarını alır almaz, eğer hüküm verilmişse, davaya ilişkin gerçekler aydınlatılıncaya kadar infazın derhal ertelenmesi” şeklinde emirler göndermişti. Resmi bildiri, grevdeki telgrafın devlet kurumlarına kapalı olmasından dolayı, Savaş Bakanının emirlerini demiryolcular sendikası aracılığıyla göndermek zorunda kaldığından söz etmiyordu. Bu güzel zafer, yine de devrimin sonuydu. Bundan sonra yalnızca bozgunlara uğradı. Öncelikle devrimin örgütleri birbiri ardına gelen saldırılar altındaydı. Acımasız bir saldırının hazırlandığı açığa çıktı. 14 Kasım gibi erken bir tarihte, köylü birliğinin memurları, arttırılmış güvenlik önlemlerini başlatan bir hükümet kararına dayanarak Moskova’da tutuklandı. Aşağı yukarı aynı zamanda, Tsarskoye Selo’da, Petersburg Sovyeti başkanının tutuklanması kararlaştırıldı. Fakat yönetim bu kararın uygulanmasını erteledi. Yönetim yine de tümüyle emin görünmüyordu; zemini yoklamış ve tereddütte kalmıştı. Adalet Bakanı, Sovyetin gizli bir birlik olarak görülemeyeceğini, çünkü tamamen açık hareket ettiğini, toplantılarını bildirdiğini, toplantı tutanaklarının raporlarını gazetelerde yayınladığını ve hatta yönetimdekilerle bağlantı kurduğunu ileri sürerek Tsarskoye Selo planına karşı çıktı. Kaynakları sağlam basın, Bakanın bakış açısını özetleyerek şöyle yazıyordu: “Ne hükümetin ne de yönetimin, mevcut düzeni yıkmak için tezgâhlanan eylemleri durdurmak için hiçbir önlem almaması; yönetimin aslında, birçok durumda düzeni korumak için Sovyet toplantılarına devriyeler göndermesi; ve bizzat Petersburg şehir valisinin, kim olduğunu ve ne sıfatla ortaya çıktığını bilerek, Sovyet başkanı Hrustalev’i kabul etmesi; tüm bunlar İşçi Temsilcileri Sovyeti üyelerine, eylemlerini hükümet çevrelerinde izlenen politikalarla hiçbir şekilde çelişik görmeme ve dolayısıyla da suçlu sayılmama hakkını veriyor.” Bununla birlikte, sonunda Adalet Bakanı kendi yasal endişelerinin üstesinden gelme yollarını buldu ve 26 Kasımda Hrustalev Yürütme Komitesi binasında tutuklandı. Bu tutuklamanın önemine dair bir şey daha. Sovyetin 14 Ekimdeki ikinci toplantısında, daha sonra Hrustalev adıyla büyük popülarite kazanacak olan genç avukat Georgiy Nosar, sosyal demokrat örgütün temsilcisinin teklifi üzerine başkan seçildi. 26 Kasımdaki tutuklanışına kadar Sovyetin başkanı olarak kaldı ve Sovyetin pratik faaliyetlerinin tüm örgütsel ipleri onun elinde toplandı. Birkaç hafta içersinde, bir yandan ucuz radikal basın, diğer yandan gerici polis basını, Hrustalev’in kişiliği etrafında tarihsel bir efsane yarattılar. Tıpkı daha önce, 9 Ocak onlara nasıl Georgiy Gapon’un ilham veren düşüncesinin ve demagojik dehasının bir meyvesi gibi görünüyorsa, İşçi Temsilcileri Sovyeti de onlara işte öyle Georgiy Hrustalev-Nosar’ın heybetli ellerindeki bir kukla gibi geliyordu. İkinci olaydaki hata ilkinden çok daha bariz ve saçmaydı. Hrustalev’in başkan olarak yaptığı iş, özde Gapon’un maceracı etkinliklerinden ölçülemeyecek kadar zengin olmasına rağmen, Sovyet başkanının olayların gidişatına ve sonucuna yaptığı kişisel etki, Polis Departmanında asi papaza atfedilen etkiden karşılaştırılamayacak kadar azdı. Bu Hrustalev’in hatası değildir: devrimin erdemidir. Ocak ile Ekim arasında, devrim proletaryayı yoğun bir politik eğitime tâbi tuttu. “Kahraman” ve “kalabalık” kavramları işçi kitlelerin devrimci pratiğine uygulanamazdı artık. Önderlerin kişiliği örgüt içinde son buldu; ve aynı zamanda, birleşik kitle bizzat politik bir varlık oldu. Hrustalev, pratik yeteneği ve becerikliliğiyle, yalnızca vasat bir hatip olmasına rağmen enerjik ve mahir bir yönetici oluşuyla, politik bir geçmişi ya da net tanımlı bir politik çehresi olmayan, fevri karakteriyle, 1905 sonunda oynayacağı rol için biçilmiş kaftandı. İşçi kitleler, devrimci bir ruh hali içinde bulunmalarına ve güçlü bir sınıfsal sezgiye sahip olmalarına rağmen, genellikle belirli bir partiye bağlı değildiler. Sovyet hakkında söylediğimiz herşey Hrustalev’e uygulanabilir. Politik bir geçmişi olan tüm sosyalistler partiliydiler ve bir partilinin adaylığı, varlık kazandığı andan itibaren Sovyet içinde sürtüşme doğururdu. Üstelik Hrustalev’in politik bağımsızlığı, Sovyetin, proleter olmayan dünyayla, özellikle de hatırı sayılır bir maddi yardım aldığı entelijensiya örgütleriyle ilişkilerini kolaylaştırdı. Sosyal demokratlar, başkanlığı partili olmayan birine emanet ederek Sovyetin politik kontrolüne sahip olmayı umdular. Yanılmadılar. Yalnızca üç dört hafta sonra, başka şeylerin yanı sıra Hrustalev’in sosyal demokratlara (Menşevikler) katıldığını açıkça ilân etmesiyle, onların etkileri ve güçlerinin muazzam şekilde geliştiğine hükmedilebildi. Hükümet Hrustalev’i tutuklayarak ne başaracağını umuyordu? Başkanı ortadan kaldırarak örgütü yıkacağını mı düşünüyordu? Elbette bu çok aptalca gelebilir, hatta Durnovo için bile. Ama iş güdülere gelince kesin bir yanıt vermek zordur, belki de yalnızca, Tsarskoye Selo’da devrimin kaderini tartışmak için bir araya gelen ve hâlâ polisiye önleme başvurmaktan fazla bir şey yapamayan gerici komploculara kendi güdüleri bulanık geldiği için. Ne olursa olsun, başkanın o koşullar altında tutuklanması, Sovyet için muazzam bir önem kazanmıştı. Daha bir gün önce, taraflardan hiçbirinin geri çekilemeyeceği, nihai çarpışmanın kaçınılmaz olduğu ve bu çarpışmanın önünde aylar veya haftalar değil, yalnızca günler olduğundan şüphesi olan herkes için, bu tamamen berrak hale gelmişti.
Hrustalev’in tutuklanmasından sonra halk arenasını terk etmek Sovyetin yapamayacağı bir şeydi: işçi sınıfının özgürce seçilmiş parlamentosu, gücünü tümüyle faaliyetlerinin halktan yana niteliğine borçluydu. Bu örgütü dağıtmak, düşmana kasten fırsat vermek anlamına gelirdi. Geriye yalnızca bir çözüm kalıyordu: eskisi gibi aynı yolda mücadeleye devam etmek. 26 Kasımdaki Yürütme Komitesi toplantısında, sosyalist-devrimci partinin temsilcisi (“bizzat” Çernov), hükümetin her baskıcı önlemine Sovyetin terörist bir darbeyle karşılık vereceğini ifade eden bir deklarasyon yayınlamasını önerdi. Biz bu öneriye karşı çıktık. Askeri operasyonların başlamasından önceki kısa süre boyunca, Sovyet, diğer şehirlerle, köylü birliğiyle, demiryolcular birliğiyle, Posta ve Telgraf Sendikasıyla ve orduyla (Kasım ortalarında, bu amaçla biri Volga’ya, diğeri güneye iki temsilci gönderilmişti) mümkün olan en sıkı irtibatı kurmak zorundaydı; tek tek bakanlara yönelik terörist saldırılar Yürütme Komitesinin tüm enerji ve dikkatini kesinlikle dağıtırdı. Bunun yerine biz Sovyetin gelecek toplantısına şu çözümün sunulmasını önerdik: “26 Kasımda Çarlık Hükümeti, İşçi Temsilcileri Sovyeti başkanı yoldaş Hrustalev-Nosar’ı tutukladı. Sovyet geçici bir prezidyum seçiyor ve silahlı bir ayaklanma için hazırlıklara devam ediyor.” Prezidyuma aday olarak üç kişi seçildi: Yürütme Komitesi raportörü Yanovski (bu kitabın yazarı Sovyette bu adla faaliyet yürütüyordu), veznedar Vvedenski (Sverçkov) ve Obuhov fabrikasından bir işçi temsilcisi olan Zlydnev. Sovyet genel toplantısı ertesi gün 302 temsilcinin katılımıyla gerçekleşti ve her zaman olduğu gibi açık bir şekilde yapıldı. Hava çok elektrikliydi; Sovyetin birçok üyesi Bakanlığın gerilla baskınlarına derhal ve doğrudan bir yanıt istiyordu. Fakat kısa bir tartışmadan sonra toplantı Yürütme Komitesinin çözümünü oy birliğiyle kabul etti ve gizli oyla, önerilen adayları prezidyuma seçti. Toplantıya katılan köylü birliği Ana Komitesi başkanı, birliğin Kasım kongresinde alınan, hükümete asker vermeme, vergi ödememe, devlet bankaları ve yatırım bankalarındaki mevduatları çekme kararından söz etti. Yürütme Komitesi, 23 Kasımda zaten, “hükümetin eli kulağında iflâsını göz önünde tutarak”, işçileri ücretlerini yalnızca altın olarak almaya ve yatırım bankalarındaki mevduatlarını çekmeye çağıran bir önergeyi onaylamış olduğundan, bu mali boykot önlemlerini birleştirme ve Sovyet, köylü birliği ve sosyalist partiler adına bunları halka hitap eden bir bildirgeyle duyurma kararı alındı. Proletarya parlamentosunun bundan sonra genel toplantılar düzenlemesi mümkün olacak mıydı? Bu konuda hiçbir kesinlik olamazdı. Toplantıda, Sovyeti toplamak olanaksız olduğu taktirde, görevlerinin genişletilmiş Yürütme Kuruluna aktarılması kararlaştırıldı. Bu karar temelinde, 3 Aralıktaki tutuklamanın ardından Sovyetin tüm yetkileri ikinci Sovyet Yürütme Kurulunun eline geçti. Daha sonra toplantıya, Finlandiya taburlarındaki politik bilinçli askerlerden, Polonya Sosyalist Partisinden ve Tüm-Rusya Köylü Birliği’nden tebrikler yağdı. Devrimci köylülük adına gelen temsilci, en zorlu anlarda kardeşçe destek sözü verdi. Temsilcilerin ve konukların inanılmaz coşkusu ve gürleyen alkış sesleri arasında, köylü birliğinin temsilcisi ile Sovyet başkanı el sıkıştılar. Toplantı gece geç vakitte dağıldı. En son terk edenler, her zaman olduğu gibi, valinin emriyle toplantıya girişte muhafızlık eden görevli polis devriyeleriydi. Duruma dolaylı olarak ışık tutan en ilginç olay, aynı gece küçük rütbeli bir polis memurunun, aynı valinin talimatları doğrultusunda hareket ederek, başkanlığını Milyukov’un yaptığı yasal ve barışçıl bir burjuva seçmenler toplantısını engellemesiydi. Petersburg’daki birçok fabrika Sovyetin kararına katıldı. Bu, Moskova ve Samara Sovyetleri, demiryolcular sendikası, posta ve telgraf sendikası ve pek çok yerel örgüt tarafından alınan kararlarda da ortak bir yankı buldu. “Birlikler Konfederasyonu” Merkez Bürosu bile Sovyetin kararını destekledi ve kendilerini yakında gerçekleşecek bir politik greve ve “halkın özgürlüğünün düşmanlarıyla son silahlı çatışma”ya etkin bir şekilde hazırlamaları için “ülkenin hayati unsurlarına” bir çağrı yayınladı. Bununla birlikte, liberal ve radikal burjuvaların Ekimde proletaryaya karşı duydukları sempati artık soğuyordu. Durum daha da ağırlaşıyor ve kendi hareketsizliği tarafından engellenen liberalizm Sovyete karşı giderek hırçınlaşıyordu. Politikadan biraz anlayan sokaktaki adam, Sovyete karşı yarı-yardımsever, yarı-boyun eğen bir tutum içindeydi. Yolculuk yaparken bir demiryolu grevinin patlak vermesinden korktuysa, bilgi almak için Sovyet bürosuna uğrardı. Oraya, posta ve telgraf grevi sırasında telgraflarını gönderme umuduyla da gelirdi; ve eğer telgrafın yeterince önemli olduğuna karar verilirse, telgraf zamanında gönderilirdi. (Örneğin, Senatör B.’nin dul karısı, çeşitli bakanlıklara yaptığı birçok yararsız ziyaretten sonra, önemli bir ailesel sorunda bir telgraf göndermesini sağlamaları için en sonunda Sovyete başvurmuştur.) Sovyetin yazılı emirleri, kent halkını yasalara uymaktan muaf tutuyordu; örneğin, bir oymacı atölyesi, Sovyetten yazılı “izin” alınca, yasa dışı Posta ve Telgraf Sendikası için bir mühür yapmayı kabul etti. Kuzey Bankası, süresi geçmiş bir çek için Sovyete ödeme yaptı. Donanma bakanlığı matbaası greve gidip gitmeme konusunda Sovyetin talimatlarını istedi. Bireylere, memurlara ve bizzat hükümete karşı yardıma ihtiyacı olan her türden kişi ve örgüt, tehlike anında Sovyete başvuruyordu. Liftland eyaletinde sıkıyönetim ilân edildiğinde, Petersburg halkının Letonyalı kesimi, keyfi Çarlık egemenliğinin bu son örneğine “karşı koymak” için Sovyete başvurdu. 30 Kasımda sedye-taşıyıcıları birliği, Rus-Japon savaşına katılmaları için Kızıl Haç tarafından sahte vaatlerle kandırılmış ve daha sonra bu vaatler gerçekleştirilmeksizin evlerine geri gönderilmiş olan üyeleri adına Sovyete başvurdu; Sovyetin tutuklanması, bu konuda Kızıl Haç Merkez Müdürlüğü ile kurulan canlı bağlantıları sona erdirdi. Sovyet binaları dilekçe sahipleri ve davacılarla doluydu daima; bunların çoğu işçiler, ev hizmetçileri, tezgâhtarlar, köylüler, askerler ve denizcilerdi. Bazıları Sovyetin gücü ve yöntemlerine ilişkin tümüyle hayali bir düşünceye sahipti. Bunlardan biri, korkunç yoksulluktan yakınan ve Sovyete “Bir Numaraya (yani Çara) bir parça baskı yapmaları” için yalvaran, Rus-Türk savaşında bulunmuş, haçlarla ve nişanlarla donanmış kör bir eski askerdi. Başvurular ve dilekçeler ülkenin en ücra köşelerinden geliyordu. Kasım grevinin ardından, Polonya eyaletlerinden birindeki bir bölgenin sakinleri, Sovyete bir teşekkür telgrafı göndermişti. Poltava eyaletinden yaşlı bir Kazak, kendisini yirmi sekiz yıl boyunca kâtip olarak sömüren ve sonra hiçbir neden göstermeden işten kovan Prenses Repnin’in haksız muamelesinden yakınıyordu; yaşlı adam Sovyetten Prensesle kendi adına görüşmesini istiyordu. Bu tuhaf dilekçeyi taşıyan zarf yalnızca İşçi Hükümeti, Petersburg adresini taşıyordu, yine de devrimci posta servisi tarafından çabucak yerine ulaştırılmıştı. Minsk eyaletindeki bir kanal işçileri takımından özel bir temsilci Sovyete geldi; bir toprak sahibi takıma olan 3.000 rublelik borcunu hisse senetleri halinde ödemek istiyordu. Temsilci “ne yapmalıyız?” diye soruyordu, “biz hisse senetlerini almayı istemiştik, ama yine de korkuyoruz: hükümetinizin, biz işçilerin ücretlerini yalnızca altın ya da gümüş olarak almalarını istediğinize dair bir söylenti duyduk …” Durum araştırıldı ve toprak sahibinin hisse senetlerinin neredeyse hiçbir değer taşımadığı anlaşıldı. Sovyetten haberler, kırsal bölgelere ancak faaliyetinin sonuna doğru ulaşmaya başlamıştı ve köylülerin istekleri giderek sıklaşıyordu. Çernigov eyaletinden köylüler, yerel sosyalist örgütle temasa geçmek istiyorlardı; Mogilev eyaletinden köylüler, çeşitli köylerden gelen ve kent işçileriyle ve Sovyetle birlikte hareket etmeyi taahhüt eden “kararları” ileten haberciler gönderiyorlardı. Sovyetin önünde muazzam bir hareket alanı açılıyordu. Muazzam bir genişliği olan yeni politik toprak, her yerde devrimin sabanlarıyla sürülmeyi bekliyordu. Fakat zaman azdı. Gericilik, hararetle silahlarını hazırlıyordu ve saat be saat saldırı bekleniyordu. Yoğun günlük işler arasında, Yürütme Komitesi, Sovyetin 27 Kasım tarihli kararını yürürlüğe koymak için acele ediyordu. Askeri birliklere hitabeden bir bildiri yayınladı (Kasım Grevi’ne bakınız) ve devrimci partilerin temsilcileriyle yapılan ortak bir toplantıda, Parvus tarafından sunulan bir “mali” bildirge metni kabul edildi. Bildirge 2 Aralıkta dördü sosyalist, dördü de liberal olan sekiz Petersburg gazetesinde yayınlandı. İşte bu tarihi belgenin metni: “BİLDİRGE” Hükümet iflâsın eşiğinde. Ülkeyi harabeye çevirip cesetlerle doldurdu. Açlık ve ıstıraptan bitkin düşen köylüler vergileri ödeyemez durumda. Hükümet toprak sahiplerine halkın parasından krediler verdi. Şimdi, toprak sahiplerinin ipotekli mülkleriyle ne yapacağını bilemiyor. Fabrikalar ve tesisler durma noktasında. İşsizlik ve ticarette genel bir durgunluk var. Hükümet dış borçla elde ettiği sermayeyi, demiryolları, savaş gemileri ve kaleler inşa etmekte ve silah depolamakta kullandı. Artık dış kaynaklar tükendi ve devlet siparişlerinin sonu geldi. Kendilerini hazine harcamalarıyla zenginleştirmeye alışmış olan tüccar, satıcı, müteahhit, fabrika sahibi, yeni kârlar elde edemez duruma düşüp, bürolarını ve işyerlerini kapatıyor. İflâslar birbirini izliyor. Bankalar batıyor. Bütün ticari mübadele en alt düzeye düşürüldü. Hükümetin devrime karşı mücadelesi günlük kargaşalara neden oluyor. Artık hiç kimse yarının ne getireceğinden emin olamaz. Yabancı sermaye ülkeyi terk ediyor. “Saf Rus” sermayesi de yabancı bankalara kayıyor. Zenginler mülklerini satıyor ve güvenlik arayışı içinde yurt dışına gidiyorlar. Yırtıcı kuşlar ülkeyi terk ediyorlar ve halkın malını da beraberlerinde götürüyorlar. Uzun yıllar boyunca hükümet, tüm devlet gelirlerini orduya ve donanmaya harcadı. Okul sıkıntısı çekiliyor. Yollar ihmal edilmiş. Buna rağmen, askeri birliklerin yiyeceğini sağlamak için bile yeterli para yok. Savaş biraz da askeri ödeneklerin yetersiz oluşu nedeniyle yitirildi. Yoksul, aç birliklerin isyanları ülkenin her yerinde patlak veriyor. Demiryolları, hükümetin hatası yüzünden ekonomik sıkıntı içinde. Demiryolu ekonomisini düzeltmek için milyonlarca ruble gerekiyor. Hükümet, yatırım bankalarını soydu ve mevduatları, özel bankaları ve sınai girişimcileri –genellikle bütünüyle hayali olanları– desteklemek için dağıttı. Küçük yatırımcıların sermayesini, bu sermayenin günlük risklere maruz kaldığı menkul kıymetler borsasında oynamak için kullanıyor. Devlet bankasının altın rezervleri, hükümet borçlarının mevcut istihkaklarıyla ve ticari işlem talepleriyle karşılaştırıldığında ihmal edilebilir miktardadır. Eğer her ticari işlem için altın para talep edilirse, rezervler tükenecektir. Devletin mali durumunun hiçbir kontrolünün olmaması avantajını kullanan hükümet, ülkenin ödeme sınırlarını aşan borçlanmalar yaptı. Bu yeni borçlarla hükümet, ancak eski borçların faizini karşılıyor. Hükümet her yıl, her ikisini de gerçekte olduğundan daha az göstererek ve yıllık açık yerine fazla göstermek için hazineyi gelişigüzel soyarak, gelir-gider hesaplarını yanlış çıkarmaktadır. Resmi görevliler, zaten tamamen boşaltılmış olan hazineyi soymakta özgürdürler. Ancak Kurucu Meclis, otokrasinin kaldırılmasından sonra bu mali yıkımı durdurabilir. Kurucu Meclis, devletin mali durumu hakkında sıkı bir araştırma yapacak ve ayrıntılı, açık, tam ve doğrulanmış bir gelir-gider bilânçosu (bütçe) gerçekleştirecektir. Hükümetin mali iflâsını tüm dünyaya ifşa edecek olan halk kontrolü korkusu, onu halk temsilcileri meclisinin toplanmasını ertelemek zorunda bırakıyor. Hükümet, gözü doymak bilmez faaliyetlerini güvence altına almak için, halkı ölene kadar savaşmaya zorluyor. Yüz binlerce yurttaş bu savaşta can verdi ve yıkıma uğradı, haberleşme araçları, sanayi ve ticaret temellerinden harap edildi. Tek bir çıkış yolu var: hükümeti yıkmak, onu son gücünden yoksun bırakmak. Hükümeti son varoluş kaynağından, mali gelirden kesmek gerekli. Bu yalnızca ülkenin politik ve ekonomik kurtuluşu için değil, özellikle de devletin mali dengesini yeniden kurmak için gerekli. Bu yüzden şunları kararlaştırdık: Hazineye toprak kurtarma ödemelerini ve bütün diğer ödemeleri yapmayı reddetmek. Bütün ticari işlemlerde, ücretlerin ve aylıkların ödenmesinde altın, tutarı beş rubleden az olan durumlarda ise tam karşılığı olan nakit para (madeni para) talep etmek. Tüm meblağın altın olarak ödenmesini talep ederek, mevduatları yatırım ve devlet bankalarından çekmek. Otokrasi hiçbir zaman halkın güvenine sahip olmamış ve halktan asla hiçbir yetki almamıştır. Şu anda hükümet, kendi ülkesinin sınırları içinde sanki zapt ettiği topraklara hükmediyormuşçasına hareket ediyor. Bu yüzden biz, hükümet tüm halka karşı açıkça ve alenen bir savaş yürütürken, ona olan borçların geri ödenmesini kabul etmeme kararı aldık. İmza: İşçi Temsilcileri Sovyeti Tüm-Rusya Köylü Birliği Ana Komitesi Rus Sosyal demokrat İşçi Partisi Merkez Komitesi ve Örgütlenme Komitesi Sosyalist Devrimci Parti Merkez Komitesi Polonya Sosyalist Partisi Merkez Komitesi Söylemeye gerek yok ki, bu bildirge aslında Çarlığı ve onun mali durumunu yıkamazdı. Altı ay sonra, birinci Devlet Duması, halkı “barışçıl biçimde, İngiliz tarzında” vergi ödemeyi reddetmeye çağıran Vyborg bildirisi sayesinde böyle bir mucizenin gerçekleşeceğini umuyordu. Sovyetin mali bildirgesi, Aralık ayaklanmasının girişinden başka bir şey değildi. Bir grevle ve barikatlardaki mücadeleyle güçlendirilen Aralık ayaklanması ülke çapında güçlü bir yankı yarattı. Geçen üç yılın Aralık ayında yatırım bankalarındaki mevduatlar, ödemeleri 4 milyon ruble aşmıştı, 1905 Aralığında ise mevduatlar üzerindeki ödemeler fazlalığı 90 milyona eşitti: tek bir ay zarfında bildirge hükümet fonlarından 94 milyon ruble çekip almıştı! Ayaklanma Çarlık sürüleri tarafından bastırıldığında, yatırım bankalarındaki denge bir kez daha yeniden kurulmuştu. * * * Kasımın son on gününde, Kiev’de, ona bağlı idari bölgede ve kırsal karışıklıkların en önemli merkezleri olan Lifland, Çernigov, Saratov, Penza ve Simbirsk eyaletlerinde sıkıyönetim ilân edildi. “Geçici” baskı kararnamesinin uygulanmaya başladığı 24 Kasımda, eyalet valilerinin ve şehir valilerinin yetkileri iyice genişletildi. Ayın yirmi sekizinde, Baltık Toprakları “geçici” genel valiliği oluşturuldu. Yirmi dokuzunda, yerel satraplara, demiryolu ya da posta ve telgraf grevlerinde, merkezi yetkililere danışmaksızın eyaletlerinde olağanüstü yönetimi başlatma yetkisi verildi. 1 Aralıkta II. Nikola, korkan toprak sahipleri, rahipler ve şehirli pogromcuların alelacele oluşturulmuş, alacalı bulacalı heyetini huzuruna kabul etti. Bu heyet, devrimci canilerin ve aynı zamanda devrimi kışkırtan üst düzeydeki insanların acımasızca cezalandırılmasını istedi; Witte’yi ima eden bu sözle tatmin olmayan heyet şunları ekledi: “otokratik emirle, monarşik iradenizin mutlak bendelerini lütfen geri çağırın.” Nikola, bu rezil serf tacirleri ve para delisi haydutlar çetesini “sizi kesinlikle anlıyorum” diyerek yanıtladı, “önümde tüm kalpleriyle bana ve anavatana adanmış gerçek Rus evlâdını görüyorum.” Petersburg’dan gelen sinyal üzerine, taşra yönetimleri İmparator Çara, alt orta sınıftan ve köylülükten geldiği iddia olunan çok sayıda minnettarlık mesajı gönderdi. Anladığımız kadarıyla ilk büyük devlet yardımını o zaman almış olan “Rus Halkının Birliği” bir dizi miting düzenledi ve pogromcu-yurtsever yayınlar dağıttı. 2 Aralıkta, Sovyetin Mali Bildirgesini yayınlamış olan sekiz gazeteye el koyuldu ve yayınları durduruldu. Aynı gün, demiryolu ve posta, telgraf ve telefon servislerinde çalışanların grev yapmalarını ya da sendika oluşturmalarını, dört yıla kadar hapis cezası tehdidi altında yasadışı kılan, çok sert yeni kararnameler yayınlandı. Devrimci gazeteler, Voronej eyaleti valisinin, Durnovo tarafından yayınlanan gizli bir genelgeye dayanarak verdiği aşağıdaki emrini yayınladı: “Çok gizli. Hemen hükümet karşıtlarının ve tarım hareketinin tüm elebaşılarını belirleyin ve onları İçişleri Bakanlığının talimatları doğrultusunda ikinci bir emre kadar yerel cezaevlerinde hapsedin.” Hükümet ilk tehdit edici beyanatını yayınlamıştı. Aşırı partiler, diyordu, ülkenin ekonomik, toplumsal ve politik yapısının parçalanmasını amaçları olarak benimsemişlerdi; sosyal demokratlar ve sosyalist devrimciler aslında anarşisttiler: onlar hükümete savaş açtılar, muhaliflerini kötülediler, toplumun yeni rejimin nimetlerinden yararlanmasını önlediler: işçileri devrimin hammaddesine dönüştürmek için grevleri kışkırtılar. “İşçilerin kanının akıtılması (hükümet tarafından!), onların (devrimcilerin!) vicdan azabı duymalarına yetmiyordu.” Eğer sıradan önlemlerin bu olaylar karşısında hiçbir işe yaramadığı kanıtlanırsa, o zaman “tümüyle olağanüstü nitelikteki önlemlerin benimsenme zorunluluğu doğacaktı şüphesiz.” Ayrıcalıklıların ve korkakların kast çıkarları, bürokratların kinci kudurganlıkları, satılmışın uşaklığı, aptallaştırılanın kör düşmanlığı, tüm bunlar, tek bir iğrenç, kana susamış, rezil gericilik bloğu oluşturmak için bir araya geldiler. Tsarskoye Selo altın ödeneği çıkardı, Durnovo’nun bakanlığı gizli bir komplo örgütü kurdu, kiralık katiller bıçaklarını biliyordu. Bu arada, devrim karşı konulmaz bir şekilde büyüyordu. Devrimin ana ordusuna, sanayi proletaryasına yeni kuvvetler katılmaya devam ediyordu. Şehirlerde, odacıların, kapıcıların, aşçıların, hizmetçilerin, yer cilâcılarının, garsonların, tellakların, çamaşırcıların toplantıları gerçekleşiyordu. Halk toplantılarında şaşırtıcı tipler ortaya çıkıyor ve devrimci basının bürolarına geliyorlardı: “politik olarak bilinçli” savaşçı Kazaklar, demiryolu polisleri, sıradan polisler ve polis memurları, hatta pişmanlık duyan bazı polis hafiyeleri. Toplumsal deprem, bazı gizemli, bilinmeyen derinliklerden, barış zamanlarında varlığı akla gelmeyen yeni katmanlar püskürtmeyi sürdürüyordu. Küçük memurlar, gardiyanlar, ordu katipleri devrimci gazetelerin bürolarında haber almak için sıralarını bekliyorlardı. Kasım grevinin ordu üzerinde muazzam bir etkisi oldu. Bir ordu toplantıları dalgası tüm ülkeyi kapladı. Kışlalar isyan ruhuyla dolmuştu. Burada hoşnutsuzluk genellikle askerlerin acil ihtiyaçları temelinde ortaya çıkıyor, sonra süratle yayılıyor ve politik bir nitelik kazanıyordu. Kasımın son üç gününde, Petersburg’da (denizciler arasında), Kiev’de, Yekaterinodar’da, Yelisavetpol’da, Proskurovo’da, Kursk’da ve Lomza’da son derece önemli askeri karışıklıklar meydana geldi. Varşova’da muhafızlar, tutuklanan subaylarının serbest bırakılmasını istediler. Her taraftan, bütün Mançurya ordusunun devrim ateşiyle tutuştuğunu gösteren mesajlar geliyordu. 28 Kasımda İrkutsk’da tüm garnizonun –yaklaşık 4.000 kişi– katıldığı bir miting gerçekleşti. Bir çavuşun başkanlığındaki miting, Kurucu Meclis talebini desteklemeyi kararlaştırdı. Birçok şehirde askerler, mitinglerde işçilerle kardeşçe bir aradaydılar. 2 ve 3 Aralıkta, Moskova garnizonun birlikleri arasında karışıklıklar başladı. Kazakların bile katıldığı mitingler vardı, sokak gösterilerini “Marseillaise” nağmeleri dolduruyordu, bazı alayların subayları zorla görevlerinden uzaklaştırılıyordu … Ve nihayet, kazan gibi kaynayan şehirlere devrimci bir fon olarak, kırdaki köylü ayaklanmalarının alevleri geldi. Kasımın sonunda ve Aralığın başında tarımsal kargaşa çok sayıda kırsal bölgeye yayıldı: Moskova yakınındaki merkezde, Volga’da, Don’da ve Polonya Krallığı’nda ardı arkası kesilmeyen köylü grevleri, devlete ait içki dükkânlarının tahrip edilmesi, kır malikânelerinin kundaklanması, mülklere ve toprağa el koyulması. Kovno eyaletinin tümü Litvanyalı köylülerin ayaklanmasının pençesindeydi. Lifland’dan sürekli artan uyarı mesajları ulaşıyordu. Toprak sahipleri malikânelerinden kaçıyorlardı, taşra yöneticileri görevlerini terk ediyorlardı. Aralık çatışmasının ne kadar kaçınılmaz olduğu, Rusya’nın o anki berrak görünümüyle iyice açığa çıkıyordu. “Son noktayı koymaktan kaçınılmalıydı” diyorlar, herşey olup bittikten sonra konuşmayı seven bazı bilgiçler (Plehanov). Sanki bu, milyonların doğal hareketi değilmiş de bir satranç oyunuymuş gibi! * * * “İşçi Temsilcileri Sovyetinin,” diye yazıyordu Novoye Vremya, “cesareti kırılmamıştır. Enerjik olarak hareket etmeye devam ediyor ve kararlarını temiz, Spartalı[1] diliyle, kısa, açık ve herkes için anlaşılabilir şekilde yayınlıyor. Aynı şey, melankolik bir genç kızın lafı uzatan ve sıkıcı dilini tercih eden Kont Witte Hükümeti için hiçbir şekilde söylenemez.” 3 Aralıkta, Witte hükümeti sırası gelince “kısa, açık ve herkes için anlaşılabilir” bir dil benimsedi. Tüm hizmet dallarından çekilen askeri birliklerle, Hür Ekonomik Birlik binasını kuşattı ve Sovyeti tutukladı. Yürütme Komitesi öğleden sonra 4:00’da toplandı. Toplantının gündemi, sekiz gazeteye el koyulması, grevlere ilişkin çok sert yeni yasalar ve Durnovo’nun fesat dolu telgrafıyla önceden belirlenmişti. Sosyal demokrat Partinin (Bolşevikler) Merkez Komite temsilcisi, partisinin, ülkedeki tüm devrimci örgütlerle derhal ilişki kurma davetinin kabul edilmesi, politik bir genel grevin başlangıcı için tarih belirlemek, tüm kuvvetleri ve yedekleri harekete geçirmek, tarım hareketleri ve asker ayaklanmalarıyla desteklenen tayin edici bir çözüme ilerlemek doğrultusundaki önerisini sundu. Demiryolcular sendikasının temsilcisi, 6 Aralıkta toplanacak olan demiryolcular kongresinin de grev lehinde karar alacağının kesin olduğunu söyledi. Posta ve Telgraf Sendikası temsilcisi, partinin önerisi lehine konuştu ve bir genel grev hareketinin hızı azalmaya başlayan posta ve telgraf grevini canlandıracağı ümidini dile getirdi. Tartışma, Sovyetin o gün tutuklanacağı haberi ile yarıda kesildi. Teyit yarım saat sonra geldi. Bu ana kadar, zemin kattaki büyük meclis salonu, temsilciler, parti temsilcileri, basın muhabirleri ve konuklarla dolmuştu. Üst katta toplantıda olan Yürütme Komitesi, bir tutuklama halinde sürekliliği sağlamak için bazı üyelerinin geri çekilmesini kararlaştırdı. Fakat artık çok geçti. Bina, İsmailovski muhafız alayı askerleri, atlı Kazaklar, polisler ve jandarmalar tarafından kuşatılmıştı. Her yer, ezip geçen ayakların sesleri, mahmuz çınlamaları ve silah gürültüleriyle dolmuştu. Alt katta gürültülü bir şekilde olayı protesto eden temsilciler işitiliyordu. Başkan birinci katta bir pencere açtı, dışarıya sarktı ve bağırdı: “Yoldaşlar, direniş göstermeyin! Önceden açıklıyoruz, eğer mermiler patlarsa, bunlar polisten veya bir ajan provokatörden gelecektir.” Birkaç dakika sonra askerler birinci kata çıktılar ve Yürütme Kurulu’nun toplantı yaptığı oda önünde mevzilendiler. Başkan (bir subaya dönerek): “Size kapıyı kapatmanızı ve işimizi engellememenizi öneririm.” Askerler girişte kaldılar fakat kapıyı kapatmadılar. Başkan: “Toplantı devam ediyor. Kürsüye kim gelmek istiyor?” Büro İşçileri Sendikası Temsilcisi: “Hükümet, bugünkü kaba kuvvet gösterisiyle, tartışmaları bir genel grev lehine güçlendirdi. Grevi peşinen belirledi. Proleterlerin bu yeni ve tayin edici eyleminin sonucu askeri birliklere bağlıdır. Bırakalım onlar anavatanın savunusundan yana çıksınlar!” (Subay sert bir şekilde kapıyı kapattı. Konuşmacı sesini yükseltti.) “İşçilerin kardeşçe çağrıları, azap içindeki ülkelerinin sesi, askerlere kapalı kapılardan dahi ulaşacaktır!” Kapı açıldı ve temsilci sıralarının arkasına yerleşen iki düzine kadar polisin takip ettiği bir jandarma bölük komutanı, ölü gibi solgun, içeriye süzüldü (bir mermiden korkuyordu). Başkan: “Yürütme Komitesi toplantısının sona erdiğini ilân ediyorum.” Alt kattan yüksek metalik çarpma sesleri geliyordu. Sanki bir düzine nalbant örslerinde çalışıyordu. Temsilciler polisin eline geçmemesi için Browninglerini kırıp parçalıyorlardı! Arama başladı. Herkes ismini vermeyi reddetti. Arandılar, eşkalleri not edildi ve her birine bir numara verildi, Yürütme Komitesi üyeleri yarı sarhoş muhafızların eşliğinde uzaklaştırıldılar. Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti, artık Tsarskoye Selo’nun komplocularının ellerindeydi.
4 Aralıkta, Moskova Sovyeti “mali bildirge”yi onayladı. 6 Aralıkta, Moskova garnizonundaki büyük karışıklıktan doğrudan etkilenen Sovyet, ki o günlerde 100.000 işçiyi temsil ediyordu, devrimci partilerin de katılımıyla Moskova’da ertesi gün, yani 7 Aralıkta politik bir genel grev ilân etmeye ve grevi silahlı ayaklanmaya dönüştürmek için elinden geleni yapmaya karar verdi. Yirmi dokuz demiryolundan gelen temsilciler, 5-6 Aralıkta Moskova’da bir konferans düzenlediler ve bu planı gerçekleştirmek için Sovyete katılma kararı aldılar. Posta ve telgraf komitesi de benzer bir kararı onayladı. Petersburg’daki grev ayın sekizinde başladı, ertesi gün en yüksek noktasına ulaştı ve on ikisinden sonra gücünü yitirmeye başladı. Grev Kasım grevindeki birlikten çok uzaktı ve işçilerin ancak üçte ikisini kapsıyordu. Bu kararsızlık, Petersburg işçilerinin bu kez bunun yalnızca bir grev değil, bir ölüm kalım savaşı olduğunu çok açık bir şekilde kavramış olmalarıyla açıklanabilir. 9 Ocak, kitlelerin bilincinde silinmez bir iz bırakmıştı. Belkemiğini muhafız alaylarının oluşturduğu azman boyuttaki garnizonla karşı karşıya kalan Petersburg işçileri, kendi başlarına devrimci bir ayaklanmanın inisiyatifini alamadılar; Kasım grevinin gösterdiği gibi onların görevi, ülkenin geri kalan kısmındaki ayaklanmalarla zaten zayıflatılmış olan mutlakıyete son darbeyi vurmaktı. Taşradaki büyük zafer, Petersburg’daki tayin edici eylem için önemli bir psikolojik önkoşuldu. Fakat zafer gelmedi ve kararsızlığı geri çekilme izledi. Petersburg’un pasifliğinin yanı sıra, Nikolayevskaya Demiryolunun (Petersburg-Moskova) da çalışmaya devam etmesi, olayların ilerleyişi üzerinde ölümcül bir etki yaptı. Başkentte hüküm süren genel bekle-gör havası, Petersburg demiryolcular sendikası komitesini etkiledi. Bütün dikkatini tümüyle Nikolayevskaya hattı üzerinde yoğunlaştıran hükümet, bu gecikmeden yararlandı ve hattı ele geçirmek için birlikler gönderdi. Bazı işyerleri greve çıktılar, fakat demiryolu telgrafı yetkililer tarafından, bizzat hat da demiryolu taburu tarafından çalıştırılıyordu. Defalarca trafiği durdurma girişimlerinde bulunuldu fakat başarılı olunamadı. 16 Aralıkta, Tverli işçiler, birliklerin Petersburg’dan Moskova’ya nakledilmesini önlemek için rayların bir kısmını tahrip ettiler, ama artık çok geçti. Trenler çoktan Semyonovski muhafız alayını Moskova’ya götürmüşlerdi. Yine de genel olarak demiryolu grevi birlik içinde başladı. Ayın onuna kadar pek çok hat greve çıkmıştı ve geri kalanlar da sonraki günlerde onlara katıldı Demiryolcular sendikası konferansı grevi başlatırken şu açıklamayı yaptı: “Biz Mançurya’daki askerleri hükümetten daha kısa sürede geri getirmeyi üzerimize alıyoruz.… Tahıl stoklarını açlık çeken köylülere ve erzakları demiryolu hatlarındaki yoldaşlarımıza ulaştırmak için her türlü önlemi alacağız.” Hâlâ düşünme yeteneğine sahip olan anarşistler tarafından anlamı düşünülmesi gereken bir olguyla bu ilk karşılaşmamız değil: bir genel grev, devlet gücünü etkisiz hale getirerek, çok önemli devlet fonksiyonlarını kendi örgütüne yükler. Ve eklemeliyiz ki, demiryolu işçileri sendikası görevini tümüyle yerine getirdi. Erzakları, devrimci silahlı müfrezeleri ve devrimci örgütlerin üyelerini taşıyan trenler, hükümet birliklerinin çoğu bölgede yakınlarda olmasına rağmen, dikkate değer bir düzenlilik ve hız içinde seyahat ediyordu. Çoğu istasyon seçilmiş komutanlarca yönetiliyordu. Demiryolu binalarının üzerinde kızıl bayraklar dalgalanıyordu. Greve giren ilk kent Moskova’ydı (ayın yedisinde). Ertesi gün Petersburg, Minsk ve Taganrog greve katıldı, ayın onunda Tiflis, on birinde Vilna, on ikisinde Karkov, Kiev ve Nijni Novgorod, on üçünde Odesa ve Riga, on dördünde Lodz, on beşinde Varşova, bunlar ancak en büyük merkezlerdi. Ekimdeki otuz dokuz şehre karşılık toplam otuz üç şehir greve katılmıştı. Moskova, Aralık hareketinin tam merkezinde duruyordu. Aralığın ilk günlerinden itibaren, Moskova garnizonundaki bazı alaylar, bir devrimci yükseliş durumundaydılar. Sosyal demokratların yalıtık çıkışları önleme çabalarına karşın, karışıklık yayılmaya devam etti. İşçiler arasında askerlerden acil destek sağlanmasını isteyen sesler yükseliyordu; uygun anın kaçırılmasına izin vermenin yanlış olacağını ileri sürüyorlardı. Fabrikaları bekleyen askerler tümüyle işçilerin etkisi altına girmişlerdi; çoğu şöyle diyordu: “Siz ayaklanır ayaklanmaz, biz de ayaklanacağız; cephaneliklerin kapısını sizler için açacağız.” Askerlerin ve subayların toplantılarda konuşmaları ender görülen bir olay değildi. 4 Aralıkta, ordu içinde Asker Temsilcileri Sovyeti oluşturuldu ve askerlerin temsilcileri işçilerin Sovyetine katıldı. Diğer şehirlerden ordunun işçilere katıldığına dair şüpheli ama ısrarlı söylentiler geliyordu. Moskova grevi böyle bir atmosferde başlıyordu. İlk gün yaklaşık 100.000 kişi iş bıraktı. İstasyonların birinde trenleri sürmek isteyen iki makinist öldürüldü. Şehrin birkaç bölgesinde küçük çatışmalar yaşandı. Bir işçi müfrezesi baskın yaparak bir silah mağazasını boşalttı. O günden itibaren, Moskova sokaklarında devriye gezen sıradan polisler gözden kayboldu; polis artık yalnızca gruplar halinde ortaya çıkıyordu. İkinci gün, grevcilerin sayısı 150.000’e yükseldi; Moskova’daki grev genel bir hal aldı ve Moskova yakınlarındaki taşra fabrikalarına sıçradı. Her yerde büyük mitingler düzenlendi. Uzak Doğu’dan trenlerin geldiği demiryolu terminalinde, kalabalık, Mançurya’dan dönen subayların silahlarını aldı. İşçiler bir tren vagonundan düzinelerce pud fişek aldılar, sonra diğerleri silah yüklü bir başka vagonu ele geçirdiler. 8 Aralıkta, yani grevin ikinci gününde Yürütme Kurulu şu kararı aldı: “Askeri birliklerle her karşılaştığınız yerde, askerlerle sohbet etmeye ve onları yoldaşça sözlerle etkilemeye çalışın.… Şimdilik açık çatışmalardan kaçının; sadece askerler olağanüstü meydan okuyucu bir tarzda davranırlarsa silahlı direnişe başvurun.” Herkes tayin edici sözü ordunun söyleyeceğini anlıyordu. Garnizonun havasına ilişkin en küçük bir cesaret verici söylenti ağızdan ağıza dolaşıyordu. Devrimci kitle, ordu üzerinde Moskovalı yetkililerle hep kesintisiz bir çatışma halinde oldu. Örneğin, piyadelerin “Marseillaise” nağmeleriyle sokaklarda yürüyüşe geçtiğini duyan bazı matbaa işçileri, onları karşılamak üzere bir heyet gönderdiler. Fakat çok geç kalmışlardı. Askeri yetkililer heyecanlı askerleri, Kazaklar ve ağır süvari birlikleriyle kuşattılar, onları kışlalarına geri götürdüler, daha sonra da onların isteklerini kabul ettiler. Aynı gün, bir polis memurunun komutası altındaki 500 Kazak, göstericilere ateş açmak üzere emirler aldı. Kazaklar emre uymayı reddettiler, halkla sohbet ettiler ve sonra çavuşlardan birinin verdiği emirle atlarını çevirdiler ve halkın dostça bağrışları arasında yavaşça uzaklaştılar. Başka bir olayda, 10.000 kişilik güçlü bir işçi gösterisi, bir Kazak müfrezesi ile karşı karşıya geldi. Kızıl bayraklar taşıyan iki işçi kadın kalabalıktan ayrılıp kendilerini Kazakların önüne attılar. “Devam edin, bize ateş edin” diye bağırdılar, “yaşadığımız sürece bayrakları teslim etmeyeceğiz.” Kazaklar şaşırdılar ve utandılar. Belirleyici bir andı. Onların tereddütlerini hisseden kalabalık, hemen Kazaklara meydan okudu: “Bizim ellerimiz boş, gerçekten bize ateş edecek misiniz?” “Siz bize ateş etmezseniz biz de etmeyiz” diyerek yanıt verdi Kazaklar. Korkan ve öfkelenen subay hakaret yağmuruna başladı. Ama çok geçti. Sesi kalabalığın kızgın bağırışları içinde boğuldu. Biri kısa bir konuşma yaptı, kalabalık alkışladı. Bir süre sonra Kazaklar atlarını çevirip dörtnala uzaklaştılar, silahları omuzlarından sarkıyordu. Sonunda, birlikler bir halk mitingini dağıttıktan ve kalabalığa saldırdıktan sonra, kentin ruh hali daha da gerginleşti. Sokaklardaki kalabalık arttı, her an, her türlü söylenti çıkıveriyor ve sonra tekrar kayboluyordu. Her yüz, korkuyla karışık mutlu bir heyecanın izlerini taşıyordu. O sırada Moskova’da olan Gorki şöyle yazmıştı: Birçokları barikatları yapmaya başlayanların devrimciler olduğuna inanır; bu şüphesiz çok gurur okşayıcı, ama tam doğru değil. Barikatları yapmaya başlayanlar sokaktaki insanlardı, partisiz insanlardı ve durumun özel niteliği de burada yatmaktadır. Tverskaya’daki ilk barikatlar neşeli bir şekilde, şakalar ve kahkahalarla yapıldı ve her kesimden insan bu neşeli işe katıldı, pahalı paltoları içindeki saygıdeğer beyefendilerden, yakın zamana kadar “istikrarlı yönetim”in geleneksel bir uşağı olan aşçıbaşılara ve kapıcılara kadar. Süvariler barikatı yaylım ateşine tuttular, birçok kişi yaralandı, iki ya da üçü öldü; öfkeli bir inilti ve bir intikam çığlığı duyuldu ve sonra aniden herşey değişti. Bu yaylım ateşinden sonra, sokaktaki adam, barikatları eğlenerek değil, hayatını bay Dubasov ve süvarilerine karşı savunmayı düşünerek ciddiyetle yaptı. Drujinniki, yani devrimci örgütlerden gelen örgütlü askeri silahlı müfrezeler, daha aktif oldular. Karşılaştıkları her polis memurunu muntazaman silahsızlandırdılar. “Eller yukarı” emri, saldırganların güvenliğini sağlama amacıyla, ilk kez o zaman kullanılmaya başlandı. Emre uymayan herkes öldürülüyordu. Uzaklaşırlar korkusuyla askerlere dokunulmuyordu. Hatta bir toplantıda, müfreze komutanından emir almadan ateş açanların idam edilmesi kararı alınacak kadar ileri gidildi. Fabrika kapılarındaki işçiler, askerler arasında ajitasyon çalışması yapıyorlardı. Fakat grevin üçüncü gününden itibaren orduyla kanlı çatışmalar meydana gelmeye başladı. Örneğin, bir süvari birliği, grevle karanlığa gömülen bir şehir meydanındaki akşam toplantısını dağıtıyor. “Kardeşler, bize dokunmayın, biz sizinle birlikteyiz!” Askerler uzaklaşmıştı. Fakat on beş dakika sonra daha kalabalık olarak geri dönmüş ve kalabalığa saldırmışlardı. Karanlık, panik, bağırtılar, lanetler; kalabalığın bir kısmı güvenlik için bir demiryolu kulübesine sığınmıştı. Süvariler teslim olmalarını istiyorlardı. Kalabalık reddediyordu. Birkaç kez yaylım ateşi açıldı, bir öğrenci öldürüldü, kalabalıktan bazıları yaralandı. Belki vicdani nedenlerden, belki de intikam korkusundan, süvariler dörtnala uzaklaştılar. “Katiller!” Kalabalık, ilk kurbanların bedenlerinin yanında bekliyorlardı, yumruklar şiddetle sıkılmıştı. “Katiller!” Biraz sonra, kan içinde kalan kulübe alevler içindeydi. “Katiller!” Heyecanlı kalabalık, bir çıkış noktası arıyordu. Karanlıkta tehlikeyle kuşatılan halk ileriye doğru hareket ediyor, engellerle karşılaşıyor, ezip geçiyordu. Ateş yeniden başlamıştı. “Katiller!” Kalabalık, barikatlar kuruyordu. Beceriksizce ve sistemsiz çalışıyorlardı, çünkü deneyimsizlerdi. Karanlıkta otuz kırk kişilik bir grup, devrimci cenaze marşını söylüyordu. “Şehit düştün …” Daha fazla yaylım ateşi, daha fazla yaralı ve ölü. Bitişik avlular ilkyardım yerlerine dönüştürülüyor, komşu evlerde yaşayan halk sedye-taşıyıcılar olarak görev yapıyor ve kapılarda nöbet tutuyordu. Askeri operasyonlar başlar başlamaz, Sosyal Demokrat Savaş Örgütü, isyancılara aşağıdaki teknik talimatları veren bir ilân astı Moskova duvarlarına: 1. İlk kural: kalabalıklar halinde hareket etmeyin. Üç dört kişiyi aşmayan küçük gruplar olarak hareket edin. Ama bu tür grupların sayısının mümkün olduğunca çok olmasına çalışın ve her bir grubun hızla saldırmayı ve hızla gözden kaybolmayı öğrenmelerini sağlayın. Polis, yüz kişilik Kazak birliklerini binlerce kişiye ateş açmaları için kullanmaya çalışıyor. Sizin yapmanız gereken şey; bir veya iki nişancıyı yüzlerce Kazağa karşı kullanmak. Yüz adamı vurmak, bir tek adamı vurmaktan daha kolaydır, özellikle bu tek adam uyarmadan ateş eder ve gözden kaybolursa, kimse nerede olduğunu bilemez. 2. Bu arada, yoldaşlar, tahkim edilmiş binaları işgal etmeyin. Birlikler o evleri daima yeniden zaptedecek ya da top ateşine tutarak kolayca yıkacaklardır. Varsın bizim kalelerimiz, ön ve arka girişleri olan avlular ve ateş etmesi ve geri çekilmesi kolay olan tüm yerler olsun. Böyle bir yeri ele geçirseler bile, içinde kimseyi bulamazlar, bu onlara pahalıya mal olur. Devrimcilerin taktiklerini bizzat mevcut durum belirliyordu. Buna karşın beş gün boyunca hükümet birlikleri, kana susamış barbarlıkları şaşkınlık ve kargaşayla birleşince, muhaliflerinin taktiklerine uyum sağlama konusunda tümüyle beceriksiz kaldılar. İşte tipik bir çatışma örneği: yirmi dört kişilik çok gözüpek, cesur bir Gürcü drujinası,[1] yola yayılmış ikili sıralar halinde yürüyordu. Kalabalık, subaylarıyla birlikte on altı süvarinin kendilerine doğru geldiğini söyleyerek onları uyardı. Drujina durdu, saflar oluşturdu, Mavzerlerini çıkardı ve ateş etmeye hazırlandı. Atlı birlik görünür görünmez, drujina ateşe başladı. Subay yaralandı, ön saflardaki atlar yaralanıp şahlandılar, süvariler hazırlıksız yakalandılar ve ateşe karşılık veremediler. Bu, drujinanın yüze yakın atış yapmasını sağladı ve süvariler ölü ve yaralıları arkalarında bırakarak düzensiz bir şekilde gözden kayboldular. “Hemen kaçın” diye ısrar ediyordu halk, “topçu birlikleri geliyor.” Haklıydılar; topçu birliği aniden ortaya çıktı, ateş edilmesini asla beklemeyen silahsız kalabalık arasından düzinelerce insanın ölümüne ve yaralanmasına yol açtı. Bu sırada Gürcüler, başka bir yerde birliklerle çatışmaya başladı. Drujina neredeyse kurşun işlemez bir niteliğe bürünmüştü, çünkü halkın sempati zırhıyla kaplanmıştı. İşte pek çok olaydan bir başkası daha. Bir binayı işgal eden on üç kişilik bir drujinniki grubu, ellerinde 3 tüfek ve 2 makineli tüfek bulunan 500-600 askerin açtığı ateşe dört saat boyunca direndi. Bütün cephanelerini birirdikten ve birliklere büyük kayıplar verdirdikten sonra, drujinniki tek bir yara almadan geri çekildi; bu arada askerler kentteki birçok binayı top ateşine tutarak harap ettiler, pek çok ahşap evi yaktılar ve dehşete kapılan birçok yurttaşı öldürdüler, bütün bunlar bir düzine devrimciyi kaçırtmak içindi. Barikatlar savunulmadı. Yalnızca birliklerin, özellikle de süvarilerin hareket etmesini engellemeye yarıyorlardı. Barikat alanlarının içindeki evler, topçu ateşinin ulaşamayacağı evlerdi. Ağır bir engelleme ateşinden sonra birlikler, arkasında hiç kimsenin olmadığından emin olmak için barikatları “ele geçirirlerdi”; fakat askerler gider gitmez barikatlar yeniden kurulurdu. On Aralıkta, Dubasov’un topçu birlikleri ciddi bir şekilde çalışmaya başladılar. Tüfekler ve makineli tüfekler aralıksız ateş ediyorlar, caddeleri birbiri ardına temizliyorlardı. Artık kurbanlar tek tek değil, düzineler halinde sayılıyordu. Kızgın ve şaşkın olan halk oradan oraya koşuyor, gözleri önünde cereyan eden olayların gerçek olduğuna inanamıyordu. Askerler tek tek devrimcilere değil, Moskova denen belirsiz düşmana ateş ediyorlardı: içindeki çocuklar ve yaşlılarla birlikte Moskova’nın evlerine, Moskova’nın sokaklarındaki silahsız halka. “Katiller! Korkaklar! Sizin Mançurya zaferini canlandırma umudunuz bu mu?” İlk engelleme ateşinin ardından, barikatlar hummalı bir biçimde inşa edildi. İşin ritmi hızlandı, yöntemler daha cüretkar oldu. Halk büyük bir meyve tezgâhını ve bir gazete büfesini devirdi, dükkân levhalarını parçaladı, demir parmaklıkları kırdı, tramvay tellerini yere indirdi. “Polisin bütün kapıların süngülenmesi emrine rağmen” diye yazıyordu gerici gazeteler, “birçok evin kapısı menteşelerinden çıkarıldı ve barikat yapımında kullanıldı.” 11 Aralığa kadar şehirdeki en önemli noktalar bir barikat ağıyla kuşatılmıştı. Tüm sokaklar dikenli telle çevrilmişti. Dubasov, “üç kişiden daha fazla olan gruplara” ateş edileceğini açıkladı. Ama süvariler tek tek gezenlere dahi ateş ettiler. Önce insanları arıyorlardı; hiç silah bulamayıp gitmelerine izin veriyorlardı ve sonra da arkalarından ateş ediyorlardı. Hatta Dubasov’un bildirisini okuyanlara bile ateş ettiler. Bir pencereden atılacak tek bir mermi –çoğunlukla bariz biçimde bir ajan provokatör tarafından atılan– topçuların silahlarını derhal o eve çevirmeleri için yeterliydi. Şarapnellerin geçtiği yerlerde kan gölleri ve dükkânların tabelalarında beyin ve saç parçaları görülüyordu. Birçok evde büyük delikler açılmıştı. Hasar görmüş bir binanın dışında –ayaklanmanın korkunç aleniyeti!– üzerinde insan eti parçaları bulunan bir levha ve bir yazı: “Yaralılar için para verin.” İki ya da üç gün sonra Moskova garnizonunun isyancılara karşı tavrı tümüyle olumsuz bir hal aldı. Karışıklığın başladığı ilk günden itibaren, askeri yetkililer kışlalarda bazı önlemler almışlardı: yedek askerleri, gönüllüleri ve güvenilmez olarak düşündüklerini uzaklaştırmış, geri kalanlar için daha iyi yemekler sağlamışlardı. Ayaklanmayı bastırmak için ilk başta sadece en güvenilir birimler kullanıldı. Daha şüpheli alaylar, bu alaylardaki politik bilince sahip unsurlar uzaklaştırıldı, kışlalara hapsedildi ve onlara sadece ikinci aşamada görev verildi. Önceleri bu birlikler isteksiz ve güvensiz bir şekilde görev yaptılar. Fakat bir serseri kurşun ya da bir subayın askerlerin yorgunluğu ya da açlığını istismar eden sözleri, onları daha fazla acımasız olmaya zorluyordu. Dubasov bol bol bedava votka dağıtarak tüm bu faktörleri güçlendirdi; süvariler her zaman yarı sarhoştular. Bununla birlikte, gerilla saldırıları yalnızca öfkeye değil, yorgunluğa da neden olur; halkın genel düşmanlığı, askerler üzerinde moral bozucu bir etkendi. 13 ve 14 Aralık kriz günleriydi. Çok yorgun olan birlikler, göremedikleri ve güçleri söylentilerle müthiş bir şekilde abartılmış olan bir düşmana karşı savaşmayı reddettiler. O günlerde, subaylar arasında birçok intihar olayı yaşandı. Dubasov, Petersburg’a, Moskova garnizonundaki 15.000 kişiden 5.000’ini kullanabildiğini, çünkü geri kalanların güvenilemez kişiler olduğunu ve yedek taburlar olarak ayrıldığını rapor etti. Ona, Petersburg garnizonunun bir kısmının Baltık ülkelerine gönderildiği, diğer bir kısmının güvenilmez olduğu ve geri kalanına da bölgede ihtiyaç duyulduğu söylendi. Bu haberleşmeler ordu karargâhından çalınan belgeler sayesinde tüm şehir tarafından öğrenildi ve büyük bir cesaret ve umut kaynağı oldu. Fakat Dubasov kazandı. Tsarskoye Selo ile telefon görüşmesi yapmakta ısrar etti ve “otokrasinin zarar görmeyeceğini” garanti edemediğini söyledi. Semyonovski muhafız alayının Moskova’ya sevk edilmesi için derhal emir verildi. 15 Aralıkta durum birdenbire değişti. Muhafızların geleceği umudu Moskova’daki gerici grupları çabucak canlandırdı. Rus Halkının Birliği tarafından kenar mahallelerdeki insanlardan oluşturulan silahlı bir “milis” sokaklarda görünüyordu. Yakın şehirlerden gönderilen birliklerle hükümetin aktif güçleri arttırıldı. Drujinniki yorulmuştu. Sokaktaki adama belirsizlik ve korku yeterince hakim durumdaydı. İşçi yığınlarının morali çökmüştü, zafer umutları gözden kaybolmuştu. Dükkânlar, bankalar, bürolar ve borsa yeniden açıldı. Sokaklardaki trafik giderek canlandı. Gazetelerden biri tekrar çıkmaya başladı. Herkes barikatların ömrünün bittiğini düşünüyordu. Şehrin birçok kesiminde ateş kesildi. Ayın on altısında, Petersburg ve Varşova’dan birliklerin gelmesiyle Dubasov durumun tek hakimi oldu. Saldırıya geçti ve şehir merkezini barikatlardan tümüyle temizledi. Durumun ümitsiz olduğunun farkına varan Sovyet ve parti, 19 Aralıkta greve son verme kararı aldı. Ayaklanma sırasında, Moskova’nın Montmartre’ı olan Presnya mahallesi, kendi hayatını yaşıyordu. 10 Aralıkta silah sesleri şehrin merkezinde duyulurken bile, Presnya sakindi. Politik mitingler düzenleniyordu, ama bunlar artık yığınlar için tatmin edici değildi. Halk hareket istiyordu ve isteklerini açıkça temsilcilere ilettiler. En sonunda öğleden sonra saat 4:00’da merkezden barikat yapma emri geldi. Presnya canlanmıştı. Burada, şehrin diğer kesimlerinde hakim olan örgütsüzlük hiçbir şekilde mevcut değildi. İşçiler onlu gruplar oluşturuyor, önderlerini seçiyor, kürek, kazma ve baltalarla silahlanıyor ve adeta yol yapım ekipleri gibi sokaklarda yürüyorlardı. Hiç kimse işsiz bırakılmamıştı. Kadınlar kızakları, kapıları, odun kütüklerini sokaklara taşıyorlardı. İşçiler telgraf ve elektrik direklerini kesip biçiyorlardı. Bütün Presnya’da balta sesleri duyuluyordu: bu, bir ormanın olduğu gibi yere yıkılmasına benziyordu. Birlikler tarafından şehirle ilişkisi kesilen, sürekli olarak bir barikat ağıyla çevrilen Presnya, bir proletarya ordugâhı olmuştu. Drujinniki her yerde görev başındaydı; geceleri silahlı nöbetçiler barikatlar arasında nöbet tutuyor ve gelen geçene parolayı soruyorlardı. En büyük coşkuyu gösterenler işçi kızlardı. Keşfe çıkıyorlar, polis memurlarıyla konuşarak önemli bilgiler elde ediyorlardı. Presnya’da kaç aktif drujinniki vardı? 200 civarında, daha fazla değil. Yanlarında 80 kadar Mavzer revolver ve tüfek vardı. Bu küçük sayılara rağmen birliklerle çarpışmaları aralıksız sürüyordu. Askerlerin silahları alındı, direnenler öldürüldü. İşçiler hasar görmüş barikatları onardılar. Drujinniki tam anlamıyla gerilla taktikleri uyguluyordu: iki ya da üç kişilik gruplar oluşturuyor, Kazaklara ve topçu birliklerine evlerden, kereste depolarından, boş vagonlardan ateş ediyordu ve hızlı bir şekilde yer değiştiriyor, düşmanı yeniden mermi yağmuruna tutuyordu. 12 Aralıkta, drujinniki bir top ele geçirdi. On beş dakika kadar, onu ne yapacaklarını bilmeden çevresinde dönüp durdular. Topu geri alan süvari birliği ve Kazakların gelmesi ile ikilem çözüldü. On üç Aralık akşamı, Presnya drujinnikisi altı topçuyu yakaladı ve bir fabrikaya götürdü. Onlara ortaklaşa kullanılan masada yemek verildi. Yemek sırasında, politik nitelik taşıyan konuşmalar yapıldı. Askerler dikkatle ve sempatiyle dinlediler. Yemekten sonra, aranmadan ya da silahları alınmadan geri dönmelerine izin verildi; işçiler dost kalmaya can atıyorlardı. On beş Aralık gecesi, drujinniki, gizli polis şefi olan Voyloşnikov’u sokakta tutukladı, evinde arama yaptı ve polis gözetimindeki insanların fotoğraflarına ve 600 rublelik kamu parasına el koydu. Voyloşnikov hemen ölüme mahkûm edildi ve Prohorov fabrikasının avlusunda vuruldu. Kararı sakince dinledi ve ölümü cesurca karşıladı, yaşadığından daha soylu bir şekilde ölmüştü. Ayın on altısında presnya bombalanmaya başlandı. Drujinniki güçlü bir ateşle karşılık verdi ve topçu birliklerini geri çekilmeye zorladı. Fakat aynı gün, Dubasov’un Petersburg ve Varşova’dan büyük takviyeler aldığı öğrenildi ve moraller çökmeye başladı. Dokumacılar kırsal bölgeye göç etmeye başladı. Yollar, beyaz sırt çantaları taşıyan yaya mültecilerle doldu. On altısı gecesi, Presnya hükümet birliklerinin demir çemberiyle çevrelenmişti. On yedisinde, saat 6:00’dan hemen sonra, bu birlikler acımasız bir top ateşi açtılar. Toplar dakikada yaklaşık yedi kez ateşleniyordu. Bu bir saat ara verilerek saat 16:00’a kadar sürdü. Birçok fabrika ve ev hasar görmüş ve yanmıştı. İki taraftan çapraz ateş devam ediyordu. Evler ve barikatlar alevler içindeydi, kadınlar ve çocuklar siyah duman bulutları içindeki sokaklara fırlamışlardı, hava gürültüyle ve silah sesleri ile dolmuştu. Etraf o kadar aydınlıktı ki, gecenin ilerleyen saatlerinde sokakta gündüzmüşçesine kitap okumak mümkündü. Öğleye kadar, drujina, birliklere karşı başarılı operasyonlar düzenledi, ama devam eden düşman ateşi onları durmak zorunda bıraktı. Sadece küçük bir drujinniki grubu, kendi inisiyatifleriyle ve olabileceklerin sorumluluğunu üzerine alarak silahlı kaldı. On sekizi sabahına kadar Presnya barikatlardan temizlenmişti. “Barışçıl” halka Presnya’yı terk etmeleri için izin verildi, birlikler arama yapmadan onların gitmelerine izin verecek kadar dikkatsizdiler; ilk terk eden drujinniki oldu, bazıları hâlâ silahlıydı. Daha sonra askerler silah kullandılar ve başka zorbalıklar yaptılar, ama o zamana kadar bölgede tek bir drujinniki kalmamıştı. Demiryolunda “barışı sağlamak” üzere gönderilen Semyonovski alayının “barış birlikleri”ne, tutuklama yapmamaları ve acımasızca hareket etmeleri emredilmişti. Hiçbir yerde direnişle karşılaşmadılar. Onlara karşı tek bir ateş bile edilmedi, buna karşın demiryolu hattı üzerinde yaklaşık 150 kişiyi öldürdüler. Atışlar hiçbir soruşturma ya da mahkeme olmaksızın gerçekleştiriliyordu. Yaralı insanlar ambulans vagonlarından alınıyor ve öldürülüyorlardı. Cesetler etrafa yayılmıştı ve hiç kimse onları kaldırmaya cesaret edemiyordu. Petersburg muhafızları tarafından vurulanlardan biri de, bir drujinniki grubunu lokomotifine alarak muazzam bir hızla makineli tüfek ateşinden kaçıran ve hayatlarını kurtaran makinist Uktomski idi. Onu öldürmelerinden önce, cellâtlara yaptıklarını anlatmıştı: “Hepsi güvenlik içinde, şimdi onları asla bulamayacaksınız” diye bitiriyordu sözlerini sakin ve gururlu bir tavırla. Moskova’daki ayaklanma, Aralığın dokuzundan on yedisine kadar dokuz gün sürdü. Ayaklanmanın savaşan güçleri gerçekte ne kadardı? Çok azdı. Drujina tarafı 700-800 civarında insandan oluşuyordu; 500 sosyal demokrat ve 250 ilâ 300 sosyalist devrimci. İstasyonlarda ve demiryolu hattı boyunca, ateşli silahlarla donatılmış yaklaşık 500 demiryolu işçisi görev yapıyordu. Matbaa işçileri ve tezgâhtarlardan oluşan yaklaşık 400 silahlı adam, yardımcı birlikleri oluşturuyorlardı. Bağımsız keskin nişancılardan oluşan gruplar da vardı. Bunlardan söz ederken, Karadağ’lı dört gönüllü de anılmalıdır. Korkusuz ve yorulmak bilmeyen mükemmel nişancılar olan bu dört insan, grup halinde çalışıyor, sadece polisleri ve subayları öldürüyordu. İki tanesi öldürüldü, üçüncüsü yaralandı, dördüncüsünün Winchester tüfeği haraboldu. Ona başka bir tüfek verildi ve tehlikeli görevine devam etti. Kendisine her sabah 50 fişek veriliyordu, ama o bu miktarın çok az olduğundan yakınıyordu. Sersemlemiş bir haldeydi, kaybettiği yoldaşları için ağlıyor ve korkunç bir şekilde öç almaya çalışıyordu. O halde, bu kadar az sayıdaki drujinniki garnizondaki binlerce adama karşı bir buçuk hafta nasıl mücadele edebildi? Devrimin bu sırrının yanıtı, halk yığınlarının genel tavrında yatmaktadır. Sokaklarıyla, evleriyle, duvarlarıyla ve kapılarıyla bütün şehir, hükümet birliklerine karşı bir gizli komplo içine girmişti. Milyona varan insan, gerillalarla hükümet birlikleri arasında canlı bir duvar oluşturuyordu. Sadece birkaç yüz drujinniki vardı. Ama barikatların yapımı ve onarımı kitleler tarafından yapılıyordu. Silâhlı devrimcileri aktif bir sempati atmosferiyle çevirmiş olan insanlar, yapabildikleri her yerde hükümetin planlarını bozuyorlardı. Sempati duyan bu yüz binlerce insan kimdi? Entelijensiya, küçük burjuvazi ve özellikle de işçiler. Çanak yalayıcıların dışında, yalnızca en üst kapitalist tabaka hükümetin yanındaydı. Ayaklanmadan daha iki ay önce gururla radikalizmini sergileyen Moskova şehir duması, şimdi aceleyle Dubasov’un arkasına sığınmıştı. Sadece Oktobrist Guçkov değil, ikinci Dumanın gelecekteki Kadet başkanı olan Golovin de, genel valiler konseyine katılmıştı. Moskova ayaklanmasındaki kurbanların sayısı neydi? Kesin sayı belli değildi ve daha sonra da araştırılmadı. 47 hastane ve klinikten elde edilen veriler, 885 yaralı, 174 ağır yaralı ya da ölü olduğunu gösteriyordu. Ama öldürülenler genelde hastanelere götürülmüyorlardı; çoğu durumda polis karakollarında bekletiliyor ve gizlice mezarlığa götürülüyorlardı. Bu günler boyunca, 454 ağır yaralı ya da ölü insan mezarlığa gömülmüştü. Bununla birlikte birçok ceset de vagonlarla şehir dışına taşınmıştı. Moskova ayaklanması sonucunda ölü sayısının yaklaşık 1.000 olduğunu ve yaklaşık aynı sayıda da yaralı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu rakamlar 86 çocuğu kapsıyordu ve bunlardan bazıları daha bebekti. Eğer, Prusya mutlakıyetine onarılamaz bir darbe indiren Mart 1848 Berlin ayaklanmasında ölü sayısının sadece 183 olduğunu anımsarsak, bu rakamların önemi ortaya çıkar. Hükümet her iki taraftaki kayıpların sayısını asla tam olarak açıklamadı; bir resmi rapor sadece “onlarca” ölü ve yaralı askerden söz etmektedir. Aslında yüzlerce ölü ve yaralı asker vardı. Bedel çok yüksek değildi, çünkü söz konusu olan Moskova’ydı, yani “Rusya’nın kalbi”. Sınır bölgelerini (Kafkas ve Baltık bölgeleri) bir yana bırakırsak, Aralık ayaklanması dalgası en yüksek düzeyine Moskova’da ulaştı. Bununla birlikte, Harkov, Aleksandrosk, Nijni Novgorod, Rostov ve Tver’de barikatlar ve askerlerle silahlı çatışmalar vardı. Bir kez ayaklanma her yerde bastırılınca, gezici cezalandırma heyetleri dönemi başladı. Resmi sıfatlarından da görüldüğü üzere, bunların amaçları bir düşmanla savaşmak değil, yenilginin intikamını almaktı. Ayaklanmanın Moskova’dan on beş gün önce patlak verdiği Baltık bölgesinde, gezici cezalandırma heyetleri küçük müfrezelere ayrılmıştı, bunlar Rus bürokrasisinin en vahşi temsilcileri olan Baltık baronlar kastının kanlı emirlerini yerine getiriyorlardı. Letonyalı işçiler ve köylüler vuruldular, asıldılar, sopalarla ve kütüklerle ölünceye kadar dövüldüler, işkence gördüler, Çarlığın şükran ve sevinç ilahisiyle idam edildiler. Büyük ölçüde yetersiz bilgilere göre, 749 kişi idam edildi, 100’den fazla çiftlik yakıldı ve iki aylık süre içinde Baltık bölgesinde birçok insan dövülerek öldürüldü. Böylece Tanrının lütfu olan mutlakıyet varlığını sürdürmek için mücadele etti. 9 Ocak ile ilk Devlet Dumasının toplandığı 27 Nisan 1906 tarihleri arasında, yaklaşık fakat kesinlikle abartısız rakamlara göre, Çarlık hükümeti 14.000’den fazla insanı öldürdü, 1.000’den fazlasını idam etti, 20.000’den fazlasını yaraladı (bunların birçoğu yaraları yüzünden öldü), birçok insan tutuklandı ve sürgüne gönderildi, 70.000 insan hapsedildi. Bedel çok fazla değildi, çünkü Çarlığın varlığı tehlikedeydi.
Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti nin tarihi, elli günün tarihidir. Sovyetin kurucu toplantısı 13 Ekimde düzenlenmişti. Sovyet toplantısı 3 Aralıkta hükümet birlikleri tarafından kapatıldı. İlk toplantıya birkaç düzine insan katılmıştı; Kasımın ikinci yarısında temsilci sayısı, 6’sı kadın olmak üzere 562’ye yükselmişti. Bunlardan 147’si fabrikaları ve işyerlerini, 34’ü dükkânları, 16’sı da sendikaları temsil ediyordu. Temsilcilerin esas kitlesini –351 kişi– metal işçileri oluşturuyordu; Sovyette belirleyici rolü bunlar oynuyordu. Tekstil sanayisinden 57, basın ve kağıt sanayisinden 32, dükkân işçilerinden 12, büro işçilerinden ve eczacılık sektöründen ise 7 temsilci bulunuyordu. Yürütme Kurulu, Sovyetin bakanlığı olarak hareket ediyordu. Bu kurul 17 Ekimde oluşturdu ve 31 kişiyi içeriyordu; 22 temsilci ve partilerden 9 temsilci (6’sı iki sosyal demokrat fraksiyondan ve 3’ü devrimci sosyalistlerden). Peki kısa bir süre içinde devrimde böyle önemli bir yer tutan ve devrimin en büyük güce ulaştığı döneme damgasını vuran bu kurumun öz niteliği neydi? Sovyet işçi kitleleri örgütledi, politik grev leri ve gösterileri yönetti, işçileri silahlandırdı ve halkı pogromlardan korudu. Benzer çalışmalar, Sovyet varolmadan önce, varlığı sırasında ve sonrasında diğer devrimci örgütler tarafından da yapıldı. Ama yine de bu onlara Sovyetin elinde toplanan nüfuzu bahşetmedi. Bu nüfuzun sırrı, Sovyetin, olayların gerçek akışı tarafından belirlenen proletaryanın dolaysız iktidar mücadelesinin doğal organı olarak belirmesinde yatmaktadır. Bir yandan bizzat işçilerin diğer yandan gerici basının Sovyete “işçi hükümeti” adını vermesi, Sovyetin gerçekten de embriyo halindeki bir işçi hükümeti olması olgusunun bir ifadesiydi. İşçi sınıfı bölgelerindeki devrimci güç tarafından güvence altına alındığı ölçüde, Sovyet iktidarı temsil ediyor, iktidar hâlâ askeri-politik monarşinin elinde kaldığı sürece de, iktidar için mücadele ediyordu. Sovyetten önce, sanayi işçileri arasında, esas olarak sosyal demokrat parti tarafından yönlendirilen bir devrimci örgütler yığını görürüz. Ama bunlar proletarya içindeki örgütlerdi ve ivedi amaçları kitleler üzerinde nüfuz kurmayı başarmaktı. Sovyet daha baştan proletaryanın örgütüydü ve onun amacı devrimci iktidar için mücadeleydi. Sovyet , ülkedeki bütün devrimci güçlerin odağı olduğu için, kendi sınıf doğasının devrimci demokrasi içerisinde erimesine izin vermedi: o proletaryanın sınıfsal iradesinin örgütlü ifadesiydi ve öyle de kalmıştı. İktidar mücadelesinde, proletaryanın sınıfsal doğasınca belirlenen yöntemler uyguladı: proletaryanın üretimdeki rolü, muazzam sayısı, toplumsal homojenliği. Bundan da ötesi, Sovyet, işçi kitlelerin bağımsız sınıfsal etkinliğini pek çok farklı yoldan yönlendirerek, bütün devrimci güçlerin başında iktidar mücadelesini birleştirdi; o yalnızca sendikaların örgütlenmesini cesaretlendirmedi, tek tek işçilerle işverenleri arasındaki anlaşmazlıklara da gerçekten müdahale etti. Devrim dönemindeki proletaryanın temsili demokratik oluşumu olan Sovyet, proletaryanın tüm sınıf çıkarlarının toplandığı noktada durduğu içindir ki, derhal sosyal demokrat partinin tam belirleyici etkisi altına girdi. Parti şimdi, Marksist eğitiminin muazzam olanaklarını kullanma şansına sahipti ve büyük “kaos” içinde kendi politik yolunu açık görebildiği için, Sovyeti –resmen partili olmayan bir örgüt– kendi nüfuzunun örgütsel aygıtına dönüştürmeyi neredeyse çaba harcamaksızın başarmıştı. Sovyet tarafından kullanılan başlıca mücadele yöntemi, genel politik grev di. Bu tür grevlerin devrimci gücü, sermayenin kellesi üzerinde iş görerek devlet iktidarını örgütsüzleştirmelerinden oluşur. Bir grevin yol açtığı anarşi ne kadar büyük ve tam olursa, grev zafere o kadar yaklaşır. Fakat yalnızca bir koşulla: anarşi, anarşik araçlarla yaratılmamalı. İşin eş zamanlı durmasıyla üretim araçlarını felç eden ve bunu yapmakla merkezi iktidar aygıtını işlemez hale getiren, ülkenin parçalarını birbirinden yalıtan ve genel kargaşa tohumlarını eken sınıf, yaratılan anarşinin ilk kurbanı olmamak için kendisini yeterince örgütlemelidir. Bir grev devlet örgütünü ne kadar eksiksiz biçimde kullanılmaz hale getirirse, bizzat grevin örgütü devlet fonksiyonlarını o kadar üzerine almak zorunda kalır. Bir proleter mücadele yöntemi olan genel grev için bu koşullar, aynı zamanda İşçi Temsilcileri Sovyeti nin muazzam önemini gösteren koşullardır. Sovyet grevlerin basıncıyla basın özgürlüğünü kazandı. Yurttaşların güvenliğini sağlamak için düzenli sokak devriyeleri örgütledi. Şu ya da bu ölçüde demir yollarını, telgraf ve posta servislerini ele geçirdi. İşçiler ve kapitalistler arasındaki ekonomik anlaşmazlıklara yetkili olarak müdahale etti. Doğrudan devrimci basınçla, sekiz saatlik işgünü nü hayata geçirmeye çalıştı. İsyanvari grev aracılığıyla otokratik devletin etkinliğini felç ederek, şehirli emekçi yığınların yaşamına kendi özgür demokratik düzenini soktu. 9 Ocaktan sonra devrim, işçi kitlelerinin bilincini kontrol ettiğini gösterdi. 14 Haziranda, Potemkin Tavriçeski gemisindeki isyan sayesinde, devrim, kendisinin maddi bir güç olabileceğini gösterdi. Ekim grevi sayesinde, düşmanı örgütsüzleştirebileceğini, onun iradesini felç edebileceğini ve onu küçük düşürebileceğini gösterdi. Son olarak, işçi Sovyetlerini ülke çapında örgütlemekle devrim, iktidar organlarını yaratma gücünde olduğunu göstermişti. Devrimci iktidar ancak etkin devrimci güce dayalı olabilir. Rus devriminin daha ileriki gelişmesine ilişkin görüşler ne olursa olsun, gerçek şu ki, proletarya dışındaki hiçbir toplumsal sınıf şimdiye kadar devrimci iktidarı desteklemeye yetenekli ve hazır olduğunu göstermedi. Devrimin ilk eylemi, şehir sokaklarında proletarya ile monarşi arasındaki diyalog girişimiydi; devrimin ilk önemli zaferi proletaryanın saf bir sınıf silahı olan politik grev le başarılmıştı; sonunda proletaryanın temsili oluşumu, devrimci iktidarın ilk embriyonik organı rolünü üstlenmişti. Sovyetle birlikte, modern Rus tarihinde demokratik iktidarın ilk kez sahneye çıkışına tanık olduk. Sovyet , bizzat kitlenin, kendi ayrı parçaları üzerindeki örgütlü iktidarıdır. O, daha alt ve daha üst bir yasama meclisi olmaksızın, profesyonel bir bürokrasiye sahip olmaksızın, ama seçmenlerin temsilcilerini her an geri çağırma hakkına sahip bulundukları gerçek demokrasi yi teşkil etmektedir. Üyeleri aracılığıyla –işçiler tarafından doğrudan seçilmiş temsilciler– Sovyet, bir bütün olarak proletaryanın ve onun tekil gruplarının tüm toplumsal tezahürlerine doğrudan önderlik eder, onun eylemlerini örgütler ve onlara bir slogan ve bir bayrak sağlar. 1897 sayımlarına göre, Petersburg’da 433.000’i işçi ve ev hizmetçisi olmak üzere yaklaşık 820.000 “aktif çalışan” bulunuyordu. Başka bir deyişle, başkentin proleter nüfusu yüzde 53’e varıyordu. Eğer çalışmayan nüfusu hesaba katarsak, proleter ailelerin görece küçüklüğü nedeniyle daha düşük bir sayı (yüzde 50,8) elde ederiz. Ama her durumda, proletarya Petersburg nüfusunun yarıdan fazlasını temsil etmekteydi. İşçi Temsilcileri Sovyeti , başkentin tüm yarım milyonluk proleter nüfusunun resmi temsilcisi değildi; örgütsel olarak söylersek, yaklaşık 200.000 kişiyi, özellikle de fabrika ve imalâthane işçilerini temsil ediyordu ve politik nüfuzu hem doğrudan hem de dolaylı olarak daha geniş bir halkaya yayılmış olmasına rağmen, proletaryanın çok önemli katmanları (inşaat işçileri, ev hizmetçileri, vasıfsız işçiler, taksi sürücüleri) hemen hemen ya da hiç temsil edilmiyordu. Kuşkusuz bununla birlikte Sovyet bütün proleter kitlenin çıkarlarını temsil ediyordu. “Kara Yüzler ” olarak bilinen grupların varolduğu fabrikalarda bile, bunların sayısı saat be saat, gün be gün azalıyordu. Proleter kitleler arasında, Sovyetin Petersburgdaki politik hakimiyeti, muhalifler değil yalnızca destekçiler bulmuştur. Sadece ayrıcalıklı ev hizmetçileri arasında istisnalar olabiliyordu; bürokrasinin, bakanların yüksek düzeyli uşaklarının uşakları, borsa spekülatörleri, yüksek sınıf fahişeler, muhafazakârlığın ve monarşi yanlılığının bir meslek hastalığı haline geldiği insanlar. Sovyet , Petersburg’da sayıca çok olan aydınlar arasında, düşmandan çok dosta sahipti. Binlerce öğrenci Sovyetin politik önderliğini kabul ediyor ve onun önlemlerini hararetle savunuyordu. Masalarında umutsuz biçimde semirenler dışında, profesyonel ve devlet hizmetindeki aydınlar Sovyetin tarafındaydılar –en azından geçici olarak. Sovyetin posta ve telgraf grevine enerjik desteği, devlet hizmetindeki daha alt katmanın dikkatini çekmiş ve sempatisini kazanmıştı. Kentte, ezilmiş, mülksüz, dürüst, hayat canlılığı olan herkes, bilinçli ya da içgüdüsel olarak Sovyetin yanına çekilmişti. Kimler ona karşıydı? Yağmacı kapitalizmin temsilcileri, yükselen fiyatlar üzerine spekülâsyon yapan borsa spekülatörleri, müteahhitler, tüccarlar ve grevlerle birlikte iflâs eden ihracatçılar, altın külçe satıcıları, Petersburg dumasına (bu evsahipleri sendikasına) yerleşen güruh, yüksek bürokrasi , harcamaları devlet bütçesinin bir parçasını oluşturan poules de luxe, yüksek ücret alan, son derece süslü tanınmış zevat, gizli polis; bunların hepsi kaba, sefih ve ölüme yazgılıydılar. Sovyeti destekleyenlerle onun düşmanları arasındaysa, politik olarak belirsiz, kararsız ya da güvenilmez unsurlar yer alıyordu. Küçük burjuvazinin henüz politikaya çekilmemiş en geri gruplarının Sovyetin rolünü ve önemini kavrayacak zamanları olmamıştı. Emek-çalıştıran zanaatkârlar korku ve panik içindeydiler: bunların iç dünyasında, küçük mülk sahibinin grev nefretiyle, daha iyi bir geleceğe dair muğlak beklentiler çatışıyordu. Aydın çevrelerden gelen kararsız profesyonel politikacılar, ne istediklerini bilmeyen radikal gazeteciler, her şeye aşırı kuşkuyla yaklaşan demokratlar, hırçın bir şekilde Sovyete büyüklük taslıyor, onun hatalarını bir bir sayıyor ve eğer Sovyetin başında sadece kendileri olsalardı proletaryanın mutluluğunun sonsuza kadar güvence altına alınacağını savunuyorlardı. Böyle beyefendilerin mazereti kendi iktidarsızlıklarıdır. Her durumda Sovyet , halkın büyük çoğunluğunu gerçekten ya da potansiyel olarak temsil eden organdı. Onun halk içindeki düşmanları, şayet hâlâ canlı olan ve sırası geldiğinde mujik ordusunun en geri unsurlarınca desteklenen mutlakiyet tarafından desteklenmeselerdi, Sovyetin egemenliğine tehdit oluşturmayacaklardı. Sovyetin zayıflığı, kendi zayıflığı değil, fakat saf şehir devriminin zayıflığıydı. Elli günlük dönem devrimin en güçlü dönemiydi. Sovyet , devrimin iktidar mücadelesi organıydı. Sovyetin sınıfsal karakterini, şehir nüfusundaki keskin sınıfsal bölünme ve mutlakıyete karşı mücadelenin tarihsel olarak sınırlı çerçevesi içinde bile proletarya ile kapitalist burjuvazi arasındaki derin politik çelişki belirliyordu. Ekim grevi nden sonra kapitalist burjuvazi bilinçli olarak devrimi yavaşlatmaya girişti; küçük burjuvazi bağımsız bir rol oynama konusunda çok zayıf olduğunu kanıtladı; proletaryanın şehir devrimi üzerinde tartışılmaz hegemonyası vardı ve sınıf örgütü onun iktidar mücadelesindeki silahıydı. Hükümetin morali giderek bozulurken, Sovyetin gücü büyüyordu. Eski devlet iktidarı aciz ve şaşkın durumda olduğunu gösterdikçe, proleter olmayan halkalar Sovyete giderek daha sempatik bakmaya başlıyorlardı. Politik kitle grevi Sovyetin başlıca silahıydı. O proletaryanın tüm grupları arasında doğrudan devrimci bağlar kurduğu ve tüm işletmelerin işçilerini işçi sınıfının bütününün otoritesi ve gücüyle desteklediği için, ülkenin ekonomik yaşamını durdurma gücünü kazandı. Üretim araçlarının mülkiyeti kapitalistlerin ve devletin elinde kalmaya devam etmesine ve devlet iktidarı bürokrasinin elinde kalmayı sürdürmesine rağmen, ulusal üretim ve iletişim araçlarının gerçek idaresi –en azından ekonomik yaşamın ve devlet yaşamının düzenli işlemesini kesintiye uğratma imkanı ölçüsünde– Sovyetin elindeydi. İşte Sovyetin, pratikte kanıtlanmış olan, ekonomiyi felce uğratma ve anarşiyi devlet yaşamına sokma yeteneğidir ki onu bildiğimiz Sovyet yapıyordu. Bu olgular göz önüne alındığında, Sovyetin ve eski rejimin barışçıl şekilde bir arada varolmasını temin etmenin yollarını aramak umutsuz bir ütopya olurdu. Yine de Sovyetin taktiklerine yöneltilen eleştiriler, bunların gerçek içeriğini çıplak şekilde ortaya koyarsak, yalnızca şu hayalci fikirden hareket ediyordu: Ekim sonrasında Sovyet bütün saldırgan eylemlerden sakınmalıydı ve mutlakıyetten kazanılan alanda kitleleri örgütlemeye yoğunlaşmalıydı. Peki Ekim zaferinin doğası neydi? Ekim kampanyasının sonucu olarak, mutlakıyetin “prensipte” kendisini reddettiği tartışılamaz. Ama o muharebeyi gerçekten kaybetmiş değildi; yalnızca muharebeye girmeyi reddediyordu. Kırsal ordusunu isyana ve grevdeki şehirlere karşı kullanmak için ciddi bir girişimde bulunmuyordu. Onu böyle bir girişimde bulunmaktan alıkoyan şey, doğal olarak insancıl nedenler değildi; çok basit, cesareti derinden kırılmış ve soğukkanlılığını yitirmişti. Bürokrasi içindeki liberal unsurlar, kendi fırsatlarını beklerken, grevin zaten etkisini yitirmekte olduğu bir anda üstünlüğü ele geçirdiler ve mutlakıyetin “prensipte” tahttan çekildiği 17 Ekim bildirgesini yayınladılar. Ama devletin tüm maddi örgütlenmesi ‑devlet hiyerarşisi, polis, hukuk mahkemeleri, ordu‑ hâlâ monarşinin bölünmemiş mülkiyeti olarak duruyordu. Bu koşullar altında Sovyetin taktikleri ne olabilirdi, ne olmalıydı? Üretken proletarya tarafından desteklenen Sovyet , mutlakıyeti kendi maddi iktidar aygıtını işletme olanağından yoksun bırakabilirdi (bırakabildiği ölçüde) ve onun gücü buna bağlıydı. Bu bakış açısından, Sovyetin etkinliği “anarşi”nin örgütlenmesi anlamına geliyordu. Onun devam eden varlığı ve gelişimi, “anarşi”nin pekişmesi anlamına geliyordu. Uzatmalı bir arada varoluş olanaksızdı. Daha başlangıçtan itibaren, gelecek çatışma Ekimin yarı-zaferinin maddi çekirdeğiydi. Sovyete yapacak ne kalmıştı? Çatışma kaçınılmaz değilmiş gibi mi yapmak? Kitleleri, anayasal bir rejimin gelecekteki mutlulukları için örgütlediğine mi inandırmak? Buna kim inanırdı? Elbette ne mutlakıyet , ne de işçi sınıfı. Sonraki iki Duma örneği, bize, görünüşteki doğru davranışların –boş sadakat biçimleri– mutlakıyete karşı mücadelede ne kadar yararsız olduğunu gösterecekti. Otokratik bir ülkede “anayasal” ikiyüzlülüğün taktiklerini önce davranıp uygulaması için Sovyetin farklı bir cevherden yapılmış olması gerekecekti. Ama bu nereye götürürdü? İki Dumanınkiyle aynı sona: iflâsa. Sovyete, yakın gelecekteki bir çarpışmanın kaçınılmaz olduğunu kabul etmekten başka yapacak hiçbir şey kalmamıştı; ayaklanma hazırlığı dışında hiçbir taktik seçemezdi. Bu hazırlıkların doğası, Sovyetin, devletin hayatını felç etmesini mümkün kılan ve gücünü oluşturan niteliklerinin kesin olarak geliştirilip pekiştirilmesinden başka ne olabilirdi? Ama Sovyetin bu nitelikleri güçlendirmeye ve geliştirmeye yönelik doğal çabaları, çatışmayı kaçınılmaz şekilde daha da yakınlaştırdı. Sovyet , ordu ve köylülük üzerindeki nüfuzunu genişletmekle giderek daha fazla meşgul oldu. Kasımda Sovyet, işçileri, Kronştad denizcileri şahsında uyanan orduyla kardeşçe dayanışmalarını etkin bir şekilde ifade etmeye çağırdı. Bunu yapmamak Sovyetin gücünü genişletmeyi reddetmek olurdu. Yapmak ise yaklaşan çatışmaya doğru bir adımdı. Veya belki de üçüncü bir yol vardı? Belki Sovyet , liberallerle birlikte, yetkililerin sözde “devlet adamlığı”na başvurabilirdi? Belki de halkın haklarını monarşinin ayrıcalıklarından ayıran çizgiyi bulabilirdi ve bulmalıydı, ve o kutsal sınırın bu kenarında durmalıydı? Fakat monarşinin de sınır çizgisinin kendi tarafında duracağını kim garanti edebilirdi? İki taraf arasında barışı ya da hatta geçici bir ateşkesi örgütlemeye kim girişecekti? Liberalizm mi? 18 Ekimde Sovyet heyetlerinden biri, Kont Witte ’ye, halkla barışmanın bir işareti olarak birliklerin başkentten çekilmesini önerdi. Bakan, “susuz ve elektriksiz kalmak, birliksiz kalmaktan daha iyidir” diye yanıt verdi. Belli ki hükümetin silahsızlanmaya niyeti yoktu. Sovyet ne yapacaktı? Ya liberallerin gerçekten istediği gibi, sorunu uzlaştırma meclisinin, yani geleceğin Devlet Dumasının eline bırakarak çekilecekti; ya da Ekimde kazanılmış olan herşeyi silah gücüyle elde tutmaya hazırlanacak ve eğer olanaklıysa, daha ileri bir saldırı başlatacaktı. Uzlaştırma meclisinin yeni bir devrimci çatışma alanına dönüştüğünü şimdi çok iyi biliyoruz. Bu nedenle ilk iki Duma tarafından oynanan nesnel rol, proletaryanın kendi taktiklerini üzerine inşa ettiği politik öngörünün doğruluğunu teyit etti yalnızca. Ama o kadar uzağa bakmamıza gerek yok. Şunu sorabiliriz: hiç kimseyi asla uzlaştıramamaya yazgılı olan bu “uzlaştırma meclisi”nin sahiden hayata geçirilmesini kim ya da ne garanti edecekti? Monarşinin aynı “devlet adamlığı” mı? Onun kutsal vaatleri mi? Kont Witte ’nin şeref sözü mü? Zemtsinin, arka kapıdan kabul edildikleri Peterhof’a ziyareti mi? Bay Mendelssohn’un uyarıcı sesi mi? Ya da, son olarak, liberallerin, tarihin bizzat liberalizmin inisiyatifine, zekâsına ve gücüne yükleyeceği bütün görevleri omuzlarına yığdığı sözde “olayların doğal akışı” mı? Ama eğer Aralık çatışması kaçınılmaz idiyse, Aralık bozgununun nedeni Sovyetin bileşiminde yatmıyor muydu? Sovyetin temel kusurunun onun sınıfsal doğası olduğu söyleniyordu. Sovyet , “ulusal” devrimin organı olmak için, tüm halk katmanlarının temsilcileri onun içinde yerlerini bulacak şekilde kendi yapısını genişletmeliydi. O zaman bu, Sovyetin otoritesine istikrar kazandırır ve onun gücünü arttırırdı. Peki gerçekten öyle mi? Sovyetin gücünü, proletaryanın kapitalist toplumdaki rolü belirledi. Sovyetin görevi, kendini bir parlamento parodisine dönüştürmek, farklı toplumsal grupların çıkarlarının eşit şekilde temsilini örgütlemek değil, proletaryanın devrimci mücadelesinin bütünlüğünü sağlamaktı. Sovyetin elindeki başlıca silah, proletaryaya, ücretli emek sınıfına özgü bir yöntem olan politik grev di. Proletaryanın sınıfsal bileşimindeki homojenlik, Sovyet içindeki içsel sürtüşmeyi bertaraf ediyor ve onu devrimci inisiyatif açısından yetenekli kılıyordu. Sovyetin bileşimi hangi araçlarla genişletilebilirdi? Liberal birliklerin temsilcileri davet edilebilirdi; bu, Sovyeti topu topu yirmi ya da daha fazla aydının varlığıyla zenginleştirmiş olurdu. Bunların Sovyet içindeki etkileri, Birlikler Konfederasyonu nun devrimde oynadığı rolle orantılı, yani sonsuz ölçüde küçük olurdu. Başka hangi sosyal gruplar Sovyette temsil edilebilirdi? Zemstvo kongresi mi? Ticaret ve sanayi örgütleri mi? Zemstvo kongresi Kasımda Moskova’da toplandı; Witte ’nin bakanlığı ile ilişkiler konusunu tartıştı, ama işçi Sovyetiyle ilişkiler konusunu aklına bile getirmedi. Zemstvo kongresi oturumdayken Sivastopol ayaklanması meydana geldi. Gördüğümüz gibi bu olay zemtsinin hemen sağa sapmasına yol açtı, öyle ki bay Milyukov , ana hatlarıyla, ayaklanmanın Tanrıya şükür bastırıldığı anlamına gelen bir konuşma yaparak onları rahatlatmak zorunda kaldı. Bu karşı-devrimci beylerle Sivastopol’da isyancıları selamlayan ve destekleyen işçi temsilcileri arasında ne gibi bir işbirliği oluşturulabilirdi? Henüz hiç kimse bu soruya bir yanıt vermiş değildir. Liberalizmin yarı-samimi, yarı-ikiyüzlü prensiplerinden birisi, ordunun politikanın dışında kalması istemidir. Tersine, Sovyet de orduyu devrimci politika içerisine çekmeye çalışarak muazzam enerji harcıyordu. Ya da belki de Sovyet, Çar bildirgesine öyle sonsuz bir güven duymalıydı ki, orduyu tümüyle Trepov ’un eline bırakmalıydı? Ve, eğer öyle değilse, hayati önem taşıyan bu alanda liberallerle işbirliğinin temeli olarak düşünülebilecek program neredeydi? Bu beylerin Sovyetin etkinliklerine katkısı, sistemli muhalefet, sonu gelmez tartışma ve içsel demoralizasyon dışında ne olabilirdi? Bunlar bize, liberal basını okuyarak bildiğimiz öğütlerden başka ne verebilirlerdi? “Devlet adamlığı” gerçekten de Kadetlerin ve Oktobristlerin ayrıcalığı olabilirdi; bununla birlikte Sovyet kendisini bir politik polemikler ve karşılıklı telkinler kulübüne dönüştüremezdi. Bir mücadele organı olmak ve öylece kalmak zorundaydı. Burjuva liberalizminin ve burjuva demokrasisinin temsilcileri, Sovyetin gücüne ne katabilirdi? Onun mücadele yöntemlerini nasıl zenginleştirebilirdi? Bunların Ekim, Kasım ve Aralıkta oynadıkları rolü hatırlamak, bu unsurların kendi Dumalarının feshedilmesine ne kadar az direniş gösterdiklerini bilmek, Sovyetin bir sınıf örgütü, yani bir mücadele organı olarak kalma hakkına sahip olduğunu, bunun onun vazifesi olduğunu anlamak yeterlidir. Burjuva temsilciler Sovyeti daha kalabalık hale getirebilirlerdi, ama onlar kesinlikle Sovyeti daha güçlü yapma yeteneğinde değildiler. Aynı nedenle, Sovyetin uzlaşmaz sınıf taktikleriyle burjuvaziyi düzen kampına geri fırlattığını savunan tümüyle rasyonalist, tarihsel olmayan suçlamaları reddediyoruz. Devrimin muazzam bir silahı olduğunu gösteren işçi grevi, sanayiye “anarşi”yi de sokuyordu. Tek başına bu, muhalif sermayenin kamu düzeni sloganını ve liberalizmin tüm sloganlarının üzerinde kapitalist sömürünün bekası sloganını ileri sürmesi için yeterliydi. İşverenler, “görkemli” (bunu onlar söylüyorlar) Ekim grevi nin sona ermesi gerektiğine karar vermişler ve karşı-devrimci 17 Ekim Birliğini örgütlemişlerdi. Böyle yapmak için yeterli nedenleri vardı. Her birinin, kendi fabrikasında, devrimin politik kazanımlarıyla işçilerin sermaye karşısındaki konumlarının güçlenmesinin el ele gittiğini keşfetmeye yetecek fırsatı olmuştu. Bazı politikacılar, sekiz saatlik işgünü mücadelesinin yarattığı temel sıkıntının, muhalefette nihai bir çatlağa yol açtığını ve sermayeyi karşı-devrimci bir güce dönüştürdüğünü düşünmektedirler. Bu eleştirmenler proletaryanın sınıfsal enerjisini, sınıf mücadelesinin sonuçlarını kabul etmeksizin tarihin emrine vermek istiyorlardı. Söylemeye gerek yok ki, sekiz saatlik işgününe tek yanlı geçiş, işverenler arasında şiddetli bir tepki oluşturmaya başlamıştı. Ama bu özel kampanya olmasaydı kapitalistlerin Witte ’nin kapitalist borsa hükümetiyle yakınlaşmasının gerçekleşmeyeceğine inanmak çocukçadır. Proletaryanın, halk kitlelerinin başına geçerek ve “kamu düzeni”ne karşı sürekli bir tehdit oluşturarak bağımsız bir devrimci güç halinde birleşmesi, sermayeyle yetkililer arasında oluşan koalisyonun elinde yeterli bir kanıt oluşturuyordu. Doğru, devrimin ilk evresinde, yani devrim kendisini kendiliğinden saçılan patlamalarla ortaya koyduğunda, liberaller ona müsamaha gösterdiler. Devrimci hareketin mutlakıyetin temellerini sarstığını ve onu egemen sınıflarla anayasal bir anlaşmaya zorladığını açıkça gördüler. Grevlere ve gösterilere müsamaah gösterdiler, devrimcilere karşı dostça bir tutum takındılar ve onları yalnızca yumuşak ve dikkatli bir biçimde eleştirdiler. Devrimin, anayasal anlaşmanın koşullarının çoktan yazıldığı ve geriye kalan herşeyin de bunları yürürlüğe koyacak gibi göründüğü 17 Ekim sonrasında da işlemeye devam etmesi, açıkça, liberallerle yetkililer arasında böyle bir anlaşmanın yapılma olanağını baltalıyordu. Ekim grevi yle birleşen ve kendi içlerinde örgütlenen proleter kitleler, o andan itibaren, kendi gerçek varoluşlarıyla liberalleri devrimin karşısına koydular. Liberaller, Moor’un kendine düşeni yaptığını,[1] artık sakince torna tezgâhına dönmesi gerektiğini hissettiler. Oysa Sovyet , tam tersine, asıl mücadelenin önünde uzandığına inanıyordu. Bu koşullar altında, kapitalist burjuvaziyle proletarya arasında devrimci bir işbirliği söz konusu olamazdı. Öncülün sonucu doğurması gibi, Ekim de Aralığı doğurdu. Aralık çatışmasının akıbeti, münferit taktik hatalarla değil, gericiliğin mekanik güçlerinin devrim güçlerinden daha büyük olduğunu ortaya koyması olgusuyla açıklanmalıdır. Proletarya, Aralık ve Ocak ayaklanmalarında kendi hataları yüzünden değil, çok daha gerçek bir nicelik yüzünden yenilgiye uğradı: köylü ordusunun süngüleri. Liberalizm hakikaten de, ateş gücü eksikse bunu her koşulda bacak gücünün hızıyla kapamak gerektiği düşüncesindedir: o, karar anında geri çekilmeyi, gerçekten en cesur, olgun, üzerinde uzun uzun düşünülmüş ve etkili taktik olarak görür. Bu liberal kaçış felsefesi, bizzat sosyal demokrasi saflarındaki bazı yazarlar[2] üzerinde bir etki yarattı, bunlar geçmişi değerlendirirken şu soruyu soruyorlardı: eğer proletaryanın Aralıktaki yenilgisi kendi güçlerinin yetersizliği yüzünden olsaydı, onun hatası tümüyle, zafer için yeterince güçlü olmadığı halde çarpışmayı kabul etmesinden ibaret olmaz mıydı? Bunu şöyle yanıtlayabiliriz: eğer çarpışmalar sadece zaferin kesinliği durumunda yapılsaydı, bu dünyada girişilen hiçbir çarpışma olmazdı. Başlangıçtaki bir güç hesabı, devrimci çatışmaların akıbetini önceden belirleyemez. Eğer belirleseydi, sınıf mücadelesi uzun süreden beri yerini muhasebeciliğe bırakmış olurdu. Kısa bir süre önce, bazı sendikaların haznedarları bunu hayal ediyorlardı. Ama en modern hesap sistemiyle bile, bir defterden elde edilen kanıtla kapitalistleri ikna etmenin olanaksız olduğu ve sayılara dayandırılan kanıtların, sonunda, bir grev kanıtıyla desteklenmesi gerektiği anlaşıldı. Ve herşey önceden ne kadar iyi hesaplanırsa hesaplansın, her grev önceden tahmin edilemeyen ve sonunda mücadelenin akıbetini belirleyen bir dizi yeni maddi ve manevi olguya yol açar. Şimdi, sahip olduğu kesin hesap yöntemleriyle birlikte bertaraf edilmiş böyle bir sendikayı hayal edin; grevi tüm ülkeye yayın ve ona büyük bir politik hedef verin; devlet iktidarı ile proletaryayı doğrudan düşmanlar olarak karşı karşıya getirin; her ikisini de gerçek, potansiyel ya da hayali ittifaklarla çevreleyin; her iki tarafın kazanmak için acımasızca mücadele ettiği tarafsız katmanları ekleyin; devrimci unsurları ancak olayların hengamesi içinde ortaya çıkan orduyu ekleyin; her ikisi de çok gerçek faktörler olarak, bir yandan abartılı umutları, diğer yandan abartılı korkuları ekleyin; borsanın ani kriz nöbetlerini ve uluslararası ilişkilerin bütün karmaşık etkilerini ekleyin –devrim iklimini elde edersiniz. Bu koşullar altında bir partinin öznel iradesi, “başat” bir parti bile olsa, yalnızca etkenlerden bir tanesidir, ama hiçbir surette en önemlisi değil. Bir devrimde, çarpışma anı, her iki tarafın hesaplarından çok, muhalif orduların karşılıklı konumları tarafından belirlenir, hatta bir savaştakinden bile daha fazla. Savaşta, orduların mekanik disiplini sayesinde, herhangi bir çatışma olmaksızın bütün bir orduyu çarpışma alanından uzaklaştırmanın bazen olanaklı olduğu doğrudur; ama yine de, böyle durumlarda askeri komutan, geri çekilme stratejisinin birliklerinin moralini bozup bozmayacağını ve bugünkü çarpışmadan kaçınmakla yarın daha felâket getirici bir çarpışmaya zemin hazırlayıp hazırlamadığını kendisine sormalıdır. General Kuropatkin’in bu noktada söyleyecek pek çok şeyi olabilirdi. Ama gelişen bir devrimci durumda, planlı bir geri çekilme baştan düşünülemez. Bir parti saldırıya geçerken kitleleri arkasına alabilir, ama bu, onları saldırının ortasında dilediği gibi uzaklaştırılabileceği anlamına gelmez. Kitlelere önderlik eden sadece parti değildir: sırası geldiğinde kitleler partiyi ilerletir. Örgüt ne kadar güçlü olursa olsun, bu durum her devrimde meydana gelecektir. Bu koşullar göz önüne alındığında, çarpışma olmaksızın geri çekilmek, partinin kitleleri düşman ateşi altında yüzüstü bırakması anlamına gelebilir. “Başat” parti olarak sosyal demokratlar, şüphesiz, Aralıkta gericiliğin meydan okumasını kabul etmeye razı olmayabilirler ve, Kuropatkin’in mutlu ifadesini kullanmak gerekirse, “önceden hazırlanmış konumlara,” yani gizliliğe “geri çekilebilirlerdi.” Ama bir genel direnişin olmadığı durumda böyle yapmakla, hükümetin yasal ve yarı-yasal işçi örgütlerini (yaratılmasına bizzat partinin yardımcı olduğu) birer birer paramparça etmesini mümkün kılmış olurlardı yalnızca. Bu, sosyal demokrasinin, devrimden uzak durabileceğine, kendi hatalarının felsefesini yapabileceğine ve tek dezavantajı, artık kimsenin istemediği bir anda üretilmek olan kusursuz planlar hazırlayabileceğine dair şüphe götürür ayrıcalığı için ödediği bedel olurdu. Bunun, partiyle kitleler arasındaki bağların pekiştirilmesine nasıl yardım edeceğini tasavvur etmek kolaydır! Hiç kimse sosyal demokratların çatışmayı tırmandırdığını iddia edemez. Aksine Petersburg Sovyetinin, 22 Ekimde, kitleler arasında yaygın ajitasyonel ve örgütsel çalışma yapma adına “yeni rejimin” şaşkınlığından ve teredüdünden yararlanmaya kalkışmayarak, bir çatışmayı kışkırtmamak için cenaze törenini ertelemesi, sosyal demokratların inisiyatifiyle oldu. Hükümet, ilk adım olarak Polonya’da sıkıyönetim ilân edip, ülke çapında alelacele yeniden kontrol kurma girişiminde bulunduğunda, Sovyet tümüyle savunma taktiklerini savundu ve Kasım grevi ni açık çatışma aşamasına taşıyacak hiçbir şey yapmadı; bunun yerine grevi bir protesto hareketine dönüştürdü ve bunun ordu ve Polonyalı işçiler üzerindeki muazzam moral etkisiyle yetindi. Parti, örgütsel hazırlık gereksiniminin farkında olduğu için, Ekim ve Kasımdaki çarpışmadan kaçındıysa da, Aralıkta bu düşünce artık uygun değildi. Söylemeye gerek yok ki, bu hazırlık zaten başarıldığı için değil, hükümet –başka seçeneği de yoktu– Ekim ve Kasımda yaratılan bütün devrimci örgütlülükleri paramparça ederek çarpışmayı başlattığı için. Bu koşullar altında, parti bir kez daha savaşmayı reddetmeye karar vermiş olsaydı ve hatta devrimci kitleleri açık alandan çekebilseydi, sadece çok daha uygunsuz koşullar altında ayaklanma zeminini hazırlıyor olurdu: yani sempatiyle yaklaşan bir basının ve kitle örgütlerinin bulunmadığı ve bir geri çekilmeyi kaçınılmaz olarak izleyen moral bozukluğunun hüküm sürdüğü bir atmosferin hakim olduğu koşullarda. Marx şöyle yazıyordu[3]: Savaşta olduğu gibi devrimde de, mücadelenin başarı şansı ne olursa olsun, karar anında herşeyi göze almak kesinlikle gereklidir. Tarihte, bu önermeyi doğrulamayan tek bir başarılı devrim yoktur.… Israrlı bir mücadele sonrasındaki yenilgi, kolayca kazanılmış bir zaferden daha az devrimci öneme sahip değildir.… Her mücadelede, eldiveni yere atan[4] kişinin yenilme riskini göze alması kesinlikle kaçınılmazdır; ama bu, yenilgiyi daha baştan ilân etmek ve kılıç çekmeksizin teslim olmak için bir neden midir? Devrimde önemli bir mevzinin komutasını elinde tutan ve saldırıya girişen düşmana karşı koyacak yerde onu teslim eden kişi, her zaman bir hain gözü ile bakılmayı hak eder. (Karl Marx , Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim)[5] Engels , Marx ’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı kitabına yazdığı ünlü Önsöz’de, ayaklanmanın askeri-teknolojik zorlukları (birliklerin demiryoluyla hızla taşınması, modern topların yıkıcı gücü, modern şehirlerin geniş sokakları) karşısında ordunun sınıfsal bileşiminin evriminden hareket ederek, yeni zafer olanaklarını hesap ederken, ciddi yanlış anlaşılmalara açık kapı bırakıyordu. Engels, bir taraftan, devrimci ayaklanmalarda modern tekniğin önemini çok tek yanlı değerlendiriyor, diğer taraftan, ordunun sınıfsal yapısının evriminin ancak orduyla halk arasında doğrudan bir karşı karşıya geliş söz konusu olduğu zaman politik olarak önemli olabileceğini açıklamayı gerekli ya da uygun görmüyordu. Sorunun her iki yanı üzerine bir şey daha.[6] Devrimin ademi-merkezi doğası, birliklerin sürekli olarak nakledilmesini zorunlu kılar. Engels , demiryolları sayesinde, garnizonların yirmi dört saat içerisinde iki katından daha fazla olabileceğini söyler. Ama gerçek bir kitle ayaklanmasının bir demiryolu grevini kaçınılmaz olarak şart koşacağını gözden kaçırır. Hükümet daha silahlı kuvvetlerini nakletmeye başlayamadan, o –amansız kavgadaki grevci çalışanlarla birlikte– demiryolu hatlarını, lokomotifleri ve vagonları ele geçirmek, trafiği düzenlemek, tahrip olan rayları ve havaya uçurulan köprüleri onarmak zorundadır. En iyi tüfekler ve en keskin süngüler bütün bunlar için yeterli değildir; ve Rus devriminin deneyimi, en küçük başarının bile bu yönde yirmi dört saatten çok daha fazlasını gerektirdiğini gösterir. Ayrıca hükümet, silahlı kuvvetlerin nakline girişmeden önce, ülkedeki durumu bilmelidir. Telgraf, haber akışını, demiryollarının taşımayı hızlandırmasından çok daha geniş ölçüde hızlandırır. Ama yine buradaki bir ayaklanma, posta ve telgraf grevini ön varsayar ve doğurur. Eğer ayaklanma, posta ve telgraf çalışanlarını kendi tarafına çekemezse –bu devrimci hareketin zayıflığına tanıklık eder!– yine de telgraf direklerini devirebilir ve telleri kesebilir. Bu her iki taraf için de zararlı olsa da, asıl gücünü kesinlikle otomatik olarak işleyen bir örgütten almayan devrimin kaybı devletten çok daha az olmaya devam eder. Kuşku yok ki, telgraf ve demiryolları, modern merkezi devletin elindeki güçlü silahlardır. Ama bu silahların her iki tarafı da keskindir. Ve, toplumun ve bir bütün olarak devletin varlığı, proleter emeğin devamlılığına bağlıyken, demiryolları ve posta ve telgraf servisi söz konusu olduğunda bu bağımlılık çok daha aşikârdır. Raylar ve teller hizmet vermeyi reddeder etmez, hükümet aygıtı, aralarında hiçbir nakliye ya da iletişim aracı (hatta en ilkel olanları bile) olmayan ayrı parçalara bölünür. Öyle olur ki, daha yetkililer yerel bir garnizonu “iki katına çıkarma”yı başarmadan, işler epeyce yol kateder. Bir ayaklanma, hükümeti, birliklerin naklinin yanı sıra, askeri teçhizatın nakli sorunuyla da yüz yüze bırakır. Bir genel grevin bu konuda yarattığı zorlukları zaten biliyoruz; ama buna ayrıca, askeri malzemelerin isyancılarca ele geçirilmesi riski de eklenmelidir. Devrimin niteliği ne kadar ademi-merkezi olur ve kitleler devrime ne kadar fazla çekilirse bu risk o kadar gerçek hale gelir. Moskova istasyonlarındaki işçilerin, bazı uzak harekât alanlarına taşınan silahları ele geçirdiklerini gördük. Benzer eylemler pek çok yerde meydana geldi. Kuban bölgesindeki isyancı Kazaklar, bir tüfek sevkiyatını engellediler. Devrimci askerler mühimmatı isyancılara teslim ettiler, vs. Elbette, herşey söylenip yapıldığında, isyancıların hükümet birlikleri üzerinde katıksız bir askeri zaferi sorunu söz konusu olamaz. İsyancılar fiziksel olarak daha güçlü olmak zorundadır ve sorun daima birliklerin ruh haline ve tavrına indirgenmelidir. Barikatların her iki tarafındaki güçler arasında sınıfsal akrabalık olmaksızın, devrimin zaferi, günümüzün askeri teknolojisi düşünüldüğünde gerçekten olanaksız olurdu. Fakat diğer taraftan, ordunun “halkın yanına geçmesi”nin barışçıl, kendiliğinden bir gösteri biçimini alabileceğine inanmak, çok tehlikeli bir yanılsama olurdu. Ölüm-kalım sorunuyla karşı karşıya kalan egemen sınıflar, ordunun sınıfsal bileşimine ilişkin kuramsal düşünceler yüzünden kendi konumlarından asla isteyerek feragat etmezler. Her devrimin en büyük bilinmezi olan ordunun politik ruh hali, ancak askerlerle halk arasındaki bir çatışma sürecinde belirlenebilir. Ordunun devrim kampına geçmesi manevi bir süreçtir; ama bu sürecin yolu yalnız manevi araçlarla açılamaz. Ordu içinde farklı güdüler ve davranışlar bir araya gelir ve kesişir; çoğunluk tereddüt eder ve dışardan gelen bir etkiyi beklerken, yalnızca bir azınlık bilinçli olarak devrimcidir. Bu çoğunluk, ancak halkın zaferinin olabilirliğine inanmaya başlarsa, silahlarını bırakabilir ya da sonunda süngülerini gericiliğe doğrultabilir. Böyle bir inanç tek başına politik bir ajitasyonla yaratılamaz. Ancak askerler, halkın bir ölüm-kalım mücadelesi için sokaklara çıktığına –hükümete karşı gösteri yapma amacıyla değil, onu yıkma amacıyla– ikna oldukları zaman, “halkın yanına geçmek” onlar için psikolojik olarak olanaklı hale gelir. Bu yüzden bir ayaklanma, özünde orduya karşı bir mücadeleden çok ordu için bir mücadeledir. Ayaklanma ne kadar inatçı, uzun erimli ve başarılıysa, birliklerin tutumundaki temel değişiklik o kadar olası –gerçekte kaçınılmaz– olur. Devrimci grev temelinde gerilla mücadelesi, Moskova’da gördüğümüz gibi, aslında zafere ulaşamaz. Ama ordunun ruh halini yoklama olanağını yaratır ve ilk önemli zaferden sonra –yani garnizonun bir bölümü bir kez ayaklanmaya katıldığında– gerilla mücadelesi, birliklerin silahlı ve silahsız halk tarafından desteklenen bir kesiminin, kendisini evrensel bir nefret çemberi içinde bulacak olan diğer kesimle savaşacağı bir kitle mücadelesine dönüştürülebilir. Karadeniz Filosunda, Kronştad ’da, Sibirya’da, Kuban bölgesinde, daha sonra Sveaborg’da ve diğer birçok yerde gördük ki, ordunun sınıfsal, moral ve politik heterojenliği, birliklerin halkın yanına geçmesine neden olduğunda, bunun ilk önce ordu içinde iki karşıt kamp arasında bir mücadele anlamına gelmesi zorunludur. Bütün bu durumlarda, militarizmin en modern silahları –tüfekler, makineli tüfekler, kale ve sahra topları, savaş gemileri– sadece hükümetin elinde değil, devrimin hizmetinde de bulunur. Bir İngiliz gazeteci olan Bay Arnold White, 9 Ocak 1905 Kanlı Pazar deneyimi temelinde parlak bir sonuca vardı, ona göre eğer XVI. Louis’nin elinde birkaç Maxim tüfeği[7] bataryası olsaydı, Fransız devrimi gerçekleşmeyecekti. Devrimlerin tarihsel şanslarının tüfeklerin kalibresiyle ya da tabancaların çapıyla ölçülebileceğine inanmak, ne acıklı bir boş inanç! Rus devrimi bir kez daha gösterdi ki, insanlar tüfekler, tabancalar ve savaş gemileri tarafından yönetilemez: son tahlilde, tüfekler, tabancalar ve savaş gemileri insanlar tarafından kontrol edilir. 11 Kasımda, şimdi Durnova-Witte bakanlığı olan Witte-Durnova bakanlığı, bir seçim yasası yayınladı. Kara amirali Dubasov ’un Presnya sokaklarında St. Andrew bayrağının onurunu yeniden tesis ettiği bir dönemde, hükümet, bir yandan mülk sahipleri, diğer yandan monarşiyle bürokrasi arasında uzlaşma sağlamak üzere yasal bir yol açmak için acele ediyordu. Bu andan itibaren iktidar mücadelesi, özünde devrimci olsa bile, anayasalcılık kılığı altında gelişti. İlk Dumada Kadetler , kendilerine halkın önderleri süsünü verdiler. Şehir proletaryası haricindeki halk kitleleri hâlâ karmakarışık bir muhalif ruh hali içinde oldukları ve seçimler aşırı sol partiler tarafından boykot edildiği için, Kadetler kendilerini Dumada durumun hakimi olarak buldular. Onlar tüm Rusya’yı “temsil ediyorlardı”: Liberal toprak sahipleri , liberal tüccarlar, avukatlar, doktorlar, devlet memurları, dükkâncılar, tezgâhtarlar, hatta kısmen köylüler. Kadet önderliği, eskisi gibi toprak sahiplerinin, profesörlerin ve avukatların elinde kalsa da, parti, diğer bütün sorunları geri plana iten kırın çıkarlarının ve ihtiyaçlarının basıncı altında, sola dönüyordu. Böylece Dumanın feshedilmesine ve daha sonra liberal gevezeler için uykusuz gecelerin yolunu açan Vyborg bildirgesine geldik. Kadetler ikinci Dumaya daha küçük sayılarla döndüler, ama Milyukov ’un da kabul ettiği gibi, onlar şimdi sadece sokaktaki hoşnutsuz adam tarafından değil, kendisini soldan ayırmak, yani oyunu daha bilinçli olarak karşı-devrimci platforma vermek isteyen seçmen tarafından desteklenme avantajına sahiptiler. Şehir küçük burjuvazisi, ticaret proletaryası, ve sıradan aydınlar şimdi sol kanat partilere oy veriyordu, oysa toprak sahipleri nin ana çoğunluğu ve büyük sermayenin temsilcileri aktif gericilik kampına geçmişti. Toprak sahiplerinin bir bölümü ve şehir nüfusunun orta katmanları Kadetleri izliyordu. Köylü ve işçi temsilcileri onların solunda bulunuyorlardı. Kadetler , hükümetin orduya asker alma planına oy verdiler ve bütçeye oy verme sözü verdiler. Aynı şekilde, devletin bütçe açığını kapatmak için yeni borçlanmalara oy vereceklerdi ve tereddüt etmeksizin, otokrasinin eski borçlarının sorumluluğunu üstleneceklerdi. Konuşmacı kürsüsünde liberalizmin tüm iktidarsızlığını ve değersizliğini cisimleştiren o acınası Golovin , Duma feshedildikten sonra, hükümetin, Kadetlerin tavrını, kendisinin muhalefet üzerindeki zaferi olarak yorumlaması gerektiğini söylüyordu. Tamamen haklıydı. Bu koşullar altında, Dumanın feshedilmesi için hiçbir nedenin olmadığı düşünülebilirdi: yine de Duma feshedildi. Bu, liberalizmin politik argümanlarından daha güçlü bir kuvvetin varolduğunu kanıtlar. Bu kuvvet devrimin iç mantığıdır. Hükümet, Kadetlerin ağır bastığı Duma ile mücadele ederken kendi gücünün hissiyle giderek daha fazla doldu. O bu sahte parlamentoyu, çözüm talebinde bulunan tarihsel bir meydan okuma olarak değil, zararsız kılınması gereken politik hasımların meclisi olarak görüyordu. Politikayı daha çok yüksek mahkeme öncesi görülecek bir davaymış gibi değerlendiren bir avuç avukat, hükümetin rakipleri ve iktidar taliplileri olarak sahneye çıkmışlardı. Bunların politik belâgatı, hukuki uslamlamalar ile sahte-klasik lafebeliği arasında salınıyordu. Askeri mahkemeler üzerine tartışmada iki parti karşı karşıya geldiler. Liberallerin geleceğin adamı olarak gördükleri Moskovalı avukat Maklakov, hukuki eleştiriyi, askeri adalete ve onunla birlikte hükümetin politikasının bütününe yıkıcı biçimde uyguladı. Stolipin , “fakat askeri mahkemeler yasal bir kurum değildirler” diye karşılık verdi. “Bunlar bir mücadele silahıdır. Siz bu silahın yasaya uygun olmadığını kanıtlamak istiyorsunuz. Pekâlâ, o kısa vadeli çıkarlara uygundur. Yasa kendinde bir amaç değildir. Devletin varlığı tehdit edildiğinde, hükümet, yasal düşünceleri bir kenara bırakma ve kendi iktidarının maddi silahlarını kullanma hakkına sahip olmakla kalmaz, buna yükümlüdür de.” Yalnızca hükümet darbesinin değil halk ayaklanmasının da felsefesini ifade eden bu yanıt, liberaller arasında son derece büyük bir sıkıntıya yol açtı. Hakkın güçten daha kuvvetli olduğuna bin bir yemin eden liberal gazeteciler “ne işitilmedik bir itiraf!” diye çığlık attılar. Şimdiye kadar bunların tüm politikası, hükümeti bunun tersine ikna etmeye tasarlanmıştı. Defalarca geri çekildiler. Dumayı feshedilmekten kurtarmak için bütün haklarından feragat ettiler, ve böylece, tartışmanın ötesinde, gücün haktan daha kuvvetli olduğunu kanıtladılar. Bu koşullar altında hükümetin iktidar silahlarını sonuna kadar kullanmayı sürdürmek için teşvik edildiğini hissetmesi muhakkaktı. İkinci Duma feshedilmişti. Şimdi 17 Ekim Birliğinde kişileşen muhafazakâr ulusal liberalizm , devrimin halefi olarak ortaya çıkmaktadır. Kadetler kendilerini devrimin görevlerinin mirasçısı olarak görmektedirler. Oktobristler gerçekte Kadetlerin yatıştırma taktiklerinin mirasçısıydı. Bununla birlikte Kadetler Oktobristleri gizliden gizliye küçümsüyorlardı, Oktobristler Kadetlerin vaatlerinden yalnızca mantıksal sonuçlar çıkarıyorlardı: desteğini devrimden almıyorsan, Stolipin ’in anayasalcılığından almak zorundasın. Kuropatkin’in ve Stessel’in Savunma Departmanına ilişkin reform vaatleri, yeni apoletlerden, yaka şeritlerinden ve şapkalardan öte bir anlam taşımadığı halde, üçüncü Duma , Çarlık hükümetine ordu için 456.535 acemi er verdi. Ülkenin yüzde yetmişini, olağanüstü yasaları bir cellâdın ilmiği gibi kullanan satraplara teslim eden ve geriye kalan yüzde 30’nun da “normal” yasalar temelinde asılmasını ve boğazlanmasını serbest bırakan İçişleri Bakanlığının bütçesini onayladı. Hükümetin 87. Fıkraya dayanarak yayınladığı ünlü 9 Kasım 1906 fermanının bütün temel hükümlerini kabul etti. Amacı, mülkiyet sahiplerinin güvenilir kaymak tabakasını köylülükten ayırmak ve geri kalanların tümünü terimin biyolojik anlamında doğal ayıklanma sürecine terk etmekti. Gericilik, köylülüğün çıkarı için toprak sahipleri nin topraklarına el koymak yerine, kulakların çıkarı için topluluk-mülkiyetindeki köylü topraklarına el koydu. “9 Kasım yasası”, diyordu üçüncü Dumadaki aşırı gericilerden biri, “bütün Rusya’yı havaya uçurmaya yetecek kadar patlayıcı gaz içermektedir.” Bir kez daha durumun sınırsız hakimleri olarak ortaya çıkan soyluluk ve bürokrasinin uzlaşmaz tutumlarıyla tarihsel bir çıkmaza sürüklenen burjuva partiler, kendi konumlarının ekonomik ve politik çelişkilerinden bir çıkış yolu arıyorlar –emperyalizmde. İçteki yenilgilerini, dışişlerinde telâfi etmeye çalışıyorlar; Uzak Doğu’da (Amur demiryolu ), İran’da ve Balkanlarda. Bosna-Hersek’in sözde “ilhakı”, Moskova ve Petersburg’da, yurtseverliğin bütün eski döküntülerinin sağır edici şakırtılarıyla karşılandı. Eski düzene tüm burjuva partilerden daha muhalif olduklarını iddia eden Kadet partisi, şimdi militan “neo-Slavizm”in başını çekiyor; Kadetler , devrimin çözmeden bıraktığı sorunları kapitalist emperyalizmin çözeceğini umuyorlar. Toprak sahiplerinin topraklarına el konulması ve toplumsal sistemin demokratikleştirilmesi düşüncesini –çiftçi köylülük aracılığıyla kapitalist gelişme için istikrarlı bir iç pazarın oluşturulması umudunun terk edilmesi anlamına gelen bu düşünceyi– fiilen terk etmek zorunda kalan Kadetler, umutlarını dış pazarlara bağlamaktadırlar. Bu doğrultuda başarı elde edilmesi için, güçlü bir devlet iktidarı zorunludur; ve liberaller bu iktidarın gerçek sahibi olan Çarlığa aktif destek vermek zorunda kalmaktadırlar. Milyukovların muhalif renklere boyanmış emperyalizmi, üçüncü Dumanın tam göbeğinde bulunan otokratik bürokrasinin, vahşi toprak sahipliğinin ve asalak kapitalizmin bu iğrenç karışımı için bir tür ideolojik kozmetik olarak hizmet eder yalnızca. Bütün bunların bir sonucu olarak ortaya çıkan durum, şu anda en umulmadık sonuçlara yol açabilir. Gücünün ününü Tsuşima sularına ve Mukden savaş alanlarına gömen bu hükümet; maceracı politikalarının korkunç sonucuna katlanan bu aynı hükümet, şimdi ansızın, “ulusun” temsilcileri tarafından yurtseverce desteklendiğini görüyor. Hiç zorlanmaksızın, yarım milyon yeni asker ve kendi genel askeri harcamaları için yarım milyar ruble elde ediyor; ve üstüne üstlük, Uzak Doğu’daki yeni maceraları için Dumanın desteğini alıyor. Bundan da öte: dış politikada yeterince etkin olmadığı için, sağ ve sol tarafından, Kara Yüzler ve Kadetler tarafından ciddi biçimde eleştiriliyor. Olayların mantığı böylece, hükümeti, uluslararası prestijinin onarılması için savaşın tehlikeli yoluna sürüklüyor. Kim bilir? Belki de, otokrasinin kaderi Petersburg ve Varşova sokaklarında nihai ve geriye dönüşsüz bir şekilde belirlenmeden önce, Amur kıyılarında ya da Karadeniz sahilinde bir kez daha teste tâbi tutulur.
Alman İmparatorluğu[7] (1895 Nüfus sayımı) | Avusturya İmparatorluğu[8] (1902 Nüfus Sayımı) | Rusya[9] (1902 Nüfus Sayımı) | ||||
İşletme sayısı | İşçi sayısı | İşletme sayısı | İşçi sayısı | İşletme sayısı | İşçi sayısı | |
51-1.000 arası işçi çalıştıran işletmeler | 18.698 | 2.595.536 | 6.334 | 993.000 | 6.334 | 1.202.800 |
1.000'den fazla işçi çalıştıran işletmeler | 255 | 448.731 | 115 | 179.876 | 458 | 1.155.000 |
Karlar | İşletme Sayısı | Milyon ruble olarak karlar |
1.000-2.000 ruble | 37.000 ya da %44,5 | 56 ya da %8,6 |
50.000 rubleden fazla | 1.400 ya da %1,7 | 291 ya da %45,0 |
Sosyal demokrat partinin Stockholm’de düzenlenen kongresinde, Rusya’daki proletarya partisinin çalışma koşullarıyla ilgili ilginç istatistiki veriler yayınlandı. Kongre’deki 140 üye, toplam olarak 138 yıl 3,5 ay hapis yatmış. 148 yıl 6,5 ayı sürgünde geçirmiş. 18 üye bir kez, 4 üye ise iki kez hapisten kaçmış. 23 üye bir kez, 5 üye iki kez, 1 üye ise üç kez sürgünden kaçmış. Eğer 140 üyenin sosyal demokrat hareket içinde toplam olarak 942 yıl geçirdiğini hesaba katarsak, hapiste ve sürgünde geçen sürenin, aktif olarak partide geçen sürenin yaklaşık üçte birini oluşturduğunu görürüz. Ama bu sayılar, en azından aşırı-iyimserdir. 140 kongre üyesinin toplam 942 yıl boyunca parti çalışmalarında yer aldığını söylemek, sadece kongre üyelerinin politik faaliyetlerinin o kadarlık bir döneme yayıldığı anlamına gelir; asla 942 insan-yılın tümüyle politik çalışmaya ayrıldığı anlamına gelmez. Gizlilik koşulları gözönüne alındığında, gerçek doğrudan politik faaliyetlerin, söz konusu sürenin ancak beşte birini veya onda birini kapsaması pekâlâ mümkündür. Öte yandan, hapiste veya sürgünde geçirilen süreler tam da sayıların işaret ettiği kadardır: kongre üyeleri 50.000’den fazla gün ve geceyi demir parmaklıkların ardında, bundan daha fazlasını da ülkenin ücra ve barbar bölgelerinde geçirmişlerdir. Belki kişisel geçmişimizden de bazı istatistikler eklememiz yerinde olur. Bu satırların yazarı, Nikolayev kentinin işçi çevrelerinde yürüttüğü on aylık faaliyetin ardından, ilk olarak 1898 Ocağında tutuklanmış, iki yıl hapis yatmış ve dört yıllığına sürgüne gönderildiği Sibirya’dan iki yıl sonra kaçmıştı. Yazar ikinci kez 3 Aralık 1905’te İşçi Temsilcileri Sovyetinin üyesi olarak tutuklanmıştı. Sovyet yedi haftadan fazla yaşadı. Sovyet üyeliğiyle suçlananlar elli yedi hafta hapiste tutulduktan sonra, “sürekli ikamet” için Obdorsk’a nakledildiler. Partide on yıl kadar çalışmış herhangi bir Rus sosyal demokratı, kendisiyle ilgili aşağı yukarı aynı bilgileri verebilir. Rusya’da 17 Ekim 1905’ten sonra ortaya çıkan ve Gotha Yıllığı’nın bilinçsiz bir hukuki ukalâlık nüktesiyle “otokratik bir Çara sahip anayasal bir monarşi” diye tanımladığı son derece karmaşık rejim, hiçbir şekilde bizim politik çalışma koşullarımızı değiştirmemişti. Elli günlük bir özgürlüğümüz oldu; o süreyi dolu dolu yaşadık. Bu görkemli günler boyunca Çarlık bizim uzun süredir bildiğimiz bir gerçeği gördü: ikimiz bir arada varolamazdık. Ardından korkunç hesaplaşma ayları geldi. Çarlık, 17 Ekimden sonra, bir boa yılanının derisini değiştirmesi gibi, Dumayı değiştirdi; ama derisi ne olursa olsun boa yılanlığı değişmeden kaldı. Geçen iki yıl boyunca durmadan yasallığı benimsememizi isteyen budala ve liberal ikiyüzlüler, aç köylülere pasta yemelerini öneren Marie-Antoinette’e benziyorlar. Sanki bizim pastaya karşı alerjimiz vardı. Sanki ciğerlerimize, Petro ve Paul Kalesi’nde hücre hapsi için tıkıldığımız zindanların havasını solumak için dayanılmaz bir özlem bulaşmıştı! Sanki gardiyanların yaşamımızdan çaldığı o bitmez tükenmez saatler için farklı bir meşgale bulamıyorduk ya da bulmayı istemiyorduk. Biz, boğulan birinin deniz dibine tutkun olması kadar az tutkunuz yeraltına. Ama –doğrusunu söylemek gerekirse– düşmanımız muklakiyet, bu konuda bize hiçbir seçenek bırakmıyor. Bu gerçeğin farkında olmamız, yeraltı boğazımıza geçirdiği halkayı acımasızca sıkarken bile iyimser kalmamızı mümkün kılıyor. O bizi boğamayacak, bundan hiç kuşkumuz yok. Herkesten çok yaşayacağız. Yeryüzünün şu anki prenslerinin, bunların hizmetkârlarının ve hizmetkârların hizmetkârlarının kemikleri toprağa dönüştüğünde, bugünkü pek çok partinin ve bunların faaliyetlerinin gömülü olduğu mezarlar bulunamadığında, işte o zaman bizim hizmet ettğimiz dava tüm dünyaya egemen olacak, o zaman bugün yeraltında yaşam mücadelesi veren partimiz, tarihte ilk defa kendi kaderinin efendisi olan insanlığın içine hiçbir iz bırakmaksızın emilmiş olacak. Tüm tarih, ideallerimizin hizmetindeki muazzam bir makinedir. O, barbarca bir yavaşlıkla, duyarsız bir zalimlikle işliyor; ama işliyor. Bundan hiç kuşkumuz yok. Ama onun herşeyi yutan mekanizması yakıt olarak bizim kanımızı emince, var gücümüzle şöyle bağırmak geliyor içimizden: “Daha hızlı! Daha hızlı yap!” Oglbi (Helsingfors yakınları) 8-21 Nisan 1907
Karşı-devrimci komplo dönemi 3 Aralık 1905’te İşçi Temsilcileri Sovyeti tutuklamasıyla başladı. Petersburg’daki Aralık grevi ve ülkenin çeşitli yerlerindeki Aralık ayaklanmaları, devrimin Ekimde elde ettiği mevziyi korumak için gösterdiği kahramanca bir çabaydı. Bu süreçte Petersburg’daki işçi kitlelerin önderliği, ilkinden kalanlarla birlikte bazı yeni seçilmiş temsilcilerden oluşan ikinci Sovyete geçti. İlk Sovyetin yaklaşık üç yüz üyesi, üç Petersburg cezaevine kapatılmıştı. Bunların kaderi, yalnız kendileri için değil egemen bürokrasi için de uzun süre bir sır olarak kaldı. Sağlam haber kaynaklarına sahip basın, Adalet Bakanı’nın işçi temsilcilerinin mahkeme tarafından yargılanması olasılığını kesinlikle reddettiğini bildirdi. Eğer bunların tamamen açık olan faaliyetleri suç idiyse, o halde bu faaliyetlere göz yummakla kalmayıp, Sovyetle doğrudan temasa geçen üst idarenin oynadığı rol de Bakana göre suçtu. Bakanlar kendi aralarında tartıştılar, jandarmalar sorguları yürüttüler ve temsilciler tek kişilik hücrelerinde kaldılar. Aralık ve Ocaktaki cezai sevkler döneminde, Sovyetin sonunda askeri mahkemenin eline düşeceğini düşünmek için her türlü neden mevcuttu. Nisan sonunda, birinci Dumanın ilk günlerinde tüm ülke gibi işçi temsilcileri de bir genel af bekliyordu. Bu yüzden, bekleyişleri ölüm cezasıyla serbest kalmak arasında salınıyordu. Sonunda sarkacın hareketi bir karşı-kuvvetle karşılaştı. Goremikin’in Duma (veya anti-Duma) hükümeti, Sovyet davasını, incelenmek üzere, zümre temsilcilerinin yardımcılığındaki Adalet Divanı’na[1] gönderdi. Jandarmalarla savcıların hazırladıkları dokunaklı bir karışım olan iddianame, bu olağanüstü dönemin bir belgesi olarak önemlidir. Bu belge, tıpkı polis karakolunun bahçesindeki kirli su birikintisinin güneşi yansıtması gibi yansıtır devrimi. Sovyet üyeleri, birisi en fazla sekiz yıl diğeriyse iki yıl zorunlu çalışmayı gerektiren iki ayrı maddeden suçlanıyordu. Bu satırların yazarı, küçük bir deneme yazısında[2] bu suçlamanın hukuksal temelini –daha doğrusu böyle bir temelin kesinlikle varolmadığını– incelemiştir. Söz konusu yazıyı, parlamentoda Sovyet davasına ilişkin bir soru önergesi vermeleri amacıyla, Ön Tutukevi’nden birinci Dumadaki sosyal demokrat kanada göndermiştir. Birinci Dumanın dağıtılması ve sosyal demokrat kanadın mahkemeye çıkarılması nedeniyle, bu önerge hiçbir zaman verilmemiştir. Halka açık olması planlanan duruşmanın tarihi 20 Haziran olarak belirlenmişti. Bütün Petersburg fabrikalarını ve atölyelerini bir protesto mitingleri dalgası kasıp kavuruyordu. İddia makamının, Sovyet Yürütme Komitesinin kendi kararlarını kitlelere empoze etmeye çalışan bir grup komplocu olduğunu iddia etmesine rağmen; liberal basının, Aralık olaylarından sonra her gün, Sovyetin “safdil devrimci yöntemleri”nin yeni “anayasal” düzen altında yalnızca sakin bir yaşam sürmek isteyen kitleler için çoktan çekiciliğini yitirdiğini tekrarlamasına rağmen; fabrikalarında, hapisteki temsilcileriyle dayanışmalarını ilân eden, devrimci olaylara aktif katılımcı olmaktan yargılanmayı talep eden, Sovyetin yalnızca onların ortak iradelerinin icracısı olduğunu iddia eden ve Sovyetin çalışmasını başarıyla sonuçlandıracaklarına dair ant içen Petersburg’lu işçilerin kararlılıkları ve Haziran mitingleri, bu polis iftiralarının ve liberal ahmaklıkların muhteşem bir çürütülmesi oldu. Mahkeme binasının avlusu ve çevredeki sokaklar askeri bir kampa dönüştürülmüştü. Petersburg’daki bütün polisler seferber edilmişti. Bu muazzam hazırlıklara rağmen duruşma gerçekleşmedi. Hem iddia hem de savunma makamlarının –daha sonra öğrendiğimize göre bakanlığın da– talebinin aksine, Adalet Divanı başkanı biçimsel bir bahaneyle oturumu 19 Eylüle –üç ay sonraya– erteledi. Bu çok ince bir politik manevraydı. Haziran sonunda, durum “sınırsız olanaklar”la doluydu: bir Kadet kabinesi de mutlakıyetin restorasyonu kadar mümkün görünüyordu. Yine de Sovyet duruşması, mahkeme başkanının kendinden tamamen emin bir politika gütmesini gerektiriyordu. Bu yüzden söz konusu beyefendi tarihe üç aylık bir düşünme süresi daha vermeye karar verdi. Ne yazık ki, bu diplomatik mütereddit, yalnızca birkaç gün sonra görevini bırakmak zorunda bırakıldı. İzlenmesi gereken yol tamamen Peterhof’ta belirleniyordu. Çar ve sadık uşakları mutlak bir merhametsizlik için bastırıyordu. Duruşma 19 Eylülde yeni bir başkanla başladı ve Dumalar arası ilk dönemin en kritik evresinde, askeri mahkemeler döneminin balayında bir ay sürdü. Buna rağmen yine de, sorgulamanın tamamı değilse de büyük bir kısmı akıl almaz bir özgürlük içinde yürütüldü. Bu şaşırtıcı gerçeğin ardında bürokratik bir hile yatıyordu: anlaşılan bu, Stolipin kabinesinin Kont Witte’nin saldırılarını savuşturmak için seçtiği yoldu. Stolipin’in hesabı kusursuz doğruydu: duruşmada gerçekler ifşa edildikçe, hükümetin 1905 sonunda düştüğü küçültücü durum iyice açığa çıkıyordu. Witte’nin suç ortaklığı, ikiyüzlü entrikaları, Peterhof’a verdiği sahte güvenceler, devrime yaranmak için yaptığı çiğ girişimler; tüm bunlar, Sovyet duruşmasından yüksek bürokratik çıkarlar elde edildiğinin birer kanıtıydı. Sanıklara düşen tek şey, bu uygun durumdan politik amaçlar için yararlanıp, duruşmanın çerçevesini olabildiğince genişletmekti. Yaklaşık 400 tanık çağrılmıştı; 200’den fazlası geldi ve mahkeme huzurunda ifade verdi.[3] İşçiler, fabrika sahipleri, jandarmalar, mühendisler, hizmetçiler, sıradan vatandaşlar, gazeteciler, posta memurları, öğrenciler, duma üyeleri, kapıcılar, senatörler, sokak serserileri, temsilciler, profesörler ve askerler bir bir tanık sandalyesinden geçerek hakimlerin, savcıların, avukatların –özellikle de sanıkların– sorularını yanıtladılar ve işçi Sovyetinin faaliyetlerinin olaylarla dolu resminin nokta nokta yeniden çizilmesini sağladılar. Buligin Dumasının sonunu getiren Rusya çapındaki Ekim grevi; Kronştad denizcilerinin askeri mahkemeye verilmesi ve Polonya’nın yağmalanmasına karşı proletaryanın o soylu ve muhteşem protestosuna sahne olan Petersburg’daki Kasım grevi gösterisi; Petersburg işçilerinin sekiz saatlik işgünü için verdikleri kahramanca mücadele; son olarak da posta ve telgraf idaresinin cefakar kölelerinin Sovyet önderliğinde ayaklanması; bütün bunlar mahkemenin gözleri önünden teker teker geçti. Sovyetin ve Yürütme Komitesinin ilk defa mahkeme önünde açığa çıkan toplantı tutanakları, tüm ülkeye, proletaryanın temsili organının, işsizlere yardım örgütleme, işçilerle işverenler arasındaki anlaşmazlıkları çözme ve ekonomik grev eylemlerini yönetme doğrultusunda gösterdiği muhteşem çabayı günü gününe anlattı. Tamamı birkaç cilt tutan stenografik duruşma kayıtları, bugüne dek yayınlanmadı. Ancak Rusya’nın politik koşullarındaki bir değişim bu paha biçilmez tarihsel belgeyi gün ışığına çıkarabilir. Eğer duruşma sırasında salonda bulunsalardı, bir Alman yargıç ve bir Alman demokrat aynı ölçüde şaşırırlardı. Abartılı sertlik ve sınırsız yetki burada garip bir bütün halinde birleşmişti, her ikisi de farklı açılardan, Ekim grevinin mirası olarak hükümet katmanlarına egemen olan kafa karışıklığını yansıtıyordu. Mahkeme binası sıkıyönetim altına alınmıştı ve gerçekte askeri bir kampa dönüşmüştü. Avluda, girişte ve yan sokaklarda birkaç bölük asker ve Kazak bulunuyordu. Cezaeviyle mahkemeyi bağlayan koridor, mahkeme binasının her odası, sanıkların arka sırası, her köşebaşı, muhtemelen bacaların içleri bile kılıçlarını çekmiş jandarmalarla doluydu: bunlar, sanıklarla dış dünya –mahkemeye alınan yaklaşık 100-120 kişilik halk da dahil– arasında etten bir duvar oluşturmuşlardı. Ama otuz kırk avukatın cüppesi, mavi üniformalıların duvarını sürekli olarak delip geçmekteydi. Sanık bölümüne gazeteler, mektuplar, şekerlemeler ve çiçekler –sonsuz sayıda çiçek– getirilmekteydi. Yakalarda çiçekler vardı, ellerde ve kucaklarda çiçekler tutuluyordu, nihayet sıraların üstünde de çiçekler duruyordu. Mahkeme başkanı bu güzel kokulu davetsiz misafirlere müdahale etmeye cesaret edemedi. Sonunda, hüküm süren atmosferden dolayı “moralleri bozulan” jandarmalar ve mahkeme görevlileri çiçekleri sanıklara iletmeye başladı. Ve sonra tanık olarak işçiler çağrıldı. Tanık odasında düzineler halinde toplanmışlardı ve mahkeme görevlisinin kapıyı açmasıyla bir devrimci şarkı dalgası başkanın kürsüsüne dek ulaştı. Bu işçi tanıklar çok çarpıcı bir görüntü oluşturuyorlardı. Beraberlerinde fabrika varoşlarının devrimci havasını getirmişlerdi ve mahkeme örfünün gizemli ciddiyetini öyle olağanüstü bir saygısızlıkla gözardı etmişlerdi ki, toplumun “saygın” kesiminden gelen tanıklar ve liberal gazeteciler onlara, güçsüzlerin her zaman güçlülere baktığı gibi, gıpta ve saygıyla bakarken, sapsarı kesilen mahkeme başkanı ancak ümitsizce ellerini açabiliyordu. Duruşmanın daha ilk günü olağanüstü bir gösteriye sahne oldu. Mahkeme başkanı elli iki sanıktan sadece elli birini çağırdı. Ter-Mkrçtiants’ın ismini atladı. “Sanık Ter-Mkrçtiants nerede?” diye sordu savunma avukatlarından Sokolov. “Onun ismi sanık listesinden çıkarıldı” “Neden?” “E … şeyy … o idam edildi.” Evet, 20 Haziranla 19 Eylül tarihleri arasında kefaletle serbest bırakılan Ter-Mkrçtiants, askeri ayaklanmaya iştirak etmekten Kronştad kalesinin surlarında idam edilmişti. Sanıklar, tanıklar, savunma konseyi, halktan insanlar, herkes ölen kurbanın anısına saygı duruşuna geçti. Aklı karışan polis ve jandarma memurları da diğerleriyle birlikte ayağa kalktılar. Tanıklar yemin etmek üzere yirmişerli otuzarlı gruplar halinde getiriliyorlardı. Pek çoğu iş kıyafetleriyle gelmişti, elleri işten dolayı kirliydi ve şapkalarını tutuyorlardı. Yargıçlara şöyle bir göz ucuyla bakıp bakışlarını sanıklara yöneltiyor, bizim sıralarımıza doğru enerjik bir şekilde eğiliyor ve yüksek sesle, “İyi günler, yoldaşlar!” diyorlardı. Sanki bir Yürütme Komitesi toplantısına bilgi almaya gelmiş gibiydiler. Başkan aceleyle yoklama yaptı ve tanıklara yemin etmelerini söyledi. Yaşlı bir rahip portatif bir mihrabın ardına geçti ve kendi meslek araçlarını uzattı. Ama tanıklar hiç oralı olmadı. Başkan çağrısını yineledi. “Hayır, yemin etmeyeceğiz” diye yanıt verdiler birkaç ağızdan, “Biz böyle şeylere inanmayız.” “Ama sizler Ortodoks inancına bağlı değil misiniz?” “Polis kitaplarında söylenen bu, ama biz bu tür şeylere inanmayız.” “Bu durumda siz gidebilirsiniz Peder, bugün hizmetlerinize ihtiyaç olmayacak.” Polislerin dışında, Ortodoks rahiple birlikte yemin edenler sadece Lutherci ve Katolik işçilerdi. “Ortodoks” olanlar yemin etmeyi reddedip doğruyu söyleyeceklerine ant içmekle yetindiler. Bu işleyiş, her yeni grup için monoton bir şekilde tekrarlanıyordu. Ancak bazen heterojen bileşimli bir grup tanık, yeni ve beklenmedik bir unsur getiriyordu. “Yemin edecekler” diye seslendi başkan yeni bir grup tanığa, “ilerleyin ve rahibin karşısına gidin. Yemin etmeyecekler, geride dursun.” Ufak tefek, yaşlı bir jandarma gruptan ayrılıp gösterişli bir şekilde portatif mihraba doğru ilerledi. Birbirine bakan ve ayaklarını yere vuran işçiler, geri durdular. Onlarla yaşlı jandarma arasında ünlü bir Petersburglu avukat, aile babası, liberal ve Duma üyesi olan tanık O. öylece kalakaldı. “Yemin ediyor musunuz, tanık O.?” diye sordu başkan. “Ben … ben … şey, evet …” O halde, lütfen öne çıkın ve rahibin karşısına gidin.” Tanık yüzünü buruşturarak tereddütle portatif mihraba doğru ilerledi: Omzunun üzerinden geriye baktı; arkasında kimse yoktu. Önünde ise jandarma üniforması içinde küçük bir adam duruyordu. “Elinizi kaldırın.” Yaşlı jandarma üç parmağını başının üzerine kaldırdı. Avukat O., elini hafifçe kaldırdı, etrafına baktı ve durdu. “Tanık O.” dedi başkan kızgın bir sesle, “yemin edecek misiniz, etmeyecek misiniz?” “Ne, evet, evet, tabii.” Ve tereddüdünün üstesinden gelen liberal tanık, elini neredeyse jandarma kadar yükseğe kalırdı. Jandarmayla birlikte rahibin ardından yeminin çocukça sözlerini tekrarladı. Eğer bir ressam böyle bir sahneyi resmetseydi, ona kimse inanmazdı! Bu küçük mahkeme salonu olayının derin toplumsal sembolizmini herkes hissetmişti. İşçi sınıfından olan tanıklar davalılarla bakışıyor, “saygın” kimselerden gelenler ise utanç içinde başlarını eğiyordu. Düzenbaz başkan ise olayı zevkle izliyordu. Salonuna gergin bir sessizlik çökmüştü. Başka bir sahne: Petersburg Duması üyesi olan Kont Tiesenhausen’ın ifadesi. Bu zat, Sovyet heyetinin bir dizi talepte bulunduğu Duma toplantısında bulunmuştu. “Sayın tanık” dedi savunma avukatı, “silahlı bir milis oluşturulması talebi karşısında sizin kişisel tavrınız ne oldu?” “Bu sorunun konuyla ilgisi yok” diye yanıt verdi Kont. “Avukatın sorusu benim duruşmayı yürütme çerçeveme göre yerindedir” diye araya girdi başkan. “Bu durumda, şunu söylemek isterim ki, o zamanlar silahlı milise sıcak bakıyordum, ama o günden bu yana fikrimi tümüyle değiştirdim.” Ah, şu son bir yıl boyunca, kaç tanesi o konuda, kaç tanesi diğer konularda fikrini değiştirdi! Liberal basın bir yandan davalılara şahsen “tam bir yakınlık” duyduğunu ifade etmekle birlikte, taktiklerini yerin dibine batırmak için ne söyleyeceğini şaşırıyordu. Radikal gazeteler kederli bir gülümseyişle Sovyetin “yanılsamalar”ından bahsediyordu. Sadece işçiler kayıtsız şartsız bir sadakat gösteriyorlardı. Pek çok sanayi tesisi, mahkemeye çağrılan tanıklar aracığıyla kolektif şahitliklerini ifade ediyordu. Sanıklar bu ifadelerin mahkeme dosyasına geçirilmesi ve duruşmalarda okunması konusunda ısrar ettiler. Rasgele seçilmiş bir belgeye bakalım: Biz aşağıda imzası bulunan Obuhov fabrikası işçileri, hükümetin İşçi Temsilcileri Sovyeti duruşmasını bir hukuk cinayetine dönüştürme eğiliminde olduğunu düşünüyoruz; hükümetin Sovyeti işçi sınıfına yabancı amaçlar güden bir avuç komplocu gibi göstermeye çalışmasına çok şaşırdık; burada ilân ediyoruz ki, Sovyet bir avuç komplocudan değil tüm Petersburg proletaryasının gerçek temsilcilerinden oluşmaktadır. Hükümetin Sovyete adaletsiz yaklaşımını ve özellikle de yoldaşlarımıza yöneltilen suçlamaları protesto ediyor ve hükümete bildiriyoruz ki, eğer hepimizin büyük saygı duyduğu yoldaş P.A.Zlidnev suçluysa biz hepimiz de suçluyuz ve bunu imzalarımızla kabulleniyoruz. Bu karara, üzerinde 2.000 den fazla imza bulunan birkaç sayfa eşlik ediyordu. Kâğıtlar kirli ve buruşuktu; fabrikanın her bölümünde elden ele dolaştırılmışlardı. Obuhov kararı hiç de en sert ifadeleri kullanmamıştı. Başkan, bazılarını, hükümet ve mahkemeye karşı “aşırı uygunsuz” dillerinden dolayı okumayı reddetti. Bu kararlara iliştirilen imzaların sayısı on binlerle ölçülüyordu. Çoğu mahkeme salonundan çıkar çıkmaz polisin eline düşen tanıkların şahitliği de, bu belgelere mükemmel bir yorum sağlıyordu. Savcıların büyük bir kararlılıkla bulmaya çalıştığı komplocular, isimsiz kahramanlar yığınının içinde tamamen erimişti. Sonunda, dıştan bakıldığında doğru davranış ölçülerini sürdürürken, bir yandan da utanç verici rolünü yerine getiren savcı, suçlama konuşmasında iki gerçeği kabullenmek zorunda kaldı: ilki, belli bir politik gelişme düzeyinde, proletaryanın sosyalizme doğru “çekilme” eğiliminde olduğu ve ikincisi, Sovyetin faaliyet gösterdiği dönemde işçi kitlelerinin ruh halinin devrimci olduğuydu. Savcının teslim etmesi gereken önemli bir nokta daha vardı. “Silâhlı ayaklanma hazırlamak,” şüphesiz tüm duruşmanın kalbiydi. “Sovyet silahlı ayaklanma çağrısı yaptı mı?” “Aslına bakarsanız, yapmadı” diye yanıtladı bir tanık, “Sovyetin tüm yaptığı silahlı bir ayaklanmanın kaçınılmazlığı yolundaki ortak kanıyı formüle etmekti.” “Sovyet bir Kurucu Meclis çağrısı yaptı. Onu kim kuracaktı? “Halk!” “Nasıl?” “Tabii ki, zorla. Her yere ikna yoluyla varamazsınız.” “Öyleyse, Sovyet işçileri ayaklanma için silahlandırdı?” “Hayır, kendilerini savunmaları için.” Başkan alaycı bir şekilde omuzlarını silkti. Ama sonunda tanıkların ve sanıkların ifadeleri, mahkemeyi bu “çelişki”yi kabul etmek zorunda bıraktı. İşçiler kendilerini savunmak için silahlanmışlardı. Ama onların eylemleri aynı zamanda –devlet iktidarı pogromların baş kışkırtıcısı olduğu ölçüde– ayaklanma amacı taşıyordu. İşte yazar da mahkeme önündeki konuşmasını bu soruna ayırmıştı.[4] Savunmanın mahkemeye sonradan çok ünlü olan “Lopuhin Mektubu”nu sunmasıyla, duruşma doruk noktasına ulaştı. Sanık ve onun savunma avukatı şunları söylüyordu: Mahkemenin sayın bayları! Bizim pogromları hazırlamada ve örgütlemede devlet iktidar organlarının önder bir rol üstlendiği iddiamıza inanmamış görünüyorsunuz. Belki bu davadaki tanıkların sunduğu kanıtlar sizi ikna etmek için yeterli değil. Belki eskiden Devlet Dumasında İçişleri Bakanı olan Prens Urusov’un ifşaatlarını çoktan unuttunuz. Belki yeminli ifadesinde, pogromlardan söz etmenin kitleleri silahlandırmak için sadece bir bahane olduğunu söyleyen jandarma General İvanov’a inandınız. Belki de yine yeminli ifadesinde Petersburg’da bir tek pogrom bildirisi bile görmediğini söyleyen gizli polis memuru tanık Statkovski’ye inandınız. O halde buna bir bakın! Bu gördüğünüz polis müdürlüğünün eski başkanı Lopuhin’in İçişleri Bakanı Stolipin’e gönderdiği bir mektubun onaylı bir kopyasıdır.[5] Kont Witte’nin özel direktifiyle şahsen yürüttüğü araştırmalara dayanan bay Lopuhin, pogrom bildirilerinin tanık Statkovski’nin görevli olduğu gizli polis matbaalarında basıldığını; bu bildirilerin gizli polis ajanları ve monarşist partilerin üyeleri tarafından tüm Rusya’ya dağıtıldığını; polis departmanıyla Kara Yüzler arasında sıkı örgütsel bağlar bulunduğunu; Sovyetin faaliyet gösterdiği dönemde bu suç örgütünün başında bulunan ve saray komutanı sıfatıyla muazzam bir güce sahip olan General Trepov’un, polisin faaliyetlerini Çara rapor ettiğini ve pogromları örgütlemek için bakanlığın denetimi dışında devasa devlet fonlarına hükmettiğini ifade ediyor. Ve başka bir gerçek, sayın baylar! Çok sayıda Kara Yüzler broşürü –bunlar ön soruşturma dosyasında elinizin altında bulunuyor– Sovyet üyelerini işçilere ait paraların üstüne oturmakla suçluyordu. Jandarma generali İvanov, bu broşürlerdeki bilgiye güvenerek, Petersburg’daki birçok fabrika ve tesiste özel bir araştırma (kuşkusuz hiçbir sonuç vermeyen) yürüttü. Biz devrimciler yetkililerin böyle yöntemler kullanmasına alışığız. Ama jandarma kuvvetini idealize etmekten uzak olan bizler bile, bu servisin ne kadar ileri gidebileceğinin farkına varmadık. Bugün ortaya çıkmıştır ki, Sovyeti işçilerin fonlarına el koymakla suçlayan bildiriler bizzat General İvanov’un jandarmaları tarafından hazırlanmış ve basılmış. Bu gerçek de bay Lopuhin tarafından doğrulanmıştır. Sayın baylar! Yazarının imzasını taşıyan mektubun bir kopyası işte burada. Bu değerli belgenin tümünün mahkeme önünde okunmasını talep ediyoruz. Ayrıca, Danıştay Üyesi Lopuhin’in bu duruşmaya tanık olarak çağrılmasını istiyoruz. Bu ifade, yıldırım etkisi yarattı. Duruşma sona eriyordu ve başkan, fırtınalı bir yolculuğun ardından adeta sakin bir limana ulaştığını hissetmeye başlıyordu ki, aniden azgın denize geri fırlatıldı. Lopuhin’in mektubu, Trepov’un Çara verdiği gizemli raporların niteliğine işaret ediyordu. Şimdi geçmişine sırt çevirmiş olan bu eski polis şefinin, sanıkların çapraz sorgusu altında bu imaları nasıl geliştireceğini kim söyleyebilirdi? Dehşete kapılan mahkeme, daha fazla ifşaat korkusuyla geri çekildi. Uzun tartışmalardan sonra, mektubu dikkate almayı ve Lopuhin’i tanık olarak çağırmayı reddetti. Bunun üzerine sanıklar artık mahkeme salonunda işleri kalmadığını bildirdiler ve hücrelerine geri götürülmeyi istediler. Bizler mahkeme salonundan çıkarıldık ve aynı zamanda savunma avukatımız da geri çekildi. Sanıkların, savunmanın ve halkın yokluğunda, savcı kuru ve “doğru” suçlama konuşmasını yaptı. Neredeyse bomboş bir salonda Divan kararını verdi. Sovyet, işçilere ayaklanma amacıyla silah temin etmekten suçsuz bulundu. Buna rağmen bu satırların yazarının da içinde bulunduğu on beş sanık, tüm kamu haklarından menedildi ve ömür boyu Sibirya’ya sürgüne mahkûm edildi. İki kişi kısa hapis cezası aldı. Geri kalanlar beraat etti. Temsilciler Sovyeti duruşması, ülke üzerine büyük bir etki yarattı. Rahatlıkla denebilir ki, sosyal demokrat parti ikinci Duma seçimlerindeki muazzam başarısının büyük bir kısmını Petersburg proletaryasının devrimci parlamentosunun yargılandığı bu duruşmanın ajitatif etkilerine borçludur. Duruşma, burada anılmayı hak eden bir olaya da neden oldu. Kararın son haliyle halka duyurulduğu 2 Kasımda, Novoye Vremya’da, yurtdışından yeni dönmüş olan Kont Witte’nin bir mektubu yayınlandı. Bu mektupta Kont, sağ kanat bürokrasinin saldırılarına karşı kendini savunarak, Rus devriminin baş kışkırtıcısı olma onurunu reddetmekle –bunda haksız da değildi– kalmadı, Sovyet ile herhangi bir kişisel ilişkisi olduğunu da reddetti. Duruşmada tanıkların ve sanıkların ortaya koyduğu kanıtları “savunma amacıyla uydurulmuş” diyerek kendinden emin bir şekilde kabul etmezken, herhalde cezaevi duvarlarının ardından herhangi bir yalanlama geleceğini pek beklemiyordu. Ama yanılmıştı. İşte 5 Kasımda Tovariş gazetesinde yayınlanan sanıkların ortak yanıt metni: Bizler, kendi politik fizyonomimizle Kont Witte’ninki arasındaki farklılığın, biz proletarya temsilcilerini politik faaliyetimizin her aşamasında gerçeği söylemeye iten güdüleri eski Başbakana açıklayacak kadar net biçimde farkındayız. Ama savcının konuşmasından alıntı yapmanın yersiz olmadığını düşünüyoruz. Bize kökten düşman bir hükümetin maaşlı elemanı olan bu profesyonel suçlayıcı, bizim ifadelerimizin ve konuşmalarımızın kendisine iddia makamı –iddia makamı, savunma değil!– için gerek duyduğu tüm malzemeyi verdiğini kabul etti ve bizim mahkeme önündeki ifademizi dürüst ve içten diye tanımladı Dürüstlük ve içtenlik, yalnız politik düşmanlarının değil, profesyonel hayranlarının bile Kont Witte’ye asla yakıştırmadıkları niteliklerdir. Ortak yanıt daha sonra Kont Witte’nin inkârlarının[6] cüretkârlığını göstermek için belgesel delil gösteriyor ve duruşmanın bir özetiyle son buluyordu: Kont Witte’nin inkârının amaçları ve güdüleri ne olursa olsun ve ne kadar acemice yapılmış olursa olsun, yayınlanması tam zamanında oldu. Sovyetin karşı karşıya kaldığı bu devlet iktidarının resmini tamamlamak için son fırça darbesiydi bu. Birkaç satırla bu resim hakkında tartışma özgürlüğümüzü kullanmak istiyoruz. Kont Witte bizi adaletin ellerine teslim edenin kendisi olduğunu vurguluyor. Bu tarihsel yiğitliğin tarihi, yukarıda belirtildiği gibi 3 Aralık 1905’ti. Bizler, gizli polisin, daha sonra da jandarmanın elinden geçtik ve sonunda mahkemeye çıkarıldık. Gizli polis departmanından iki memur duruşmada tanık olarak ortaya çıktılar. Geçen yılın sonbaharında Petersburg’da bir pogrom hazırlanıp hazırlanmadığı sorusuna çok kesin bir “Hayır!”la yanıt verdikten sonra, pogrom çağrısı yapan bir tek broşür dahi görmediklerini eklediler. Ama polis departmanının eski müdürü olan Danıştay Üyesi Lopuhin, pogrom bildirilerinin o dönemde bizzat gizli polis idaresince basıldığını söyledi. Kont Witte’nin bizi ellerine teslim ettiği “adalet”in ilk aşaması bu kadardı. Ayrıca, Sovyet davasıyla ilgili araştırmayı yürüten jandarmalar da mahkemeye çıktılar. Kendi ifadelerine göre, Sovyetin bazı paralara sözde el koymasıyla ilgili araştırmalarını savcının “yalancı ve düzenbaz” diye nitelediği Kara Yüzlerin broşürlerine dayandırmışlardı. Peki burada ne öğreniyoruz? Danıştay Üyesi Lopuhin bu yalancı ve düzenbaz bildirilerin bizzat Sovyet davasını araştıran jandarma karakolunda basıldığını söylüyor. İşte adaletin ikinci aşaması. Ve ardından on ay sonra kendimizi mahkemede bulduk, duruşma başlamadan önce de ana hatlarıyla bilinen şeyleri söylememize izin verildi; ama biz, Sovyetin faaliyet gösterdiği dönemde ciddi anlamda bir devlet otoritesi bulunmadığını; en aktif organlarının yalnız yazılı yasaları değil tüm insani yasaları da çiğneyen karşı-devrimci yapılar haline geldiğini; en önemli makamlardaki devlet görevlilerinin Rusya çapında pogromlar gerçekleştirecek bir örgüt kurduklarını; Temsilciler Sovyetinin özünde ulusal savunu görevini yerine getirdiğini göstermek ve kanıtlamak için derhal bir girişimde bulunduk; bu gerçekleri göstermek ve kanıtlamak için, duruşmamız sayesinde ortaya çıkan Lopuhin’in mektubunun dava dosyasına yerleştirilmesini ve Lopuhin’in tanık olarak dinlenmesini talep edince, mahkeme, adalet taleplerine rağmen, güçlü elini uzattı ve ağzımızı kapattı. İşte adaletin üçüncü aşaması da böyle gerçekleşti. Ve en nihayetinde, iş bitip, karar açıklandığında, Kont Witte sahneye çıkıyor ve artık alt edildiklerini düşündüğü politik hasımlarını karalamaya girişiyor. Tıpkı asla bir pogrom broşürü görmedik diyen gizli polis memurları kadar kesin bir şekilde, Kont Witte de, asla İşçi Temsilcileri Sovyeti ile ilişkisi olmadığını söylüyor. Tıpkı onlar kadar kesin ve tıpkı onlar kadar dürüst bir şekilde! İçinden geçtiğimiz resmi adaletin bu dört aşamasına soğukkanlılıkla yeniden bakıyoruz. İktidarın temsilcileri bizi “her haktan” mahrum bıraktılar ve sürgüne gönderiyorlar. Ama bizi proletaryaya ve onurlu yurttaşlara güven duyma hakkından mahrum bırakamazlar. Ulusal yaşamın tüm diğer sorunlarında olduğu gibi, bizim davamızda da son sözü halk söyleyecek. Tüm güvenimizle halkın bilincine baş vuruyoruz. 4 Kasım 1906 Ön Tutukevi
İşçi Temsilcileri Sovyeti duruşması, devrimle Peterhof’taki komplocular hükümeti arasındaki mücadelenin sadece bir bölümüdür. Hiç kimse, hatta iddia makamındaki polis temsilcileri bile, Sovyet üyeleri duruşmasının hukuksal bir eylem olduğuna, yasaların “iç mantığı” gereğince hukuksal yetkililerin bağımsız inisiyatifinde başlatıldığına ve yürütüldüğüne, gerçekten inanamaz. Herkes biliyor ki, Sovyetin tutuklanması hukuksal değil askeri-politik bir eylemdi ve halkın reddettiği ve tanımadığı bir iktidar tarafından yürütülen kanlı kampanyadaki pek çok hadiseden biriydi. Burada işçi temsilcileriyle uğraşmanın başka yolları da varken, yetkililerin neden onları zümre temsilcilerinin desteklediği Adalet Divanı’nın karşısına çıkarmak gibi görece karmaşık bir yol seçtiklerini irdeleyecek değiliz. Pekâlâ en az aynı etkiye sahip ama çok daha basit bir yol tutabilirlerdi. Çok zengin idari önlemlerin yanı sıra, örneğin askeri mahkeme ya da hiçbir hukuk kitabında yazmayan ama pek çok kez başarıyla kullanılmış olan bir başka yargılama biçimi vardı. Bu yöntemde sanıkların yargıçlardan birkaç adım uzaklaşması ve arkalarını dönmeleri istenir. Sanık bu işleyişe uyar uymaz, itirazı mümkün olmayan nihai kararı bildirmek için sanığa kurşun yağdırılır. Ama gerçek şu ki, hükümet, elli iki kişinin her biriyle işkence odalarında tek tek uğraşmak yerine, elli iki kişiyi değil İşçi Temsilcileri Sovyetini yargılayacağı, hukuka uygun bir duruşma düzenlemeyi tercih etti. Böyle yaparak, bizi hukuksal tutumu eleştirmeye zorlamak istiyor. İddianame, söz konusu elli iki kişiyi, “bilgileri dahilinde, Rusya’da temel yasalara dayanarak kurulmuş olan hükümet sistemini değiştirip, yerine demokratik cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir teşekküle katılmak”la suçluyor. Suçlama, Ceza Yasası’nın 101. ve 102. maddelerine dayandırılıyor. Bu nedenle, iddianame, İşçi Temsilcileri Sovyetini, önceden formüle edilmiş politik bir amaca dayanarak oluşturulan devrimci bir “teşekkül” olarak –tüm üyelerinin, ona katılmakla, önceden çizilmiş belirli bir politik programa imza attığı bir örgüt olarak– betimliyor. Sovyetin bu şekilde tanımlanması, bizzat iddianamenin teşekkülün ortaya çıktığı koşulları resmettiği tabloyla derin bir çelişki içindedir. İlk sayfada, müstakbel Sovyetin öncülerinin, “işçi sınıfı hareketine örgütlülük, birlik ve güç katacak” ve “toplumun geri kalanı nezdinde Petersburg işçilerinin sözcülüğünü” yapacak bir İşçi Komitesi seçilmesini istediklerini okuyoruz. “Temsilci seçimleri bir dizi fabrikada derhal yapıldı” diye devam ediyor iddianame. Öyleyse daha oluşma aşamasında Sovyetin politik programı neydi? Böyle bir program yoktu; aslında olamazdı da, zira Sovyet gördüğümüz gibi ortak politik görüşlere sahip insanlar temelinde (bir politik parti ya da gizli örgüt gibi) değil, seçime dayalı temsil temelinde (duma ve zemstvo gibi) kurulmuştu. İddianamede adı geçen elli iki kişi, tüm diğer Sovyet üyeleri gibi bilgileri dahilinde var olan hükümet sistemini zorla devirip demokratik cumhuriyet kurmayı hedefleyen bir komplo teşekkülüne değil, faaliyetleri üyelerinin birlikte alacağı kararlar çerçevesinde belirlenecek temsili bir organa üye olmuşlardır. Sovyetin kuruluş koşulları bu konuda hiçbir şüpheye yer bırakmaz. Eğer Sovyet 101. ve 102. maddelerde belirtildiği gibi bir teşekkülse, bu teşekkülün sınırları nerededir? Temsilciler kendi tercihleri sonucu değil, seçmenler onları gönderdiği için Sovyette yer alırlar. Dahası seçime dayalı oluşum asla dağılmaz, işyerindeki varlığını daima sürdürür, temsilci attığı her adımdan ona karşı sorumludur. Bu oluşum, temsilcisi aracılığıyla, Sovyetin faaliyetlerine kesin olarak müdahale edebilir. En önemli konularda –grevler, sekiz saatlik işgünü mücadelesi, işçilerin silahlanması– inisiyatif Sovyette değil, en ileri işyerlerindeydi. İşçiler, yani seçmenler, toplantı düzenleyip kararlar alıyorlar ve temsilcileri aracılığıyla Sovyete bildiriyorlardı. Bu nedenle, Sovyet örgütlenmesi, hem gerçekte hem de biçimsel olarak, Petersburg işçilerinin büyük çoğunluğunun örgütlenmesiydi. Sovyet, Yürütme Komitesinin bizzat Sovyete ilişkin olarak oynadığı rolün benzerini, belirli bir anlamda kendisinin de oynadığı, seçime dayalı organların bir toplamıydı. İddianame bir yerde bunu açıkça itiraf etmektedir. “İşçi Komitesinin[1] tüm yurttaşları silahlandırma emeli,” denmektedir, “İşçi Komitesini oluşturan örgütlerin … tartışmalarında ve kararlarında ifade buluyordu”; iddianame, matbaa işçilerinin bir toplantısında konuyla ilgili benimsenen bir kararı alıntılayarak devam etmektedir. Ama eğer Matbaa İşçileri Sendikası, iddia makamının gözünde, Sovyetin (daha doğrusu Sovyet örgütlenmesinin) “bir parçası” ise, o halde aynı mantıkla, Sendika üyelerinin varolan sistemi zorla devirmeyi amaçlayan bir teşekkülün üyeleri olduğu aşikârdır. Sadece Matbaa İşçileri Sendikası değil, tüm fabrika ve tesislerdeki işçiler de, temsilcilerini Sovyete göndermek suretiyle, seçime dayalı bir oluşum olan Petersburg proletaryasının bu örgütüne katılıyordu. Yani iddia makamı 101. ve 102. maddeleri harfi harfine uygulayacak olsa, sanık yerinde 200.000’den fazla Petersburg işçisinin oturması gerekiyordu: Haziranda, tanık olarak katıldıkları davaya dahil olmayı talep ederek, bu yönde sert kararlar alan işçilerin görüşü de buydu. Ve bu talep yalnızca politik bir gösteri değildir; iddia makamına temel yasal yükümlülüklerinin hatırlatılmasıdır. Ama yasal yükümlülükler, iddia makamını ilgilendiren en son şeydir. O, yetkililerin, “zafer”ini tamamlamak için birkaç düzine kurban istediğini bilmektedir ve bu yüzden bir dizi tutarsızlık ve kaba safsata sayesinde sanıkların sayısını sınırlamaktadır. 1. İddia makamı, Sovyetin seçime dayalı yapısına gözlerini kapatmakta ve onu aynı kafa yapısına sahip devrimcilerin birliği saymakta ısrar etmektedir. 2. Sovyet üyelerinin toplam sayısı –500, 600 kişi– işçi sınıfı kitlesini manipule eden ve komplocular duruşmasına dönen taraflı bir dava için çok yüksek olduğundan, iddia makamı, tamamen yapay bir biçimde Yürütme Komitesini seçmektedir. Yürütme Komitesinin seçime dayalı yapısını ve bileşiminin değişken ve akışkan olduğunu kasten görmezden gelmekte ve belgesel kanıtları dikkate almadan aslında genel oturumlarda Sovyet tarafından alınan kararları Yürütme Komitesine atfetmektedir. 3. İddia makamı, Yürütme Komitesine ek olarak, Sovyet üyelerinden, yalnızca “Sovyetin faaliyetlerinde aktif ve (?) kişisel rol oynamış” temsilcileri dava etmektedir. Bu tamamen keyfi bir seçimdir. Ceza Yasası, bir suç teşekkülüne sadece “aktif ve kişisel” katılımı değil, her türlü katılımı suç sayar. Katılımın niteliği yalnızca ceza derecesini belirler. Peki iddia makamının kriteri nedir? Onun gözünde, giriş biletlerini kontrol etmek, grev gözcülüğü yapmak ya da hatta sadece Sovyete üye olduğunu kabul etmek gibi olgular, hükümeti zorla devirmeyi amaçlayan bir teşekküle aktif ve kişisel katılımın kanıtıdır. Örneğin, sanık Krasin, Lukanin, İvanov, ve Marlotov’a ilişkin olarak, iddia makamı sadece Sovyete üye olduklarına dair itiraflarını aktarıyor ve bu itiraflardan her nasılsa onların katılımının “aktif ve kişisel” olduğu sonucunu çıkarıyor. 4. Eğer bunlara, tümüyle tesadüfen Sovyetin konuğu olduğu için 3 Aralıkta tutuklanan ve Sovyetle hiçbir ilişkisi olmayan, hiçbir toplantıda asla ağzını açmamış bir avuç “yabancı”yı da eklersek, sanık seçiminde gösterilen ahlâksızca keyfi tutumun çok daha açık bir resmini elde ederiz. 5. Ama hepsi bu kadar değil. 3 Aralıktan sonra Sovyetten arta kalanlara yeni üyeler katıldı. Yürütme Komitesi yeniden oluşturuldu, İzvestia yayınlanmaya devam etti (8. Sayı Sovyet tutuklamasının ertesi gününde çıktı) ve yeniden oluşturulan Sovyet Aralık grevi çağrısını yaptı. Bir süre sonra yeni Sovyetin Yürütme Komitesi de tutuklandı. Peki ne oldu? Yalnızca eski Sovyetin işini sürdürmesine ve mücadele amaçları ve yöntemleri açısından ondan hiçbir farkı bulunmamasına rağmen, yeni Sovyet davası, bazı nedenlerle hukuksal olarak yürütülmüyor, idari önlemlerle ele alınıyor. Sovyet yasal zemine mi dayanıyordu? Hayır, çünkü böyle bir temel yoktu. Sovyet, basit bir nedenden ötürü, isteseydi de 17 Ekim bildirgesi temelinde oluşturulamazdı, çünkü bildirgeden önce kurulmuştu: aslında o, bildirgeye de yol açan devrimci hareket tarafından yaratılmıştı. Tüm iddianame, geçen yıl boyunca Rusya’da yasallığın hüküm sürdüğü kaba yalanı üzerine inşa edilmektedir. İddia makamı Ceza Yasası’nın tüm maddelerinin yıl boyunca işletildiği ve ne yasal ne de fiili olarak asla ortadan kalkmadığı gibi saçma bir varsayımdan yola çıkmaktadır. Gerçekte olan şey ise, çok sayıda maddenin, devrim eliyle, yetkililerin zımni rızasıyla Yasa’dan çıkarılmasıydı. Zemstvo kongreleri yasal zeminde mi gerçekleşti? Tüm şölenler ve gösteriler Ceza Yasası’na uygun muydu? Basın sansür kurallarını dikkate aldı mı? Çeşitli aydın dernekleri ceza görmeksizin ve yasada tabir edildiği gibi “önceden izin almaksızın” ortaya çıkmadı mı? Yine de biz Sovyetin kaderine dönelim. Ceza Yasası’nın 101. ve 102. maddelerinin kesintisiz yürürlükte kaldığını varsayarak, iddia makamı Sovyeti doğduğu günden itibaren bilinçli bir suç örgütü olarak değerlendiriyor ve bu nedenle de Sovyete katılmayı bir suç olarak görüyor. Peki, bu görüşten hareketle, iktidarın yüce temsilcilerinin devrimci yöntemlerle cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir suç teşekkülüyle müzakerelere girmesi nasıl açıklanabilir? Yasal süreklilik görüşünden hareketle, Kont Witte’nin Sovyetle görüşmesi bir suç eylemidir. Kont Witte olayı, iddia makamının Rusya’da 1905 boyunca yasallığın hüküm sürdüğünde ısrar etmekle nasıl saçmalıklara düştüğünü göstermektedir. Kazanski Katedrali dışındaki bir sokak mitinginde tutuklanan üç Sovyet üyesinin serbest bırakılması için Witte’ye heyet gönderilmesine ilişkin vuku bulan tartışmayı aktaran iddianame, bu başvurudan “tutuklu insanların serbest bırakılmasına yönelik meşru bir girişim” olarak söz ediyor. (s.6) Yani iddia makamı, Kont Witte’nin, devlet yürütmesinin bu yüce temsilcisinin, bizzat savunması düşünülen devlet sistemini yıkmayı hedefleyen devrimci bir teşekkülle görüşmesini “meşru” sayıyor. Bu “meşru girişim”in sonucu neydi? İddianame, oldukça doğru bir şekilde, Bakanlar Kurulu başkanının “il valisiyle tartıştıktan sonra, tutukluların salıverilmesini emretti”ğini kaydediyor. (s.6) Başka bir deyişle devlet iktidarı, 101. ve 102. maddelere göre üyelerinin yerleri Başbakanın odası değil çalışma kampı olan bir suç teşekkülünün talebini kabul ediyordu. O halde “meşruluk” neredeydi? 18 Ekimde Kazanski Katedrali’nin dışında düzenlenen sokak mitingi meşru muydu? Şüphesiz değildi, zira mitingi düzenleyen Sovyet üyeleri tutuklanmışlardı. Hükümet karşıtı bir teşekkülün hükümete heyet göndermesi meşru muydu? İddia makamı öyle olduğunu söylüyor. Aslında “meşruluk” tutuklananların bırakılmasını değil, bunların serbest olan işbirlikçilerinin de tutuklanmasını gerektirirdi. Yoksa Kont Witte suçlulara genel af mı bahşetmişti? Peki ona genel af bahşetme hakkını kim vermişti? İşçi Temsilcileri Sovyeti yasal zemine dayanmıyordu. Hükümet de öyle. Yasal zemin yoktu. Ekim ve Kasım günleri, geniş halk yığınlarını harekete geçirdi, bir yığın yüce çıkarı açığa çıkardı, birçok yeni örgüt ve yeni politik yaşam biçimi yarattı. Eski sistem 17 Ekim bildirgesiyle kendini resmen tasfiye etti. Ama henüz hiçbir yeni bir sistem varolmadı. Bildirgeyle açıkça çelişen eski yasalar kaldırılmamıştı; ama aslında bunlar her adımda ihlâl ediliyorlardı. Yetkililer bu türden binlerce ihlâli sırf görmezden gelmekle yetinmiyor, bir dereceye kadar, açıktan teşvik ediyordu. 17 Ekim bildirgesi, varolan bir dizi yasayı mantıksal olarak değersiz ve hükümsüz kılmakla kalmıyor, mutlakıyetin mevcut yasama organını da tasfiye ediyordu. Her türlü hukuksal tanımın dışında, yeni kamusal yaşam biçimleri doğuyor ve varlığını sürdürüyordu. Sovyet de bu biçimlerden biriydi. 101. maddedeki tanım ile Sovyetin gerçek fizyonomisi arasındaki karikatürsel tutarsızlık, Sovyetin eski Rusya yasaları çerçevesinin tamamen dışında bir kurum olmasından kaynaklanıyordu. Sovyet, eski, çürümüş legalite elbisesinin tüm dikişlerinin patladığı ve lime lime olmuş parçalarının devrimci ulus tarafından çiğnenmek üzere yerlere döküldüğü bir dönemde doğmuştu. O, hukuksal olarak savunulabilir olduğu için değil, nesnel olarak gerekli olduğu için doğmuştu. İlk çarpışmalardan sonra, egemen gerici güçler yeniden kuvvetlenmeye başlayınca, tıpkı bir sokak kavgasına katılanların ellerine gelen ilk taşı kullanmaları gibi, onlar da gerçekte kaldırılmış olan yasalara sarılmaya başladırlar. Eğilip yerden aldıkları taş Ceza Yasası’nın 101. maddesiydi ve cahil bir jandarma ve aşağılık bir iddia makamı tarafından sunulan insanlara belirli bir ceza vererek, Adalet Divanı bir mancınık rolü oynamak zorunda kaldı. Resmi parti temsilcilerinin Sovyetin kararlarına katılması sorunu, iddia makamının hukuksal konumunun ümitsizliğini herşeyden çok daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sovyetle uzaktan yakından ilgili herkes bilir ki, Parti temsilcilerinin ne Sovyette ne de Yürütme Komitesinde oy hakları yoktu; tartışmaya katılıyorlardı ama oylamaya katılmıyorlardı. Bu, Sovyetin işçilerin parti grupları aracılığıyla değil, işletmeler ve meslekler aracılığıyla temsili ilkesine göre örgütlenmesinden kaynaklanıyordu. Parti temsilcileri, politik deneyimlerini ve bilgilerini Sovyete aktarma hakkına sahiptiler ve bunu yapıyorlardı da; ama işçi kitlelerinin temsili ilkesini çiğnemeksizin oy kullanma hakkına sahip olamazlardı. Tabiri caizse onlar, Sovyet üyeleri içindeki politik uzmanlar idiler. Bu basit olgu hiçbir zorluk olmaksızın kanıtlanabilirdi, yine de bu, araştıran ve soruşturan yetkililer için çok büyük zorluklar oluşturdu İlk zorluk tamamen hukuksal bir nitelik taşıyordu. Eğer Sovyet önceden belirli amaçları olan bir suç teşekkülü ise, eğer sanıklar bu suç teşekkülünün üyeleri iseler ve mahkemeye de böyle çıkmak zorundaysalar, Sovyete sadece danışman sıfatıyla üye olan ve yalnızca fikirlerini söyleme hakkına sahip olan, ama oylamaya, yani suç teşekkülünün kolektif iradesinin doğrudan ve derhal belirlenmesine katılma hakkı bulunmayan sanıklara ne yapılacaktı? Tıpkı mahkemede bir uzmanın ifadelerinin karara önemli bir etki yapabilmesi, ama uzmanın bu karardan sorumlu kılınmaması gibi, parti temsilcilerinin ifadeleri de, Sovyetin eylemlerine etkileri ne kadar büyük olursa olsun, onları hukuken bu eylemlerden sorumlu kılamaz. Onlar Sovyete şöyle diyorlardı: işte bizim fikrimiz, işte partimizin fikri, ama karar size bağlı olmalı. Söylemeye gerek yok ki, parti temsilcileri, iddia makamından ötürü bu argümanın ardına saklanma niyetinde değildiler. Nihayetinde, iddia makamı, herhangi bir “madde”, herhangi bir “yasallık” ya da “yasa”yı değil, belli bir kastın çıkarlarını savunuyordu. Ve parti temsilcileri yaptıklarıyla bu kasta Sovyetin diğer üyeleri kadar darbe indirdiğinden, çok doğaldır ki, hükümetin Adalet Divanı’nın kararı şekline bürünmüş olan intikamı onlara da fabrika ve tesis temsilcilerine olduğu kadar yönelecekti. Ama bir şey kesindir: gerçekleri ve bunların hukuksal anlamlarını kaba bir biçimde çarpıtarak temsilcileri bir suç teşekkülünün üyesi gibi göstermek mümkünse de, 101. maddeyi Sovyet içindeki politik parti temsilcilerine uygulamak hukuksal saçmalığın ta kendisidir. En azından insan mantığı bize bunu söyler; ve hukuksal mantık da evrensel insan mantığının özgül bir alana uygulanmasından başka bir şey değildir. İddia makamının, Sovyet içindeki parti temsilcilerinin konumuna ilişkin karşılaştığı ikinci zorluk, politik bir nitelik taşıyordu. Jandarma Generali İvanov’un ve daha sonra Savcı Yardımcısı Baltz’ın ya da onun ardında kim gizleniyorsa onun önünde duran görev gerçekten basitti: Sovyeti, bir grup etkin devrimcinin baskısı altında, terörize olmuş kitleleri kontrol eden komplocu bir örgüt gibi göstermek zorundaydılar. Herşey polisin kafasındaki bu Jakoben Sovyet parodisinin aleyhindeydi: Sovyet üyeliği, faaliyetlerinin açıklığı, sorunları tartışma ve çözümleme yöntemi ve son olarak parti temsilcilerine oy hakkı verilmemesi. O halde sorgu makamı ne yapar? Eğer gerçekler onun aleyhindeyse, gerçeklere yazık olur: bunlardan “idari önlemler” sayesinde kurtuluverir. Jandarma, tutanaklardan ve oy sayımlarından, ajanlarının verdiği bilgilerden, parti temsilcilerinin Sovyette yalnızca istişari haklara sahip olduklarını kolayca bulabilirdi. Jandarma bunu biliyordu; ama bu gerçek onun yüce amaç ve planlarını bozduğu için, bu konuda mahkemeyi aldatmak için elinden gelen herşeyi yaptı. Parti temsilcilerinin Sovyet içindeki hukuksal statüleri sorununun önemine rağmen, jandarma bu sorunu sorgulamada kasten ve sistematik olarak es geçti. Jandarma, Yürütme Komitesi üyelerinin nerede oturduğuyla ve komite odasına nasıl girip çıktıklarıyla ilgileniyordu, ama 70 sosyal demokrat ve 35 sosyalist devrimciden oluşan toplam 105 parti temsilcisinin genel grev, sekiz saatlik iş günü, vs. konularda oy haklarının bulunup bulunmadığı zerrece umurunda değildi. Sırf bazı gerçeklerin ortaya çıkmasını önlemek için, sanık ve tanıklara belli soruları yöneltmekten kaçınıyordu.[2] Bu gün gibi ortadadır ve kimse buna itiraz edemez. Sorgu makamının böylece iddia makamını aldattığını söyledik. Ama öyle midir? İddia makamının bir temsilcisi her zaman sorguda hazır bulunur ya da en azından sorgu tutanaklarını imzalarlar. Bu yüzden gerçekle ilgilenme şansından hiçbir zaman yoksun değildir; yeter ki ilgilenmek istesin. Kuşkusuz böyle bir ilgiden eser yoktur. İddia makamı sadece ön soruşturmanın “gaflarını” gizlemekle kalmamış, bunları yanlış olduğunu bildiği sonuçları çıkarmak için kullanmıştır. Bu en bariz biçimde, iddianamenin, Sovyetin işçileri silahlandırma faaliyetine ilişkin kısmında görülebilir. Burada silahlı bir ayaklanma ve Sovyetin buna karşı tutumu konusunu tartışacak değiliz. Bu konu başka makalelerde işlenmiştir. Yalnızca şunu söylemekle yetineceğiz: İşçi Temsilcileri Sovyeti 101. maddede tanımlanan teşekkülden ne kadar farklıysa, kitlelere ilham veren ve onların seçime dayalı örgütlerine kılavuzluk eden devrimci bir fikir olarak silahlı ayaklanma da, iddia makamı ve polisin kafasındaki ayaklanma “fikri”nden o kadar farklıdır. Ama yetkililerin Sovyetin anlamını ve ruhunu anlamaktaki başarısızlıkları, onun politik fikirleriyle ilgili kafa karışıklıkları, suçlamalarını son derece mekanik bir nesne, bir Browning revolver etrafında şekillendirme arzularıyla doğru orantılıdır. Göreceğimiz gibi, polis soruşturmasının bu konuda çok kıt malzemeler sunmasına rağmen, iddianamenin yazarı, Yürütme Komitesinin işçileri silahlı ayaklanma amacıyla kitlesel olarak silahlandırdığını ispatlamak için son derece küstah bir girişimde bulunmuştu. İddianamenin ilgili pasajını alıntılamak ve ayrı ayrı incelemek zorundayız. “Açığa çıkacaktır ki,” diye akıl yürütüyor iddianame, “Yürütme Komitesinin Petersburg işçilerini silahlandırma yönünde yukarıda adı geçen tüm niyetleri aynı dönemde (yani Kasımın ikinci yarısı) hayata geçirilmiştir; zira Bogdanov’un tütün fabrikasından bir temsilci olan Grigori Levkin’in ifadesine göre, Kasım ortalarında gerçekleşen bir toplantıda, gösterileri desteklemek üzere “onlarca” ve “yüzlerce” insanın silahlandırılmasına karar verilmiştir (kim tarafından?) ve aynı dönemde Nikolay Nemtsov’un işaret ettiği gibi işçilerin silahı yoktu ve üyelerden bu amaçla para bağışları toplanmıştır (nerede?).” Buradan öğreniyoruz ki, Kasımın ortalarında Yürütme Komitesi proletaryayı silahlandırma yönündeki “tüm” niyetlerini hayata geçirmiş. Bunu nasıl ispatlayacağız? İki karşı konulmaz delil var elimizde. Birincisi, Grigori Levkin’in o dönemde (herhalde Sovyet tarafından) “onlarca” ve “yüzlerce” insanın silahlandırılmasına karar verildiği şeklindeki ifadesi. Böylece Sovyet, Kasım ortalarında, işçi sınıfının silahlandırma niyetini … dile getirerek (ya da bu konuda bir karar alarak), tam da o dönemde işçi sınıfını silahlandırma yönündeki niyetini hayata geçiriyordu. Peki Sovyetin böyle bir karar aldığı doğru mudur? Hiçbir biçimde. Bu konuda iddianame, asla varolmamış bir Sovyet kararı yerine Sovyet üyelerinden birinin (benim) yaptığı ve aynı iddianamenin 17. sayfasında yer alan konuşmaya bakmayı her nedense tercih etmiyor. Böylece iddia makamı, “niyetlerin” hayata geçirilmesinin kanıtı olarak, gerçekten alınmış olsa bile ancak böyle bir niyetin ifadesi olan bir kararı ortaya koyuyor. Petersburg işçilerinin Kasım ortalarında silahlandırılmasına ilişkin ikinci kanıtı, “tam da o dönemde” (!) işçilerin hiç silahı olmadığına dikkat çeken Nikolay Nemtsov sunuyor. Nemtsov’un silahların olmadığına ilişkin ifadesinin, niçin silahların varlığının delili olduğunu anlamak kolay değildir. Ama bunun ardından “orada toplanan insanlar arasında silahlar için para toplandı” deniliyor. İşçiler arasında silahlar için para toplandığı şüphe götürmez. İddia makamının söz ettiği toplantıda da bu amaçla para toplandığını varsayalım. Ama bu, neden “Yürütme Komitesinin Petersburg işçilerini silahlandırma yönünde yukarıda adı geçen tüm niyetleri aynı dönemde hayata geçirilmiştir” anlamına gelsin? Dahası: Nikolay Nemtsov silahların olmadığını kime belirtti? Belli ki, bir Sovyet veya Yürütme Komitesi toplantısına. Bu yüzden, işçileri silahlandırmak için paranın birkaç düzine ya da taş çatlasa yüz temsilci arasından toplandığını varsaymalıyız; ve kendi içinde pek olası olmayan bu olgu, o dönemde kitlelerin zaten silahlanmış olduğunun kanıtıdır! Böylece işçilerin silahlanması kanıtlanmış oldu; bu eylemin amacını açığa çıkarmaya gelince. İddianame bu konuda şunları söylüyor: “Temsilci Aleksey Şişkin’in ifadesine göre, bu silahlanmanın bahanesi olası pogromlardı, ama Şişkin bunun sadece işin bahanesi olduğunu, gerçekte 9 Ocak için bir silahlı ayaklanma hazırlandığını söylüyor. Gerçekte,” diye devam ediyor iddianame, “Odner işletmesi temsilcisi Mihail Haharev’e göre silahların dağıtımı daha Ekimde Hrustalev-Nosar tarafından başlatılmış ve bizzat Haharev Hrustalev’den «Kara Yüzlerden korunmak için» bir Browning almıştır. Bununla birlikte silahların savunma amacıyla dağıtıldığı iddiası, Sovyetin yukarıda bahsedilen kararlarının dışında, Georgiy Nosar’ın evrakları arasında bulunan bazı belgeler tarafından da çürütülmüştür. Örneğin, bu evraklar arasında, bir Sovyet kararının üzerinde tarih bulunmayan orijinal bir nüshası bulunmaktadır. Bu karar, silaha başvurmayı, silahlı birlikler oluşturulmasını ve «Rusya toprağını yağmalayan Kara Yüzler hükümetini defetmek için hazırlık» yapacak bir işçi ordusu kurulmasını içermektedir.” Burada biraz duralım. Kara Yüzlere direnmek yalnızca bir bahanedir; Sovyetin Kasım ortasında gerçekleştirilen halkın silahlandırılmasındaki gerçek hedefi, 9 Ocakta silahlı bir ayaklanmadır. Bu gerçek hedef yalnızca silahlandırılanlarca değil silahlandıranlarca da bilinmiyordu, öyle ki, Aleksey Şişkin’in ifadesi olmasa, işçi kitleleri örgütünün silahlı ayaklanma için kesin bir tarih kararlaştırdığı hiçbir şekilde sızmayacaktı. Yürütme Komitesinin Kasım ortasında kitleleri Ocak aıynda bir ayaklanma için silahlandırdığının bir diğer kanıtı da, Haharev’in Hrustalev’den “Kara Yüzlere karşı savunma amacıyla” bir Browning almış olmasıdır. Ama iddia makamına göre silahlanmanın savunma amaçlı olduğu iddiasını çürüten bir diğer nokta daha var: Nosar’ın evrakları arasında bulunan bazı belgeler, örneğin işçileri “Rusya toprağını yağmalayan Kara Yüzler hükümetini defetmek” için silahlanmaya çağıran bir kararın orijinal nüshası (?). Sovyetin kitlelerin silahlanması gerektiğini ve bir ayaklanmanın kaçınılmaz olduğunu saptadığı pek çok karardan bellidir; bunu kimse inkâr edemez; iddia makamının bununla ilgili delil toplaması gereksizdir. Asıl kanıtlamak istediği Yürütme Komitesinin Kasım ortasında kitleleri silahlandırma yönünde “tüm niyetlerini” hayata geçirdiği ve bu silahlandırmanın aslında doğrudan silahlı bir ayaklanmayı hedeflediğidir; ve bu noktayı kanıtlamak için iddia makamı diğerlerinden farklı olarak tarihi belirsiz ve Sovyet tarafından benimsenip benimsenmediği bile belli olmayan başka bir karar çıkardı ortaya. Ve nihayet silahlanmanın savunmaya yönelik olduğunu reddetmek için ortaya konan bu karar da, çok açık ve anlaşılır bir şekilde, ülkeyi yağmalayan Kara yüzleri defetmekten bahsediyordu. Ama iddia makamının Browninglerle olan macerası burada bitmiyor. Operasyonun savunmaya yönelik olduğunu yalanlamaya çalışan iddia makamı, “dahası” diye devam ediyor, “Nosar’ın evrakları arasında, Hrustalev’in maliyetine birkaç Browning ve Smith Wesson marka revolver temin etme sözü verdiğine işaret eden, bilinmeyen birinin yazdığı bir not bulunmuştur ve Kolpino’da ikamet eden notun yazarı söz verilen silahların kendisine elden verilmesini istemektedir.” “Kalpino’da ikamet eden” bu zatın revolverleri “maliyetine” almasının neden silahlı bir ayaklanma amaçlı değil de savunma amaçlı olamayacağını anlamak güçtür. Revolver isteyen bir not duruşmaya yeni hiçbir şey eklemez. Sonuçta iddia makamının Petersburg işçilerinin silahlanması sorunuyla ilgili olarak mahkemeye sunduğu veriler son derecede yetersizdir. “Nosar’ın belgelerinde silah alımıyla ilgili çok önemsiz harcama kayıtları bulundu” diye yakınıyor iddianame, “çünkü (!) onun evrakları bir defterden ve farklı model revolverlerle şarjörlerin işçilere dağıtılması hakkında notlar içeren bir kâğıt parçasından ibaretti ve bu notlara göre, yalnızca altmış dört revolver dağıtılmıştı.” Bu altmış dört tabancayı Yürütme Komitesinin Ocaktaki silahlı ayaklanmayla ilgili “tüm niyetlerinin” hayata geçirilmesinin delili olarak göstermek, iddia makamı için bir utanç kaynağıdır. Bu yüzden gözüpek bir adım atmaktadır: eğer revolverlerin satın alındığı kanıtlanamıyorsa, satın alınmış olabileceği kanıtlanmalıdır. Bu amaçla iddia makamı, altmış dört revolveri sunarken beraberinde çarpıcı mali tahminler eklemeyi ihmal etmemektedir. Silâh için para toplanmasının Compagnie des Wagons-Lits işletmesinde gerçekleştirildiğini belirttikten sonra, iddianame şöyle devam ediyor. “Bu tip bağışlar silah edinme fırsatı sunuyordu; İşçi Temsilcileri Sovyeti ihtiyaç duyduğunda büyük miktarda silah edinebilirdi, çünkü tasarrufunda büyük miktarda paralar vardı.… Yürütme Komitesinin toplam geliri 30.063 ruble 52 kopekti.” Burada, delille en ufak ilgisi bulunmayan şeyleri yazan bir gazeteci edası ve tavrıyla karşı karşıyayız. Önce bazı notlardan ve kararların “orijinal nüshasından” bahsediyorsunuz, sonra da onları bir kenara itip basit bir varsayım ileri sürüyorsunuz: Yürütme Komitesinin çok parası vardı, bu yüzden çok silah vardı. Eğer iddia makamının yöntemi doğruysa şöyle diyebiliriz: gizli polis departmanlarının çok parası vardır, dolayısıyla pogromcuların çok silahı vardır. Ama böyle bir sonuç iddianamedekine ancak kısmen benzeyebilir; çünkü Sovyetin elindeki her kopeğin hesabı ortadayken –ki bu iddia makamının cesur tahmininin saçmalığını göstermeye yeter– gizli polisin elinden geçen paranın miktarı uzun süredir soruşturulması gereken gizemli bir olgudur. İddianamenin halkın silahlanmasıyla ilgili argümanlarını ve sonuçlarını son olarak değerlendirmek için, bunları tam anlamıyla mantıksal biçimde sunmaya çalışalım. İDDİA Kasım ortalarında Yürütme Komitesi Petersburg proletaryasını silahlı bir ayaklanma için silahlandırmıştır. KANITLAR a) 6 Kasımdaki toplantıda Sovyet üyelerinden biri işçilerin 10 ilâ 100 kişilik silahlı birimler şeklinde örgütlenmesini savundu. b) Kasım ortalarında Nikolay Nemtsov silah eksikliğini vurguladı. c) Aleksey Şişkin 9 Ocak için bir ayaklanma kararlaştırıldığını biliyordu. d) Ekim gibi erken bir tarihte, Haharev, Kara Yüzlerden korunmak için bir revolver edinmişti. e) Tarihsiz bir karar silah gereksiniminden bahsediyor. f) “Kolpino’da ikamet eden” ve kimliği belirsiz bir şahıs “maliyetine” revolver istemişti. g) Sadece altmış dört revolverin dağıtımı kanıtlanmış olmasına rağmen, Sovyetin parası vardı ve para genel eşdeğer olduğundan pekâlâ silah karşılığı kullanılabilirdi. Bu sonuçlar ortaokul mantık kitaplarında mantık hatasına örnek olarak verilemeyecek kadar kötüdürler. O kadar kabadırlar ki, kabalıkları normal bir zekâ için bir hakarettir. İşte Adalet Divanı kararını bu malzemelere ve bu hukuksal yapıya dayanarak vermek zorunda kalacaktır.
Sayın yargıçlar, zümre temsilcileri! Silâhlı ayaklanma konusu, hazırlık soruşturmasının olduğu kadar bu mahkeme soruşturmasının da en temel konusudur. Mahkemeye tuhaf gelebilir ama, bu konu, elli günlük varlığı süresince İşçi Temsilcileri Sovyeti toplantılarının gündeminde hiçbir şekilde yer almamıştır. Aslında silahlı ayaklanma sorunu, hiçbir toplantımızda ortaya atılmadı ya da tartışılmadı. Dahası, Kurucu Meclis, demokratik cumhuriyet ya da hatta genel grev ve bunun bir devrimci mücadele yöntemi olarak temel önemi konusu hiçbir toplantıda tartışılmadı. Yıllardır öncelikle devrimci basında, sonra da çeşitli toplantı ve meclislerde tartışılmış olan bu temel konular, Sovyet tarafından hiç ele alınmadı. Niçin böyle olduğunu daha sonra izah edecek ve Sovyetin silahlı ayaklanma karşısındaki tutumunu açıklayacağım. Ama mahkeme açısından temel olan bu konuya geçmeden önce, Divan’ın dikkatini bir başka konuya, birincisine kıyasla daha genel ama daha az keskin olan Sovyetin genel olarak zor kullanması sorununa çekeceğim. Sovyet, belli durumlarda, şu ya da bu organı aracılığıyla zor ya da baskı önlemleri kullanma hakkını kendisinde gördü mü? Bu genel ifadelerle sorulan bir soruya benim yanıtım: Evet! İddia makamı temsilcisi kadar ben de biliyorum ki, biçimi ne olursa olsun, “normal olarak” işleyen her devlette, kaba kuvvet ve baskı tekeli devlet iktidarına aittir. Bu onun “dokunulamaz” hakkıdır ve bu hak karşısında en kıskanç özeni gösterir, herhangi bir kişisel oluşum onun şiddet tekeline tecavüz edecek korkusuyla her an tetiktedir. Böylelikle devlet örgütlenmesi hayatta kalmak için mücadele verir. Mevcut toplumsal yapı tüm uzlaşmaz çelişkileriyle göz önüne alınırsa, baskının tümüyle kaçınılmaz olduğu hemen açığa çıkacaktır. Bunun için, modern toplumun somut bir resmine, bu karmaşık ve çelişkili sisteme –örneğin Rusya gibi uçsuz bucaksız bir ülkede– bakmak yeterlidir. Bizler anarşist değil sosyalistiz. Anarşistler bize “devletçi” derler, çünkü biz devletin tarihsel zorunluluğunu ve bu nedenle de devlet baskısının tarihsel zorunluluğunu kabul ederiz. Ama devlet makinesini felç eden bir politik genel grevin yarattığı koşullar altında, politik grevin hedef aldığı ömrünü tamamlamış yaşlı iktidar, kendisini sonunda hareket edemez, kamu düzenini emrindeki tek araç olan barbarca araçlarla dahi denetim altına alamaz ve koruyamaz halde bulmuştu. Bu arada grev yüz binlerce işçiyi fabrikalardan sokaklara dökmüştü ve bu işçileri toplumsal- politik yaşam açısından özgür kılmıştı. Kim onları yönlendirebilir ve saflarına disiplini sokabilirdi? Eski devlet iktidarının hangi organı? Polis mi? Jandarma mı? Gizli polis mi? Kendime soruyorum: kim? Ve hiçbir yanıt bulamıyorum. İşçi Temsilcileri Sovyeti dışında hiç kimse. Başka hiç kimse! Bu muazzam temel gücü yönlendiren Sovyet, iç sürtüşmeyi en aza indirmeyi, taşkınlıkları engellemeyi ve kaçınılmaz mücadele kurbanlarının sayısını mümkün olduğunca azaltmayı kendi ivedi görevi olarak görüyordu. Ve durum bu olunca, kendisini yaratan politik grevin bir sonucu olarak Sovyet, devrimci kitlelerin öz-yönetim organından başka hiçbir şey değildi: bir iktidar organı. O bütünün iradesiyle bütünün parçaları üzerinde egemenlik kurdu. O, gönüllü olarak tâbi olunan demokratik bir iktidardı. Ama Sovyet ezici çoğunluğun örgütlü iktidarı olduğu için, kitlelerin birleşik saflarına anarşi sokan unsurlara karşı kaçınılmaz olarak baskıcı önlemler kullanmak zorunda kaldı. Yeni bir tarihsel iktidar olarak, eski aygıtın ahlâki, politik ve teknik olarak tümüyle iflâs ettiği bir dönemde biricik iktidar olarak, kişisel dokunulmazlığın ve terimin iyi anlamında kamu düzeninin biricik garantisi olarak Sovyet, bu unsurların karşısına kendi gücünü koyma hakkını kendisinde buluyordu. Tümüyle kanlı baskılara dayalı eski iktidarın temsilcilerinin, Sovyetin şiddet yöntemlerinden ahlâki bir öfkeye kapılarak söz etme hakları yoktur. Bu mahkemede adına davacı denen tarihsel iktidar, azınlığın çoğunluk üzerindeki örgütlü şiddetidir. Sovyetin müjdecisi olduğu yeni iktidar, azınlığı düzene çağıran çoğunluğun örgütlü iradesidir. Bu ayrım nedeniyle, Sovyetin devrimci varolma hakkı her türlü hukuksal ya da ahlâki spekülâsyonun üzerindedir. Sovyet, baskı önlemleri kullanmayı kendi hakkı saymaktaydı. Ama hangi durumlarda ve ne ölçüde? Bu konuda yüz tanık dinledik. Baskı önlemlerine geçmeden önce, Sovyet, ikna sözleri kullanmıştı. Onun gerçek yöntemi buydu ve bunu uygularken kolay kolay yorulmazdı. Devrimci ajitasyonla, söz silahıyla, Sovyet, sürekli olarak yeni kitleleri kendine çekiyor ve onları kendi otoritesine tâbi kılıyordu. Eğer proletarya içindeki cahil ya da ahlâken bozuk grupların direnciyle karşılaşırsa, onları fiziksel kuvvet yardımıyla zararsız kılmak için daima yeterli zamanın bulunduğunu söylüyordu. Tanıkların ifadelerinden de gördüğünüz gibi, öncelikle diğer yollara gidiyordu. Onları iş durdurmaya çağırırken fabrika yönetiminin sağduyusuna başvuruyordu; genel greve sempatiyle yaklaşan teknisyenler ve mühendisler aracılığıyla cahil işçiler üzerinde nüfuz kuruyordu. “İşi bırakmaları” için işçilere temsilciler gönderiyor ve yalnızca çok istisnai durumlarda grev kırıcıları kuvvet kullanmakla tehdit ediyordu. Peki gerçekten hiç kuvvet kullanmış mıydı? Sayın yargıçlar, ön soruşturma materyalleri arasında bunun hiçbir örneğine rastlamadınız ve tüm çabalara rağmen, mahkeme soruşturması sırasında bu türden örnekler tesis etmenin olanaksız olduğu kanıtlandı. Eğer mahkemeye sunulan trajik olmaktan öte komik “şiddet” örneklerini (falanca kişi filancanın dairesine kasketini çıkarmadan girmiş, falanca kişi filancayı onun da rızasıyla tutuklamış …) ciddiye alacak olsak dahi, Sovyetin şiddet eylemlerinin gerçek boyutlarını gözümüzde canlandırmak için, ancak filancanın çıkarmayı unuttuğu bu kasketi eski iktidarın her gün yanlışlıkla “uçurduğu” yüzlerce kelle ile karşılaştırmamız gerekir. Ve bütün istediğimiz budur. Zamanın olaylarını doğru biçimde yeniden kurmak bizim görevimizdir ve bunun uğruna biz sanıklar bu duruşmada aktif bir rol aldık. Bu mahkeme için önemli olan ve bana yöneltilen bir başka soruya geçelim. İşçi Temsilcileri Sovyetinin eylemleri ve beyanatlarının 17 (30) Ekim bildirgesinde yasal bir temeli var mıydı? Sovyetin Kurucu Meclis ve demokratik bir cumhuriyetin yaratılmasına ilişkin kararları ile Ekim bildirgesi arasında ne gibi bir ilişki vardı? Açıkça ifade edeyim ki, bu sorun o zaman hiç aklımıza gelmemişti, ama bugün bu mahkeme için kuşkusuz büyük bir önem taşıyor. Mahkemenin sayın üyeleri, burada tanık Luçinin’in ifadesini dinledik. Ben kişisel olarak bu ifadeyi son derece ilginç buldum ve bazı sonuçlarının da hem yerinde hem de derin olduğunu düşünüyorum. Başka birtakım şeylerin yanı sıra Luçinin, sloganları, ilkeleri ve politik fikirleri açısından cumhuriyetçi bir oluşum olan İşçi Temsilcileri Sovyetinin, esas itibarıyla Çarın 17 Ekim bildirgesiyle ilân edilen ve bildirgenin yazarlarının olanca güçleriyle mücadele ettikleri özgürlükleri, gerçekten, doğrudan ve somut olarak hayata geçirdiğini söylüyordu. Evet, sayın yargıçlar ve zümre temsilcileri! Devrimci proleter Sovyetle biz, ifade özgürlüğünü, toplantı ve kişisel dokunulmazlık özgürlüğünü, Ekim grevinin basıncı altında Rus halkına vadedilmiş olan tüm bu şeyleri gerçekten de hayata geçirmeyi başardık. Oysa eski iktidar aygıtının yapabildiği tek şey, insanların bu yasal kazanımlarını paramparça etmekti. Sayın yargıçlar, bu, halihazırda tarihin bir parçası olan, inkâr edilemez, nesnel bir olgudur. Bunu reddetmek olanaksızdır. Bununla birlikte bana –ya da yoldaşlarıma–, eylemlerimizi ve beyanatlarımızı öznel olarak 17 Ekim bildirgesine dayandırıp dayandırmadığımız sorulacak olsaydı, kesinlikle hayır yanıtını verirdik. Neden? Çünkü bizler, 17 Ekim bildirgesinin yeni bir yasal temel yaratmadığına, manifestolar aracılığıyla değil tüm devlet aygıtının gerçekten yeniden örgütlenmesiyle yeni bir yasal sistem yaratılmadığı için –bizim kanımıza göre– yeni bir yasallık temeli kurmadığına derinden inanıyorduk ve bunda yanılmadık. Çünkü biz, tek doğru görüş olan bu materyalist görüşü benimsiyorduk, 17 Ekim bildirgesinin mevcut gücüne hiç güvenimiz yoktu. Ve bunu açıkça ilân ediyorduk. Ama partililer, devrimciler olarak, manifestoya göre devletin özgür yurttaşları olarak bizim öznel tutumumuzun, mahkeme için tayin edici olduğuna inanmıyorum: Zira mahkeme, bir mahkeme olduğu için, ya bildirgeye yeni bir yasal temel gözüyle bakmalıdır ya da kendi varlığına son vermelidir. İtalya’da, ülkenin monarşik anayasası temelinde çalışan burjuva parlamenter cumhuriyetçi bir parti olduğunu biliyoruz. Devrimci olan sosyalist partiler, bütün uygar ülkelerde kendi doğal yasallıklarıyla mevcutlar ve mücadele ediyorlar. Sorun şudur: 17 Ekim bildirgesi, biz Rus cumhuriyetçi sosyalistlerine yer tanıyor mu? Mahkemenin yanıtlaması gereken soru budur. Mahkeme, biz sosyal demokratların, anayasal bildirgenin sadece asla gönüllü olarak yerine getirilmeyecek bir vaatler listesi olduğunu ileri sürerken; kağıt üzerindeki bu garantilerin devrimci eleştirisini yaparken; halkı gerçek ve tam bir özgürlük için açık mücadeleye çağırırken haklı olup olmadığımızı söylemelidir. Haklı mıydık, değil miydik? 17 Ekim bildirgesinin, görüşlerimize ve niyetlerimize rağmen, yasalar dahilinde hareket eden insanlar olarak biz cumhuriyetçilerin üzerine dayandığı gerçek bir yasal temel olduğunu söylesin bize mahkeme. 17 Ekim bildirgesi bu mahkemenin kararı aracılığıyla bize şunu söylesin burada: “Siz benim gerçekliğimi reddettiniz, ama ben ülkenin geri kalanı kadar sizin için de varım.” İşçi Temsilcileri Sovyetinin, toplantılarında hiçbir zaman Kurucu Meclis ve demokratik cumhuriyet sorununu ileri sürmediğini söyledim. Bununla birlikte, işçi tanıkların ifadelerinden de gördüğünüz gibi, onun bu sloganlara yönelik tutumu açıkça belirtilmişti. Nasıl başka türlü olabilirdi? Herşeyden önce, Sovyet bir boşluğa doğmadı. O ortaya çıktığında, Rus proletaryası 9 (22) Ocak olaylarını, Senatör Şidlovski komisyonunu yaşamış, uzun, çok uzun Rus mutlakıyet okulundan geçmişti. Sovyet varolmadan uzun süre önce, anayasal Meclis, genel oy hakkı, demokratik cumhuriyet, sekiz saatlik işgünü talepleri, devrimci proletaryanın temel sloganları olmuştu. Sovyetin bu konuları hiçbir zaman ilkesel sorunlar olarak ortaya atmaya gerek duymamasının nedeni budur: o bunları karara bağlanmış sorunlar olarak yalnızca kararlarına sokmuştu. Aynı şey, özde, bir ayaklanma fikrine ilişkin olarak da doğruydu. Bu temel konuya –silahlı ayaklanma– geçmeden önce, bizi suçlayan iktidarın ve kısmen de mahkeme yetkililerinin tutumunu anlayabildiğim kadarıyla uyarmalıyım ki, bu tutum bizim tutumumuzdan faklıdır –bununla mücadele etmek boşuna olurdu–; yalnızca politik ya da parti anlamında değil, yalnızca onu değerlendirme anlamında da değil, hayır biz tam da silahlı ayaklanma anlayışı konusunda farklıyız. İddia makamının anlayışı, Sovyetin anlayışından ve inanıyorum ki Sovyetle birlikte tüm Rus proletaryası tarafından da paylaşılan anlayıştan, esaslı, çok derin ve uzlaşmaz farklılıklar taşımaktadır. Sayın mahkeme üyeleri, ayaklanma nedir? Bir saray darbesi değil, bir askeri komplo değil, bir işçi sınıfı ayaklanması! Mahkeme başkanı tanıklardan birine, politik greve ayaklanma gözüyle bakıp bakmadığı sorusunu yöneltti. Tanığın verdiği yanıtı unuttum, ama inanıyorum ve iddia ediyorum ki, politik grev, başkanın şüphelerine rağmen, gerçekte, özünde, bir ayaklanmadır. İddianamenin bakış açısından öyle görünse de, bu bir paradoks değildir. Tekrarlıyorum: benim ayaklanma kavramım –bunu birazdan sergileyeceğim– polisin ve iddia makamının terime yüklediği anlamla, isim benzerliği dışında hiçbir benzerlik taşımamaktadır. Politik grev, bir ayaklanmadır demiştim. İşin doğrusu, politik genel grev nedir? Onun ekonomik grevle bir tek benzerliği vardır; her iki durumda da işçiler işi durdururlar. Bu ikisi başka hiçbir bakımdan birbirine benzemez. Ekonomik grev, belli, dar bir hedefe sahiptir; işverene baskı uygulamak ve bu amaçla onu geçici olarak rekabet alanının dışına çıkarmak. Bir fabrikanın sınırları içinde belli değişiklikleri başarmak için bu fabrikada üretim durdurulur. Politik grevin doğası ise derinden farklıdır. O, tek tek işverenlere hiçbir baskı uygulamaz; bir kural olarak özgül ekonomik talepler ileri sürmez; onun talepleri, çok sert vurduğu işverenlerin başlarından çok, bizzat devlet iktidarına yönelir. O halde politik grev devlet iktidarını nasıl etkilemektedir? Onun yaşamsal faaliyetlerini felç ederek. Modern bir devlet, Rusya gibi geri bir ülkede bile, iskeleti demiryolları ve sinir sistemi telgraf olan tek bir bütüne dönüşen merkezileşmiş ekonomik organizmaya dayanır. Ve eğer, telgraf, demiryolu ve modern teknolojinin diğer tüm kazanımları, kültürel ve ekonomik amaçlar için Rus mutlakıyetinin hizmetinde olmasa da, bunlar baskı amacıyla onun için haydi haydi vazgeçilmezdir. Demiryolu ve telgraf, askeri birlikleri ülkenin bir ucundan diğer ucuna nakletmek ve karışıklıkları önleme doğrultusunda idari etkinlikleri birleştirmek ve yönlendirmek için yeri doldurulamaz silahlardır. Politik grev ne yapar? O devletin ekonomik aygıtını felç eder, idari mekanizmanın çeşitli dalları arasındaki iletişimi bozar, hükümeti yalıtır ve güçsüz kılar. Öte yandan, fabrika ve tesislerdeki işçi kitlelerini politik olarak birleştirir ve bu işçi ordusuyla devlet iktidarını karşı karşıya getirir. Sayın mahkeme üyeleri, bir ayaklanmanın özü burada yatmaktadır. Proleter kitleleri tek bir devrimci protesto eylemi içinde birleştirmek, bu kitlelerle örgütlü devlet gücünü, birbirlerine düşman güçler olarak karşı karşıya getirmektir; sayın mahkeme üyeleri, Sovyetin de benim de ayaklanmadan anladığımız budur. Sovyet henüz ortada yokken eşzamanlı olarak patlak veren ve gerçekte Sovyeti bizzat yaratan Ekim grevi sırasında, iki düşman taraf arasında böyle bir devrimci çatışmaya tanık olduk. Ekim grevi “anarşi”yi doğurdu ve bu anarşinin bir sonucu olarak 17 Ekim bildirgesi ortaya çıktı. Umarım, en tutucu politikacıların ve yarı-resmi Novoye Vremya’nınkiler de dahil –bu gazetenin editörleri, benzer ya da karşıt yapıdaki diğer bildirgelerle birlikte devrimden doğan 17 Ekim bildirgesini de hafızalardan silmeyi çok isterlerdi– gazetecilerin inkâr etmemeleri gibi, iddia makamı da bunu inkâr etmez. Daha birkaç gün önce, Novoye Vremya, 17 Ekim bildirgesinin, politik grevin yarattığı hükümet paniğinin sonucu olduğunu yazıyordu. Ama eğer bu bildirge yürürlükteki yeni sistemin temeliyse, itiraf etmeliyiz ki, sayın mahkeme üyeleri, mevcut devlet sistemimiz paniğe, bu panik de proletaryanın politik grevine dayanıyor. Öyleyse görüyorsunuz ki, bir genel grev iş durmasından öte bir şeydir. Politik grevin, bir gösteri olmaktan çıktığı ölçüde, öz olarak bir ayaklanma olduğunu söylemiştim. Onun proleter ayaklanmanın temel ve en genel yöntemi olduğunu söylemek daha doğru olurdu: temel ama tek yöntem değil. Politik grev yönteminin kendi doğal sınırları vardır. İşçilerin 21 Ekim (3 Kasım) öğle saatlerinde Sovyetin çağrısına uyarak işe başlamaları bunu apaçık göstermektedir. 17 Ekim bildirgesi güven oyuyla karşılanmadı; kitleler haklı olarak hükümetin vadedilen özgürlükleri hayata geçirmeyeceğinden korkuyorlardı. Proletarya tayin edici bir mücadelenin kaçınılmazlığını görüyordu ve içgüdüsel olarak, kendi devrimci güç odakları olan Sovyete yöneliyordu. Öte yandan mutlakıyet, panikten kurtularak, yarısı yıkılan aygıtını yeniden inşa etmeye başlıyor ve alaylarını düzene koyuyordu. Sonuç olarak, Ekim çatışmasının ardından ortada iki iktidar vardı: kitlelere dayanan yeni bir halk iktidarı, ki İşçi Temsilcileri Sovyeti böyle bir iktidardı, ve orduya dayanan eski, resmi iktidar. Bu iki güç yan yana varolamazdı: birinin güçlenmesi diğerinin yok olması demekti. Otokrasi, süngülere dayanarak, doğal olarak, halk güçlerinin Sovyet etrafında muazzam birleşme sürecine, karışıklık, kaos ve bölünme sokmayı denedi. Öte yandan, Sovyet, güven, disiplin, aktif çaba ve işçi kitlelerinin oybirliğine dayanarak, iktidarın tüm maddi silahlarının ve ordunun 17 Ekim öncesindeki aynı kanlı ellerde kaldığı gerçeğinin bir göstergesi olan, genel özgürlüğe, sivil haklara ve kişi dokunulmazlığına yönelik korkunç tehdidi görebildi. Ve bu iki iktidar organı arasında, ordu üzerinde nüfuz kurmak için devasa bir mücadele başladı; bu, büyüyen halk ayaklanmasının ikinci aşamasıdır. Proletaryayı otokrasiyle karşı karşıya getiren kitle grevi temelinde, orduyu işçilerin yanına çekme, askerlerle dost olma, onların kalplerini fethetme doğrultusunda güçlü bir hareket ortaya çıktı. Bundan dolayı, hareket, doğal olarak mutlakıyetin dayandığı askerlere devrimci bir çağrı yaptı. İkinci Kasım grevi, fabrikayla kışla arasındaki güçlü ve görkemli bir dayanışma gösterisiydi. Kuşkusuz ordu halkın yanına geçseydi, ayaklanma gereksiz olurdu. Ama ordunun devrim saflarına böyle bir barışçıl geçişi düşünülebilir mi? Hayır, düşünülemez. Mutlakıyet, ordunun onun bozucu etkisinden kurtulup halkın dostu olmasını kollarını kavuşturup beklemeyecektir. Herşey kaybedilmeden önce, mutlakıyet, inisiyatifi alacak ve saldırıya geçecektir. Petersburg işçileri bunun farkına varmış mıydı? Evet. Proletarya iki taraf arasında çatışmanın kaçınılmaz olduğuna inanıyor muydu, Sovyet inanıyor muydu? Evet, bu konuda hiç şüphesi yoktu, ölümcül saatin er ya da geç çalacağını kesinlikle biliyordu. Kuşkusuz halk güçlerinin örgütü, silahlı karşı-devrimin saldırıları tarafından duraklatılmaksızın, İşçi Temsilcileri Sovyetinin önderliği altında girilen yolda ilerlemeye devam etseydi, eski sistem herhangi bir güç kullanılmaksızın yıkılırdı. Zira neye tanık olduk? İşçilerin Sovyet etrafında nasıl toplandıklarını, köylü birliğinin sürekli daha büyük köylü kitlelerini kucaklayarak nasıl Sovyete delegeler gönderdiğini; demiryolu sendikasının ve posta ve telgraf sendikasının nasıl Sovyetle birleştiğini; serbest mesleklerin, Birlikler Konfederasyonunun nasıl Sovyete doğru çekildiğini; fabrika yönetiminin Sovyete yönelik tutumunun bile ne kadar hoşgörülü ve dostça olduğunu gördük. Sanki tüm ulus kahramanca bir çaba içindeymiş, rahminden, bir Kurucu Meclis toplanana kadar yeni bir toplumsal sistemin temellerini gerçekten ve tartışmasız döşeyecek olan bir iktidar organı çıkarmaya çalışıyormuş gibiydi. Eğer eski devlet iktidarı bu organik çabaya girmeseydi, ulusun hayatına gerçek anarşiyi sokmasaydı, güçlerin örgütlenme süreci tam bir özgürlük içinde gelişebilseydi, o zaman sonuç, kuvvet kullanılmaksızın ve kan dökülmeksizin yeniden doğmuş, yeni bir Rusya olurdu. Ama şurası kesindir ki, özgürleşme sürecinin yumuşak bir rota izleyeceğine bir an olsun inanmadık. Eski iktidarın gerçek doğasını çok iyi biliyorduk. Biz sosyal demokratlar, geçmişten kesin bir kopuş gibi görünen manifestoya rağmen, eski devlet aygıtının kendi özgür iradesiyle geri çekilmeyeceğine, iktidarı halka teslim etmeyeceğine ya da asıl mevzilerinin bir tekinden bile vazgeçmeyeceğine inanıyorduk. Mutlakıyetin, iktidarı elinden kaçırmamak ve hatta vakarla bahşettiklerini tekrar geri almak için daha çok çırpınma girişimlerinde bulunacağını önceden görüyor ve halkı uyarıyorduk. Ayaklanmanın, silahlı bir ayaklanmanın beyler, bizim açımızdan kaçınılmaz oluşunun nedeni budur. Bu, halkın asker-polis devletine karşı mücadele sürecindeki bir tarihsel zorunluluktu ve öyle olmaya da devam ediyor. Ekim ve Kasım boyunca, bu düşünce tüm miting ve toplantılara hakimdi; tüm devrimci basına egemendi; bütün politik atmosferi o dolduruyordu; ve şu ya da bu şekilde, Sovyetin her üyesinin bilincinde billurlaşmıştı. Bu nedenle o, çok doğal olarak, Sovyetin kararlarına girdi ve onu tartışma ihtiyacı asla duymadık. Ekim grevinden miras aldığımız şey, gergin bir politik durumdu: bir yanda, varolma mücadelesi veren ve yasallık olmadığı için yasalara değil, varolan güce dayanan kitlelerin devrimci örgütü; diğer yanda, intikam anını bekleyen silahlı karşı-devrim. Bu durum, deyim yerindeyse, ayaklanmanın cebirsel formülüydü. Yeni olaylar formüle sadece yeni sayısal değerler sokuyordu. İddia makamının yüzeysel sonuçlarına rağmen, silahlı ayaklanma fikrine yalnızca Sovyetin 27 Kasım tarihli, yani tutuklanmamızdan bir hafta önce gayet açık ve anlaşılır şekilde ifade ettiği kararında rastlanmaz. Hayır, silahlı ayaklanma fikri, farklı ama özünde aynı biçimlerde, Sovyetin varlığının ta başlangıcından itibaren, tüm Sovyet kararlarında kızıl bir şerit gibi akmaktadır; cenaze törenini iptal eden kararında, Kasım grevine son verildiğini ilân eden kararında ve hükümetle silahlı bir çatışmadan ve mücadelede kaçınılmaz bir aşama olarak nihai saldırı ya da çarpışmadan söz eden daha pek çok kararda. Peki bu kararlara ilişkin Sovyetin kendi yorumu nasıldı? O silahlı ayaklanmanın, yeraltında hazırlanan ve ardından hazır bir şekilde sokağa taşınan bir girişim olduğuna mı inanıyordu? Ayaklanmanın belli bir plan gereğince yerine getirilebileceğini mi düşünüyordu? Yürütme Komitesi, sokak mücadelesinin tekniğini özenle hazırlamış mıydı? Kuşkusuz hayır. Ve bu, onun gözünde bir silahlı ayaklanmanın yalnızca sahne dekorları olan birkaç düzine revolveri gördüğü zaman ağzı bir karış açık kalan iddianamenin yazarını şaşırtabilir. Ama onun görüşü sadece, komplocu teşekküller hakkında herşeyi bilen ama kitle örgütlerinden bihaber olan, suikast ve isyanlardan haberi olan ama devrimden anlamayan ve anlayamayan ceza yasasının görüşüdür. Bu davanın dayandırıldığı hukuki anlayış, devrimci hareketin gelişiminin onlarca yıl gerisindedir. Rusya’da modern işçi sınıfı hareketi, Carbonari[1] döneminde yaşamış olan Speranski’den[2] beri esas itibarıyla değişmemiş olan ceza yasamızın tanımladığı komplo kavramıyla hiçbir benzerlik taşımaz. Sovyetin faaliyetlerini 101 ve 102. maddelerin dar çerçevesine sıkıştırma girişiminin hukuksal mantık açısından tümüyle ümitsiz oluşunun nedeni budur. Yine de bizim faaliyetlerimiz devrimci idi. Yine de gerçekten biz silahlı ayaklanma için hazırlanıyor idik. Kitlelerin ayaklanması, sayın yargıçlar, insan-yapımı bir şey değildir, tarihsel bir olaydır. Toplumsal ilişkilerin bir sonucudur, bir planın ürünü değil. O yaratılamaz; öngörülebilir. Çarlığa olduğu kadar bize de pek az bağlı olan nedenlerle, açık bir çatışma kaçınılmaz oldu. Her geçen gün onu bize biraz daha yaklaştırdı. Bizim için, ona hazırlanmak, bu kaçınılmaz çatışmanın zayiatını en aza indirmek için herşeyi yapmak anlamına geliyordu. Bu amaçla, herşeyden önce, silah stokları oluşturmamız, askeri operasyonlar için bir plan hazırlamamız, özel yerler için ayaklanmaya katılacak kişiler saptamamız, şehri özel bölgelere ayırmamız, diğer bir deyişle “kargaşa” bekleyişi içindeki askeri yetkililerin, Petersburg’u bölgelere ayırdıkları, her bölgenin başına bir albay atadıkları ve bunları makineli tüfeklerle ve gerekli teçhizatla donattıkları zaman yaptıkları herşeyi yapmamız gerektirdiğini düşündük mü? Hayır, bizim rolümüzden anladığımız bu değildir. Kaçınılmaz bir ayaklanmaya hazırlanmak –ve iddia makamının düşündüğü ve söylediğinin aksine, biz asla bir ayaklanma hazırlamadık; ayaklanmaya hazırlandık– bizim için herşeyden önce, halkı aydınlatmak, ona bu açık çatışmanın kaçınılmaz olduğunu, ona verilenlerin geri alınacağını, haklarını ancak güç kullanarak savunabileceğini, işçi kitlelerin güçlü bir örgütünün zorunlu olduğunu, düşmanın cepheden karşılanması gerektiğini, mücadelenin sonuna kadar devam ettirilmesi gerektiğini, başka bir yolun bulunmadığını açıklamak anlamına geliyordu. Silâhlı ayaklanmaya hazırlanmanın bizim için anlamı budur. Hangi koşullar altında silahlı ayaklanın bize zaferin yolunu açabileceğini düşünüyorduk? Ordunun sempatisi koşulu. Zorunlu olan ilk şey, ordunun bizim tarafımıza geçmesiydi. Askerleri oynadıkları utanç verici rolün farkına varmaları için zorlamak, onları halkla birlikte ve halk için çalışmaya ikna etmek; önümüze koyduğumuz ilk görev buydu. Ölüm cezası tehdidi altındaki denizcilerle doğrudan kardeşçe dayanışma hareketi olarak patlak veren Kasım grevinin de muazzam bir politik öneme sahip olduğunu söylemiştim. Bu, ordunun devrimci proletaryaya karşı ilgisini ve sempatisini getirmişti beraberinde. İddia makamının, silahlı ayaklanmanın hazırlıkları için bakması gereken yer burasıdır. Ama kuşkusuz bir tek sempati ve protesto gösterisi sorunu çözemezdi. O halde hangi koşullar altında, ordunun devrimin yanına geçmesinin beklenebileceğini düşünüyorduk ve şimdi düşünüyoruz? Bunun için gereken şey nedir? Makineli ve diğer tüfekler? Kuşkusuz, eğer işçi kitleler makineli tüfekler ve tüfeklere sahip olsalardı, ellerinde muazzam bir güç bulundurmuş olurlardı. Bu güç bile bir ayaklanmanın kaçınılmazlığını büyük ölçüde ortadan kaldırırdı. Kararsız ordu, silahlarını silahlı halka teslim ederdi. Ancak kitleler büyük sayılarda silahlara sahip değillerdi, değillerdir ve olamazlar. Bu, kitlelerin yenilmeye yazgılı oldukları anlamına mı gelir? Hayır. Silâhlar önemli olsa da, temel güç silahlarda yatmaz. Hayır silahlarda değil. Kitlelerin öldürme yetenekleri değil, ölmeye hazır oluşları; bize göre halk ayaklanmasının zaferini garantileyen şey, son tahlilde budur sayın mahkeme üyeleri. Kitleleri bastırmak için sokaklara gönderilen askerler, kendilerini kitlelerle yüz yüze buldukları ve bu kalabalığın, bu halkın, istediği şeyleri elde edene kadar sokaklardan ayrılmayacağını, cesetleri üst üste yığmaya hazır olduğunu anladıkları zaman; halkın cidden, sonuna kadar mücadele etmek için geldiğini gördükleri ve inandıkları zaman; işte o zaman, askerlerin yüreği her devrimde olduğu gibi duraksar, çünkü askerler hizmet ettikleri rejimin istikrarından şüphelenmeye, halkın zaferine inanmaya başlarlar. Ayaklanma fikrini barikatlarla birleştirmek adettendir. Barikatların bizim halk ayaklanması anlayışımızda çok önemli olabileceği gerçeğini bir kenara bıraksak bile, unutmamalıyız ki, ayaklanmada açıkça mekanik bir unsur olan barikat, herşeyden önce ahlâki bir rol oynar. Barikatların devrimlerdeki önemi, hiçbir zaman istihkâmların savaştaki önemiyle aynı olmamıştır. Barikat yalnızca fiziksel bir engel değildir. Barikat ayaklanma davasına hizmet eder, çünkü askerlerin hareketine geçici bir engel oluşturarak, onları halkla yakın temasa geçirir. Burada, barikatlarda, asker, belki de yaşamında ilk kez, sıradan dürüst halkın konuşmalarını, kardeşçe çağrısını, halkın vicdanının sesini işitir; ve yurttaşlarla askerler arasındaki bu temasın sonucu olarak, askeri disiplin parçalanır ve yok olur. Bu, sadece bu, bir halk ayaklanmasının zaferini temin eder. Ve bize göre, bir halk ayaklanmasının, halk toplarla tüfeklerle silahlandığı zaman –bu durumda hiçbir zaman hazır olmazdı– değil de, açık bir sokak çarpışmasında ölmeye hazır olmakla silahlandığı zaman “hazır olması”nın nedeni budur. Ama kuşkusuz, ülkenin çıkarları uğruna ölmeye, gelecek kuşakların mutluluğu için yaşamını vermeye hazır olma duygusunun büyüklüğünü gören, kendisine çok yabancı, tuhaf ve düşmanca gelen böyle bir coşkunun kitlelere bulaştığını gören eski iktidar, gözlerinin önünde gerçekleşen halkın ahlâken yeniden doğuşunu sessizlikle izleyemezdi. Edilgen bir şekilde izlemek, Çarlık hükümeti için, kendi parçalanışına izin vermek anlamına gelirdi. Bu çok açıktı. O halde ne yapabilirdi? Halkın kendi kaderini politik olarak belirlemesi karşısında, son güçleriyle ve emrindeki her araçla mücadele etmek zorundaydı. Cahil ordu, Kara Yüzler, gizli polis, yiyici basın, hepsi harekete geçirilmeliydi. Halkı birbirine karşı kışkırtmak, sokakları kana bulamak, yağmalamak, ırza geçmek, yakmak, panik yaratmak, yalanlar yaymak, aldatmak, iftira etmek; eski suçlu iktidarın yapmak zorunda olduğu şey buydu. O bunların hepsini yaptı ve bugün de hâlâ yapmakta. Açık bir çatışma kaçınılmaz idiyse, belliydi ki, onu daha da yaklaştırmaya çalışanlar biz değil can düşmanlarımızdı. İşçilerin Ekim ve Kasımda Kara Yüzlere kaşı silahlandıklarını burada pek çok kez duydunuz. Eğer bu mahkeme salonu dışında nelerin olduğu bilinmeseydi, halkın büyük çoğunluğunun özgürlükçü fikirleri desteklediği, halk kitlelerinin açıkça sonuna kadar mücadele etme kararlılığını gösterdiği devrimci bir ülkede, nüfusun çok küçük ve önemsiz bir kısmını temsil eden Kara Yüzlerle mücadele etmek için yüz binlerce işçinin nasıl silahlanabildiği tamamen akılalmaz bir şey olarak görülürdü. O halde, toplumun her tabakasından dışlanmış bu ayaktakımı gerçekten bu kadar tehlikeli midir? Kuşkusuz hayır. Eğer sorun yalnızca halkın yolunda duran acınacak haldeki Kara Yüzler çeteleri olsaydı, ne kadar kolay olurdu. Ancak biz yalnızca tanık olarak yargıç karşısına çıkan avukat Bramson’dan değil, burada tanıklık eden yüzlerce işçiden de duyduk ki, Kara Yüzlere, çok sayıda (eğer hepsi değilse) hükümet yetkilisi tarafından arka çıkılmaktadır; kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan ve hiçbir şeyin durduramadığı –ne yaşlı bir insanın aklaşan saçları, ne kimsesiz bir kadın, ne de bir çocuk– bu katil çetelerinin arkasında, hiçbir kuşku olmaksızın Kara Yüzleri devlet bütçesinden örgütleyen ve silahlandıran hükümet ajanları bulunmaktadır. Ve son olarak, bu duruşmadan önce bunu bilmiyor muyduk? Gazeteleri okumadık mı? Görgü tanıklarının raporlarını duymadık mı, mektuplar almadık mı, kendi gözlerimizle hiçbir şey görmedik mi? Kont Urusov’un[3] korkunç ifşaatlarından bihaber miydik? Ama iddia makamı bunların hiçbirine inanmıyor. İnanamaz. Çünkü bunu yapsaydı, suçlamalarını bugün savunduğu kişilere yöneltmek zorunda kalacaktı; polise karşı bir revolverle silahlanan Rus yurttaşının kendini savunmak için gerekli önlemleri almasını kabul etmesi gerekecekti. Ama iddia makamının yetkililerinin pogrom faaliyetlerine inanıp inanmamasının sonuçta hiçbir önemi yoktur. Bu mahkeme için, bizim buna inanmamız, bizim çağrımızla silahlanan yüz binlerce işçinin bunlara inanması yeterlidir. Bütün şüphelerden uzak olarak inanıyoruz ki, Kara Yüzlerin faaliyetlerine yol gösteren, egemen kliğin güçlü eliydi. Sayın mahkeme üyeleri, bu uğursuz eli şimdi bile görebiliyoruz. İddia makamı bizden, Sovyetin varolan hükümet biçimine karşı mücadele etmek için işçileri silahlandırdığını kabul etmemizi istiyor. Eğer bunun doğru olup olmadığı açıkça sorulsaydı, evet diye yanıtlardım. Evet, bu suçlamayı kabul etmek istiyorum, ancak bir koşulla. İddia makamının ve mahkemenin koşulumu kabul edip etmeyeceğini bilmiyorum. Soruyorum: iddia makamı “hükümet biçimi” ile ne kastediyor? Gerçekten bir hükümet biçimimiz var mı? Uzun süredir hükümet ulus tarafından değil, yalnızca kendi asker-polis-Kara Yüzler aygıtınca desteklenmekte. Sahip olduğumuz şey ulusal bir hükümet değil, kitleleri katleden otomatik bir makinedir. Ülkemizin canlı bedenini paramparça eden bu hükümet makinesi için başka bir isim bulamıyorum. Eğer bana pogromları, cinayetleri, yangınları, ırza geçmeleri söylerseniz … eğer bana Tver’de, Rostov’da, Kursk’ta, Siedlce’de olanları söylerseniz … eğer bana Kişinev’in, Odesa’nın, Bialistok’un Rus İmparatorluğu’nun hükümet biçimi olduğunu söylerseniz; o zaman iddia makamıyla birlikte ben de, Ekim ve Kasımda doğrudan ve ivedilikle Rus İmparatorluğu’nun hükümet biçimine karşı silahlandığımızı kabul edeceğim.
Mektuplardan[1] Seçmeler
3 Ocak 1907. İki, üç saattir transit cezaevindeyiz. “Ön Tutukevi”ndeki hücremden endişeli bir şekilde ayrıldığımı itiraf etmeliyim. Çalışma fırsatına sahip olduğum bu küçük gemi kamarasına öyle alışmıştım ki! Transit cezaevinde ortak bir hücrede kalmak zorunda olduğumuzu biliyoruz; bundan daha yorucu ne olabilir? Ardından, çok iyi bildiğim sürgün yolculuğunun pisliği, dağınıklığı, karmaşası gelecekti. Gideceğimiz yere ulaşmamız kim bilir ne kadar sürecek? Ne zaman geri döneceğimizi kim söyleyebilir? 462 numaralı hücrede kalmak, okumak, yazmak, beklemek daha iyi olmaz mıydı? Bildiğin gibi, bir evden diğerine taşınmak benim için moral bir cesaret eylemidir. Bir cezaevinden diğerine taşınmaksa yüz kat beter. Yeni bir cezaevi yönetimi, yeni zorluklar, katlanılabilir ilişkiler kurmak için yeni çabalar. Önümüzde, buradaki, yani Petersburg’daki transit cezaevi yöneticisiyle başlayan ve sürgün yerimiz olacak Sibirya köyündeki yerel polisle son bulan sürekli bir yetkililer değişimi uzanıyor. Bu seyahati daha önce de yaptım ve yinelemenin çok tatsız olacağını tahmin ediyorum. Bugün, önceden haber vermeksizin birdenbire buraya getirildik. Bekleme salonunda bizlere mahkûm giysileri giydirildi. Bunu okul çocuklarına özgü bir merakla yaptık. Birbirimizi bu gri pantolonlar, gri ceketler ve gri kasketler içinde görmek çok garipti. Ama ceketlerin arkasındaki çok bildik “karo ası” yoktu. Kendi iç çamaşırlarımızı ve ayakkabılarımızı kullanmamıza izin verdiler. Ardından yeni elbiseler içindeki büyük, heyecanlı bir kalabalık oluşturan bizler hücrelerimize tıkıldık… Transit cezaevine ilişkin ters söylentilere rağmen, yönetim oldukça nazik, belli yönlerden de gerçekten saygılı bir tutum içinde görünüyor. Tüm bunlar, yakından izleneceğimize, ama çatışmalardan kaçınılacağına dair özel talimatların yayınlandığına inanmak için bir neden teşkil ediyor. Gerçek hareket tarihi, hâlâ büyük bir giz olarak tutuluyor; belli ki gösterilerden ve yolda bizi kurtarma girişimlerinden korkuyorlar. Korkularından gerekli önlemleri alıyorlar; yine de mevcut koşullar altında böyle bir girişim akılsızca olurdu. 10 Ocak. Trende yazıyorum.… Bu yüzden yazımın kötülüğünün kusuruna bakma. Saat sabah 9:00. Gecenin ortasında, üç buçukta baş muhafız tarafından uyandırıldık (satranç oynamaya öyle dalmıştık ki, çoğumuz daha yeni yatmıştık) ve bize sabah 6:00’da hareket edeceğimiz söylendi. Bu anı o kadar uzun süre beklemiştik ki, hareket saati bize … ani gibi geldi. Sonra herşey alışıldık şekilde oldu. Eşyalarımızı çabucak ve düzensiz bir biçimde valizlere doldurduk. Daha sonra kadınların ve çocukların bize katıldığı bekleme salonuna indik. Eskortumuza teslim edildik ve valizlerimiz hızlı bir şekilde arandı. Uykulu bir muhafız paralarımızı bir subaya teslim etti. Ardından cezaevinin at arabasına yerleştirildik ve askerlerin desteğindeki bir konvoyla Nikolayevski İstasyonuna götürüldük. Nereye gittiğimizi henüz bilmiyorduk. Eskortumuzun bugün özellikle Moskova’dan getirildiğini not etmek ilginçtir: herhalde Petersburg birliklerine güvenemediler. Subay yol boyunca çok cana yakındı, ama tüm sorularımıza yanıt olarak, görevli kişinin tüm talimatları yayınlayan bir jandarma albayı olduğunu, kendisinin bizi istasyona götürme emri aldığını ve hepsinin bu olduğunu söyleyip, tümüyle bilgisiz olduğunu iddia etti. Kuşkusuz hükümetin ihtiyatı bu noktaya kadar uzatması mümkün, ama öte yandan bunun subayın payına basit bir diplomasi olması da oldukça mümkün. Yaklaşık bir saattir yoldayız ve hâlâ trenin Moskova’ya mı yoksa Vologda’ya mı gideceğini bilmiyoruz. Askerler de bunu bilmiyor; ve onlara kalırsa bu gerçekten doğru. Oldukça rahat, herkes için bir uyuma kuşetinin bulunduğu üçüncü sınıf bir vagonda yolculuk yapıyoruz. Bagajlarımız için başka bir vagon verildi, ve eskortun askerleri bize, bu vagonun bize eşlik eden on jandarma ve bir albayı da taşıdığını söylüyor. Sakinleştik ve hangi yoldan gittiğimiz çok da umurumuzda değil: sonuçta bizi oraya götürecekler, o ya da bu şekilde… Öyle görünüyor ki, Vologda üzerinden gidiyoruz: içimizden biri istasyonların adını bildiğini söylüyor. Tyumen’e dört günde varacağımız anlamına geliyor bu. Herkes çok neşeli; hapishanedeki on üç aydan sonra, yolculuk bir eğlence ve heyecan kaynağı. Pencereler parmaklık olduğu doğru; ama demirlerin hemen arkası, özgürlük, hayat, hareket.… Bu raylardan ne zaman geri döneceğiz? Elveda sevgili dostum. 11 Ocak. Eskort subayı saygılı ve nazik, askerler daha da öyle: neredeyse hepsi dava raporlarımızı okudular ve bize karşı son derece sempatikler. İlginç bir ayrıntı: askerler son ana kadar kime eşlik ettiklerini ve nereye götürdüklerini bilmiyorlardı. Moskova’dan apar topar Petersburg’a getirilirlerken alınan önlemler, onlara bizi idam için Schlüsselburg’a götüreceklerini düşündürtmüş. Transit cezaevinin bekleme salonunda, bir suçluluk duygusuyla, çok huzursuz ve nedense alışılmadık bir şekilde nazik göründükleri dikkatimden kaçmamıştı. Trene kadar bunun nedenini anlamamıştım.… Bizlerin ölüme değil yalnızca sürgüne gönderilen “işçi temsilcileri” olduğumuzu keşfettiklerinde nasıl da sevindiler! Eskorttaki jandarmalar bizim vagonumuza asla uğramadılar. Onlar dış muhafız görevleriyle yükümlüler; istasyonlarda vagonun etrafını kuşatmak, vagon kapısının dışında nöbet tutmak, ama özellikle de eskorttaki askerleri izlemek. En azından askerlerin düşündükleri bu. Bize yiyecek ile yıkanmak ve içmek için su sağlama talimatları, telgrafla önceden gönderiliyor. Buna kalırsa, mükemmel bir konfor içinde yolculuk yapıyoruz. Tevekkeli değil, geçtiğimiz istasyonların birindeki büfe yöneticisi bizi öyle görmüş ki, eskorta gidip otuz istiridye isteyip istemediğimizi sormuş! Bunu hatırladıkça güldük, ama istiridyeleri yine de reddettik. 12 Ocak. Seni giderek daha fazla arkada bırakıyoruz. İlk günden çeşitli “aile” gruplarına ayrıldık ve vagon kalabalık olduğu için gruplar birbirlerinden ayrı yaşamak zorunda kaldı. Yalnızca doktorumuz (Feit, bir sosyalist devrimci) herhangi bir gruba dahil değil. Hareketli, yorulmak bilmez, sıvanmış kollarıyla o, hepimize komuta ediyormuş gibi görünüyor. Bildiğin gibi bu vagonda bizimle birlikte dört çocuk yolculuk ediyor. Ama davranışları ideal, öyle ki, varlıkları unutuluyor. Onlarla eskortun askerleri arasında çok sevecen bir arkadaşlık var. Sıska askerler onlara son derece nazik davranıyorlar … … “Onlar” bize nasıl muhafızlık yapıyorlar! Her istasyonda vagon jandarmalar ve daha çok da polisler tarafından kuşatılıyor. Tüfeklerine ek olarak, jandarmalar, kazara ya da meraktan vagona yaklaşan herkesi tehdit ettikleri revolver taşıyorlar. Bu tür koruma bu günlerde iki kategorideki insanlara uygulanıyor: başlıca önemli “suçlulara” ve başlıca tanınmış bakanlara. Bize yönelik taktikleri dikkatle hazırlanmış. Bunun farkına transit cezaevinde vardık. Bir taraftan aşırı ihtiyatlılık, öte taraftan yasal sınırlar içinde kibar tutum. Bu, Stolipin’in anayasal dehasını yansıtıyor. Ama hiç şüphe yok ki, bu kurnaz sistem parçalanacak. Tek sorun ilkin hangisinin parçalanacağı; ihtiyatlılık mı, kibar tutum mu? Vyatka’ya geldik. Tren duruyor. Vyatka bürokrasisinden nasıl da kabul gördük! Görebilmeni isterdim. Yarım bölük asker vagonun her iki yanına dizildi, bunların arkasında ikinci bir sıra tüfekli yerel polis bulunuyordu. Subaylar, polis müfettişleri, çavuşlar, vs. Vagonun hemen yanında her zaman olduğu gibi jandarmalar. Kısacası, tam bir askeri gösteri. Öyle görünüyor ki, Prens Gorçakov, bu yerel pompadour, Petersburg’dan gelen talimatlara kendi özel üslubunu eklemiş. İçimizden bazıları, topçular olmadığı için gücendiklerini söylediler. Doğrusu daha anlamsız ya da daha alçakça bir şey düşünmek güç. Gerçek bir “güçlü” iktidar karikatürü. Gurur duymamız için neden var: belli ki “ölü” bir Sovyet bile onları hâlâ korkutuyor. Korkaklık ve aptallık; bunlar sık sık nasıl da ihtiyatlılık ve kibarlığın diğer yüzü oluyorlar! Gittiğimiz güzergâhın bilinmesini engellemek için –sebebin bu olduğuna eminiz, başka bir şey olamaz– yolda mektup yazmamıza izin verilmiyor. Görünmez albayın Petersburg’dan gelen “talimatlara” dayanarak verdiği emirler böyle. Ama biz, postalamanın bir yolunu bulma umudu içinde daha ilk günden mektup yazmaya başladık. “Talimatlar,” yetkililerin hiçbir sadık hizmetkârlarının olmadığı, oysa bizim her yanımızdan dostlarla kuşatılmış oluşumuz gerçeğini hesaba katmadılar. 16 Ocak. Şu koşullarda yazıyorum: Tyumen’den yirmi verst uzaklıktaki bir köyde mola verdik. Gece. Bir köylü kulübesi. Basık tavanlı pis bir oda. Giriş katı, hiç boşluk kalmaksızın, İşçi Temsilcileri Sovyetinin üyelerinin bedenleriyle kaplı. Hiç kimse henüz uyumuyor, konuşmalar ve gülüşmeler var.… Üçümüz geniş bir bank (divan gibi bir şey) için kura çektik ve ben kazandım. Hayatta hep şanslıyım. Tyumen’de üç günlüğüne durduk. Atlı ve yayan çok sayıda askerle karşılandık (şimdiye kadar alışık olduğumuz gibi). Atlı olanlar sokak çocuklarını ürkütüp kaçırmak için atlarını şaha kaldırıyorlardı. İstasyondan cezaevine yürümek zorundaydık. Bize karşı son derece saygılı davranışlar, adeta aşırıya vararak devam ediyor, ama aynı zamanda ihtiyati önlemler, adeta batıl inanç noktasına vararak sürekli daha da sertleşiyor. Örneğin bize tüm yerel mağazalardan telefonla mal getirtme olanağı sunuldu, ama cezaevi avlusunda idman yapmamıza izin verilmedi. İlki istisnai bir ayrıcalık, sonuncusu bir yasa ihlâli. Tyumen’den atlı kızaklarla devam ettik, bizden 14 mahkûma 52 (elli iki) eskort askeri eşlik ediyordu, yüzbaşıyı, bir polis müfettişini ve bir çavuşu saymıyorum. Bu iştilmemiş bir şey. Askerler, yüzbaşı, müfettiş ve çavuş da dahil herkes hayretler içinde. Ama “talimatlar” böyle. Şu anda Tobulsk’a doğru yol alıyoruz ve son derece yavaş ilerliyoruz. Söz gelişi, bugün buraya öğleden sonra 1:00’da ulaşarak, ancak yirmi verst katettik. Neden devam etmiyoruz? Olanaksız. Neden? Talimatlar! Firarlardan sakınmak için gece yolculuk yapmamızı istemiyorlar, bir parça akla yatkın. Ama Petersburg’daki aileler, her gün katedilecek verst sayısını önceden söyleyen yerel yetkililerin inisiyatifine çok az güveniyorlar. Polis Departmanı adına ne verim ama! Bu nedenle şimdi günde üç, dört saat yolculuk yapıyoruz ve yirmi saat mola veriyoruz. Bu gidişle Tobolsk’a (250 verst) yaklaşık on günde, bir ihtimal 25 ya da 26 Ocak’ta varırız. Orada ne kadar duracağımız ve daha sonra nereye gideceğimiz bilinmiyor, ya da daha doğrusu bize söylenmiyor. Konvoy yaklaşık kırk kızaktan oluşuyor. Öndekiler bagajları taşımak için kullanılıyor. Daha sonra çiftler halinde biz “temsilciler”inkiler geliyor. Her kızağı bir at çekiyor. Bizim arkamızda sadece askerleri taşıyan bir kızak sırası var. Subaylar ve polis müfettişi, gizli bir kızak içinde konvoyun önünden gidiyorlar. Yürüyüş adımlarıyla ilerliyoruz. Tyumen’den sonra birkaç verstliğine bize yirmi ya da otuz “süvari” eşlik etti. Kısacası, bu daha önce işitilmemiş ve görülmemiş türden önlemlerin Petersburg’dan gelen emirlerin sonucu olduğu gerçeğini hesaba katarsak, bunların bizi ne pahasına olursa olsun mümkün olan en ücra yere göndermeyi akıllarına koydukları sonucuna varılıyor. Herşeyden önce, bu kadar büyük eskortlu bir sefer sadece bazı kâtiplerin kaprislerinin sonucu olamaz.… Bu, ciddi güçlüklerin yattığı anlamına gelebilir … Şu anda herkes uyuyor. Bitişik mutfaktaki (kapı aralık) askerler nöbette. Nöbetçiler pencerelerin dışında bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlar. Bu gece muhteşem, mehtaplı, karlı, gök mavisi. Ne ilginç bir manzara; yere serilmiş derin uykuda bedenler, kapılarda ve pencerelerde askerler.… Ama ben tüm bunları ikinci kez gördüğüm için, izlenimlerim artık pek taze değil … ve tıpkı aynı tarzda inşa edilen Kresti cezaevinin bana Odesa cezaevinin bir kopyasını andırması gibi, bu yolculuk da, İrkutsk eyaletine eskort eşliğindeki o ilk seyahatin geçici olarak ara verilmiş bir devamı gibi görünüyor. Tyumen’deki cezaevinde pek çok politik mahkûm, özellikle de “idari” sürgünler vardı. Egzersiz sırasında bunlar pencerelerimizin dışında toplandılar, şarkılar söylediler ve hatta “Yaşasın Devrim” yazılı bir kızıl bayrak çıkardılar. Koro hiç de fena değildi; belli ki uzun süredir birlikteydiler ve bol bol pratik yapma fırsatları olmuştu.… Manzara oldukça etkileyici, hatta dokunaklıydı bile denebilir. Biz de küçücük bir havalandırma penceresinden birkaç selam sözcüğüyle yanıt verdik. Aynı cezaevindeki adli mahkûmlar, bazı yönlerden kendilerine yardımcı olmamız için bize, yani “Petersburg’dan gelen seçkin devrimcilere” yalvaran çok uzun bir dilekçe verdiler elimize. Siyasiler arasında en yoksul olanlara biraz para verebileceğimizi düşündük, bunların bazılarının iç çamaşırları ve kalın giysileri yoktu. Ancak cezaevi yönetimi bunu kesinlikle reddetti. “Talimatlar”, “temsilciler”le diğer siyasiler arasında herhangi bir teması yasaklamaktaydı. Kişisel olmayan kağıt paralar aracılığıyla teması bile mi? Evet. Ne basiret! Hiç kimsenin ne zaman nerede olduğumuzu bilmemesi için, Tyumen’den telgraf göndermemize izin verilmedi. Ne aptallık! Sanki tüm güzergâh boyunca yapılan askeri gösteriler, bunu yolculuk yaptığımız yoldan gelip geçen herkese mükemmelen açık etmiyormuş gibi! 18 Ocak. Pokrovkoye. Üçüncü molamızdan yazıyorum. Saatte altı verstten fazla olmayan bir hızla yolculuk ediyoruz ve günde dört ya da beş saatten fazla yol almıyoruz. Bereket versin sıcaklık sıfırın altında 20, 25 ya da 30 dereceden (Réaumur[2]) daha kötü değil. Üç hafta önce sıcaklık sıfırın altında 52 dereceye düşmüştü. Bu koşullar altında küçük çocuklarla yolculuk yaptığımızı düşün! Tobolsk’a daha bir hafta var. Ne gazete, ne mektup, ne de herhangi bir haber. Mektuplarımızın gideceği yerlere ulaşacağı hiç de kesin olmaksızın yazıyoruz: yolda mektupları postalamamız hâlâ yasak ve bu nedenle her zaman çok da güvenilir olmayan fırsatlardan yararlanmak zorundayız. Ama aslında tüm bunların bir önemi yok. Hepimiz kalın giyinmiş durumdayız ve tek kişilik hücrelerin pis kokulu havasından sonra harika soğuk havayı solumak hoşumuza gidiyor. Ne dersen de, insan organizması tek başına hapsedilme koşulları için tasarlanmamış. Heine, 1843’te, Paris Mektupları’nda şunları yazıyor: Bu toplumcul ülkede, tek başına hapsedilmek –Pennsylvania yöntemi– işitilmemiş bir gaddarlık olurdu ve Fransız halkı kamu güvenliğini bu fiyata satın almaya razı olmak için çok yüce gönüllü. Sonuç olarak inanıyorum ki, mahkemeler izin verseler bile, korkunç, insanlık dışı, evet, gaddarca tek başına hapsedilme sistemi yürürlüğe koyulamazdı ve gerekli binaları inşa etmek için harcanan milyonlar, Tanrıya şükür, boşa giden paralardır. Halk, soyluluğun Bastille’ini paramparça ettiği gibi, yeni burjuva şövalyelerin bu şatolarını da aynı öfkeyle parçalayacaktır. Bastille’in amansız ve korkutucu yüzüne rağmen, ancak kalın kafalı bir dindarın icat edebileceği ve ancak mülkü için titreyen kalpsiz bir dükkâncının onaylayabileceği bu küçük, sessiz Amerikan mağaralarına kıyasla o, aydınlık bir kulübe, neşeli bir barakaydı. Tüm bunlar çok doğru ve güzel. Ama ben yine de tek başına kalmayı tercih ederim. Sibirya’da herşey aynen beş-altı yıl önce olduğu gibi durmakta, ama yine de herşey değişmiş: yalnızca Sibiryalı askerler değil (hem de ne biçim!), Sibiryalı köylüler yani “çeldoni” de. Herkes politika konuşuyor, herkes “bu”nun ne zaman sona ereceğini bilmek istiyor. Atlı kızak sürücüsü yaklaşık on üç yaşında (on beş yaşında olduğuna dair yemin ediyor) bir oğlan, yüksek sesle şarkı söylüyor: “Ayağa kalk, ayağa kalk sen çalışan halk! Mücadeleye gir, açlıktan ölen halk!” Askerler, subaya rapor etmekle tehdit ederek ona takılıyorlar, belli ki şarkı söyleyenlere karşı iyi niyetliler. Ama delikanlı çok iyi biliyor ki, herkes onun tarafında ve ceza görmeksizin çalışanları “ayağa kalkmaya” çağırabilir … Sana yazdığım ilk molamız, perişan haldeki bir köylü kulübesindeydi. Diğer iki mola ise devlet binalarında oldu, bunlar daha az pis değiller ama daha rahatlar. Erkekler ve kadınlar için ayrı binalar var, mutfaklar var. Sıralar halindeki uzun sedirlerde uyuyoruz. Temizlik ölçütümüz, ister istemez, son derece göreli. Zannediyorum bu, yolculuğun en tatsız tarafı. Köylü kadınlar ve erkekler buraya, bu devlet transit binalarına gelerek, bize süt, lor, süt domuzu, gözleme (“şangi”) ve başka yiyecekler getiriyorlar. Aslında yasaya aykırı ama girmelerine izin veriliyor. “Talimatlar” dış dünya ile her türden teması yasaklıyor. Ancak yiyecek kaynağımızı başka bir yoldan organize etmek, eskort için çok zor olurdu. Aramızdaki düzen, herkesin –biz mahkûmlar, subay, askerler, polis, yiyecek satan köylü kadınlar– kısaca “Doktor” dediği başkanımız F. tarafından sağlanıyor. Kendisi, valizlerin hazırlanması, alışveriş yapılması, pişirme, besleme, şarkı söylemeyi öğretme, vs., vs. konularında tükenmez enerji kaynaklarına sahipmiş gibi görünüyor. Diğerleri sırayla ona yardım ediyor ve hepsi pratik olarak hiçbir şey yapmıyora benziyorlar.… Şu anda akşam yemeği pişiriliyor ve bu da bol neşe ve gürültü demek. “Doktor bir bıçak istiyor …” “Doktorun biraz tereyağına ihtiyacı var …” “Baksana, arkadaş, lütfen yemek artıklarını taşır mısın?” … Doktorun sesi: “Hey, balığı yemeyin? Benim için fark etmez, balık yerine tavada sizi kızartırım.…” Akşam yemeğinden sonra yataklara çay servisi yapılıyor. Çaydan kadınlarımız sorumlu: Doktor Feit öyle emretti. 23 Ocak. Tobolsk’tan önceki son mola yerinden yazıyorum. Buradaki transit ev mükemmel, yeni yapılmış, geniş ve temiz. Diğer mola yerlerinin pisliğinden sonra, burası bedene ve ruha iyi geliyor. Tobolsk’a varmamıza altmış verstten fazla var. Şu son günlerde, sonunda adamakıllı yıkanabileceğimiz ve dinlenebileceğimiz gerçek bir “cezaevi”ni nasıl özlediğimizi bir bilsen! Burada sadece bir politik sürgün var, eskiden Odesa’da bir içki dükkânı sahibiymiş ve askerler arasında propaganda yapmaktan mahkûm olmuş. Bize yiyecek getirmek için geliyor ve Tobolsk eyaletindeki yaşam koşullarından söz ediyor. Sürgünlerin çoğu, Tobolsk’a 100 ilâ 150 verst mesafedeki köylerde yaşıyor, Berezov bölgesinde de birkaç sürgün var. Oradaki yaşam son derece zor ve yoksulluk çok büyük. Firarlar her yerden daha sık. Kaçan mahkûmlar çoğunlukla Tyumen’de (en yakın tren istasyonu) ve genellikle tren yolu boyunca yakalanıyorlar. Ama yakalananların oranı düşük. Dün tesadüfen eski bir Tyumen gazetesinde Tyumen transit cezaevindeki S.’ye ve bana gönderilen ama hiçbir zaman teslim edilmeyen iki telgraf okuduk. Bu telgraflar tam da biz oradayken gelmiş olmalı, fakat cezaevi yetkilileri, yine ne onların ne de bizim anlayabileceğimiz şu garip gizlilik nedenleri yüzünden bunları almayı reddetmişler. Bütün yol boyunca çok yakın korumaya alındık. Yüzbaşı, yalnızca bizim kapatıldığımız binaların dışında değil köydeki her yerde çok uzun nöbet saatleriyle adamlarının canını çıkardı. Yine de biz kuzeye yolculuk ettikçe “rejim”in yavaş yavaş çözülmesi dikkate değer: yavaş yavaş eskort eşliğinde buradaki dükkânlara gitmemize izin veriliyor, köyde küçük gruplar halinde dolaşıyoruz, bazen bölgedeki sürgünleri ziyaret ediyoruz. Askerler bize ellerinden geldiğince yardımcı oluyorlar; yüzbaşıya ortak muhalefetimiz sayesinde bizi müttefik gibi görüyorlar. En zor konumda olan kişi, subayla insanlar arasındaki bağlantıyı sağlayan çavuş. “Beyler, biliyorsunuz” diyordu ilk kez askerlerin önünde bize, “bugünün çavuşu eskiden bu değildi.” “Burada tam da eski günlerde olduğu gibi olmayı isteyen bazıları var” diye yapıştırdı cevabı bir asker, “ama kuyruklarını kıvırdığımız zaman fikirlerini değiştirirler.” Herkes kahkahayı patlattı. Çavuş da güldü, ama pek de mutlu olarak değil. 26 Ocak. Tobolsk cezaevi. Tobolsk’tan önceki iki molada, bir yandan daha fazla güvenlik sağlamak, öte yandan bize nezaketle davranıldığını vurgulamak için, görevli bir polis müfettişi bizi karşıladı. Muhafız takviye edildi. Artık dükkânlara gitmemize izin verilmiyordu. Aramızdaki aileler, üstü kapalı kızaklara yerleştirildiler. İhtiyat ve centilmenlik! Şehirden yaklaşık on verst uzaklıkta iki sürgün bizi karşılamaya geldi. Subay onları görür görmez derhal “önlemler aldı”: tüm konvoyumuzu atla geçti ve askerlere inme emri (o zamana kadar kızaklara biniyorlardı) verdi. Ve geri kalan on versti böyle katettik. Askerler, subaya sürekli küfrederek, yolun iki yanında omuzlarında tüfekleriyle yürüdüler. Ancak tasvirimi burada kesmeliyim: büroya çağrılmış olan doktor bize, hepimizin Obdorskoye köyüne gönderildiğimizi söylüyor; askeri eskort eşliğinde günde kırk-elli verst yolculuk yapmak zorundayız. Obdorskoye’ye 1.200 verstten fazla karlı bir yol var. Eğer her aktarma aşamasında at varsa ve hastalık nedeniyle hiç zaman kaybedilmezse, en iyi koşullarda bir aydan fazla yolda olacağımız anlamına geliyor bu. Ulaştığımızda ayda 1 ruble 80 kopeklik bir devlet yardımı alacağız. Küçük çocuklarla bir aylık yolculuk özellikle şimdi daha da zor. Berezov’la Obdorsk arasında ren geyiği kullanılması gerekeceğini söylüyorlar. Aileleriyle yolculuk yapanlarımız için, bu özellikle endişe vericiydi. Yerel yönetim, yolculuğumuzun diğer tüm ayrıntıları gibi, Petersburg tarafından günde 100 yerine kırk verstlik anlamsız programın emredilmiş olmasına da küfrediyor. Çok bilmişler bürolarında oturup kaçmamızı engellemek için herşeyi düşünmüşler; ve haklarını yemeyelim, buyurdukları on önlemden dokuzu anlamsız. Sürgündeki kocalarının peşinden gönüllü olarak gelen kadınlar, Tobolsk’ta mola verdiğimiz üç gün boyunca cezaevinden salıverilmek istediler. Vali bunu kesinlikle reddetti ve bu reddediş sadece anlamsız değil tümüyle yasadışı da. Yerel kamuoyu bir parça rahatsız ve bir protesto kaleme alınıyor. Ama her durumda yanıt aynıyken protesto etmenin ne yararı var: üzgünüz, Petersburg’dan gelen talimatlar. Böylece en uğursuz gazete söylentileri haklı çıktı: sürgün yerimiz eyaletin en kuzey noktası. Kararda ifade bulan “eşitlik”in sürgün yerinin seçimini de etkilediğinin farkına varmak tuhaf: hepimiz aynı yere gidiyoruz. Tobolsk’taki halkın Obdorsk hakkındaki düşüncesi, tıpkı Petersburg’da bulunan sizler kadar belirsiz. Bildikleri tek şey, onun Kuzey Kutup dairesinde bir yerlerde bir köy olduğu. İnsanın aklına şu soru geliyor: bunlar, sırf bize muhafızlık etmeleri için askerleri de Obdorsk’a mı yerleştirecekler? Bu son derece mantıklı olurdu. Peki, bir kaçışı örgütlemek hiçbir şekilde mümkün olmayacak mı, ya da devrimin daha ileri gitmesini ve genel politik durumda değişiklikleri beklerken Kuzey Kutbu ile Kuzey Kutup dairesi arasında oturmak zorunda mı kalacağız? Salıverilmemizin teknik bir sorundan politik bir soruna dönüşmesinden korkmak için nedenler var. O zaman da, Obdorsk’ta oturup bekleyeceğiz. Ve çalışacağız. Kitap ve gazeteleri göndermeye aynen devam et. Olayların gelecekte nasıl gelişeceğini kim bilebilir? Hesaplarımızın ne kadar kısa zamanda doğru çıkacağını kim bilebilir? Belki de Obdorsk’da geçirmek zorunda kalacağımız yıl, bilgi eksiklerimizi gidermek ve silahlarımızı daha da bilemek için tarihin bize bahşedeceği son devrimci soluklanma zamanı olacak. bu düşüncelerin çok kaderci olduğunu mu düşünüyorsun? Sevgili dostum, eskort eşliğinde Obdorsk’a yolculuk yaparken bir parça kadercilikten hiç zarar gelmez. 29 Ocak. Tobolsk’tan ayrılalı iki gün oluyor: eskortumuz bir çavuşun komutası altındaki otuz askerden oluşuyor. Pazartesi sabahı büyük troykalarla[3] hareket ettik, ama ikinci moladan sonra her bir kızağı çeken at sayısı üçten ikiye indi. Harika bir sabahtı, açık, aydınlık ve soğuk. Her taraf orman, sessiz ve beyaz, açık gökyüzüne rağmen soğuk. Bir peri masalı dekoru. Atlar çılgın bir hızla dört nala gidiyorlardı; alışıldık Sibirya ritmi. Biz şehri terk ederken(cezaevi şehrin dışında), oradaki sürgünlerden oluşan kırk-elli kişilik bir kalabalık ayakta bizi bekliyordu; selamlar, el sallamalar, birkaç sözcüklük karşılıklı konuşma girişimleri.… Ama büyük bir hızla uzaklaştık. Oradaki halk bizim hakkımızda çoktan efsaneler uydurmuş: bazıları beş general ve iki eyalet valisinin sürgüne götürüldüğünü, bazıları bunun ailesiyle birlikte bir kont olduğunu, bazılarıysa bizim Devlet Dumasının üyeleri olduğumuzu söylüyor. Son gece evinde kaldığımız kadın, doktora şunu sordu: “Sizler de mi siyasisiniz?” “Evet siyasiyiz.” “O halde siz kesin tüm siyasilerin şeflerisiniz!” Bu gece, geniş, temiz, duvarları kâğıt kaplı, masasının üzerinde Amerikan bezi bulunan, yerleri boyalı, geniş pencereleri, iki lambası olan bir odada kalıyoruz. Öteki pis yerlerden sonra tüm bunlar çok hoş. Ama yerde uyumak zorundayız, çünkü odada dokuz kişiyiz. Eskortumuz Tobolsk’ta değiştirildi ve Tyumen eskortu bize karşı ne kadar nazik ve iyi niyetli ise yeni eskortun o kadar kaba ve bayağı olduğu anlaşıldı. Bu, bir subayın bulunmamasından ileri geliyor; askerler kendilerini yanlış gidecek herşeyden sorumlu hissediyorlar. Ama eklemeliyim ki, topu topu iki gün sonra epeyce kaynaştık ve çoğuyla çok iyi ilişkiler kurduk. Böyle uzun bir yolculukta bu yalnızca bir ayrıntı olmaktan öte bir anlam taşıyor. Tobolsk’tan beri neredeyse her köyde politik sürgünler bulunuyor, bunların çoğu “toprak yasası taraftarları” (ayaklanma yüzünden sürgün edilen köylüler), askerler, işçiler ve bazen de entelektüeller. Bazıları “idari”, birkaçı “yerleşimci”, yani burada yerleşmeye mahkûm edilen sürgünler. Geçtiğimiz köylerden ikisinde, “siyasiler”, küçük bir gelir getiren kooperatif işler örgütlemişler. Şimdiye kadar sürgünler arasında gerçekten aşırı yoksulluğa rastlamadık. Çünkü bu bölgelerde yaşam son derece ucuz; siyasiler yemek ve pansiyon ücreti olarak köylülere ayda altı ruble ödüyorlar, asgari miktar buradaki sürgünlerin örgütü tarafından kararlaştırmış. Zira ayda on rubleyle “oldukça iyi” yaşanabilir. Kuzeye gidildikçe hayat pahalanıyor ve iş bulmak güçleşiyor. Obdorsk’ta yaşamaya alışmış bazı yoldaşlarla karşılaştık. Hepsi de ora hakkında iyi şeylerden söz ediyorlar. Köy büyük, bin kişiden fazla insan yaşıyor ve on iki dükkân bulunuyor. Evler şehir tarzında inşa edilmiş ve iyi pansiyonlar bulmak kolay. Kırlar dağlık ve çok güzel, iklim sağlıklı. Aramızdaki işçiler iş bulacaklar. Ders vererek biraz para kazanmak mümkün. Doğru, hayat oldukça pahalı, ama kazançlar da daha yüksek. Bu eşsiz yerin tek dezavantajı var: dünyadan neredeyse tamamen kopuk olmak. Tren yolundan bin beş yüz verst, en yakın telgraf bürosu sekiz yüz verst uzaklıkta. Posta iki haftada bir geliyor, ama ilkbaharda ve sonbaharda yollar kötü olunca, bir buçuk iki ay boyunca hiç gelmiyor. Bugün Petersburg’da geçici bir hükümet kurulacak olsa, yerel polis Obdorsk’ta daha uzun bir süre kral olmaya devam eder: Obdorsk’un Tobolsk anayolundan çok uzak olması gerçeği onun görece canlılığını açıklıyor, zira muazzam bir alanın bağımsız merkezi olarak işlev görüyor. Sürgünler uzun süre bir yerde kalmıyorlar. Eyaletin her tarafını sürekli olarak dolaşıyorlar. Obi Nehri üzerinde düzenli çalışan vapurlar siyasileri bedelsiz taşıyor. Siyasiler bütün gemiyi işgal ederlerken, bedelli yolcular köşelere toplanmak zorundalar. Bu senin için şaşırtıcı olabilir sevgili dostum, ama kaskatı yerleşmiş gelenek böyle. Herkes Obdorsk’a gittiğimizi duyan köylü kızak sürücülerimizin, bize şunu söylemesine alışmış durumda: “Boş verin, uzun sürmez, gelecek bahar gemilerle tekrar geri dönersiniz.” Ama biz Sovyet üyeleri kim bilir hangi koşullar altında Obdorsk’a yerleştirileceğiz? Şimdilik en iyi kızaklar ve yoldaki en iyi konaklama yerlerinin bize verilmesi için talimatlar yayınlandı. Obdorsk! Dünya üzerinde küçücük bir nokta … belki de Obdorsk koşullarına yıllarca uyum sağlamak zorunda olacağız. Kaderci ruh halim huzurlu olmama yetmiyor yine de. Dişlerimi sıkıyorum ve sokak lambalarını, tramvayların gürültüsünü, dünyadaki en iyi şeyi, yani yeni basılmış gazete kokusunu özlüyorum. 1 Şubat. Yurovskoye. Bugün dünle tıpatıp aynıydı. Elli verstten fazla yol katetttik. Kızaktaki arkadaşım beni Mançurya’daki savaş hikâyeleriyle eğlendiren bir askerdi. Bize, savaşın ardından neredeyse tümüyle yeniden oluşturulan Sibirski alayının adamları eşlik ediyor. Bu alay diğerlerinden daha fazla kayıp verdi. alayın bir bölümü Tyumen’e, diğer bölümü ise Tobolsk’a yerleştirildi. Tyumen askerleri, sana daha önce söylediğim gibi bize karşı çok iyi niyetliydi, Tobolsk’takiler ise daha kabalar; bunlar arasında büyücek bir grup “bilinçli” Kara Yüzler destekçisi var. Alay, Kutuplardan, Ukraynalılardan ve Sibiryalılardan oluşuyor. En cahil unsurlar yerli Sibiryalılar. Ama bunlar arasında çok iyi birkaç adam da var.… Yeni eskortumuz ancak iki gün sonra bize karşı yumuşamaya başladı. Bu önemsiz bir ayrıntı değil, çünkü şu anda bizim yaşamamıza ve ölümümüze hükmedenler bu savaşçılar. Arkadaşım Çinli kadınlara çok hevesliydi. “Çok tatlı şeyler onlar. Erkekleri normalden daha küçüktür, gerçek erkeklerle kıyaslanamazlar, ama kadınlar çok güzel, beyaz ve dolgun …” “Peki” diye sordu eski bir asker olan kızak sürücümüz, “bizim çocuklar Çinli kızlarla arkadaşlık kurdular mı?” “Hayır … kurmalarına izin verilmedi, anlatabildim mi. Önce Çinli kadınları götürdüler, birlikleri daha sonra içeri aldılar. Yine de aramızdan bazıları mısır tarlasında Çinli bir kızı yakaladı ve tadına baktı. Ve bunlardan biri, anlatabildim mi, kepini orada bıraktı. Çinli erkekler bu kepi getirdiler ve subayımıza gösterdiler. O da tüm alayı sıraya soktu ve sordu: «Bu kimin kepi?» Hiç kimseden ses çıkmadı, kepini kaybetmek bu tür bir belâdan daha iyidir, anlatabildim mi? Sonunda hiçbir şey çıkmadı. Ama Çinli kızlar çok tatlılar …” Tobolsk’tan troykalarla hareket ettik, ama ikinci moladan beri kızaklar iki at tarafından çekiliyor, çünkü yol giderek daralıyor. Atları değiştirdiğimiz köylerde evvelce arabaya koşulmuş halde bekleyen kızaklar var. Değişim köylerin dışında, tarlaların ortasında yapılıyor. Çoğu zaman tüm nüfus bizi görmeye geliyor. Bazı neşeli sahneler yaşanıyor. Kadınlar atları yularlarından tutarken, doktorun talimatları altındaki erkekler bagajlarımıza göz kulak oluyorlar ve çocuklar gürültüyle ve neşeyle etrafımızda koşuşuyorlar. Dün, atlarımız değiştirilirken resmimizin çekilmesini isteyen bazı “siyasiler” köydeki idari binanın dışında bizi beklediler, ancak biz dört nala sevk edildik ve onların bir şey yapma şansları olmadı. Bugün, şimdi geceyi geçirdiğimiz köye gelince, bizi kızıl bir bayrak taşıyan yerli “siyasiler” karşıladı. On tanesi ya da daha fazlası Gürcü olan bu sürgünler toplam on dört kişiydiler. Askerler kızıl bayrağı görünce alarma geçtiler, süngülerini çektiler ve vurmakla tehdit ettiler. Sonunda kızıl bayrağı ele geçirmeyi başardılar ve “göstericileri” geri ittiler. Eskortumuzda, Eski İnanan bir onbaşı etrafında toplanan küçük bir grup asker var. Bu adam son derece adi ve zalim bir hayvan. Hiçbir şey ona, genç bir sürücüye gözdağı vermekten, bir Tatar kadını korkutmaktan ya da tüfeğinin dipçiğiyle bir ata vurmaktan daha büyük zevk veremez. Tuğla kırmızısı bir yüz, sürekli yarı açık bir ağız, kansız dişetleri ve kıpırdamayan gözler, ona aptal bir görünüm veriyor. Bu onbaşı eskorttan sorumlu çavuşla şiddetli bir çatışma halinde. Çavuşun bize yeterince kaba davranmadığını düşünüyor. Kızıl bayrağı alma ya da kızaklarımıza biraz yaklaşan bir siyasiyi geri itme sorunu olduğunda, onbaşı ve küçük çetesi daima oradadır. Keskin bir çatışmadan kaçınmak için hepimiz kendimizi kontrol etmek zorundayız, çünkü bir belâ durumunda, bu onbaşıdan ölümüne korkan çavuşa bel bağlayamayız. 2 Şubat, akşam. Demyanskoye. Dün bizi Yurovskoye’de karşılayan kızıl bayrağın birlikler tarafından ele geçirilmesine rağmen, bu sabah köye ulaştığımızda, kar yığını içindeki uzun bir direğe tutturulmuş yeni bir tane daha vardı. Bu kez ona kimse dokunmadı; askerler kızaklarına daha yeni yerleşmişlerdi ve hiçbiri tekrar çıkmak istemiyordu. Ve böylece onun önünden geçtik. Köyden birkaç yüz metre ötedeki nehre inen yolda, karlı yamaçta kocaman harfli bir yazı gördük: “Yaşasın Devrim!” On sekiz yaşlarında bir çocuk olan sürücüm, yazıyı okuyunca kahkahayı patlattı. “Yaşasın devrimin ne anlama geldiğini biliyor musun? diye sordum ona. “Hayır bilmiyorum” dedi biraz düşündükten sonra, “bütün bildiğim, halkın bu “Yaşasın Devrim!” sözcüklerini haykırarak söylediği.” Ama söylemeye hazırlandığından daha fazlasını bildiğini yüzünden anlayabilirdin. Yerli köylüler, özellikle de genç olanlar, “siyasilere” karşı son derece iyi niyetliler. Gecelemek için durduğumuz büyük bir köy olan Demyanskoye’ye öğleden sonra 1:00’da ulaştık. Büyük bir sürgün kalabalığı (burada altmıştan fazlalar) bizi karşılamaya geldi. Bu, eskortumuzdan bazıları arasında büyük bir şaşkınlığa neden oldu. Onbaşı kendisine sadık olanları, ihtiyaç doğabileceği düşüncesiyle derhal etrafına topladı. Bereket versin, belâ çıkmadı. Belli ki, uzun süre ve bir hayli gergin bir biçimde burada bizi beklemişlerdi. Yerel “komün”de muhteşem bir akşam yemeği ve rahat yatacak yerler hazırlanmıştı. Ama oraya gitmemize izin verilmedi ve bir köylü evinde durmak zorunda kaldık; akşam yemeği buraya getirildi. Siyasilerle görüşmek son derece güç; bizi ancak birkaç dakikalığına görmek için, akşam yemeğinin muhtelif kısımlarını taşıyarak, tek tek veya ikişer ya da üçer kişi halinde içeri girebiliyorlardı. Bunun dışında yerel dükkâna askerler eşliğinde sırayla gidiyorduk ve yolda bütün gün sokakta bekleyen yoldaşlarla birkaç söz edebiliyorduk. Köylü gibi giyinmiş kadın sürgünlerden biri bize süt satmaya geliyordu; rolünü çok iyi oynuyordu, ama ev sahibi onu askerlere ihbar etti ve onlar da onu derhal uzaklaşmaya zorladılar. Aksilik bu ya, onbaşı zamanında görevi başındaydı. Ust-Kot’taki (Lena’da) küçük kolonimizin yeni gelen sürgünlerin geçişlerine hazırlanmayı nasıl adet edindiğini hatırlıyorum: şiçi pişirmeyi, pelmeni yapmayı alışkanlık haline getirdik, kısacası Demyanskoye’deki insanların bugün bizim için yaptıklarını yaptık aynen. Büyük bir sürgün alayının geçişi, güzergâhta yer alan ve tüm üyeleri evden gelecek haberler için sabırsızlanan her küçük koloni için müthiş bir olaydır. 4 Şubat, akşam 8:00. Tsingalinsk Yurts. Bize eşlik eden polis memuru, isteğimiz üzerine, Tobolsk’taki yetkililere yolculuk tempomuzun arttırılıp arttırılamayacağını sordu. Görünüşe göre Tobolsk Petersburg’dan izin istedi ve sonuç olarak polis memuru ona bu konuda hareket özgürlüğü tanıyan bir telgraf aldı. Şu andan itibaren günde yetmiş verst yapacağımızı varsayarsak, Obdorsk’a 18 veya 20 Şubatta ulaşırız. Kuşkusuz bu sadece bir tahmin. Tsingalinsk Yurts denilen küçük bir köyde duruyoruz. Ama aslında buradaki evler yurt (göçebe çadırı) değil köylü kulübeleri. Nüfusun çoğunu Ostyaklar oluşturuyor, Asyatik tip çok belirgin. Bununla birlikte konuşmaları ve yaşam şekilleri tamamen köylüvari; tek fark Sibiryalı köylülerden daha fazla içmeleri. Her gün sabahın erken saatlerinden itibaren içiyorlar, öğleye doğruysa çoktan sarhoş olmuş oluyorlar. Yerli bir sürgün olan öğretmen N., bize bazı tuhaf şeyler söyledi. Öyle görünüyor ki, yabancı insanların köylerinden geçeceğini ve bu insanların her yerde büyük bir tantanayla karşılandığını duyan Ostyaklar, çok korkuyorlar, içmekten kaçınıyorlar ve hatta içki stoklarını gizliyorlar. Çoğunun bugün ayık olmasının nedeni bu. Ama akşama doğru Ostyak ev sahibimiz yanılmıyorsam eve sarhoş döndü. Şimdi balık diyarındayız ve et bulmak güç. Aynı öğretmen sürgünlerden ve yerli köylülerden bir balıkçı takımı örgütledi. Ağlar aldı, çalışmaları bizzat yönetiyor ve tutulanları satmak için Tobolsk’a götürüyor. Geçen yaz takımın her üyesi 100 rubleden fazla kazanmış. Herkes kendisini bu koşullara olabildiğinde uyarlamaya çalışıyor.… Ama N. balıkçılık girişimleri sonucu fıtık olmuş. 6 Şubat. Samarova. Dün altmış beş, bugünse yetmiş üç verst yol katettik. Yarın da yaklaşık olarak aynı mesafeyi katedeceğiz. Şu anda arkamızda bir tarım arazisi uzanıyor; buradaki köylüler, Ruslar gibi Ostyaklar da, yalnız balıkçılıkla uğraşıyorlar. Tobolsk eyaletine “siyasiler”in yerleştirilmesi şaşılacak boyutta. Kelimenin tam anlamıyla bir tek ücra köy yok ki evinde sürgün olmasın. gecelemek için kaldığımız evin sahibi bize burada yakın zamana kadar hiçbir sürgünün bulunmadığını söyledi; 17 Ekim bildirgesinin ardından çok büyük sayılar halinde gelmeye başlamışlar. “O zamandan beri sel gibi buraya akıyorlar.” Anayasal dönemin bu bölgelere etkisi böyle oldu! Pek çok yerde siyasiler yerli halkla aynı işi sürdürüyor: sedir kozalaklarını topluyor, balık tutuyor, çilek topluyor, avlanıyor. Çoğu girişimci kooperatifler, balıkçı ekipleri, ihtiyaç maddeleri satan dükkânlar örgütledi. Köylülerin sürgünlere karşı tutumu son derece dostça. Örneğin burada, Samarovo’da –büyük bir ticaret köyü– köylüler siyasilere bedava bir ev, ilk gelen kişiye de hediye olarak bir dana ve iki torba un verdiler. Yerleşik bir gelenek nedeniyle dükkânlar sürgünlere köylülere olduğundan daha ucuz fiyata satış yapıyorlar. Bazı sürgünler, çatısında her zaman bir kızıl bayrak dalgalanan kendi evlerinde komün halinde yaşıyorlar burada. Paris’te, Berlin’de ya da Cenova’da kızıl bayrak sallamayı bir dene bakalım! Geçerken sana şu andaki sürgün koşuluna ilişkin yaptığım iki-üç gözlemimden söz etmek istiyorum. Sibirya’da cezaevlerindeki politik nüfusun toplumsal bileşiminin tedrici olarak demokratikleşmesi olgusuna, 90’lardan beri yüzlerce değilse bile onlarca kez dikkat çekildi. İşçiler, bir zamanlar Peter ve Paul Kalesi’ni ve Kolimsk’i kendi özel ve kalıtsal tekeli, ya da adeta zorunlu malikanesi gibi görmeye alışmış olan devrimci entelektüellere nihayet sayıca üstün gelerek, “siyasiler”in giderek artan bir yüzdesini temsil etmeye başladılar. Yüzyılın başında, son mahkûm partisiyle birlikte gelen Vilna’lı baca temizleyicilerini ya da Minsk’li yem tacirlerini gördükleri zaman adeta gücenmiş bir tarzda omuz silken Halkın İradesi ve Halkın Hakkı partilerinin üyelerini hala görüyordum. Ama o zamanın sürgün işçisi, çoğu durumda, devrimci bir örgütün üyesiydi ve politik ve ahlâki düzeyi yüksekti. Hemen hemen tüm sürgünler, belki Yahudi Pale’den gelen işçiler hariç, jandarma sorgusunun eleğinden geçmişti ve bu elek ne kadar kaba olursa olsun, genel olarak en ileri işçileri alıkoyuyordu. Bu, sürgün nüfus içinde belirli bir düzeyi muhafaza ediyordu. Tarihimizin “anayasal” döneminde, sürgün tümüyle farklı bir nitelik taşımaktadır. Şimdi sürgün bir örgüt sorunu değil, başlı başına bir kitle hareketi sorunudur. Artık jandarma sorgusu değil, geniş sokak toplamaları var. En göze batmayan kişi şimdi sürgün için ya da hatta cellâdın kurşunu için seçilebilir. Bir dizi halk hareketinin bastırılmasının ardından, devrimci amaçlar için ya da sadece devrimci bahanelerle yapılan mülksüzleştirmeler, aşırı solcu maceralar ve alelade eşkıyalıklarla dolu bir “gerilla” eylemleri dönemi başladı. Asılamayan herkes yönetim tarafından Sibirya’ya gönderildi. Böyle muazzam boyutlarda bir kavganın, büyük şehirlerimizin yeraltı dünyasından gelen maceracılar bir yana, devrime yalnızca bir parmağıyla dokunmuş olan ya da masum seyirciler olan pek çok insanı içine almasını anlamak kolay. Bunun sürgünlerin genel düzeyi üzerine nasıl bir etki yaptığını tasavvur edebilirsin. Aynı yönde etki eden bir başka faktör daha var: firarlar. Ne tür insanların kaçtığı gün gibi ortada: partilerinin ve işlerinin kendilerini beklediğini bilen en aktif, en bilinçli kişiler. Tobolsk eyaletinin belli bir bölgesindeki 450 sürgünden sadece yaklaşık 100 tanesinin kalması, başarı yüzdesi hakkında bir fikir verebilir. Ancak tembeller kalıyor. Sonuç olarak, kalan sürgünlerin çoğu, oraya kazara gelmiş olan, kişiliksiz, politik olarak belirsiz tipler. Bazı nedenlerle kaçmayı beceremeyen birkaç aktif insan, bazen zor durumda kalıyor, çünkü tüm siyasiler karşılıklı teminat sistemiyle manen birbirlerine bağlılar. 8 Şubat. Karimkrinsk Yurts. Dün yetmiş beş, bugün doksan verst yaptık. Mola yerlerine bitkin halde varıyor ve erkenden yatıyoruz. Bu gece bir Ostyak köyünde, küçük, kirli bir kulübede bulunuyoruz. İliklerine kadar donan eskorttaki askerler, bazı sarhoş Ostyaklarla birlikte pis mutfağa doluşuyorlar. Duvarın öteki tarafında bir kuzu meliyor.… Köyde bir düğün var –şu anda düğün sezonu– ve tüm Otsyaklar içiyor ve bir sarhoş kulübemize girmeye çalışıyor. Saratov’dan gelen küçük, yaşlı bir adam olan bir “idari” sürgün, hem de sarhoş, bizi görmeye gelmiş. Sonunda, o ve diğer adamın Berezov’dan buraya et almak için geldikleri ve daha sonra aldıklarını tekrar sattıkları anlaşılıyor. Her ikisi de siyasi. Ulaşımımızı sağlamak için burada yapılmak zorunda olunan hazırlık işi olağanüstü. Konvoyumuz, sana söylediğim gibi, yaklaşık elli atla çekilen yirmi iki üstü örtülü kızaktan oluşuyor. Çok az köy bu kadar at veriyor, bu yüzden atlar kırın her tarafından toplanıyor. Durakladığımız bazı yerlerde, oraya 100 verst öteden getirilen atlar verildi bize. Ancak burada araba konakları arasındaki mesafe çok kısa, genellikle 10-15 verst. Böylece bir Otsyak, İşçi Temsilcileri Sovyetinin iki üyesini 10 verst taşımak için atını 100 verst sürmek zorunda. Üstelik tam olarak ne zaman varacağımız bilinmediği için, bazı sürücüler atlarına ihtiyaç duyulmadan önce on beş gün beklemek zorundaymış. Onlar böyle bir durumu önceden ancak bizzat eyalet valisi bu bölgelere gezi yaptığı zaman hatırlayabilirler … Yerli köylülerin genel olarak siyasilere ve özel olarak da bize ne kadar dostça davrandıklarından pek çok kez bahsettim. Berezov bölgesinde küçük bir köy olan Belegorye’de başımıza olağanüstü bir şey geldi. Bir grup köylü bizim için kolektif olarak çaylı ve soğuk yiyecekli bir karşılama töreni örgütlediler ve bize vermek için altı ruble topladılar. Doğal olarak parayı kabul etmedik, ama çay davetini kabul ettik. Ama eskortumuz itiraz etti ve parti sona erdi. Yani çavuş razı oldu, ama onbaşı, köydeki herkesin duyacağı kadar yüksek sesle bağırarak ve çavuşu ihbar etmekle tehdit ederek korkunç bir yaygara kopardı. Bu nedenle çayımızı almaksızın bir kez daha ayrıldık. Neredeyse tüm köy bizi izledi; bu çok güzel bir gösteriydi. 9 Şubat. Kandinskoye. 100 verst daha yaptık. İki gün daha ve Berezovo’ya varacağız (ayın on birinde). Bugün çok yoruldum; dokuz-on saatlik sürekli yolculuk boyunca yiyecek hiçbir şeyimiz yoktu. Sürekli Obi Nehrini takip ediyoruz. Sağ kenar dağlık ve ağaçlık, sol kenar basık. Nehir geniş, hava sakin ve görece sıcak. Küçük köknar ağaçları işaret görevi görmek için yolun her iki tarafında da kara saplanmış. Sürücülerimizin çoğu Ostyaklar. Kızaklar birbiri ardına koşulmuş iki ya da üç atla çekiliyor, çünkü yol biz ilerledikçe darlaşıyor. Sürücülerin uzun saplı, uzun ipli kırbaçları var. Konvoy çok büyük bir mesafeye yayıldı. Zaman zaman sürücülerden biri, atları karlı-tozlu yoğun bulutlar kaldırarak dörtnala koşturan çok tiz bir çığlık atıyor. Hız insanın nefesini kesiyor. Kızaklar neredeyse birbiri üzerine yığılıyorlar, omuzlarımızın arkasında ansızın bir atın ağzı beliriveriyor ve yüzümüzde nefesler. Daha sonra kızaklardan biri alabora oluyor ya da koşum takımlarından bazıları kopuyor veya çözülüyor. Tüm konvoy duruyor. Birkaç saatlik sürüşten sonra kendini hipnotize olmuş gibi hissediyorsun. Hava çok durgun. Sürücüler birbirlerine kulak tırmalayıcı sesleriyle sesleniyorlar. Sonra atlar tekrar hareket ediyor ve çok geçmeden yine dörtnala gidiyoruz. Sık molalar bizi büyük ölçüde yavaşlatıyor ve sürücüleri maksimum hıza ulaşmaktan alıkoyuyor. Saatte yaklaşık on beş verst yapıyoruz, oysa burada normal hız on sekiz, yirmi, hatta yirmi beş verst. Muazzam mesafeler göz önünde bulundurulunca, Sibirya’da hızlı yolculuk normal ve bir anlamda da gerekli bir şey. Ama ben hiçbir zaman Lena’da bile böyle bir sürüş görmedim. Değişim istasyonuna ulaştık. Köyün dışında, koşuma hazır kızaklar ve yeni atlar bekliyor; sadece, çocuklu aileler için ayrılmış olan iki kızak Berezov’a “ekspres vasıta” olarak gidiyor. Atları hızla değiştiriyoruz ve yolumuzda ilerliyoruz. Buradaki sürücüler garip bir tarzda oturuyorlar. Kızağın ön ucuna enlemesine uzun bir tahta çivilenmiş; bu yere “dingil” deniyor ve sürücü dingile, yani çıplak tahtaya oturuyor, ayakları kızağın kenarından sarkıyor. Atlar dörtnala gittiklerinde ve kızak bir o yana bir bu yana yattığında, sürücü, bir yelkenci gibi kenarlardan sarkarak ve bazen de ayaklarıyla yerden iterek bedeniyle onu dengeliyor. 12 Şubat. Berezov. Cezaevi. Beş, altı gün önce –seni gereksiz yere üzmemek için bunu o zaman yazmamıştım– tifüs salgınının olduğu bir bölgeden geçtik. Şimdi bu bölgeler çok geride kaldı. Sana sözünü ettiğim Çingalinsk Yurts’ta, altmış evden otuzunda tifüs vardı. Diğer köylerde de durum aynı. Pek çok ölü. Akrabalarından birini kaybetmeyen sürücü neredeyse yoktu. Yolculuğumuzun hızlanması ve orijinal programdaki değişiklik, doğrudan tifüsle bağlantılı: polis memuru, gönderdiği telgrafla yetkililere tehlikeli bölgeyi olabildiğince çabuk geçme zorunluluğunu gerekçelendirdi. Son iki gün, günde 90 ya da 100 verstlik bir hızla kuzeye doğru yol aldık, yani neredeyse tam bir derece. Sonuç olarak, uygarlık belirtileri –eğer burada uygarlıktan söz edilebilirse– çok açık bir şekilde siliniyor. Vahşetin ve soğuğun alemine her gün bir derece daha iniyoruz. Bir dağcı da, bir yükseklik kuşağından diğerine geçerek yüksek bir dağa çıkarken benzer bir izlenime sahip olsa gerek.… Önce zengin Rus köylüleri vardı. Ardından karışık evlilikler sonucunda Moğol görünümlerini neredeyse kaybetmiş olan Ruslaşmış Ostyaklar. Daha sonra tarım bölgesini terk ettik ve Ostyak avcılarının ve balıkçılarının, Rusçayı güçlükle konuşan kısa, pösteki gibi kabarık başlı yaratıkların topraklarına girdik. Atlar daha ender bulunur oldu ve daha kötü durumdalar; atlı taşıma burada önemli bir rol oynamıyor ve av köpekleri atlardan çok daha değerli. Yol giderek daha kötü, dar ve tümüyle engebeli hale geldi.… Yine de polis çavuşu bize buradaki “anayol” Ostyaklarının Obi’nin kolları boyunca yaşayanlara kıyasla uygarlık numuneleri olduğunu söylüyor. Bunların bize karşı tutumları muğlak ve anlaşılmaz; galiba bizi geçici olarak gözden düşmüş kodamanlar olarak tasavvur ediyorlar. Bir Ostyak bugün sürekli şunu sordu: “Generaliniz nerede? Generalinizi gösterin bana … keşke onu görebilsem … hiç general görmedim.” Bugün bir Ostyak kızaklarımızdan birine bitkin bir at koşarken bir başkası da ona sesleniyordu: “Onlara bundan daha iyi bir tanesini ver, onların kim olduklarını düşünüyorsun, polis memurları mı?” Ama, sadece bir kez olsa da, bir Ostyak’ın bizden “pek önemli olmayan yolcular, öyle değil mi?” diye söz ettiği bunun tersi bir durum da olmadı değil. Berezov’a geçen gece ulaştık. “Şehrin” bir tasvirini isteyeceğini sanmıyorum. Burası, 1.000 sakini, bir polis karakolu ve bir maliye binası bulunan Verholensk, Kirensk ve diğer birçok şehire benziyor. Bununla birlikte Osterman’ın mezarını ve Menşikov’un gömüldüğü yeri de (doğruluk garantisi olmaksızın) gösteriyorlar. Yerli nükteciler Menşikov’un içinde yemeklerini yediği yaşlı hanıma ait evi de gösteriyorlar. Doğrudan cezaevine götürüldük. Elli kişilik yerel garnizon, girişte sıralanmıştı. Öyle görünüyor ki, bizim varışımızdan önce cezaevi on beş gün yıkanıp temizlenmiş, tüm mahkûmlar önceden nakledilmiş. Hücrelerden birinde, üzerinde masa örtüsü bulunan büyük bir masa, yemek sandalyeleri, bir iskambil masası, mumlu iki şamdan ve büyük bir lamba bulduk. Bu kadar düşüncelilik neredeyse dokunaklıydı … Birkaç gün burada dinleneceğiz ve sonra yola devam edeceğiz. Devam edeceğiz, evet … ama ben henüz hangi yöne olacağına karar veremedim.
Yolculuğumuzun atlı kızaklar içindeki ilk kısmında, her molada sıkıntı içinde geri bakıyor ve bizi tren yolundan ayıran mesafenin giderek daha da büyüdüğünü görüyordum. Obdorsk hiçbirimiz için nihai hedef olmayacaktı, elbette benim için de. Kaçış fikri bizi bir an olsun terk etmedi. Botlarımın tabanına ustaca gizlenmiş bir pasaportum ve dönüş yolculuğu için param vardı. Ama eskortun büyüklüğü ve sürekli yakın gözetim, yolda kaçmayı son derece zor kılıyordu. Bununla birlikte söylemeliyim ki, hep beraber olmasa da tek tek kaçış olanağı vardı. Uygulanması pekala mümkün birkaç plan yapıldı ama kaçışın geride kalanlar üzerindeki sonuçlarını düşünerek erteledik. Eskortun askerleri, ve özellikle de çavuş, bizi sürgün yerimize sağ salim teslim etmekle sorumluydular. Evvelsi yıl Tobolsklu bir çavuş, bir öğrenci mahkûmun kaçışına izin verdiği için ceza taburuna sürüldü. Bunun ardından Tobolsk birliklerinin gözü açılmış ve yolda sürgünlere karşı davranışları çok daha az dostça olmuştu. Bu sanki onlarla mahkûmlar arsında varılan bir taktik anlaşma gibiydi: yolda hiç kaçış olmazdı. Hiçbirimiz bu anlaşmaya mutlak olarak bağlı kalmayı düşünmedik. Ama yine de bu azmimizi kırdı ve hiçbir şey olmaksızın molalar birer birer geçti. Sona doğru, birkaç yüz verst yolculuğun ardından belli bir atalet oluştu ve ben artık geri değil ileri bakmaya başladım; “oraya varmak” için sabırsızlanıyordum, kitaplara ve gazetelere ulaşma kaygısına düştüm. Kısacası uzun bir kalışa hazırdım. Berezov’da bu ruh hali derhal dağıldı.
“Buradan kurtulma şansı var mı?”
“Baharda kolay.”
“Ya şimdi?”
“O kadar kolay değil, ama olabilir. Dikkat et, şimdiye kadar bunu deneyen olmadı.”
Herkes, istisnasız herkes bize, çok fazla sayıda sürgünü kontrol etmenin az sayıda polis için fiziksel olarak olanaksız olması nedeniyle, baharda kaçmanın basit ve kolay olduğunu söylüyordu. Bununla birlikte, bir yere yerleştirilmiş on beş sürgünün kontrol edilmesi ve özel bir dikkat gösterilmesi olanaksız değildir. Hemen kaçmam çok daha iyi olurdu.
İlk şart Berezov’da geride kalmaktı. Obdorsk’a devam etmek, geri dönüş yolculuğuna 480 verst daha eklemek demekti. Yorgun ve hasta olduğumu ve beni hemen yolculuğa devam etmeye zorlama girişimlerine karşı koyacağımı bildirdim. Polis şefi yerel doktora danıştı ve birkaç gün Berezov’da kalmama izin vermeye karar verdi. Hastaneye kaldırıldım. O sırada belli hiçbir planım yoktu.
Hastanede görece özgürdüm. Doktor olabildiğince çok yürümemi tavsiye etti ve ben de bundan durumu tartmak için yararlandım.
Görünüşe göre en kolay yol geldiğimiz yoldan, yani “büyük Tobolsk anayolu”ndan dönmekti. Ama bunun çok tehlikeli olduğuna karar verdim. Doğru, yol boyunca beni köyden köye nakledecek birçok güvenilir köylü vardı. Ancak yine de bir talihsizlik olma olasılığı çok büyüktü. Tüm yöneticiler ya anayolda yaşıyor ya da orada yolculuk yapıyordu. İki gün içinde, ya da daha erken, birisi Berezov’dan en yakın telgraf bürosuna ulaşabilir ve Tobolsk’a kadar tüm polis görevlilerini uyarabilirdi. Bu çözümü elemeye karar verdim.
Diğer yol Urallar üzerinden ren geyiğiyle seyahat etmek ve sonra Arçangel yolundan İzma’ya ulaşmak ve baharda deniz seferinin başlamasını bekleyip, yurtdışına giden bir gemiye binmekti. Ücra yerlerden geçen Arçangel yolu güvenliydi. Ama Arçangel’de kalmak ne kadar güvenli olurdu? Oradaki şartları hiç bilmiyordum ve hiçbir bilgi edinememiştim.
Üçüncü plan en cazip gibi görüneniydi. Ren geyiğiyle Ural maden ocaklarına gitmek, Bogoslovsk madenindeki dekovili[1] kullanmak ve orada Perm hattına geçmek. Ardından Perm, Vyatka, Volodga, Petersburg, Helsingfors …
Brezov’dan, Sosva ya da Vogulka nehirleri boyunca ren geyiğiyle dosdoğru maden ocaklarına gitmek olanaklı. Berezov’dan ötesi tamamen vahşi yerler. Bin verst boyunca ne polis, ne de bir tek Rus köyü, sadece orada burada seyrek Ostyak yurtları, doğal olarak ne telgraf sorunu, ne de herhangi bir yerde bir at; yol yalnızca ren geyiğine elverişli. İhtiyaç duyduğum tek şey biraz ilerlemekti ve doğru yönde yola çıkacaklarını varsaysak bile Berezov polisi beni asla yakalayamazdı.
Yolculuğun zorluklarla ve fiziksel tehlikelerle dolu olacağı konusunda uyarılmıştım. Bazı yerlerde yüz verst boyunca hiç insan yerleşimi yoktu. Bölgenin tek sakinleri olan Ostyaklar çeşitli bölgesel hastalıklardan mustariptiler; frengi yaygındı, tifüse çok sık rastlanıyordu. Hiç kimseden herhangi bir yardım bekleyemezdim. Dobrovolski adında Berezovlu genç bir tüccar, bu kış Sosva Nehri boyunca uzanan Ourvi yurtlarında şiddetli ateşten iki hafta içinde ölmüştü.… Peki ya ren geyiği ölürse ve yerine yenisi bulunamazsa? Ya kar fırtınası olursa? Fırtına birkaç gün sürebilir ve ona yolda yakalanan herkes ölmeye mahkûmdur. Ve Şubat, kar fırtınası ayıdır. Ayrıca yol şu anda gerçekten açık mıydı? Çok az insan bu yolu kullanıyordu ve eğer buradan birkaç gün geçilmezse kar yığılırdı ve birinin yolunu kaybetmesi kolaydı. Aldığım uyarılar bunlardı.
Tehlike yadsınamazdı. Kuşkusuz Tobolsk anayolu fiziksel güvenlik ve “rahatlık” açısından büyük avantajlar sunuyordu. Fakat yakalanma açısından sonsuz kez daha az güvenli olmasının nedeni de tam da buydu. Sosra nehri boyunca yolculuk yapmaya karar verdim; ve seçimimden pişman olmak için hiçbir neden yok.
* * *
Geriye beni Ural maden ocaklarına götürmeye razı olacak birini bulmak kaldı ve işin en riskli kısmı bu.[2]
Kendisiyle sorunumu tartıştığım genç bir “serbest” tüccar olan Nikita Serapioniç, uzun süre düşündükten sonra, “bekle biraz, sanırım sana yardım edebilirim” dedi. “Buradan yaklaşık kırk verst ötede yaşayan Nikifor adında Ziryan[3] bir arkadaş var … gerçek bir yaşlı tilkidir … bir yerine iki aklı var, bu işi yapsa yapsa o yapabilir.”
“İçmez değil mi?” diye sordum ihtiyatlı bir şekilde.
“İçmez demekle ne kastediyorsun? Elbette içer, burada kim içmez ki? Üstelik içki onu perişan etti; pek çok samur öldürüp çok para kazanan iyi bir avcıydı. Ama boşver. Bunu yapmaya razı olursa, belki maddeden de uzak durur. Gidip onu senin için göreyim. O gerçek bir yaşlı tilkidir… bunu o yapamazsa kimse yapamaz.”
Nikita Serapioniç’le birlikte Nikifor’a teklif edeceğim sözleşmenin tüm ayrıntılarını hallettik. Üç ren geyiği için ödeme yapacaktım, o da mevcutların en iyilerini seçecekti. Kızak da bana ait olacaktı. Eğer Nikifor beni gideceğim yere sağ salim götürürse, ren geyikleri ve kızak onun olacaktı; ve ayrıca ona nakit olarak elli ruble ödeyecektim.
O akşam yanıt almıştım. Nikifor teklifi kabul etmişti. Evinden yaklaşık elli verst uzaktaki bir çadır köyüne doğru çoktan yola çıkmıştı ve ertesi gün öğlene doğru birinci sınıf üç ren geyiğiyle birlikte geri dönecekti. Ertesi gece buradan ayrılabilecektik. O zamana kadar iyi bir çift kisi ve çiji[4] ile, bir malitsa ya da bir gus[5] ve on günlük erzakla donatılmış olacaktım. Nikita Serapioniç tüm bunları bulmayı vadetmişti.
“Sana söylüyorum” diyordu habire beni temin ederek, “Nikifor seni oraya kesinlikle götürecek. Bunu yapsa yapsa o yapabilir.”
“Evet, içmeye başlamazsa” diye ekliyordum tereddütlü bir şekilde.
“Dert etme, Tanrı büyüktür, başlamaz. Korktuğu tek şey, dağ yolunu seçersen, yolu kaybedebileceği, çünkü sekiz yıldır bu yoldan gitmiyor. Şominsk Yurts’a kadar nehri takip etmek zorunda olacaksınız ve bu çok daha uzun bir yol.”
Berezov’dan Şominsk Yurts’a iki yol var. İlki, yani “dağ yolu” çeşitli yerlerde Volga Nehrini ve Vijnepurtim Yurts’u geçen direkt yol. İkinci yolsa Soska Nehrini izliyor ve güzergâhı üzerinde Şaytansk ve Maleyevsk Yurts ve diğer köyler bulunuyor. Dağ yolu yarı mesafede, ama sık kullanılmıyor ve tümüyle karlı olması çok muhtemel.
Yazık ki, ertesi gece ayrılamadık; Nikifor ren geyikleriyle gelmeyi başaramamıştı, ve kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Nikita Serapioniç çok üzgündü.
“Ona ren geyiği alması için hiç para vermedin mi kazara?” diye sordum.
“Sen beni ne sandın, çocuk mu? Onu topu topu beş ruble verdim ve bunu yaparken karısının gördüğünden de emin oldum. Bekle, bugün tekrar gidip Nikifor’u göreceğim.”
Hareket saatim en az yirmi dört saat ertelendi. Polis şefi beni Obdorsk’a göndermek için ısrar edebilirdi. Kötü bir başlangıç!
Üçüncü günü geride bıraktım, 18 Şubat.
Bu sabah Nikita Serapioniç hastanede beni görmeye geldi ve odada hiç kimsenin bulunmadığı uygun anı bekleyerek, kararlı bir şekilde şunu bildirdi:
“Bu gece 11:00’da fark edilmeden sıvışmalı ve evime gelmelisin. Gece yarısı gidiyorsunuz. Tüm ailem bu gece temsile gidecek, evde yalnız olacağım. Üzerini evde değiştirirsin ve yemek yersin, sonra seni Nikifor’un bekleyeceği ormana götüreceğim. Herşeye rağmen sonunda dağ yolundan gitmeye karar verdi; dün bu yoldan iki Ostyak kızağının geçtiğini duymuş.
“Bu kesin mi?” diye sordum şüpheyle.
“Evet kesin.”
Akşama kadar odamda bir aşağı bir yukarı dolandım durdum. Saat 8:00’da “temsil”in verildiği ordu kışlasına gittim; en iyi yolun bu olacağını düşünüyordum. Kışlanın toplantı salonu tıklım tıklım doluydu. Tavandan üç büyük lamba sarkıyordu, takılan mumlar duvarları aydınlatıyordu. Üç müzisyen sahnenin önünde oturuyordu. Ön sıra yöneticilerce işgal edilmişti, bunların arkasında tüccarlar ve “siyasiler” oturuyordu ve daha sıradan aileler arka sıralarda bulunuyorlardı; tezgâhtarlar, küçük tüccarlar ve gençler. Askerler duvar diplerinde oturuyorlardı. Çehov’un Ayı adlı bir oyunu oynanmaktaydı halihazırda. Uzun, şişman, iyi tabiatlı bir adam olan doktor yardımcısı Anton İvanoviç, “ayı”yı oynuyordu. Doktorun karısı, alımlı komşuydu. Doktorsa suflördü ve sahnenin ortasındaki küçük kutusunda bir kaz gibi tıslıyordu. Daha sonra tuhaf bir şekilde boyanmış perde indi ve herkes alkışladı.
Ara verildiğinde, siyasiler bir grup halinde toplandılar ve en yeni haberlerden söz ettiler. “Polis şefinin iki ailenin Berezov’da kalmasına izin verilmesine çok üzüldüğünü söylüyorlar.” “Aklımdayken, polis şefi buradan hiç kimsenin kaçamayacağını söyledi.” “Güzel de, tümüyle haklı olamaz” diye itiraz etti biri, “eğer insanlar geliyorlarsa bu onların gidebilecekleri anlamına da gelir.”
Üç müzisyen oturdu ve perde kalktı. Sonraki oyun, tatildeki bir kocayı anlatan bir drama olan Kendine Rağmen Trajedi idi. Eski bir ordu doktor yardımcısı olan hastane müfettişi, ipek ceket ve hasır şapka giymiş koca rolünü oynuyordu; Şubatta Kuzey Kutup dairesinde! Perde bir kez daha indiğinde, sinirsel ağrılardan yakındım ve oradan ayrıldım.
Nikita Serapioniç bekliyordu.
“Yemek yemek ve üzerini değiştirecek kadar zamanın var. Nikifor’a şehir saati gece yarısını vurduğunda randevu için yola çıkmasını söyledim.”
* * *
Gece yarısından hemen önce dışarıya çıktık. Parlak bir şekilde aydınlanmış odanın ardından, karanlık zifiri geliyordu, ama çok geçmeden tek atlı bir kızağın siluetini seçebildim. Gusımı aceleyle altıma serip, kızağın zeminine yattım. Nikita Serapioniç büyük bir saman balyasıyla beni örttü ve tüm balyayı iple bağladı, sanki teslim edilecek mallar taşıyorduk. Saman donmuştu ve karlıydı. Nefesim karı eritiyor ve ıslak kar tanecikleri yüzümü kaplıyordu. Ellerim de samanın içinde buz kesmişti; eldivenlerimi giymeyi unutmuştum ve şimdi hareket etmek zor geliyordu. Şehir saati on ikiyi vurdu. Kızak yola çıktı, tüccarın evinin kapısından geçtik ve at sokak boyunca hızla ilerledi.
“Hele şükür!” dedim. “Çıktık!” Soğuk ellerim ve yüzüm bile bana mutluluk veriyordu, çünkü olayın gerçekliğini teyit ediyorlardı. Yirmi dakika kadar hızlı yol gittik ve sonra durduk. Bir ıslık sesi duydum, Nikita’nın sinyali. Kısa bir aradan sonra, alçak bir sesi tekiben bir başka bir ıslık geldi. “Konuşan kim?” Tetikte bekliyordum. Nikita açıkça kaygımı paylaşıyordu, çünkü beni çözmedi, yalnızca alçak sesle bir şeyler mırıldandı.
“Kim bu?” diye sordum samanın içinden sessizce.
“Burada ne aradığını şeytan bilir” diye yanıtladı Nikita.
“Sarhoş mu?”
“Şey, ayık değil.”
Derken içinde birkaç adamın bulunduğu bir kızak göründü yolda.
“Dert etme, endişelenme Nikita Serapioniç, ve tipe söyle o da endişelenmesin,” dediğini duydum birinin. “Bu benim arkadaşım … ve bu da yaşlı babam…Asla açık vermezler...”
Nikita söylenerek beni çözdü. Malitsa giymiş ama şapkasız uzun bir mujik önümde durdu. Parlak kızıl saçları vardı ve sarhoştu, ama yine de kurnaz yüzlüydü ve daha çok bir Ukraynalı gibi bakıyordu. Birkaç metre ötede genç bir çocuk sessizce oturuyordu ve yaşlı bir adam kızağa tutunmuş iki yana sallanıyordu, belli ki çok içmişti.
“Dert etme, bayım, dert etme” dedi Nikifor olduğunu tahmin ettiğim kızıl saçlı adam, “bunlar benim adamlarım, onlardan sorumluyum. Nikifor içer, ama tetiktedir.… sen endişelenme. Şu hayvanlara bak (ren geyiklerini işaret ediyordu), yaa, seni bunlarla her yere götürebilirim.… Amcam Mihail Yegoriç, bana, git ve dağ yolunu izle … daha dün iki Ostyak kızağı bu yolu geçti diyor … Dağ yolundan gitmeyi tercih ederim … nehir boyunca herkes beni tanır.… Bu yüzden benimle biraz pelmeni yapması için Mihail Yegoriç’i çağırdım … o iyi bir mujiktir, o …”
“Biraz bekle Nikifor İvanoviç, bagajı hazırlamayacak mısın?”diye sesini yükseltti Nikita Serapioniç.
Nikifor işe koyuldu. Beş dakika sonra yeni kızak hazırdı ve ben de onun içinde oturuyordum.
“Bu çok kötü Nikifor İvanoviç” dedi Nikita sitem edercesine, “bu adamları yanında getirmemen gerekirdi, sana söylememiş miydim? Beni dinleyin” diye diğer ikisine hitap ediyordu “sizden tek bir kelime çıkmayacak, tamam mı?”
“Hiçbir kelime” dedi genç mujik.
Yaşlı adam belli belirsiz parmağını kıpırdattı havada. Nikita Serapioniç’le vedalaştım.
“Yolunuz açık olsun!”
Nikifor sert bir şekilde geyiklere bağırdı ve yola çıktık.
Geyikler iyi koşuyorlardı, dilleri dışarı çıkmıştı ve hızla soluyorlardı, çu-çu-çu-çu. Yol dardı, hayvanlar sıkış sıkıştılar ve birbirlerinin yoluna girmeksizin nasıl bu kadar hızlı koştuklarına şaşıyordum.
“Sana doğru söylüyorum” dedi Nikifor bana dönerek, “bunlardan daha iyi geyikler bulamazsın. Bunlar seçme hayvanlar, sürüde yedi yüz hayvan vardı ve bunlar en iyileri. Şu yaşlı adam, Mihey, bu hayvanları asla sana vermeyeceğim, dünyada olmaz dedi önce. Bir şişe açtıktan sonra, tamam al dedi. Ve onları alınca birden ağlamaya başladı. Buraya bak dedi, bu önder (Nikifor öndeki geyiği işaret ediyordu) çok değerlidir; eğer onu sağ salim geri getirirsen, aynı fiyattan geri alırım. Bunlar cins hayvanlardır. Onlara iyi para ödedim, ama buna değer, bu doğru. Sadece lider yirmi beş ruble eder. Tek mesele, amcam Mihail Osipoviç’in onları bize bedavaya ödünç verecek olmasıydı. Bana dosdoğru şöyle dedi: Nikifor sen bir aptalsın. Böyle dedi. Nikifor sen bir aptalsın, niçin bana bu tipi götürdüğünü söylemedin, ha?”
“Ne tipi?” diye sözünü kestim.
“Yahu, siz diyelim.”
Sonradan, tip sözcüğünün sürücümün kelime dağarcığının gözdesi olduğunu anladım.
Nikifor ansızın geyikleri mola vermek üzere durdurduğunda, olsa olsa on verst yol almıştık.
“Burada sapmamız gerekiyor, beş verst ya da daha fazla ötede.… Benim için gus sakladıkları bir çadır köyü var. Sadece bir malitsa ile nasıl seyahat edebilirim? Eminim soğuktan donup ölürüm. Nikita Serapioniç beni gus konusunda uyardı.”
Berezov’dan on verst uzaktaki bir çadır köyüne gitmek için yolumuzdan çıkma anlamsız düşüncesi şaşkına çevirdi beni. Nikifor’un kaçamaklı yanıtlarından, gusu evvelsi gün almaya gitmesi gerektiğini, ama son kırk sekiz saat içinde içmekten başka hiçbir şey yapmamış olduğunu anladım.
“İstediğini yapabilirsin” dedim, “ama ben seninle gus almaya gelmeyeceğim. Bunu daha önce düşünmeliydin. Eğer üşüyorsan, malitsanın üzerine benim paltomu giyebilirsin; ben onu yalnızca üzerine yatmak için kullanıyorum. Gideceğimiz yere geldiğimizde, giydiğim koyun pöstekisini sana veririm, gustan daha iyidir.
“İyi o halde” dedi Nikifor seve seve kabul ederek, “Niçin gus isteyelim? Soğuktan ölmeyeceğiz, hayır efendim. Ho ho!” geyiklere bağırıyordu. “Bu hayvanların dürtmeye ihtiyaçları yok, iyiler. Ho ho!”
Ama Nikifor’un neşeli hali uzun sürmedi. Tamamen içkinin etkisindeydi. Gevşemeye başlamıştı, dik duramıyordu ve giderek daha derin uykuya dalıyordu. Pek çok kez uyandırdım onu; silkeleniyor, uzun bir sopayla geyikleri dürtüyor ve mırıldanıyordu: “endişelenme, bu hayvanlar birinci sınıf …” ardından yine uykuya dalıyordu. Geyikler neredeyse yürür gibi yavaşlamışlardı ve sadece benim arasıra seslenmem onları bir süreliğine hızlandırıyordu. Böylece birkaç saat geçti. Sonra ben de daldım ve birkaç dakika sonra geyiklerin durduğunu fark ederek uyandım. Önce herşey bitti gibi geldi bana … “Nikifor!” Onu omuzlarından çekerek çılgınca bağırdım. Yanıt olarak yalnızca anlaşılmaz sözler mırıldandı: “Ne yapmamı istiyorsun? Hiçbir şey yapamam… uyumak istiyorum…”
Bu gerçekten üzücü bir durumdu. Berezov’dan taş çatlasa otuz-kırk verst uzaktaydık ve burada mola vermek planımda yoktu. Bunun şakaya gelir yanının olmadığını gördüm ve “önlemler almaya” karar verdim.
“Nikifor” diye bağırdım sarhoş kafasından başlığını çekerek ve onu dondurucu havada çıplak bırakarak, “eğer hemen kalkmazsan ve şu geyikleri sürmeye başlamazsan, seni kızaktan atıp tek başıma gideceğim” dedim.
Soğuktan mı, sözlerimin etkisiyle mi bilmiyorum ama Nikifor biraz doğruldu. Uyurken geyikleri dürtmek için kullandığı sopayı düşürmüştü; sendeleyerek ve kaşınarak, kızağın altında bir balta buldu, yol kenarındaki genç bir çam ağacını kesti ve dallarını budadı. Sopa hazırdı, bir kez daha yola koyulduk.
Nikifor’a sert davranmak gerektiğini anlıyordum.
“Ne yaptığının farkında mısın?” Olabildiğince sert bir şekilde sordum. “Bunu bir şaka mı sanıyorsun? Eğer bizi yakalarlarsa gülecek bir şeyin olmayacak.”
“Anlıyorum, efendim, merak etmeyin yapmam” diye yanıtladı Nikifor gittikçe ayılarak. “Bundan emin olun. Tek dert, şu üçüncü hayvanın pek işe yaramaması. Birincisi de ikincisi de çok iyiler, sadece üçüncüsü … doğruyu söylemek gerekirse hiçbir işe yaramıyor lanet olasıca.”
Gece ilerlemişti ve sıcaklık kaydadeğer bir şekilde düşmüştü. Gusumu pöstekimin üzerine giydim ve tamamen rahatladım. Ama Nikifor’un durumu giderek daha üzücü hale geliyordu. Alkolün verdiği ısı gitmiş, soğuk malitsasının altına işlemişti ve zavallı adam soğuktan tirtir titriyordu.
“Neden kürk paltomu giymiyorsun üzerine” diye teklif ettim.
“Hayır, bunun için artık çok geç; kendi kendimi ısıtmalıyım, ve önce paltoyu ısıtmalıyım.”
Bir saat sonra yolun kenarında bazı yurtlar –üç-dört sefil kütük kulübe– gördük. “Beş dakikalığına içeri girip, yolu soracağım ve biraz ısınacağım.”
Beş dakika geçti, derken on, on beş, yirmi. Kürke sarınmış bir şekil yaklaştı, kısa bir süre kızağımın yanında durdu ve tekrar uzaklaştı. Ay yükselmeye başlıyordu ve bu sefil kulübelerle birlikte orman bana uğursuz bir kızıllık alıyor gibi görünüyordu.
“Bu yolculuk nasıl sona erecek acaba?” diye sordum kendi kendime. “Bu sarhoşla daha ne kadar uzağa gidebilirim? Bu gidişle bizi yakalamakta hiç zorlanmayacaklar. Sarhoş haldeyken Nikifor yolda karşılaştığımız ilk insana herşeyi söyleyebilir; Berezov’a haber verirler ve benim için herşey sona erer. Bizi orada yakalamasalar bile, daha sonra dekovil civarındaki bütün istasyonlara telgraf çekerler. Devam etmeye değer mi?” acaba diye düşünüyordum.
Yaklaşık yarım saat geçmişti ve Nikifor ortalıkta görünmüyordu. Onu bulmak lazımdı, ama girdiği kulübenin hangisi olduğuna bile dikkat etmemiştim. İlk kulübeye geldim ve pencereden içeriye baktım. Köşedeki ocak yanıyordu. Yerde üzerinden buharlar çıkan bir tencere duruyordu. Nikifor’un ortalarında bulunduğu bir grup adam, yüksek tahta sedirde oturuyordu; Nikifor’un elinde bir şişe vardı. Pencereye ve bitişik duvara vurmaya başladım. Bir dakika sonra Nikifor göründü. Malitsasının altından beş santim kadar görünen Kürk paltomu giymişti.
“Çabuk şu kızağa bin!” diye bağırdım olabildiğince kızgın bir şekilde.
“Hemen, hemen” diye yanıtladı çok uysal bir şekilde. “Merak etmeyin, birazcık ısınmıştım, şimdi devam edeceğiz yola. Geceye kadar başaracağız, şeytan bile bizi yakalayamaz. Tek dert şu üçüncü hayvanın işe yaramazlığı, onu hiç almayabilirdik de.”
Yola çıktık.
* * *
Saat yaklaşık sabah 5:00. Ay biraz önce yükselmişti ve pırıl pırıl parlıyordu, soğuk sertleşmişti, havada sabah kokusu vardı. Pöstekimin üzerine ren geyiği derisi kürklü paltomu giydim ve ısınıp rahatladım; sürücü koltuğundaki Nikifor kendinden emin ve uyanık görünüyordu; geyikler koşar adım gidiyorlardı ve ben oldukça sessiz bir şekilde uykuya daldım. Arada bir uyanıyor ve aynı değişmeyen manzarayı görüyordum. İçinden geçtiğimiz alan neredeyse ağaçsız, bataklık bir toprak; birkaç cılız, bodur çam ve kayın ağacı karı bölüyordu, yol dar ve neredeyse görülmeyen yılanvari virajlardan oluşuyordu. Geyikler yorulmak bilmezcesine ve otomatik makinelerin düzenliliğiyle koşuyorlardı. Gürültülü solumaları küçük bir lokomotifin sesini andırıyordu. Nikifor beyaz başlığını geriye atmıştı ve başı çıplak oturuyordu. Başlıktan dolayı beyaz ren geyiği kürkünün tüyleri başına yapışmıştı ve karla kaplanmış gibi görünüyordu. “Yolumuzdayız” diye düşünüyordum, içimde yükselen bir sevinç dalgası, “onlar yokluğumu fark edene kadar bir, hatta iki gün geçebilir … yolumuzdayız …” Ve tekrar daldım.
Saat 9:00 civarı. Nikifor geyikleri durdurdu. Ren geyiği derisinden yapılmış, tepesi kesik bir koniyi andıran bir çoum ya da göçebe çadırı, neredeyse doğrudan yolun yanında duruyordu. Çadırın yanında geyik koşulmuş bir Ostyak kızağı bulunuyordu; bir odun yığını vardı, taze geyik derileri kurutulmak üzere asılıydı, derisi yüzülmüş bir geyik başı kocaman boynuzlarıyla karın üzerinde yatıyordu, malitsa ve kisa giymiş iki çocuk köpeklerle oynuyordu.
“Bu çadır burada ne arıyor?” diye şaşırarak sordu Nikifor yüksek sesle. “Vijnepurtim Yurts’a kadar bir şey göreceğimizi düşünmüyordum.” Soruşturdu ve bunların 200 verst uzaklıktaki Harumpalovsk’tan gelen ve bu bölgelerde sincap avlayan Ostyaklar olduğunu öğrendi. Yiyecek kaplarımızı ve erzağımızı topladım; tırmanarak deri bir kapakla örtülü küçük bir açıklıktan çouma girdik ve kahvaltıya hazırlandık
“Paisi” diyerek Nikifor ev sahiplerimizi selâmladı.
“Paisi, paisi, paisi!” cevabı geldi her taraftan.
Zeminde kürkler yığılıydı ve üzerlerinde insanlar şekilleri kaynaşıyordu. Önceki gece burada içmişlerdi ve herkes bunun etkisindeydi. Çadırın ortasında bir ateş yanıyordu ve duman çadırın üstündeki büyük delikten serbestçe çıkıyordu. Çaydanlığımızı ateşin üzerine astık ve ateşe birkaç kütük attık. Nikifor özgürce Ostyak dilinde konuşuyordu. Bir kadın, daha yeni emzirdiği bebeğiyle birlikte ayağa kalktı, çıplak göğsünü gizlemeksizin ateşe yaklaştı. Ölüm kadar çirkindi. Ona bir tatlı verdim. İki kişi birden kalktı ve bize yöneldi. “Biraz votka istiyorlar” diye tercüme etti Nikifor. Onlara biraz ispirto verdim, 95 derecelik korkunç bir ispirto. Yüzlerini buruşturarak içtiler ve ağızlarındakini yere püskürttüler. Çıplak göğüslü kadın da kendi payını içti. “Yaşlı adam biraz daha istiyor” diye açıkladı Nikifor, kel, yağlı kırmızı yanaklı ihtiyar bir Ostyağa ikinci bardağı vererek. Sonra ekledi: “Bu yaşlı adamı, Şominsk Yurts’a kadar bizimle gelmesi için dört rubleye tuttum. Bizim önümüzde kendi troykasını sürecek ve yolu açacak, geyiklerimiz onun arkasından çok daha hızlı bir şekilde koşacak.”
Çayımızı içtik ve yemeğimizi yedik. Ev sahiplerimize veda armağanı olarak biraz sigara verdim. Sonra herşeyimizi yaşlı adamın kızağına yığdık, bizimkine bindik ve yola çıktık. Güneş tepede parlıyordu, yol şimdi ormandan geçerek ilerliyordu, hava aydınlık ve parlaktı. Yaşlı adam, hepsi daha yavru olan üç beyaz vajenki’sini (dişi geyik) sürüyordu önümüzde. Bir ucunda küçük bir boynuz topuz, diğerinde ise keskin bir metal çıkıntı bulunan çok uzun bir sopa taşıyordu; Nikifor da yeni bir sopa almıştı. Vajenski yaşlı adamın hafif kızağını büyük bir hızla çekiyordu ve bizim hayvanlarımız da çevik bir şekilde onlara ayak uyduruyorlardı.
“Yaşlı adam niçin başını örtmüyor?” diye sordum Nikifor’a, Ostyağın kel başını soğuk havaya maruz bıraktığını görüp şaşırarak.
“İçki dumanından kurtulmak için en hızlı yol budur” diye açıkladı Nikifor.
Yarım saat sonra yaşlı adam vajenski’sini durdurdu ve biraz daha ispirto istemeye geldi.
“Biraz versek iyi olur” diye karar verdi Nikifor, aynı zamanda kendisi de bir yudum alarak. “Vajenski’si zaten arabaya koşulmuştu, görmediniz mi?”
“İyi de ne olmuş?”
“Tam da içki almak için Berezov’a gidiyordu. Ya çenesini kapalı tutmasaydı? Bu yüzden onu tuttum. Bu yol bizim için daha güvenli olur. Şimdi en azından birkaç gün şehre inmeyecek. Kendim için korkmuyorum, anlıyorsunuz. Niye korkayım ki? Tamam, diyelim ki bana, bu tipin sürücülüğünü yaptın mı diye sordular. Güzel, kimi taşıdığımı nereden bileyim ki? Onlar polis, ben bir sürücüyüm. Onlar kendi ücretlerini alırlar, ben de kendiminkini. Onların işi insanları izlemek, benimki taşımak. Haklı mıyım, değil miyim?”
“Haklısın!”
Bugün 19 Şubat. Yarın Devlet Dumasının açılışı. Genel af! “Genel af Devlet Dumasının ilk görevi olacaktır.” Belki… ama genel affı birkaç on derece daha batıda beklemek daha iyi. Nikifor’un dediği gibi, böylesi daha güvenli olur.
* * *
Vijnepurtim Yurts’u geçtikten sonra, yolda bir torba dolusu ekmeğe rastladık. Ağırlığı bir puddan fazlaydı. Tüm itirazlarıma rağmen, Nikifor onu kızağımıza koymakta ısrarlıydı. Onun yine sarhoş uykusuna dalmasından yararlandım ve çuvalı tekrar sessizce dışarı attım; ağırlık geyiklerimizi yavaşlatabilirdi.
Uyandığında, Nikifor ne ekmek çuvalını buldu ne de yaşlı adamın çadırından aldığı sopayı.
Bu geyikler olağanüstü mahlûklar. Asla aç ya da yorgunmuş gibi görünmüyorlar. Yola çıkmadan önce yirmi dört saat boyunca hiçbir şey yememişler ve biz yola çıkalı da neredeyse yirmi dört saat olacak. Nikifor onların “sadece koştuklarını” söylüyor. Saatte sekiz-on verst civarında sabit bir hızla, dur durak bilmeden koşuyorlar. Her on ya da on beş verstte bir, onlar işerlerken iki-üç dakikalığına duruyoruz, sonra devam ediyoruz. Bu, bir “geyik koşusu” olarak biliniyor ve dünyanın bu köşesinde kimse verstleri saymadığı için, mesafeler “koşu” cinsinden ölçülüyor. Beş koşu, yaklaşık olarak altmış-yetmiş verste tekabül ediyor.
Yaşlı adamla vejenski’sinden ayrılacağımız Şominsk Yurts’a ulaştığımız zaman, en az on “koşu” yapmış olacağız. Hiç de fena bir mesafe değil.
Akşam 9:00 civarı, gece bastırıyorken, ilk kazamızı karşı istikametten gelen birkaç kızakla yaptık. Nikifor onları durmaksızın geçmeye çalıştı, ama başaramadı; yol öyle dardı ki, azıcık yoldan çıkarak gitsen geyikler gövdelerine kadar kara gömülüyorlardı. Kızaklar durdu. Sürücülerden biri bize doğru geldi, Nikifor’a yakından baktı ve ona ismiyle seslendi: “Kimi taşıyorsun? Uzağa mı gidiyorsunuz?”
“Yok, uzak değil” diye yanıt verdi Nikifor “Obdorsklu bir tüccar.”
Karşılaşma onu oldukça sarstı.
“Bu şeytanın işiydi. Bu herifi tam beş yıldır görmemiştim ve buna rağmen beni tanıdı, Tanrı onu lanetlesin. Bunlar, buradan yüz verst ötedeki Lipinsk’ten gelen Ziryanlar, yiyecek ve votka için Berezov’a gidiyorlar. Yarın akşam oraya varırlar.”
“Aldırmıyorum” dedim. “şu anda bizi yakalayamazlar. Sadece senin oraya döndüğünde herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmayacağını umarım.”
“Ne sıkıntı olabilir ki? Onlara şöyle derim: ben bir sürücüyüm, benim işim sürücülük, insanların ismini bilmekse sizin işiniz. Bir tipin tüccar mı yoksa siyasi mi olduğunu nasıl bilebilirim? Siz polissiniz, bense bir sürücü. Doğru mu?”
“Doğru!”
Gece bastırdı, karanlık ve ağır. Ay ancak sabaha doğru yükseliyor. Geyikler karanlığa rağmen iyi yol alıyorlar. Daha hiç kimseyle karşılaşmadık. Saat 1:00’da aniden parlak bir ışık çemberine girdik ve durduk. Yolun kenarında parlak bir ateş yanıyordu; biri büyük diğeri küçük iki kişi ateşin etrafında oturuyordu. Bir kapta su kaynıyordu ve bir Ostyak oğlan çay kalıbından[6] dildiği çay yongalarını kaynayan suya atıyordu.
Işık çemberine girdik ve kızağımız kuşatıcı karanlık içinde derhal kayboldu. Konuşulan dilin bir tek sözcüğünü dahi anlamıyordum. Nikifor oğlandan bir kupa aldı, içine bir avuç kar koydu ve bir dakikalığına kaynayan suya batırdı; sonra bir avuç daha koydu ve kupayı tekrar suya batırdı. Bu karanlık kuzey ıssızının derinliklerinde, sanki ateşte esrarengiz bir ilaç hazırlıyor gibiydi. Ardından büyük bir şevk ve istekle içti.
Geyiklerimiz yorulmuş görünüyorlar. Her durduğumuzda yan yana uzanıyor ve kar yiyorlar.
* * *
Öğleden sonra 2:00 civarında Şominsk Yurts’a vardık. Burada dinlenmeye ve geyiklerimizi beslemeye karar verdik. Buradaki yurtlar göçebe konutları değil, yerleşik kütük kulübeler. Ama bunlarla Tobolsk anayolunda kaldıklarımız arasında muazzam bir fark var. Bu yurtlar aslında, Rus tipi bir tuğla sobası, semaveri ve sandalyeleri olan, sıradan Sibirya mujik evlerinden biraz daha kirli ve daha yoksul, iki odalı köylü izbeleri. Burada yalnızca bir “oda” var, soba yerine ilkel bir ocak bulunuyor, herhangi bir mobilya yok, alçak bir giriş kapısı ve pencere camı yerine kalın bir buz dilimi var. Buna rağmen, gusumu, pöstekimi ve kisi’mi çıkarır çıkarmaz, yaşlı bir Ostyak kadının kurutmak için hemen ocağa asmasına şaşırdım. Neredeyse yirmi dört saattir hiçbir şey yememiştim.
Ren geyiği postu örtülmüş sedirde oturmak, Nikita’nın soğuk kızarmış dana etini yemek ve çayımı beklemek hoş bir duyguydu. Bir bardak brendi içtim, hafiften başım döndü ve sanki yolculuğumuz çoktan sona ermiş gibi hissettim. Kırmızı kordelâlı uzun örgülü saçlı genç bir Ostyak yataktan indi ve geyiklerimizi beslemek için dışarı çıktı.
“Onlara ne verecek?”
“Yosun. Onları yosun yetişen bir yere salacak ve hayvanlar da yosunu karın altından bulup çıkaracaklar, merak etme. Bir çukur kazarlar ve içine uzanıp doyasıya tıkınırlar. Bir geyik daha fazlasını istemez.”
“Ekmek yemezler mi?”
“Daha küçükken onları ekmeğe alıştırmazsan yosun dışında bir şey yemezler, bu da genellikle yapılmaz.”
Yaşlı kadın ateşe biraz daha odun attı ve daha sonra genç bir Ostyak kadını uyandırdı. Kadın kendisini görmemem için yüzünü başörtüsüyle örterek, Nikifor’un Ourvi’ye kadar bize eşlik etmesi için iki rubleye tuttuğu genç bir adam olan kocasına yardım etmek için dışarı çıktı. Ostyaklar korkunç tembel tipler, tüm işleri kadınlar yapıyor. Bu yalnızca ev işleri için geçerli değil; pek çok Ostyak kadın tüfek taşıyor ve sincap ve samur avlamaya gidiyor. Tobolsk’taki bir orman memuru bana Ostyakların avareliklerine ve karılarına karşı tutumlarına dair olağanüstü hikâyeler anlatmıştı. Kendisi Tobolsk bölgesinin “tumani” denen en ücra köşelerini dolaşmak zorundaymış. Genç Ostyakları günlüğü üç rubleden rehber olarak kiralamayı adet edinmiş. Ve bu genç Ostyakların her biri, “tumani”de karısıyla ya da eğer bekârsa annesi veya kız kardeşiyle eşlik etmeye alışkınmış. Bütün bagajı kadın taşırmış; bir balta, tencere, erzakla dolu bir çanta. Adam sadece kemerine taktığı bıçağını taşırmış. Dinlenmek için durduklarında kadın bir yer açar, onu rahat ettirmek için kocasının kemerini alır, ateş yakar ve çay hazırlarmış. Adam piposunu içmekten ve beklemekten başka hiçbir şey yapmazmış.
Çay hazırdı ve ben iştahla fincanı dudaklarıma götürüyordum. Ama su dayanılmaz bir şekilde balık kokuyordu. Fincana iki kaşık dolusu kliukva özü koydum ve ancak o zaman içebildim.
“Bundan rahatsız olmuyor musun?” diye sordum Nikifor’a.
“Hayır, biz balıktan rahatsız olmayız, onu ağdan alıp daha elimizde sıçrarken çiğ çiğ yeriz. Daha lezzetli bir şey olamaz.”
Genç Ostyak kadın tekrar odaya girdi, yine yüzünü yarı-örterek ve ocağın yanında oturarak, gayri ihtiyari bir biçimde elbisesine çekidüzen verdi. Ardından kocası geldi ve Nikifor’u geçerek bana elli sincap kürkü satmayı teklif etti.
“Ona Obdorsklu bir tüccar olduğunuzu söyledim, bu yüzden almanızı istiyor” diye açıkladı Nikifor.
“Ona dönüşte uğrayacağımı, şimdi almamın anlamı olmadığını söyle.”
Çayımızı ve sigaramızı içtik. Nikifor geyikler beslenirken uyumak için sedire uzandı. Ben de uzanıp uyumak için yanıp tutuşuyordum ama sabaha kadar uyumaktan korkuyordum; bunun yerine, defterimi ve kalemimi çıkardım ve yolculuğun ilk yirmi dört saatine dair izlenimlerimi yazmak üzere ocağın yanına yerleştim. Herşey ne kadar kolay, ne kadar güzel gidiyordu! Çok güzel, belki.… Saat dörtte iki sürücüyü uyandırdım ve oradan ayrıldık.
“Görüyorum ki, Ostyak erkeklerin de kadınlar gibi kurdelâlı saçları ve yüzükleri var; galiba yılda bir kereden daha fazla örmüyorlar onları?”
“Saç örgülerini mi?” dedi Nikifor. “Yo hayır, onları sık sık örerler. Sarhoş olduklarında, hep birbirlerinin örgülerine yapışırlar. İçerler, içerler, sonra aniden, hop!, birisini örgülerinden yakalarlar. Daha zayıf olan “bırak beni” der. Öteki de bırakır. Sonra yine birlikte içerler. Birbirlerine asla kızmazlar, buna elleri varmaz.”
Şominsk Yurts’tan sonra Sosva Nehrine ulaştık. Yol bazen nehri izliyor, bazen de ormanın içinden geçiyor. Keskin, insanın içine işleyen bir rüzgar esiyor ve ben bu notları güçlükle yazıyorum. Kayın korusuyla nehir yatağı arasındaki açık kırsal alandan ilerliyoruz. Yol öldürücü. Geriye baktığımda, kızağımızın bıraktığı izlerin nasıl hemen karla kaplandığını görüyorum. Üçüncü geyik tökezleyerek, karnına kadar kara gömülerek, umutsuz bir dizi sıçramayla yola geri dönerek, ortadaki geyiği iterek ve öndekini yoldan çıkararak ilerliyor. Buz tutmuş nehirde ya da donmuş bataklıkta giderken, yürüyüş hızıyla ilerlemek zorundayız. Hepsinden kötüsü, “önder”imiz –hiçbir yerde emsali olmayan o aynı hayvan– sakatlandı. Bu korkunç yolda arka ayağını sürüyerek sadık bir şekilde devam ediyor ve yalnız öne eğik başı ve koşarken biraz kar yalamaya çalıştığı sarkmış dili ne zor anlar geçirdiğini gösteriyor.
Yol ansızın aşağı düştü ve kendimizi bir buçuk arşın yüksekliğindeki iki kardan duvar arasında bulduk. Geyikler birbirlerine girdiler, kenardaki ikisi yanları üzerinde ortadakini taşıyormuş gibi görünüyordu. Önderin ön ayağının kana bulandığı gözüme ilişti.
“Ben bir çeşit veterinerimdir, bilirsiniz” diye açıkladı Nikifor. “Siz uyurken onun biraz kan dökebileceğini düşündüm.”
Geyikleri durdurdu, kemerinden büyük bir sustalı bıçak çıkardı, onu dişleri arasında sımsıkı yuttu ve geyiğin kötü durumdaki bacağına yoklamaya başladı. “Anlayamıyorum, hiç anlayamıyorum” diye mırıldandı ve ayağın biraz üst kısmını bıçakla kazımaya başladı. Operasyon ilerlerken hayvan, bacaklarını yukarı çekip, hiç ses çıkarmadan yatıyordu. Bittiğinde, yaralı bacağı üzerindeki kanı üzgün üzgün yaladı. Kan lekesi kar üzerinde belirgin bir iz bıraktı ve durduğumuz yeri açıkça belli etti. Ostyağın geyiklerinin bizim kızağımıza koşulmasında, bizim hayvanlarımızınsa onun hafif kızağını çekmesinde ısrarcı oldum. Zavallı sakat önder arkaya bağlandı.
Şominsk Yurts’tan ayrıldıktan sonra yaklaşık beş saat yolculuk yaptık ve Ourvi’ye gitmek için bir beş saat daha var; Semyon Pantiuty adında zengin bir geyik yetiştiricisinin evinde geyiklerimizi değiştirebileceğiz ancak. Peki hayvanlarını böyle uzun bir yolculuk için bize kiralamayı kabul edecek mi? Konuyu Nikifor’la tartışıyorum. Belki de Semyon’dan üçer geyikli iki takım hayvan satın almak zorunda kalacağız? “İyi, ne var bunda?” diyor Nikifor meydan okurcasına “öyleyse alırız!” Benim yolculuk yöntemim onu tıpkı Phineas Fogg yolculuklarının beni bir zamanlar etkilediği gibi etkilemiş görünüyor. Hatırlarsan, Phineas Fogg filler ve buharlı gemiler alıyordu ve yakıt azaldığında treninin tüm tahta kısımlarını lokomotif kazanına atıyordu. (s.447) Yeni güçlükler ve harcamalara endişelenen Nikifor, içkinin etkisindeyken, yani hemen her zaman, zaptedilemez oluyor. Bana tümüyle katılıyor, kurnazca göz yumuyor ve şöyle diyor: “Eveet, bu bize epey paraya mal olacak … ama bize vız gelir, bize.… Paranın bizim için önemi yok. Hayvanlar? Ölürlerse ölsünler, yenilerini alırız. Bir hayvanı kaybetmeyi niçin dert edeyim ki? Koşabildiği halde, diyebilirim, asla … onu koşturmam. Ho ho! İstediğimiz tek şey oraya ulaşmak. Haklı mıyım?”
“Haklısın!”
“Eğer Nikifor sizi oraya götürmezse, kimse götürmez. Amcam Mihail Osipoviç (o iyi bir mujiktir) bana şöyle dedi: «Nikifor, bu tipi mi götüreceksin? Götür o zaman. İstersen benim sürümden altı hayvan al. Bedava.» Suslikov ise, kendisi orduda onbaşıdır, şunu dedi: «Onu sen mi götürüyorsun? Şu beş rubleyi al o zaman» dedi.”
“Niye sana beş ruble verdi?”
“Sizi götürmem için.”
“Bu yüzden olduğuna emin misin? Niye umursasın?”
“Yemin ederim ki bu yüzdendi. O kardeşleri sever, Suslikov yani, onlar için herşeyi yapar. Çünkü, açık olalım, siz kimin tarafındasınız? Toplumun, yoksul halkın, siz bunlar için varsınız. «Şu beş rubleyi al» dedi «onu götür, dualarım senin için. Bu işe başımı koyarım» dedi.”
Yol ormana giriyor ve derhal düzeliyor; ağaçlar onu karın birikmesinden koruyor. Güneş gökyüzünün tepesinde, orman sakin ve ben öyle ısındım ki, gusumu çıkarıp sadece pöstekimle duruyorum. Şominskli Ostyak devamlı arkada kalıyor ve onu beklemek zorunda kalıyoruz. Çam ağaçları her yanımızı kuşatıyor. Dalsız muazzam uzunluktaki gövdeleri ta tepeye kadar uzanıyor, parlak yeşil ve mum gibi dümdüzler. Eski, güzel bir parktan geçiyormuş izlenimine kapılıyorsun. Tam bir sessizlik hakim; ancak nadiren, kardan seçilemeyen bir çift beyaz bataklık tavuğu[7] havalanıyor ve ormanın derinliklerine uçuyor. Sonra çam ormanı aniden bitiyor, yol nehre doğru aşırı derecede dik bir biçimde iniyor, birden alabora oluyoruz, toparlanıyoruz, Sosva’yı geçiyoruz ve açık alandan devam ediyoruz. Birkaç cılız kayın ağacı kardan başını çıkarmış. Bataklığın karşısına geçmeliyiz.
“Kaç verst yaptık?” diye soruyorum Nikifor’a.
“Yaklaşık 300 sanırım. Ama kim bilir? Bu civarda verstleri kim ölçmüş ki? Başmelek Mikail’den başka hiç kimse.… «Yaşlı bir kadın koltuk değneğiyle ölçmeye başlamış, ama çok geçmeden vazgeçmiş» derler. Boş verin, bayım, bir üç gün daha, sonra maden ocaklarındayız, tabii hava izin verirse. Bazen buralarda hava berbat olur.… Bir keresinde Lyapin yakınlarında kar fırtınasına yakalandım, üç günde üç verstten fazla gidemedim, Tanrı bizi korusun.”
Şu anda Malye Ourvi’deyiz. Üç-dört perişan yurt, sadece birinde insan yaşıyor. Yirmi yıl önce belki de tamamen insanlarla doluydular. Ostyaklar korkunç bir hızla ortadan kayboluyorlar.… On verst sonra Bolşie Ourvi’de olacağız. Semyon Pantiuy orada olacak mı? Geyiklerimizi değiştirecek mi? Bizimkiler tamamen kullanılamaz hale geldiler.
* * *
Başımız dertte! Ourvi’de hiç mujik yok, çadırlarda yoklar, iki geyik kaçıyor; birkaç verst geri gitmemiz ve sonra sapmamız gerekiyor. Malye Ourvi’de durup sormuş olsaydık, birkaç saat kazanacaktık. Birkaç kadın sakat liderimizi değiştirmek için bize bir geyik bulmaya çalışırken, umutsuzluğa çalan bir ruh hali içinde bekledim. Her yerde ve her zaman olduğu gibi, Ourvi kadınları bir içki nöbetinden ayılıyorlar ve ben erzağımızı açmaya başladığımda votka istiyorlardı. Rusçayı, Ziryan dilini ve “aşağı” ve “yukarı” denen birbirinden tümüyle farklı olan iki Ostyak lehçesini aynı derecede akıcı konuşan Nikifor aracılığıyla onlarla sohbet ediyorum. Yerli Ostyaklar tek kelime Rusça bilmiyorlar; buna rağmen Rusça küfürler Ostyak dilinin temel kısmını oluşturuyor. Bu küfürler ve devlet tekelindeki votka, yerlilere Rus kültürünün en aşikâr armağanı. Anlaşılmaz seslerin ortasında, hiç kimsenin Rusça “merhaba” bile diyemediği bir ülkede, mükemmelen ve en ufak bir aksan olmaksızın telâffuz edilen bildik edepsizce sözler aniden bir göktaşı gibi geçiveriyor.
Ara sıra Ostyaklara ve kadınlarına sigara sunuyorum. Saygı dolu bir horgörüyle içiyorlar bunları. Neredeyse saf ispirtonun ateşiyle tavlanmış damakları, benim yoksul armağanlarıma oldukça duyarsız. Uygarlığın tüm ürünlerini takdir eden Nikifor bile, sigaralarımı ilgiye değmez bulduğunu itiraf etti. Düşüncesini, “bu ata daha sert yulaf gerek” diyerek açıkladı.
Çadırlara doğru ilerliyoruz. Burası ne kadar da vahşi! Geyiklerimiz yoldan çıkıp kar yığınına sapıyorlar, bu eski çağlardan kalma ormanın ağaçları arasında tökezliyorlar ve ben sürücümün doğru yolu nasıl bulabileceğini bilemiyorum. Tıpkı geyiklerin boynuzlarını çam ve köknar dalları arasından hayret verici bir şekilde geçirmeleri gibi, onun da bu konuda özel bir duyusu var. Ourvi’de bize verdikleri yeni önderin kocaman boynuzları var, en az beş-altı karış uzunluğunda. Yol pek iyi olmamanın yanı sıra, adım başı dallarla da kapanmış. Bunu gören birisi boynuzların bunlara kesin takılacağını düşünür. Ama son anda, hayvan, başıyla hayret verici bir hareket yapıyor ve bir tek çam iğnesine bile zarar vermeden dallardan kaçmayı başarıyor. Uzun süre bu manevraları izledim ve bunlar bana sonsuz derecede esrarengiz göründü, tıpkı saf içgüdünün tüm göstergelerinin bizim muhakeme yürüten beynimize göründüğü gibi.
* * *
Sorunlar artıyor! Yaşlı adam, çalışanlarından biriyle, geyiklerinden bir kısmını bırakmış olduğu bir yaz kampına gitti. Her an geri dönmesi bekleniyor, ama tam olarak ne zaman döneceğini kimse bilmiyor. Üst dudağı ortasından yarık genç bir çocuk olan oğlu, onun yokluğunda bizimle görüşmeye cesaret edemiyor. Beklemek zorundayız. Nikifor geyiklerimizi otlamaları, daha doğrusu yosun yemeleri için dışarı saldı ve oradaki sürüyle karışmamalarından emin olmak için, hayvanların geri kısmındaki kürklerine bıçağıyla adının baş harflerini kazıdı. Sonra, uzun yolculuk yüzünden çok kötü sarsılmış olan kızağımızı onardı. Bense umutsuzluk içinde açık alanda yürüdüm, sonra da çadıra girdim. Üç-dört yaşlarındaki tamamen çıplak bir küçük oğlan, genç bir Ostyak kadının kucağında oturuyordu; annesi onu giydiriyordu. Sıfırın altında kırk-elli derecedeki bu kulübelerde çocuklarla birlikte nasıl yaşıyorlar? “Gece olduğunda çok da kötü değil” diye açıklıyor Nikifor, “bir kürk yığınının içine gömülürler ve uyurlar. Çadırlarda çok kışladım, bilirsin. Bir Ostyak gece için soyunur, sonra kürklerin arasına çıkar. Uyumak tamam da, kalkmak çok kötü. Nefesin elbiselerini baltayla kesilecek kadar sertleştirir.… Kalkmak kötü.” Genç kadın küçük oğlanı malitsasının eteğine sardı ve onu memesine yapıştırdı. Burada çocukları beş-altı yaşına kadar emziriyorlar.
Ocakta biraz su kaynattım. Bir şey demeye kalmadan, Nikifor kutumdan avcuna (Tanrım, ne avuç ama!) biraz çay dökmüş ve bunları çaydanlığa atmıştı bile. Karşı çıkmak istemedim ve şimdi, pek çok şey görmüş ama uzun süredir hiç sabun görmemiş bir elle temas etmiş bu çayı içmek zorundaydım.
Ostyak kadın oğlunu doyurmayı bitirdi, onu yıkadı, ince odun talaşıyla kuruladı, giydirdi ve çadırın dışına bıraktı. Onun çocuğa şefkatle davranışından çok etkilendim. Şu anda geyik postlarından bir malitsa dikiyor, iplik olarak ise geyik damarlarını kullanıyor. İş sadece sağlam değil, hiç tartışmasız şık da. Paltonun bütün kenarları beyaz ve koyu renk geyik kürkü parçalarından yapılmış desenlerle süslü. Tüm dikiş yerlerine kırmızı bezden bir şerit geçirilmiş. Bütün aile üyeleri, ev kadınlarının yaptığı pimi, malitsi ve gusi’yi giyiyor. Bütün bunlara ne muazzam bir emek gidiyor!
En büyük erkek çocuk, iki yıldan fazla bir süredir, çadırın köşesinde hasta halde yatıyor. Bulabildiği yerden çok miktarda ilaç alıyor ve kışı burada, çatısı delinmiş çadırda geçiriyor. Hasta adam alışılmadık derecede zeki bir yüze sahip; hastalık bu yüzde düşünce izlerine benzer çizgiler kazımış. Kürk almak için gelmiş olan Berezovlu genç tüccar Dobrovolski’nin bir ay önce burada, Ourvi Ostyakları arasında öldüğünü anımsıyorum. Ölmeden önce hiçbir yardım olmaksızın, günlerce ateşler içinde kıvranmış …
Kendisini beklediğimiz yaşlı Pantiuy’un yaklaşık 500 geyiği var. Bütün bu kırsal bölgede servetiyle tanınıyor. Burada geyik herşey demek; yiyecek, elbise, ulaşım. Birkaç yıl önce bir geyiğin fiyatı altı ilâ sekiz ruble arasındaydı, şimdi on ilâ on beş ruble civarında. Nikifor bunu yüzlerce hayvanın ölümüne neden olan aralıksız salgınlara bağlıyor.
* * *
Hava hızla kararıyor. Hiç kimsenin akşam karanlığından önce bizim için geyikleri yakalamayacağı benim için aşikâr, ama umudumu kesmek istemiyorum ve yaşlı adamı, belki de uzun hayatı boyunca hiç kimsenin beklemediği kadar büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum. İşçileriyle birlikte sonunda geldiğinde, hava çoktan kararmıştı. Hiç acele etmeksizin çadıra girdi, bizi selâmladı ve ocağın yanına oturdu. Zeki ve etkileyici yüzü, beni alabildiğine şaşırttı. Belli ki, sahip olduğu beş yüz geyik onun baştan ayağa bir kral gibi görünmesine neden oluyordu.
“Ona söylemeyecek misin?” diye hafifçe dürttüm Nikifor’u. “Boşa harcanan zaman neye yarar!”
“Daha erken, önce yemek yesinler.”
Uzun, geniş omuzlu bir mujik olan işçi içeri girdi, genizden çıkardığı bir sesle bizi selâmladı, ıslak giysilerini bir köşede değiştirdi ve ateşe doğru yürüdü. Ne korkunç bir yüz! Burun tamamen yok olmuş, üst dudak yukarı fırlamış, ağız her zaman yarı-açık, beyaz, güçlü dişler görünüyor. Bu talihsiz adamdan korkup öteki tarafa döndüm.
“Belki de onlara biraz ispirto sunma zamanı geldi?” diye sordum, bu konularda otoritesine saygı duyduğum Nikifor’a.
“Bunun için daha iyi bir zaman olamazdı” diyerek aynı fikirde olduğunu ifade etti.
Şişeyi çıkardım. Yaşlı adam geri döndüğünden beri yüzünü gizlemeye başlayan gelin, bir parça ağaç kabuğunu meşale gibi kullanarak ateşte tutuşturdu ve bir sandığın içinden metal bir içki bardağı bulup çıkardı. Nikifor gömleğinin ucuyla içki bardağını sildi ve onu ağzına kadar doldurdu. İlk kadeh yaşlı adama sunuldu. Nikifor ona bunun 95 derecelik ispirto olduğunu söyledi; yaşlı adam ciddi bir tavırla başını salladı ve büyük bardağı bir yudumda boşalttı; yüzündeki hiçbir kas oynamadı. Sonra daha genç olan oğlan, yarık dudaklı olan, bir dolu bardak aldı; kendisini içmek için zorladı, saf yüzünü buruşturdu ve ardından uzun süre ateşe tükürüp durdu. Daha sonra işçi içti ve başını kontrol dışı bir o yana bir bu yana sallamaya başladı. Daha sonra bardak hasta adama sunuldu; o içmeyi başaramadı ve bardağı geri verdi. Nikifor, ürünün kalitesini göstermek için, geri kalanı ateşe döktü: alkol parlak bir alevle yandı.
“Taak”[8] dedi yaşlı adam sakin bir şekilde.
“Taak” diye onayladı oğlu, ağzından uzun bir tükürük fıskiyesi çıkararak.
“Saka taak”[9] diye ekledi işçi.
Sonra Nikifor bir içki aldı ve bunun çok sert olduğuna karar verdi. İspirto çayla seyreltildi. Nikifor şişenin ağzını parmağıyla kapadı ve onu çalkaladı. Herkes diğer içkiden içti. Sonra onu bir kez daha seyrelttiler ve bir daha içtiler. Sonunda Nikifor işimizi açıklamaya başladı.
“Saka hosa” dedi yaşlı adam.
“Hosa, saka kosa” diye söze karıştı diğerleri.
“Ne diyorlar?” diye sordum sabırsızlıkla.
“Çok uzak diyorlar.… Maden ocaklarına otuz ruble istiyor.”
“Niyaksimvol’e kadar gitmek için ne istiyor?”
Nikifor bir şey mırıldandı, belli ki hoşuna gitmemişti (bunun nedenini daha sonra öğrenecektim), ama sorumu yaşlı adama tercüme etti ve yanıtladı: “Niyaksimvol’e on üç ruble, maden ocaklarına otuz ruble.”
“İyi, bizim için geyikleri ne zaman toplayacaklar?”
“Gün ağarır ağarmaz.”
“Niye şimdi değil?”
Nikifor alaylı bir bakışla sorumu tercüme etti. Herkes güldü ve olumsuz bir şekilde başını salladı. Gece molasının kaçınılmaz olduğunu anladım ve temiz havaya çıktım. Hava sakin ve ılıktı. Açık alanda yarım saat yürüdüm ve sonra uyumak için kızağımıza uzandım.
Pöstekimi ve gusumu giyerek, tıpkı kürkten yapılmış bir hayvan inindeymiş gibi yattım. Çadırın üstündeki dairesel bir gökyüzü parçası, sönmekte olan ateşin ışığıyla aydınlanmıştı.
Her yerde tam bir sükûnet. Yıldızlar yüksekte asılı duruyor ve gökyüzünü aydınlatıyor. Ağaçlar hareketsiz duruyor. Nefesimden hafifçe ıslanan geyik kürklerinin kokusu biraz boğucu, ama sıcaklık tatlı, gecenin sessizliğinin hipnotize edici bir etkisi var ve ben mujikleri gün ağardığında uyandırma ve olabildiğince erken yola çıkma kesin kararıyla uyuya kaldım. Öyle çok zaman kaybettik ki! Bir felâket!
* * *
Çeşitli defalar bir sıçramayla uyandım. 4:00’dan hemen sonra, gökyüzü aydınlanmaya başladığında çadıra girdim, el yordamıyla Nikifor’a doğru gittim ve onu uyandırmak için dürttüm. O da diğerlerini uyandırdı. Soğuk kışların orman hayatının bu insanlar üzerinde iz bıraktığı açık: kalktıktan sonra öksürdüler ve uzun süre yere tükürdüler, manzarayı seyretmeye daha fazla devam edemedim ve temiz havaya çıktım. Çadırın girişinde on yaşlarında bir oğlan kirli ellerine ağzından su döküyor ve ardından ellerini kirli yüzüne sürüyordu; bu işlemi tamamladıktan sonra, bir avuç odun talaşıyla kendisini özenle kuruladı.
Hemen sonra, burunsuz işçi ve yarık dudaklı oğlan, geyikleri toplamak üzere, köpekler eşliğindeki kayaklar üzerinde harekete geçtiler. İlk hayvan grubu çadıra yaklaşmadan önce adamakıllı yarım saat geçti.
“Tamam o halde” dedi Nikifor, “bütün sürü bir dakika içinde burada olur.”
Fakat hal böyle değildi. Alanda yeterli sayıda geyik toplanana dek iki saat geçti. Çadırın etrafında rahat rahat dolaşıyorlar, ağızlarıyla karı eşeliyorlar, guruplar halinde toplanıyorlar ve yatıyorlardı. Güneş ormanın üzerinde çoktan yükselmişti ve karla kaplı alanın üzerinde parlıyordu. İrili ufaklı, açıklı koyulu, boynuzlu boynuzsuz geyik siluetleri, karda çarpıcı bir şekilde duruyordu. Gerçekdışı görünen ve asla unutmayacağım olağanüstü bir görüntüydü bu. Geyikler köpeklerle kontrol ediliyor. Bu küçük, kabarık tüylü yaratıklar, geyikler çadırdan uzaklaştıkça, elli ya da daha kalabalık geyik gruplarının üzerine hızla atılıyorlar ve paniğe kapılan kocaman hayvanlar hemen geri dönüyorlar.
Ama bu bile zaman kaybı düşüncesini uzaklaştırmaya yetmiyordu. Bugünün, yani Devlet Dumasının açılış gününün benim için talihsiz bir gün olduğu anlaşılıyor. Sürünün toplanmasının tamamlanmasını telaşlı bir sabırsızlıkla bekledim. Saat çoktan 9:00’u geçmişti, fakat sürünün tamamı henüz orada değildi. Yirmi dört saat kaybetmiştik; belli ki 11:00’dan ya da öğle vaktinden önce buradan ayrılamayacaktık, ve sonrasında, neredeyse olmayan bir yoldan yirmi ilâ otuz verstlik bir Ourvi’ye geri dönüş yolculuğu vardı. İşler kötü giderse, beni gece bastırmadan yakalayabilirlerdi. Polis benim oradan ayrıldığımı bir gün sonra fark etmişse ve izlediğimiz yolu açığa çıkarmak üzere Nikifor’un sayısız içki arkadaşlarından birine ulaşmışsa, on dokuzu gecesi bir arama ekibi yola çıkabilirdi. 300 verstten fazla yol almamıştık. Bu fark yirmi dört ilâ otuz altı saatte kapanabilirdi. Başka bir deyişle, düşmana bizi yakalaması için yeterli zamanı neredeyse vermiştik. Şimdiki gecikme ölümcül olabilirdi.
Nikifor’u azarlamaya başladım. Önceki gece ona gitmemiz ve yaşlı adamı beklemek yerine aramamız gerektiğini söylememiş miydim? Bütün geceyi harcamaktansa birkaç ruble fazla ödemeliydik. Kendim Ostyak dilini konuşabilseydim, bunu hallederdim … ama bunu Nikifor’un yapması gerekiyordu, bu onun işiydi vs. vs.
Nikifor önüme geçip asık suratla bana baktı.
“Sabahtan önce işe başlamak istemediklerinde onlara kim ne yapabilirdi? Ayrıca geyikleri de berbat durumda ve aşırı beslenmişler, gecenin yarısında onları toplamak ümitsizdi. Ama hiç korkmayın” diye ekledi birden, gözünü bana dikerek, “oraya ulaşacağız!”
“Emin misin?”
“Oraya ulaşacağız!”
Birden ben de herşeyin iyi gideceğine, oraya ulaşacağımıza ikna oldum. Çok geçmeden alan geyiklerle doldu ve kayaklar üzerindeki iki Ostyak ağaçlar arasından göründü.
* * *
“Bakın, şimdi geyikleri yakalayacaklar” dedi Nikifor.
Ostaklardan birinin bir kement tutuğunu gördüm. Yaşlı adam yavaşça sol kolu üzerinde ilmik hazırladı. Sonra üçü gürültülü seslerle birbirleriyle konuştular, anlaşılan bir plan hazırlamış ve ilk kurbanı seçmişlerdi. Nikifor da plana dahil edildi. Onun görevi, dörtnala giden başka bir geyik grubunu yaşlı adamla oğlu arasındaki geniş boşluğa yöneltmekti. İşçi biraz daha ileride duruyordu. Ürken hayvanlar, bir baş ve boynuz seli halinde, kitlesel olarak koşuyorlardı. Yaşlı adam seldeki ufacık bir noktayı izliyormuş gibi görünüyordu. Şimdi! Yaşlı adam kemendini fırlattı ve düş kırıklığı içinde başını salladı. Şimdi! Genç Ostyak da isabet ettiremedi. Ama geyik selinin ortasındaki açıklıkta duran burunsuz adam, ben onun el hareketlerini izlerken öyle kendine güvenli, öyle güçlü bakıyordu ki, onun başaracağından emindim. Bütün geyikler ipten kurtuldu, ama büyük, beyaz bir hayvan, iki-üç sıçrayış yaptıktan sonra durdu ve debelenip oracıkta dönmeye başladı: kement onu boynundan ve boynuzlarından yakalamıştı.
Nikifor bana yakalanan hayvanın geyiklerin en kurnazı olduğunu, en gerekli olduğu anda bütün sürüyü alıp götürerek sürekli sıkıntı yarattığını söyledi. Şimdi beyaz asi bağlanmıştı ve işler daha düzgün gidecekti. Ostyaklar tekrar kementlerini kavradılar, sol kollarına doladılar ve yeni bir hareket planı hazırlayarak, gürültülü bir şekilde karşılıklı işaretleştiler. Ben de avın karşı konulmaz tutkusuna kapılmıştım. Nikifor, onların şimdi oradaki kısa boynuzlu büyük vajenka’yı yakalayacaklarını söyledi ve ben de askeri operasyonlara katıldım. Bir grup geyiği üç adamın kementleriyle bekledikleri yere doğru sürmeye başladık. Ama vejenka onu neyin beklediğini biliyor gibiydi. Yana doğru fırladı, eğer köpekler peşinden gitmeselerdi, ormanda gözden kaybolacaktı. Kuşatma harekâtı tamamlanmıştı. Doğru hareketi yapmayı ve vajenka’nın boynuna ilmiği fırlatmayı başaran bu kez yine burunsuz adamdı.
“Bu geyik kısırdır, hiç yavrusu olmadı” diye açıkladı Nikifor, “bu iş için özellikle iyi olmasının nedeni bu.”
Av, uzun sürmesine rağmen heyecan vericiydi. Gerçek bir hayvan görünümündeki bu kocaman vajenka, iki kementle hemen yakalandı. Sonra, ormana kaçmak isteyen geyik grubu yüzünden geçici bir ara verildi. İşçi ve genç oğlan bir kez daha kayaklarıyla harekete geçtiler ve yarım saat kadar beklemek zorunda kaldık. Sonuna doğru işler daha iyi gitti ve ortak çabayla, yedisi Nikifor ve benim için, altısı ev sahiplerimiz için olmak üzere on üç geyik yakalamayı becerdik. Sonunda, yaklaşık 11:00 sularında, her biri üç geyik tarafından çekilen dört kızakla Ourvi’ye doğru yola çıktık. Ostyak işçi maden ocaklarına kadar bize eşlik edecekti. Yedinci, yani yedek geyik, onun kızağının arkasına bağlıydı.
* * *
Çadır köyüne giderken Ourvi’de arkada bıraktığımız sakat hayvan asla iyileşmedi. Karda gevşekçe yatıyor ve kementsiz yakalanmasına ses çıkarmıyordu. Nikifor bir kez daha kanını aldı, ama boşuna. Ostyaklar ona bacağı yerinden çıkarması gerektiğini söylediler. Nikifor bir müddet ne yapacağını bilmeden geyiğin yanında durdu ve sonra, yemeleri için onu yerlilerden birine sekiz rubleye sattı. Adam zavallı hayvanı bir iple sürükleyerek götürdü. “Dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri olmayan” bu hayvanın hüzünlü sonu böyleydi. Nikifor, garip bir şekilde, hayvanı benim rızamı almaksızın sattı; oysa anlaşmamız, ancak beni gideceğim yere sağ salim teslim ettikten sonra geyiklerin onun olacağı şeklindeydi. Bir kasabın bana böyle iyi hizmet etmiş bir hayvanı alıp götürmesine izin vermeyi hiç istemiyordum, ama itiraz etme cesaretim yoktu. İşlemi tamamlayan Nikifor bana döndü, parayı kendi para kesesine koydu ve şöyle dedi: “On iki ruble zarardayız.” Ne komik bir adam bu! Geyiklerin parasını ödeyenin ben olduğumu, tüm yol boyunca beni taşıyacaklarına dair garanti vereninse o olduğunu unuttu. Şimdi, yalnızca 300 verst sonra yeni bir tane kiralamak zorundayım.
Bugün hava öyle ılık ki, buzlar hafiften erimeye başladı. Kar yumuşadı ve geyiklerin ayakları ıslak topakları her yöne sıçratıyor. Bu geyiğin koşmasını güçleştiriyor. “Önder”imiz tek boynuzlu ve oldukça vasat görünümlü bir hayvan. Harıl harıl çalışan kısır vajenka, sağda. Onların arasındaki, şişman, çok büyük olmayan, daha önce hiç arabaya koşulmamış genç bir hayvan. Sağa ve sola eşlik ederek görevini dikkatle yerine getiriyor. Ostyak, önde, benim bagajımla yüklü bir kızağı sürüyor. Malitsasının üstüne, beyaz kar, gri orman, gri geyikler ve gri gökyüzünden oluşan fon karşısında saçma ve de apaçık sırıtan bir renk yaması oluşturan parlak kırmızı bir önlük giyiyor.
Yol öyle zorlu ki, öndeki kızağın koşum kayışları iki kez koptu: kızakların ayakları her molada donup yola yapışıyor ve kızakları hareket ettirmek çok güç. Sadece iki “koşu”nun ardından, geyikler açıkça görünür şekilde yoruluyorlar.
“Bir çay içmek için Nildinsk Yurts’ta durur muyuz?” diye sordu Nikifor. “Sonraki yurtlar çok uzakta.”
Her iki sürücünün de çay istediğini anladım ama Ourvi’de kaybettiğimiz yirmi dört saatten sonra daha fazla zaman kaybetmek istemiyordum. Duramayacağımızı söyledim.
“Patron sizsiniz” dedi Nikifor ve kısır vajenka’yı kızgın bir şekilde dürttü.
* * *
Sessizlik içinde kırk verst daha yol aldık. Nikifor ayıkken asık suratlı ve suskun. Hava soğumaya başladı, yol buzlandı ve serleşti. Sangi-tur-poul’de durmaya karar verdik. Buradaki yurt harika, banklar ve Amerikan beziyle örtülü bir masa var. Akşam yemeğinde Nikifor, bana, bize hizmet eden kadınla burunsuz adamın konuşmasından parçalar tercüme etti ve ben pek çok ilginç şey öğrendim. Yaklaşık üç ay önce bu Ostyağın karısı kendisini asmış. Ve ne kullanmış? Bir dalın ucuna bağladığı, yıpranmış, eski bir kenevir ip. Adam diğer Ostyaklarla birlikte sincap avlamak için ormanda bulunuyormuş. Köydeki Ostyak polis, onu bulmaya gelmiş ve karısının çok hasta olduğunu söylemiş (aklımdan bir anda, öyleyse onlar da sana doğruyu hemen söylemezler diye geçti). Ostyak demiş ki: “Annesi ne işe yarıyor orada? Ocakta ateş yaksın, bu yüzden onu yanımıza aldık.” Ama polis gelmesi gerektiğinde ısrar etmiş. Koca çadıra gelmiş, ama karısı zaten “gidici” imiş. “Bu kaybettiği ikinci karısı” diyerek bitirdi Nikifor.
“Diğerinin de kendini öldürdüğünü söyleme bana!”
“Hayır o doğal şekilde, hastalıktan öldü.”
Bizim Ostyağın Ourvi’den ayrılırken, beni çok korkutarak, ağızdan hoşça kal öpücüğü verdiği iki tatlı çocuğun ilk karısından olan çocukları olduğu anlaşıldı. İkinciyle yaklaşık iki yıl yaşamış.
“Belki de kadını onunla zorla evlendirdiler? Senin sadece adama göz atman gerekir” dedim.
Nikifor sorup soruşturdu.
“Hayır, kadının ona kendi özgür iradesiyle geldiğini söylüyor. Sonra kadının yaşlı ailesine otuz ruble ödemiş ve ardından hep birlikte yaşamaya başlamışlar. Kimse kadının niçin kendini astığını bilmiyor.”
“Bunun genelde böyle olduğunu sanmıyorum, yoksa öyle mi?”
“Ostyaklar doğal bir ölümle ölmüyorlar mı demek istiyorsunuz? Niye öyle olsun, hep böyle ölürler. Geçen yaz, evimin yakınında, bir Ostyak kendini tüfekle vurdu.”
“Ne, kasten mi?”
“Hayır, kazara. Ve bir seferinde de, bizim bölgemizdeki bir polis kâtibi kendini vurdu. Nerede olduğunu asla tahmin edemezsiniz; polis kulesinin üzerinde! Ta tepeye tırmandı ve alın işte, sizi orospu çocukları dedi; sonra da kendini vurdu.”
“Ostyak mıydı?”
“Hayır, bir Rus tip, Nikita Mitrofanoviç Molodsovatov.”
***
Sangi-tur-poul’den ayrıldığımızda, gece yeni bastırmıştı. Buzların erimesi sona ereli epey olmuştu, ama hava daha da ısınmaya devam ediyordu. Yol mükemmeldi, yumuşak ama kuru; iyi iş gören bir yol dedi Nikifor. Geyikler yere sessizce basıyor ve kızakları hiç çaba harcamaksızın çekiyora benziyorlardı. Sonunda üçüncünün koşumları çıkarılmak ve arkaya bağlanmak zorunda kalındı; geyiklere yeterince yapacak iş olmadığında, bir oraya bir buraya sapmaya başlarlar ve sonunda kızağı parçalayabilirler. Kızak sarsıntısız ve sessiz bir şekilde, bir gölcüğün camvari yüzeyindeki bir kayık gibi yana kaydı. Artan karanlıkta, orman öncekinden çok daha devasa görünüyordu. Yolu göremiyordum ve kızağımın hareketini güçlükle hissediyordum. Sanki ağaçlar büyülüydü ve koşarak bize doğru geliyorlardı, çalılar kayıp gidiyordu, yaşlı ağaç kütükleri daha önce uçuşan karla kaplıydı; herşey esrarlı gibiydi. Varolan tek ses, geyiklerin hızlı, düzenli çu-çu-çu-çu nefes alıp vermeleriydi. Uzun zamandır unutulmuş binlerce ses, sessizliğin ortasında kafama doluşuyordu. Aniden, karanlık ormanın derinliklerinden keskin bir ıslık sesi işittim. Esrarlı ve sonsuz derecede uzaktan geliyor gibiydi. Ama bu yalnızca, bizim Ostyağın geyiğine verdiği işaretti. Sonra yine sessizlik, yine uzaktan ıslık sesi, yine karanlıktan karanlığa sessizce koşturan ağaçlar.
Uyku bastırmış halde, endişeli bir düşünce geldi aklıma. Ostyaklar benim zengin bir tüccar olduğumu sanıyorlardı. Ormanın derinliklerindeyiz, gece karanlık, elli verst boyunca ne bir adam ne bir köpek. Onları durduran ne…? Bereket, bir revolverim var. Ama Ostyağın kızağına bağlanmış olan bavulumda kilitli; şu anda bana tuhaf bir biçimde şüpheli görünen şu burunsuz Ostyağın. Gelecek molada revolverimi almam ve onu yanımda tutmam gerektiğine karar verdim.
Bizim kırmızı pelerin içindeki sürücümüz olağandışı bir yaratık. Burnunun olmayışı, koklama duyusunu hiç etkilemiyormuş gibi görünüyor; sanki yolun kokusunu alabiliyor. Her ağacı, her çalıyı tanıyor ve aynı efendisinin çadırında olduğu gibi ormanda da evindeki kadar rahat. Şu anda Nikifor’a bir şey söylüyor. Öyle görünüyor ki, tam burada karın altında biraz yosun olmalı; durup geyiklerimizi besleyebiliriz. Durduk ve koşumları çıkardık. Saat gece 3:00.
Nikifor, Ziryan geyiklerinin, bu Ostyak geyiklerinden farklı olarak, kurnaz olduğunu ve onları molada asla serbest bırakmayacağını, bağlı olarak besleyeceğini söylüyor. Bir geyiği serbest bırakmak dert değil diyor, ama ya onu istediğin zaman tekrar yakalayamazsan? Bununla birlikte Ostyak farklı düşünüyor ve şeref sözü verip hayvanlarını serbest bırakmak istiyor. Yüce düşünceliliği beni etkiledi, ama yine de biraz endişeyle hayvanların ağızlarına göz attım. Ya Ourvi çadır köyü etrafında yetişen yosun onları cezbederse? Bu gerçekten de can sıkıcı olurdu. Fakat, bir beyefendinin anlaşması temelinde hareket etmek için geyikleri serbest bırakmadan önce, iki sürücüm iki uzun çam kestiler ve bunları yaklaşık bir buçuk arşın uzunluğunda yedi parçaya böldüler. Engelleyici bir etki yapacağı düşünülen bu kütükler, her bir geyiğin boynuna asıldı. Bunların çok hafif çıkmayacaklarını umuyoruz …
Geyikleri salıverdikten sonra, Nikifor biraz yakacak odun kesti, karlı bir bölge dairesel olarak ayağıyla ezdi ve oturmamız için ateşin etrafına bir küme köknar dalı yerleştirerek, ateş yakacağı bir çukur kazdı. İki yemek kabı, kara saplanmış iki yeşil dala takılıp ateşin üzerine asıldı ve içlerine bir avuç kar koyduk. Şubatta bir ateş etrafındaki bu çay partisi, sanırım sıfırın altında kırk-elli derece bir soğuk olsaydı çok daha az cazip görünecekti. Ama son derece şanslıydık, hava ılık ve sakindi.
Uyuya kalmaktan korkuyordum ve bu yüzden uzanmamaya karar verdim, ateşi besleyerek ve titrek ışığında yolculuk izlenimlerimi yazarak iki saat kadar oturdum.
* * *
Gün ağardığında sürücüleri kaldırdım. Hiç zorlanmadan geyikleri yakaladılar. Arabaya koşulurlarken, hava tamamen aydınlandı ve çevremizdeki herşey alelade bir görünüme büründü. Çamlar küçüldü, çalılar kayboldu. Ostyak uykulu uykulu bakıyordu ve geçen akşamki şüpheler duman gibi gözden kayboluyordu. Aynı zamanda, ayrılmadan önce edinmiş olduğum nuh nebiden kalma revolverimde yalnızca iki fişek olduğunu ve onu bana satan kişinin, “bir kaza olabilir” diyerek, kullanmamamı tavsiye ettiğini hatırladım. Bu yüzden bavulda kaldı. Yoğun ormandan geçerek yola devam ettik; çamlar, köknarlar, çalılar, güçlü kara çamlar, sedirler ve nehir kıyısındaki söğütler. Yol güzel. Geyikler iyi ama neşesiz koşuyorlar. Ön kızaktaki Ostyak, başını öne eğdi ve sadece dört notadan ibaret hüzünlü bir şarkı söylüyor. Bekli de, ikinci karısının kendini asarken kullandığı yıpranmış eski kenevir ipi hatırlıyor.
Orman, orman dışında hiçbir şey yok … geniş bir alan üzerinde tekdüze, yine de iç bileşimi sonsuz derecede çeşitli. Burada bir çam çürümüş ve üst kısmı bir tür kemer oluşturarak yola düşmüş. Ağaç kocaman ve kar başımıza doladığımız örtü gibi örtmüş onu. Ve burada önceki sonbaharda bir orman yangını olmuş gibi görünüyor. Kuru, dümdüz, kabuksuz veya yapraksız gövdeler, yere dikilen telgraf direkleri ya da donmuş bir limandaki çıplak gemi direkleri gibi anlamsız duruyor. Yangın alanı birkaç versti kaplıyor. Daha sonra geçtiğimiz yerlerde, çok dallı, karanlık ve yoğun köknarlar dışında hiçbir şey yok. Yaşlı devasa ağaçlar birbirlerini itip kakıyorlar, tepeleri birleşiyor ve gün ışığının içeri girmesini engelliyor. Dallar yeşil bir lif ağıyla kaplı, tıpkı kaba bir örümcek ağı gibi. İnsanlar ve geyikler bu yüzyıllık köknarlar arasında küçücük kalıyor. Sonra aniden ağaçlar daha da küçülüyor, sanki yüzlerce genç köknar karlı ovaya yayılmış ve düzenli aralıklarla sıralar oluşturmuş. Yolun bir virajında, üç köpekle çekilen ve küçük bir Ostyak kız tarafından sürülen bir kızakla çarpışıyorduk neredeyse. Beş yaşlarında bir oğlan kenarda yürüyordu. Çocuklar çok tatlıydı; Ostyak çocukların genellikle güzel yüzlü oldukları dikkatimi çekti. Ama o zaman niçin yetişkinler bu kadar çirkinler?
Orman, orman.… pek yakın zamanda değilse bile, burada da yine bir orman yangını olmuş; yanmış gövdeler arasından genç sürgünler boy veriyor. “Bu yangınlar nasıl başlıyor?” diye sordum. “İnsanların yaktığı ateşlerle mi?” “Asla” dedi Nikifor, “yazın buraya tek bir can gelmez, bütün yolculuklar nehirden yapılır. Hayır, yangınlara bir bulut yol açar; bir bulut gelir ve ormanı alevler içinde bırakır. Ya da rüzgârda ağaçlar birbirlerine kıvılcımlar çıkarana kadar sürtünür; yazın ağaçlar kurudur. Yangın çıkarmak? Burada bunu kim yapar? Yangını rüzgâr çıkarır, rüzgâr söndürür. Reçine ve ağaç kabukları yanar, iğneler yanar, gövdeler ayakta kalır. Birkaç yılda kökler kurur ve o zaman gövde de devrilir.”
Burada devrilmeye hazır pek çok gövde var. Bazılarını sadece komşu ağaçların ince dalları tutuyor. Burada bir tanesi neredeyse boylu boyunca yola düşüyordu, ama bir şey, ki ne olduğunu tanrı bilir, yerden üç arşın ya da daha yukarıda onu üstten tutuyor. Şimdi, birkaç dakika uzaklıkta, yine büyük bir köknar bölgesi var, sonra aniden nehre inen bir geçitteyiz.
“Bu tip geçitler baharda ördek yakalamaya elverişlidir. Baharda aşağıya doğru uçarlar, bilirsin. Günbatımından önce, geçidi karşıdan karşıya geçecek şekilde, ağaçlar arasına üstten bir ağ germelisin. Büyük bir ağ, bir savaş ağı gibi, anladın mı? sonra bir ağacın altına yat. Ördekler uçarak geçide gelir ve karanlık bastırdığında ağı göremezler, böylece ona yakalanırlar. Sadece bir ipi çekersin, ağ düşer ve üzerlerine kapanır. Bu yöntemle, bir kerede elli ördek yakalayabilirsin. Yapman gereken tek şey, onları tutup çıt diye ısırıp koparman.”
“Nasıl yani çıt diye ısırıp koparmak?”
“Uçup gitme fırsatı bulmadan önce onları öldürmek zorundasın, öyle değil mi? Boyunlarını dişlerinin arasına alır ve çıt diye ısırıp koparırsın! Bu en hızlı yoldur, kan dudaklarından aşağıya akar. Kuşkusuz başlarını bir sopayla da ezebilirsin, ama koparmak daha güvenli.”
Başlangıçta bütün geyikler, tıpkı bütün Ostyaklar gibi, birbirlerinin aynı gibi görünüyordu bana. Ama çok geçmeden, yedi geyiğimizin de kendine özgü fizyonomileri olduğunu keşfettim ve onları birbirlerinden ayırt etmeyi öğrendim. Bazen, beni demiryolu hattının beş yüz verst yakınına getiren bu muhteşem hayvanlara şefkat duyuyorum.
Alkol kaynağımız tükendi. Nikifor ayık ve asık suratlı. Ostyak, yıpranmış ip hakkındaki şarkısını söylemeye devam ediyor. Bu sonu gelmez ıssız arazinin ortasında kaybolanın, başkası değil, ben, ta kendim, olduğunun farkına varmayı tarifsiz ölçüde güç bulduğum anlar oluyor. İki kızak, yedi geyik ve iki adam, hepsi bu yolculuğu benim yüzümden yapıyor. Yetişkin, aile babası iki adam evlerini bıraktılar ve yolun bütün cefasına katlanıyorlar, çünkü benim –her ikisine de tamamen yabancı üçüncü bir kişi– buna ihtiyacım var.
Böyle ilişkiler her yerde, dünyanın her tarafında mevcut. Ama ben, bu ilişkilerin tüm kabalıkları ile açığa çıktığı bu ilkel taygadan başka bir yerde, hayal gücünün bunlardan bu denli canlı biçimde etkilenebileceğinden şüpheliyim.
* * *
Açıkta geceledikten sonra, sadece Kanglaz’da durarak, Saradeisk ve Menk-i-poul yurtlarını geçtik ve yol boyunca ilerledik. Buranın insanlarının bir farkı varsa, o da gördüğümüz diğer yerlerdekilerden daha vahşi olmaları. Onlar için herşey yenilik. Yemek kaplarım, makasım, çoraplarım, kızağımda bulunan battaniye, hepsi hayranlık ve şaşkınlık uyandırıyor. Ne zaman yeni bir şey göstersem, hepsi onaylayan sesler çıkarıyor. Bir yere Tobolsk eyaletinin haritasını yaydım ve yüksek sesle bütün komşu yurtların ve nehirlerin adlarını okudum. Herkes ağzı bir karış açık dinledi ve bitirdiğimde hep birlikte söylediğim herşeyin tümüyle doğru olduğunu söylediler. Küçük bozuklukları bitirdikten sonra, konukseverliklerine teşekkür ederek, bütün erkek ve kadınlara üç sigara ve bir şekerleme verdim. Herkes son derece memnun oldu. Neşeli ve diğerlerinden daha az iğrenç görünen yaşlı bir Ostyak kadın, bana, daha doğrusu eşyalarıma tam anlamıyla aşık oldu. Duygularının, başka bir dünyaya ait bu olgulara yönelik tümüyle safiyane bir hayranlık olduğunu gülüşünden anlamak mümkün. Kadın, bacaklarımı battaniyeye sarmama yardım etti. Her birine sevgiyle el salladık ve her biri kendi dillerinde birkaç tatlı söz söyledi.
“Pekâlâ, Duma yakında toplanacak mı?” diye sordu Nikifor ansızın bana.
“Evvelsi gün toplandı.”
“Acaba ne yapacak.… Umarım bu onların akıllarını başlarına getirir. Onlar bizi adamakıllı aşağı yuvarladılar gerçekten de. Unu al; eskiden bir elli rubleydi, şimdi bir Ostyak bana bir seksene çıktığını söylüyor. Bu fiyatlarla nasıl yaşarız sanıyorsun? Özellikle biz Ziryanlar. Onlar bizim için oraya girdiler. Bir araba dolusu saman satıyorsun ve ödeme yapmak zorunda kalıyorsun. Bir balya odunu satış çıkarıyorsun, sen ödeme yapmka zorunda kalıyorsun. Ruslar ve Ostyaklar her ikisi de toprağın kendilerinin olduğunu söylüyorlar, biliyorsun. Duma bu konuda bir şey yapmalı. Bizim polis çavuşu hiç kötü bir tip değil, ama müfettiş bütünüyle farklı bir mesele.”
“Dumanın söyleyecek çok şeyi olmayacak, onu feshedecekler, görürsün.”
Stolipin’i kıskandırabilecek kuvvette birkaç güçlü sözcüğü de ekleyerek, “doğru, feshedecekler” diye katıldı Nikifor.
Niyaksimvoli yurtlarına gece ulaştık. Burada geyikleri değiştirmemiz mümkündü ve Nikifor’un tüm itirazlarına rağmen böyle yapmaya karar verdim. Nikifor, en saçma argümanları kullanarak ve bu görüşmelerime müdahale ederek, Ourvi geyikleriyle yola devam etmeliyiz diye tutturuyordu. Dönüş yolculuğunu düşündüğünü anlayıncaya kadar, onun bu tutumuna bir anlam veremedim: eğer Ourvi geyiklerini tutarsak, daha fazla harcama yapmaksızın kendi hayvanlarını bıraktığı yere geri dönebilirdi. Ama boyun eğmeye razı olmadım ve Ural dağları yakınında büyük bir altın madeni köyü olan Nikito-İvdelskoye’ye kadar on sekiz rubleye yeni hayvanlar kiraladık. Bu, geyik yolundaki son nokta; demiryolu hattına ulaşıncaya kadar atlı kızaklarla daha yüz elli verst yolculuk yapmalıydık. Niyaksimvoli’yle İvdelskoye arası yaklaşık 250 verst; yani yirmi dört saatlik hızlı bir yolculuk.
Burada Ourvi’de yaptığımız işi yineledik: geyikler gece yakalanamıyordu, bu yüzden sabaha kadar beklemek zorundaydık.
Yoksul bir Ziryan evinde durduk. Ev sahibimiz eskiden bir tüccar katibiymiş, ama işvereniyle kapışmış ve şimdi işsiz. Zerrece köylüvari olmayan edebi konuşmasıyla beni şaşırttı. Sohbete koyulduk. Mükemmel bir kavrayışla, Dumanın feshedilme olasılığından, hükümetin yeni borç bulma şansından söz etti. Başka soruların yanı sıra, bana, Herzen’in tüm eserlerinin henüz basılıp basılmadığını sordu. Yine de bu eğitimli insan tam bir barbardı. Tüm aileyi geçindiren karısına yardım etmek için parmağını kıpırdatmıyordu. Kadın, Ostyaklara günde iki fırın dolusu ekmek pişiriyor. Odun ve su alıp getiriyor; üstelik çocuklara da bakıyor. Onun evinde geçirdiğimiz gece boyunca, hiç yatmadı. Bölme arkasında küçük bir lamba yanıyordu ve onun ekmek hamurunu yoğurup biçimlendirirken çıkardığı sesleri duyabiliyorduk. Sabah olduğunda hâlâ dizlerinin üzerindeydi; semaveri kaynattı, çocukların üzerlerini değiştirdi ve daha yeni uyanan kocasına, gece boyunca kuruttuğu geyik derisi botlarını verdi.
“Niçin erkeğin sana yardım etmiyor?” diye sordum yalnız kaldığımızda.
“Onun yapacağı herhangi bir iş yok, anlatabildim mi. Burada balıkçılık yok ve o da avlanmaya alışık değil. Bu civarlarda toprak sabanla sürülmüyor, geçen yıl ilk kez biri bunu yapmayı denedi. Ee, ne yapsın? Bizim erkeklerimiz asla evde çalışmazlar. Tembeldirler, anlatabildim mi, bu konuda Ostyakları hiç aratmazlar. Rus kızların asla bir Ziryanla evlenmemelerinin nedeni bu, başına ilmeği geçirmenin ne gereği var der onlar. Yalnız biz Ziryan kadınları bunu yaparız. Bu bir alışkanlık meselesi.”
“Ya Ziryan kızları Ruslarla evlenirler mi?”
“Oh evet, çok. Rus mujikler bizim kızlarımızla evlenmek ister, çünkü bir Ziryan kadınından daha iyi bir işçi olamaz. Ama diğeri hiç görülmez. Bir Rus kızın bir Ziryanla evlenmesi durumunun olduğunu hiç sanmıyorum.”
“Bu köyde birinin geçen yıl toprağı sabanla sürmeyi denediğini söylüyordun. Sonuç ne oldu?”
“Gerçekten çok iyiydi. Adamın biri bir buçuk pud çavdar ekti ve otuz pud ürün aldı. Başka biri bir pud ekti ve yirmi pud aldı. Buradan yaklaşık kırk verst uzakta oldu bunlar.”
Niyaksimvoli, yol boyunca tarımsal bir girişime tanık olduğum ilk yerleşim yeri.
* * *
Öğleden sonraya kadar buradan ayrılmadık; yeni sürücümüz de, genelde tüm sürücüler gibi, “şafak söktüğünde” geyiklerini getireceğine söz verdi, ama öğlene kadar dönmedi. Kendisi seyahat etmiyor, ama genç bir delikanlıyı bizimle gönderdi.
Güneş göz kamaştırıyordu; gözlerimi güçlükle açabildim ve gözkapakları kapalı olsa bile, kar ve güneş, erimiş metal gibi parlıyordu. Bu arada, sabit, soğuk bir rüzgâr karın erimesinin önüne geçiyordu. Ormana girene dek, gözlerimi biraz olsun dinlendiremedim. Orman öncekinin aynı ve Nikifor’un bana ayırt etmeyi öğrettiği çok sayıda hayvan izi var. Bir yabani tavşanın anlamsız yere yaptığı budalaca yuvarlaklar. Yabani tavşanlar özellikle bol, çünkü kimse onları avlamıyor. İşte yabani tavşanların pençeleriyle çiğnenmiş, içinden her yöne uzanan izleriyle tam bir daire. Tavşanların gece toplantısı yaptığı ve bir polis devriyesi tarafından basılıp, panik halinde dağıldıklarını sanırsın. Keklikler de çok bol, bunların sivri ayak izleri karda çok belirgin bir biçimde göze çarpıyor. Bir tilkinin izi, ihtiyatlı, yol kenarına otuz adım mesafede sanki cetvelle çizilmiş gibi düzgün bir hat oluşturuyor. Her yerde orman farelerinin güçlükle fark edilen izleri bulunuyor. Pek çok yerde kakım izleri var, tıpkı sımsıkı gerilmiş, birbirlerine düzenli aralıklarla bağlanmış düğümlü ip parçaları gibiler. Yol burada, ağır ayaklı, iri boynuzlu bir geyik tarafından açılan bir dizi büyük delikle çukurlaşmış.
Gece bir kez daha durduk, geyiklerimizi serbest bıraktık, bir ateş yaktık ve çay içtik. Sabah olduğunda yine hararetli bir sabırsızlıkla geyiklerin geri dönmesini bekledim. Nikifor odun parçasının bunlardan birinin boynundan çıkmış olduğunu söyledi.
“Bu onun gittiği anlamına mı geliyor?”
“Hayır, hayvan bütün gecedir burada” dedi Nikifor ve hemen yoldaki zorunlu durumlar için bize ne kement ne de sıradan bir ip parçası vermediği için geyiklerin sahibine küfretmeye koyuldu. Anladım ki, işler çok iyi gitmiyordu.
İlk yakalanacak olan erkek hayvandı. Nikifor, sınamak ve hayvanın güvenini kazanmak maksadıyla geyiğin gırtlaktan çıkardığı tıkırtı seslerini çıkarmaya başladı. Geyik pek çok kez oldukça yakına geldi, ama Nikifor hareket eder etmez ormana geri kaçtı. Bu manzara iki üç kez tekrarlandı. Sonunda Nikifor kızağın altında bulduğu bir parça ipe düğümler attı, bunu yere uzattı ve üzerini karla örttü. Sonra hayvana hoş görünmek için yine tıkırtı ve lıkırtı sesleri çıkarmaya başladı. Hayvan ihtiyatla yaklaştığında, Nikifor aniden ipe asıldı ve hayvanın boynundan asılan odun parçası düğümlerden birine yakalandı. Ele geçirilen hayvan diğer geyikler için bir tuzak görevi görmesi için ormana çekildi. Bundan sonra tam bir saat geçti ve orman tümüyle aydınlandı. Ara sıra uzaktan insan sesleri duyuyordum, ardından yine sessizlik bastırıyordu. Odun parçasından kurtulan geyiğe ne yapacaklarını merak ediyordum. Kaçan bir geyiği yakalamanın bazen üç gün aldığını duymuştum.
Hayır, geliyorlardı.
Önce, aylak aylak yakınlarda dolaşan ve daha fazla yakına gelmeyi reddeden “serbest” geyik hariç bütün geyikleri yakalamışlardı. Sonra aniden o da yakalanan geyiklere katıldı ve onlarla birlikte kar yemeye başladı. Nikifor “serbest” hayvanın yakınına sokuldu ve ayağından kaptı. Hayvan kurtuldu, yere düştü ve Nikifor’a çarptı; ama sonunda adam kazandı.
* * *
Akşam 10:00 sularında Sou-vada’ya ulaştık. Buradaki üç yurt tahta çakılıp kapatılmıştı, sadece birinde insan yaşıyor. Kocaman, iri boynuzlu bir dişi geyik leşi bir odun kümesinin üzerine atılmış, biraz daha ileride, yerde, bir başka ren geyiği leşi yatıyor. Dumandan kararmış çatının üzerinde morarmış et topakları görülüyordu, bunlar arasında, anne geyiğin karnından alınmış iki ölü geyik buzağısı da vardı. Yurt sakinlerinin hepsi sarhoştu ve uyuyordu. Selâmımıza kimse yanıt vermedi. Ev oldukça büyük ama inanılmaz derecede kirliydi ve hiç mobilya yoktu. Sopalarla desteklenen çatlak bir buz parçası pencere camı görevini görüyordu. Duvarlarda on iki havari, çeşitli monarkların portreleri ve bir kauçuk fabrikasının renkli bir ilânı vardı.
Nikifor ocakta ateş yaktı. Sonra bir Ostyak kadın, sallanıp tökezleyerek ayağa kalktı. Kadının yanında, biri kucak bebeği üç çocuk uyuyordu. Son birkaç gündür aile büyük başarıyla avlanmıştı: dişi geyik dışında, yedi tane de ren geyiği öldürmüşlerdi; altı leş hâlâ ormandaydı.
“Bu civarlarda neden bu kadar çok boş yurt var?” diye sordum Nikifor’a tekrar yola çıktıktan sonra.
“Sebebi çok. Bir Ostyak, ölümün olduğu bir evde yaşamaz. Ya evi satar, ya tahta çakarak kapatır, ya da onu başka bir yere taşır. Pis bir kadın eve girdiğinde de aynı şey olur. O zaman da evin taşınması gerekir. Onların kadınları, böyle zamanlarda dallardan yapılmış kulübelerde ayrı yaşarlar. Başka bir sebep de, Ostyaklar oldukça çabuk ölmeleridir. Bu yüzden yurtları boş kalır.”
“Dinle Nikifor İvanoviç, başkalarına benim tüccar olduğumu söyleme. Maden ocaklarına ulaşır ulaşmaz, benim Göte keşif heyetinden bir mühendis olduğumu söyle. Bunu duymuş muydun daha önce?”
“Hayır, duymadım.”
“Obdorsk’tan Kuzey Kutup Denizi’ne bir demiryolu inşa etme planı var; onlar Orta Rusya’dan geçmeksizin Sibirya mallarını yurtdışına ihraç etmek istiyorlar, anlarsın. Bu yüzden, iş nedeniyle Obdorsk’a gittiğimi söylemeyi unutma.”
Gün bitiyordu. İvdel’e elli vesrtten az kalmıştı. Oika-poul’ün Vogul yerleşim yerine geldik. Nikifor’dan keşifte bulunmak üzere evlerden birine gitmesini istedim. On dakika sonra geri döndü. Evin sarhoş insanlarla dolu olduğunu söyledi. Yerli Voguller, Niyaksimvoli’ye mal götüren bazı Ostyak arabacılarla parti yapıyorlarmış. Yolculuğumuzun bu son aşamasında Nikifor’un sarhoş olmasından korktuğum için eve girmeye razı olmadım. “İçmeyeceğim” diye temin etti beni, “sadece yol için bir şişe alacağım.”
Uzun bir mujik kızağımıza geldi ve Nikifor’a Ostyak dilinde sorular sormaya başladı. Birbirlerine en arı Rusçayla küfretmeye başlayıncaya kadar konuşmalarını takip edemedim. Adam tam ayık değildi. Nikifor da evden içeri girdikten birkaç dakika sonra artık pek kendinde değildi. Konuşmaya katıldım. “Ne istiyor?” diye sordum Nikifor’a, Ostyak yerine onu muhatap alarak. Ama adam Rusça yanıt verdi. Nikifor’a yalnızca alışıldık sorular sormuş –kimi, nereye taşıdığını– ve Nikifor da ona cehenneme gitmesini söylemiş. Daha sonraki görüş alışverişinin vesilesi olmuştu bu.
“Sen Ostyak mısın, Rus mu?” diye sordum sıra bana geldiğinde.
“Neden, Rusum elbette. Adım Şiropanov, Niyaksimvoli’liyim. Peki siz, siz Göte kalabalığından değilsinizdir herhalde, şans bu ya?”
Hayretler içinde kaldım.
“Evet, öyleyim. Peki bunu nereden biliyorsun?”
“Onlara katılmamı isteyerek bana Tobolsk’tan yazdılar; bu, ilk kez keşif için dışarı gittiklerinde oldu. O zaman yanlarında bir İngiliz vardı, adını hatırlayamıyorum… Charles Williamovich.”
“Putman mı?” diye attım rastgele.
“Hayır, başka bir şey, Putman’ın karısıyla ilgili bir şey yok muydu? Hayır onun adı Cruse idi, şimdi hatırladım.”
“Ya şimdi ne yapıyorsun?”
“Niyaksimvoli’deki Şulgins firmasında kâtibim; taşıdıklarımız onların malları. Tüm vücudumu saran ağrılar başıma belâ oldu, üç gündür iyileşemedim.”
Ona bazı ilaçlar verdim ve eve girmek zorunda kaldım.
* * *
Ocaktaki ateş sönüyordu; hiç kimse onu canlandırmaya zahmet etmiyordu ve oda neredeyse tamamen karanlıktı. İçerisi, tahta sedirde ve yerde oturan insanlarla doluydu; bazıları da ayaktaydı. Her zaman olduğu gibi, kadınlar, bir yolcu gördüklerinde, yüzlerinin yarısını başörtüleriyle kapatıyorlardı. Bir mum yaktım ve Şiropanov’a biraz sodyum salisilat verdim, bunun üzerine sarhoş ve yarı sarhoş Ostyaklar ve Voguller tarafından etrafım hemen kuşatıldı, hepsi çeşitli hastalıklardan şikayetçiydiler. Şiropanov tercümanlık işine soyundu ve ayrım yapmaksızın herkese kinin ve sodyum salisilat verdim.
“Çarın yaşadığı yerde yaşadığınız doğru mu?” diye sordu bana biraz yaşlı, pörsümüş bir Vogul.
“Evet, Petersburg’da” diye yanıtladım.
“Ben de orada, gösteride bulundum. Herkesi gördüm, Çarı, Polis Şefini, Grand Dükü, herkesi.”
“Oh, heyete Vogul ulusal kıyafetleri içinde mi gittiniz?”
“Evet, evet” herkes doğrular biçimde başını sallamaya başladı.
“O zamanlar daha genç ve daha güçlüydüm. Şimdi yaşlı bir adamım ve sürekli hastayım.”
Ona da biraz ilaç verdim. Ostyaklar benden çok memnundular, elimi sıktılar, beni on kez biraz votka içmeye davet ettiler ve kabul etmememe çok üzüldüler. Nikifor bir kupaya çay ve votka koyarak ocağın yanına oturdu. Ona anlamlı anlamlı baktım, ama o beni görmüyormuş gibi yaparak gözlerini kupaya dikip duruyordu. Nikifor’un “çay”ını bitirmesini beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.
“İvdel’den kırk beş verst yol katetmek üç günümüzü aldı, Ostyaklar sürekli içiyorlardı. İvdel’de, Mitri Mitriç Liyalin’de konakladık, çok iyi bir adam. Maden ocaklarına bir geziden dönerken bazı yeni kitaplar getiriyordu; Halkın Takvimi ve bazı yeni gazeteler. Takvim, herkesin aldığı maaşı, bazılarının 200 bin, bilirsiniz, bazılarınınsa 150 aldığını söylüyor. Tüm bu parayı ne için alıyorlar, sorarım size? Bunların hiçbiriyle aynı fikirde değilim, sizi daha önce hiç görmedim bayım, ama size doğruyu söyleyeceğim: hiçbirini sevmiyorum, beni ilgilendirmiyor. Onlar Dumanın yirmisinde toplandığını söylüyorlar: bunun, sonuncusu kadar, hatta daha da kötü olduğuna bahse girerim. Bakalım o sosyalistler ne yapabilecekler. Dumada yaklaşık elli sosyalist, artı yüz elli Narodnik, artı yüz civarında Kadet olacak … Karaların olması zayıf ihtimal.
“Hangi partiye sempati duyduğunu sormamın sakıncası var mı?”
“Ben mi? Ben bir sosyal demokratım inanç olarak … çünkü sosyal demokrat parti herşeyi bilimsel bir temele oturtur.”
Gözlerimi ovuyormuşum gibi geldi. Tayganın derinleri, kirli bir yerli kulübesi, sarhoş Voguller, ve burada bir küçük tüccar kâtibi bana “bilimsel temeli” yüzünden sosyal demokrasiye inandığını söylüyor. İtiraf etmeliyim ki parti gururumun aniden kabardığını hissettim.
“Yazık ki, kendini bu karanlığa ve sarhoş bölgesine gömüyorsun” dedim ona gerçekten üzülerek.
“Yapılacak ne var? Barnual’de işe başvurdum, sonra kovuldum. Bir ailem var, buraya gelmekten başka şansım yoktu. Ve, bilirsiniz, Roma’dayken Romalıların yaptığını yap derler; ya da bizim daha yerinde söylediğimiz gibi, kurtlar arasında yaşamak için bir kurt gibi ulumalısın. Göte’nin keşif heyetiyle kuzeye gitme teklifini reddettiğime pişmanım şimdi. Yine ihtiyaç duyulursa, bana bir haber gönder.”
Mahcup oldum ve ona mühendis olmadığımı, herhangi bir keşif heyetinin üyesi olmadığımı, kaçan bir “sosyalist” olduğumu söylemek istedim … ama bunu düşünüp taşındım ve vazgeçtim.
Kızaklarımıza geri dönme zamanı gelmişti. Voguller, veda armağanı olarak verdiğim yanan mumu ellerinde tutarak avluda etrafımızda toplandılar. Hava öyle durgundu ki, mum sönmüyordu. Tekrar tekrar hoşçakalın dedik; genç bir Ostyak elimi öpmeye çalışıyordu. Şiropanov, vahşi bir ren geyiği postunu armağan olarak paketleyip kızağıma koydu. Parasını almayı kesinlikle reddetti ve sonunda ona yanımda “kutu içinde” taşıdığım bir şişe romu verdim. Ardından hareket ettik.
* * *
Nikifor tekrar konuşkan olmuştu. Belki yüz kez, bana, nasıl erkek kardeşinin evinde oturduğunu, Nikita Serapionoviç’in nasıl geldiğini –“o kurnaz bir mujiktir!”– önce onu nasıl reddettiğini, onbaşı Suslikov’un kendisine beş ruble verip kabul etmesini söylediğini ve amcası Mihail Yegoriç’in –“iyi bir mujiktir”– kendisine “seni aptal, niye bu tipi taşıyacağını tereddüt etmeden söylemiyorsun” dediğini anlattı. Bitirir bitirmez, Nikifor herşeye yeniden başladı: “Şimdi size tüm hikâyenin tam olarak nasıl olduğunu anlatayım. Kardeşim Pantaley’in evinde oturuyordum, sarhoş değildim, aklım başımdaydı, ama elbette biraz içkiliydim.… sonra Nikita Serapionoviç geldi ve bana dedi ki …”
“Buraya bak Nikifor İvanoviç, birazdan oraya ulaşmış olacağız. Sana teşekkür etmek ve benim için yaptıklarını asla unutmayacağımı söylemek istiyorum. Eğer mümkün olsaydı gazetelerde şunu yayınlatırdım: “Nikifor İvanoviç Hrenov’a içten minnettarlığımı ifade etmek istiyorum, onun yardımı olmasaydı kaçamazdım.”
“Bunu neden yayınlatmıyorsunuz?”
“Polisten ne haber?”
“Doğru, onları unutmuştum. Ama çok güzel olurdu hiç kuşkusuz. Daha önce bir kez gazetelere çıkmıştım, bilirsin.”
“Nasıl oldu bu?”
“Nasılı şöyle. Obdorsklu bir tüccar vardı, şey, kız kardeşinin parasını çaldı ve ben de, gerçeği söyleyeyim, ona bir parça yardım ettim. Şey, tam olarak yardım değil, bir tür arka çıkmak. Eğer para elinizdeyse, dedim, Tanrı sizin yanınızda demektir. Doğru mu?”
“Şey … pek öyle değil.”
“Önemli değil o zaman. Her neyse, ona bir tür arka çıktım. Hiç kimsenin bundan haberi yoktu. Derken, gerçekten kurnaz bir şahsiyet olan Pyotr Petroviç Vahlakov gitti ve bunların hepsini gazetede yayınlattı: «Bir hırsız olan tüccar Adrianov para çaldı ve bir başka hırsız olan Nikita Hrenov eylemi gizlemeye yardım etti.» Bütün bunlar beyaz üzerine siyah basıldı ve her kelimesi doğru!”
“İftira attığı için onu dava etmeliydin” dedim. “Eskiden Gurko adında bir bakan vardı, bir şey mi çalmıştı, yoksa yalnızca bir şey çalması için birine mi yardım etmişti hatırlayamıyorum, her neyse, farkına varıldığında, iftira yüzünden dava açtı. Sen de aynı şeyi yapabilirdin.”
“Bunu yapmak aklıma geldi! Ama yapamazdım, çünkü bu Vahlakov benim en iyi arkadaşımdır, anlatabildim mi. O bunu zarar vermek için değil, şaka olsun diye yaptı tamamen. O zeki bir mujiktir, elinden her türlü iş gelir. Bir insan değil, düzenli bir fiyat listesidir.”
Akşam 4:00 sularında İvdel’e ulaştık ve Şiropanov’un bana bir “Narodnik” olarak salık verdiği Dmitri Dmitriyeviç Liyalin’in evinde durduk. Çok cana yakın ve sıcak kalpli bir kişi olduğu ortaya çıktı ve ona en içten teşekkürlerimi ifade etme fırsatına sahip olduğum için çok mutluyum.
“Burada sakin bir hayatım var” dedi bana semaverle uğraşırken. “Devrim bile bize zar zor ulaştı. Kuşkusuz olup bitenlerle ilgiliyiz, gazete okuyoruz, ilerici harekete sempatiyle bakıyoruz, Duma temsilcilerimiz sol-kanatçılar, ama ben devrimin buraya kadar ulaşıp bizi doğru dürüst harekete geçireceğini sanmıyorum. Maden ocaklarında birtakım grevler ve gösteriler oldu, ama burada hiçbir şey olduğu yok, sakin bir hayat sürüyoruz, polisimiz, madenlere bakmak için doğru dürüst bir memurumuz bile yok. Buradan yüz elli verst uzaklıktaki Bogoslovski madenine kadar telgraf çalışmıyor, demiryolu hattı da orada başlıyor. Sürgünler? Evet birkaç tane var; Liflandiya’dan üç, bir erkek öğretmen, bir sirk artisti. Bunların hepsi deniz tarama makinesinde çalışıyor, buradakilerin hiçbiri yoksul değil. Hepimiz gibi sakin bir yaşam sürüyorlar. Bizler altın arıyoruz, akşam olduğunda birbirimizin evlerine uğruyoruz. Buradan Rudniki’ye hiç korkmadan devam edebilirsiniz, sizi kimse durdurmaz: posta arabasına binebilirsiniz ya da isterseniz araba kiralayabilirsiniz; size bir sürücü bulurum.”
Nikifor’a hoşça kal dediğimde güçlükle ayağa kalkabildi.
“Dikkat et Nikifor İvanoviç” dedim –“dönüş yolunda içkinin başına dert açmayacağından emin ol.”
“Endişelenme … mide güvenilirse omurga emniyettedir” diye karşılık verdi.
* * *
Hikâyemin “kahramanlık” dönemi, ren geyikleriyle yedi-sekiz yüz verstlik tayga ve tundra yolculuğu burada sona erdi. En tehlikeli anlarında bile, kaçışım, planlama aşamasında bana görünenden ya da bazı gazete raporlarına bakılırsa diğer insanlardan çok daha kolay ve alelade –şansın yaver gitmesiyle– oldu. Yolculuğun geri kalanı hiçbir bakımdan bir kaçışa benzemiyor. Rudniki yolunun büyük bir kısmında bana eşlik eden yol arkadaşım, hükümetin bölgedeki içki dükkânlarını gezen bir vergi memuru.
Rudniki’de, demiryoluyla gitmenin güvenli olup olmayacağını sormak için birtakım insanları görmeye gittim. Yerel komplocular beni yerel casusluk eylemleriyle korkutmak için ellerinden geleni yaptılar ve bana, Rudniki’de bir hafta bekledikten sonra, herşeyin daha kolay olacağını temin ettikleri Soliamsk’a gitmemi öğütlediler. Öğütlerine uymadım ve bundan pişman olmam için hiçbir neden olmadı. 25 Şubat gecesi en ufak bir terslik olmaksızın Rudniki’den dekovile bindim ve yirmi dört saatlik yavaş yolculuğun ardından, Kuşva istasyonunda, Perm demiryolundaki bir trene geçtim. Sonra Perm, Vyatka ve Vologda yolu üzerinden devam ederek, 2 Mart akşamı Petersburg’a ulaştım. Böylece, on iki günlük yolculuktan sonra, Nevski Bulvarı’ndan aşağı bir taksiyle gidiyordum. Bu hiç de uzun değil; Berezov’a yolculuk bir hafta almıştı.
Ural dekovilinde yolculuk yaparken, henüz güvende değildim; yerel bir hattaki her “yabancı” dikkat çekiyordu ve şayet Tobolsk’tan telgrafla uygun bilgiler alınmış olsaydı ben de pekâlâ herhangi bir istasyonda tutuklanabilirdim. Ama treni değiştirdiğim ve Perm demiryolunun rahat bir vagonunda yolculuk yapmaya başladığım zaman biliyordum ki kazanmıştım. Tren, daha geçenlerde, pek çok jandarma, polis ve askeri birlikle karşılandığımız aynı istasyonlardan geçti. Fakat şimdi ters yönde gidiyordum ve duygularım da tamamen farklıydı. Önce geniş, neredeyse boş vagon bana havasız ve boğucu geldi. İki vagon arasındaki açık sahanlığa çıktım; karanlıktı, sert bir rüzgâr esiyordu, göğsümden bir sevinç çığlığı koptu; mutluluk ve özgürlük çığlığı!
Bu arada, Perm-Kotlass demiryolu treni, beni ileri, ileri, hep ileri taşıyordu.