Uruguay’ın eski devlet başkanı Jose Mujica 13 Mayısta, 89 yaşında hayatını kaybetti. 1960’larda bir gerilla lideri olan, 1970’te yakalandıktan sonra işkence gören, 14 yıl burjuvazinin zindanlarında hapis yatan, 2010-2015 arasında reformist hükümete başkanlık yapan Mujica, politik geçmişi, başkanlık sarayına taşınmayarak mütevazı hayatını sürdürmeye devam etmesi, maaşını hayır kurumlarına bağışlaması gibi nedenlerle hep övgüyle karşılandı. Türkiye sol basınında da efsane lider olarak tanıtıldı. Hakkında Hollywood’un en iyi yabancı film ödülü verdiği bir film çevrildi. Ancak tüm bunlar, onun toplumsal-siyasal planda oynadığı rolü ortaya koymaya yetmiyor. Bir siyasi liderin çeşitli bireysel özelliklerinin ve niyetlerinin ötesinde bizi ilgilendiren asıl mesele, bulunduğu siyasetin işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesine kattıkları ve kaybettirdikleridir. Sınıfın devrimci stratejisi açısından defalarca değindiğimiz hayati önemdeki hususlara bir de Uruguay tarihi üzerinden ışık tutmak istedik.
Tarihçe
Uruguay 3,4 milyon nüfuslu bir ülke. İspanya’nın sömürgeleştirdiği Uruguay toprakları 1800’lerin başında İngiliz, İspanyol ve Portekiz sömürgecilerinin savaş arenası oldu. 1811-1828 arasında verilen bağımsızlık mücadelesi sonucunda Uruguay bir bakıma Arjantin ve Brezilya arasında bir tampon bölge niteliğinde bağımsızlığını kazandı. Akabinde burjuvazi kabaca toprak burjuvazisinin korumacı politikalarını temsil eden Beyazlar (Blancos-Ulusal Parti) ile kentli ticaret/sanayi/finans burjuvazisinin Avrupa’ya açılan liberal politikalarını temsil eden Renkliler (Colorados) olarak bilinen iki parti tarafından temsil edilmeye başlandı. Beyazlar ilk dönemler daha çok kırdaki emekçileri arkasına toplarken, Avrupa’ya açılan bir liberalizmi savunan Renkliler ise kentlerdeki emekçilerin ve göçmenlerin desteğini arkasına topladı.
Bağımsızlık öncesinde katledilmiş, topraklarından sürülmüş ve Katolik kilisesi tarafından asimilasyona uğratılmaya çalışılmış Kızılderili/yerli nüfus, bağımsızlıktan birkaç yıl sonra soykırımın doruğu olan 1831’de hükümet tarafından organize edilen büyük bir katliama uğradı. (2006 itibariyle yerli kökenli nüfus %3 olarak belirtilmektedir.)
Uruguay’da 1839-1865 arasında, burjuva kamplar arasında Arjantin ve Brezilya’nın ve Fransa, İngiltere gibi sömürgeci/emperyalist ülkelerin müdâhil olduğu, peş peşe savaşlar ve iç savaşlarla yürüyen bir hegemonya kapışması sürdü. Hegemonya savaşında üstün gelen Renkliler 1865’ten 1959’a kadar 94 yıl iktidarda kalacaktı. Ancak 1872’ten itibaren bakanlıkların ve devlette yönetici kademelerin Beyazlar’la paylaşıldığı bir mekanizma da geliştirilmişti. 1860’larla beraber Uruguay’da bir ekonomik büyüme gerçekleşti. Başkent Montevideo ve yakın kentler, doğal liman olma özelliğiyle Arjantin, Brezilya ve Paraguay’dan gelen ürünlerin antrepo ve dağıtım merkezi haline geldi. İtalya, İsviçre, Bask bölgesi vb’den gelen göçmenlerin getirdiği teknikler sayesinde döneminin ilerisinde olan tarım, hayvancılık ve gıda işleme sektörü Uruguay’ın ihracat ekonomisinin ana gövdesini oluşturacaktı.
Uruguay’da nüfusun çoğunluğunu İspanya ve İtalya’dan gelenler ağırlıkta olmak üzere göçmenler oluşturdu. Uruguay’a ve Amerika kıtasına farklı zamanlarda farklı göç dalgaları gerçekleşti. Bunlar daha çok ekonomik kriz, savaş ve baskı ortamının tetiklediği göçlerdi. Bunlar içerisinde İtalya ve Almanya’dan 1870’lerde gelen anarşistler ve sosyalistler örgütlendi, yayınlar çıkardı ve Uruguay’da sınıf hareketini ilerletici bir rol oynadılar.
Amerika kıtasına İngiltere’yle beraber en çok göç veren ülkelerden ikisi İtalya ve Almanya’ydı. Ekonomik sebepli göçlerin yanı sıra Avrupa kıtasında İsviçre dâhil olmak üzere yaşanan baskı dönemleri, ulusal/etnik baskılar (Örn. Yahudiler, Rus Çarlığına karşı başlattıkları bağımsızlık isyanında yenilen Polonyalılar, 1915’te Osmanlı’daki soykırımdan kaçan Ermeniler, 1933’te Franco faşizminden kaçan Galiçyalılar, Basklar vd.), 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşları gibi savaşlar göçlere yol açan faktörlerdi. 1870’de İtalya’da ulusal birliğin kurulma sürecinde baskılardan kaçmak zorunda kalan anarşistlerin göçü; ve yine aynı dönemde ulusal birlik kurma sürecindeki Bismarck Almanya’sında (Prusya) –Paris Komünü’nün korkusu ve sınıf mücadelesinin basıncıyla işçilerin desteğini almak ve Sosyal Demokrat Partinin önünü kesmek amacıyla yapılmak zorunda kalınan sağlık sigortası, engellilik sigortası, emeklilik gibi sınırlı reformlara paralel olarak– tırmandırılan baskılar, antikomünist yasalar nedeniyle sosyalistlerin göçü Amerika kıtasında sınıf mücadelesinin gelişmesini sağladı.
Sınıf mücadelesi ve reformlar
1870-1900 arası 30 yıllık süreçte Uruguay’da yaşanan kapitalist gelişme, işçi sınıfının da büyümesine ve iç göçe yol açtı. Amerika kıtasını vuran 1890 krizine paralel olarak sınıf mücadelelerinde yükseliş diğer ülkelerin yanında Uruguay’da da gerçekleşti. Göçü teşvik eden politikalar artık işine gelmediği için burjuvazi 1890 yılında Asyalı, Afrikalı, Roman ve Bohemyalıların Uruguay’a göçünü sınırlayan bir yasa geçirdi. (Lübnan ve Suriye kökenli emekçilerin tepkileri sonrasında bu yasa Batı Asyalılar için gevşetildi.)
Bu dönemde örgütlü emeğin militanlık düzeyi artıyor, 15-16 saate varan işgününün kısaltmasını da içeren çalışma koşullarıyla ilgili taleplerle grevler gerçekleşiyordu. Yükselen sınıf mücadelesi nihayetinde burjuvaziyi reformlara mecbur bıraktı ve 1903’ten itibaren Renkli Batlle hükümeti eliyle gerçekleştirilen reformlarla birlikte Uruguay “laik refah devleti” ilan edildi. O dönemden itibaren Renkli Parti, reform yanlısı sol ve reform karşıtı sağ kanat olarak hizipleşti. Hatta Renkli sağ muhalefet ile Beyazlar ittifak yaparak 1904’te 9 ay süren bir iç savaş başlattı. İç savaşta reformistlerin galibiyetiyle beraber sosyal ve ekonomik dönüşümler hız kazandı. 1905’te ülke genelindeki ilk sendika konfederasyonu olan anarşist eğilimli FORU, 1910’da ise Uruguay Sosyalist Partisi kuruldu. Reformlar döneminde sekiz saatlik işgünü, her beş günlük çalışma için zorunlu tam gün dinlenme, çalışma koşullarını iyileştirecek düzenlemeler, kadınlara üniversite eğitimi ve tek taraflı boşanma hakkı, emekli aylığı, kıdem tazminatı hakkı kazanıldı. Düşük gelirlilere gelir vergisinin kaldırılması, basın özgürlüğü, kadınlara oy hakkı, idam cezasının kaldırılması, hayvanları korumak için yasalar kabul edildi. Okuyamayan yetişkinler için gece ortaokulları, kırsal bölgelerde ortaokullar açıldı, il merkezlerine hastaneler ve ana-çocuk sağlığı merkezleri kuruldu. Kilise ve devlet birbirinden ayrıldı. 8 saatlik işgünü hakkı, yasalaşmadan daha önce Uruguay genelinde fiilen kazanılmıştı bile. 1917 Ekim Devriminden önce 8 saatlik işgününün, kıdem tazminatı ve emekliliğin kazanıldığı az sayıda ülkeden biri ve Latin Amerika’nın ilki olan, idam cezasının kaldırıldığı ilk ülkelerden olan Uruguay’daki erken kazanımlar, Şili, Arjantin ve Brezilya’daki sınıf hareketine ilham olmuş ve ileri kazanımları etkilemiştir.
Uruguay’ın özgürlüklerin ve sosyal hizmetlerin görece ileri olduğu bir ülkeye dönüşerek “Latin Amerika’nın İsviçre’si” olarak anılmasına yol açacak bu reformlar hükümetteki “reformist” liderlere mal edilse de aslen bu hakları işçi sınıfı mücadele ederek kazanmıştır. Bu durum, sosyal hakların gelişkin olduğu Avrupa ülkeleri için de aynen geçerlidir. Avrupa burjuvazisinin böbürlendiği ve hatta uluslararası ilişkilerde pazarlık kozu olarak öne sürdüğü sözümona ileri demokrasileri büyük ölçüde burjuvazinin can düşmanı Avrupa işçi sınıfının kazanımlarıdır. Bu kazanımlar egemenlerin yukarıdan lütfuyla gelmemiş, aşağıdan işçi ve emekçilerin mücadelesiyle kazanılmıştır. Egemenler reformları yapmaya mecbur kalmıştır.
20. yüzyılın ilk onyıllarında işçi sınıfı tüm dünyada olduğu gibi Uruguay, Brezilya, Arjantin ve Şili’de de ayaktaydı. 1. Dünya SavaşındaSosyalist Parti içerisinde Ekim Devrimi sonrası yaşanan tartışmaları takiben gelen ayrışmayla 1920’de Uruguay Komünist Partisi kuruldu. Ancak burjuva Renkli Parti hükümeti, sınıflar üstüymüş pozu keserek, özgürlükçü ve emek yanlısı görüntüsü vererek, kitle hareketini düzen sınırları içinde tutmayı hedeflediğini gizlemeksizin işçileri kendisine yedeklemeye çalıştı ve bunu başardı. Çizmiş olduğu reformcu, işçi ve göçmen yanlısı görüntüsüyle bu dönemden sonra Renkli Parti “merkez solu”, Beyazlar ise “merkez sağı” temsil etmeye başladı.
1933 askeri darbesi, “yumuşak diktatörlük”
1929 dünya ekonomik buhranı Uruguay’da da etkisini gösterdi. İşsizlik tırmanmış, bütçe açığı katlanmıştı. Bu dönemde FORU’dan kopan iki farklı sendika konfederasyonu kuruldu ve sendikal hareket üçe bölündü. Bunlardan bir tanesi KP’nin inisiyatifindeydi. Hem Renklilerin sağ kanadı hem sol kanadının bir bölümü hem de Beyazlar, krizin sorumlusu olarak 1918 reformist anayasasını günah keçisi ilan edecekti. Burjuva meclis sonu gelmeyen tartışmalar ve karşılıklı suçlamalarla tıkanmıştı. 1933’te iktidardaki Renklilerin güdümünde bir askeri darbe yapıldı ve parlamento feshedildi. Sözde “ilerici-merkez sol” Renkli Partinin maskesini düşüren bu darbe, 30 yıldır demokratik ve toplumsal ilerlemeler yaşayan Uruguay halkında beklenmedik bir şok etkisi yarattı. Darbeye karşı ülke çapında gösteriler gerçekleşti. Bölünmüş sendikalar darbeye karşı eşgüdümlü bir duruş sergileyemedi.
Darbe hükümeti İspanya’da Franco liderliğindeki faşist cuntayı tanıdı, Almanya ve İtalya’daki faşist rejimlerle yakın ilişki kurdu. 2. Dünya Savaşı başladığında tarafsızlığını ilan etti. 1923’te ilk faşist örgütlenmeler İtalyan diplomatların desteğiyle kurulmuştu. Faşist hareketler zamanı geldiğinde kullanılmak üzere devlet tarafından desteklendi ve zaman zaman azınlıklara, anarşist ve sosyalistlere saldırılar düzenledi. Kitle eylemliliklerinin de gerçekleştiği “yumuşak diktatörlük” olarak adlandırılan bu dönem 1947’ye doğru kademe kademe çözüldü.
Uruguay sermayesi 2. Dünya Savaşı ve Kore savaşı sırasında müttefik ordulara sağladığı et, yün ve deri sayesinde ekonomik büyüme yakaladı. Savaş sonrası dünyada tarım ürünlerine talebin azalmasının da etkisiyle ekonomide kötüleşme yaşandı. Bu durum 94 yıllık Renkli Parti iktidarının 1954’te koltuğunu kaybetmesine yol açtı, ancak seçimlerde yerine gelen Beyazlar’ın ekonomik politikası emekçiler açısından farklı olmadı.
1960’lar, sınıf hareketinde yeniden yükseliş
Tüm dünyada ve Türkiye’de olduğu gibi 1960’larda sınıf hareketi Amerika kıtasında da yeniden yükselişe geçti, ABD’de Vietnam savaşı karşıtı gösteriler patladı, siyah hareketi ve grevler ivme kazandı, Meksika, Brezilya, Arjantin, Şili’de sınıf mücadelesi yükseldi. Uruguay’da da ekonominin stagflasyona girmesiyle sendikalar örgütlenmeye başladı ve ülke çapında işçi mücadelelerini koordine etme ihtiyacıyla federasyonlaşmaya yöneldi. 1964’te Ulusal İşçi Meclisi (CNT) adlı sendika konfederasyonu kuruldu. Ancak Uruguay’da işçi sınıfının önünde bulduğu seçenekler, Sosyalist Parti ve Komünist Partinin (Stalinist) reformizmleri ve Küba ulusal kurtuluş hareketinden etkilenerek çekim merkezi haline gelen Tupamaro gerillacılığı idi.
Komünist Parti Uruguay’ı “geri kalmış, yarı-feodal, yabancı tekellerin ve toprak oligarşisinin boyunduruğunda” bir ülke olarak nitelendirerek, “burjuva-demokratik, anti-emperyalist bir tarım devrimine” gereksinimi olduğunu ileri sürüyor, aşamalı devrim stratejisini savunuyordu. Büyük toplumsal çalkantıların içinde olunmasına rağmen o dönemde ulusal burjuvaziyle sınıf işbirliğini ve seçimle parlamentoya girmeyi birincil görev addeden “Avrupa komünizmi” akımı ortaya çıkmıştı. 1960-70’lere doğru İtalya KP ve Şili KP başta olmak üzere Komünist Partiler içinde yaygınlaşmaya başlayan bu anlayışta, devrimin reddedilmesi, “demokratik yolların” sosyalizme doğru geliştirilmesi tezleri öne çıkıyordu. Bu doğrultuda Uruguay’da 1971’de Sosyalist Parti, Komünist Parti, Demokratik Hıristiyanlar, Beyazlar ve Renkliler’den gelen unsurları da içeren düzen içi politik gruplar ve Troçkizmin gerillacı çeşitlemesini vb. de içeren diğer küçük sol gruplar Geniş Cephe (Frente Amplio) adında bir koalisyon kurdular.
1971 seçimlerine iddialı giren Geniş Cephe seçimi kaybetti. Seçimi Renkliler kazandı. Fakat daha sonra açıklanan CIA belgeleri bu seçimde ABD, İngiltere ve Brezilya’nın faşist cuntası eliyle hile yapıldığını, aslında Geniş Cephe adayının kazanacağını gösterecekti. 1971’de Geniş Cephe’nin parlamentoya girme taktiği aslında Şili’de Halk Cephesi (Unidad Popular) ve Allende’yi kapitalist devletin başına getiren, ne var ki darbe ve devlet terörüyle son bulan taktiğin yarıda kalmış Uruguay versiyonuydu denilebilir.
O dönemde, Küba devriminden esinlenen bir gerilla hareketi olarak ortaya çıkan Tupamarolar (MLN) da güçlerinin zirvesindeydiler. Jose Mujica’nın liderlerinden biri olduğu bu hareket 1963’te kurulmuştu. Suikastler, bombalı saldırılar, baskınlar, banka soygunları, hapishaneden tutsakları kaçırma, el koydukları yiyecekleri fakir mahallelerde dağıtmak gibi eylemler yapan MLN, bir taraftan devrimci gençliğin enerjisini kendine çekerken, diğer taraftan işçi sınıfının dâhil olamayacağı eylem biçimleriyle sınıfı dışarıda tutuyordu. Ayrıca burjuva devlet, bu eylemleri baskıları arttırmasının mazereti olarak gösterebildi ve saldırılarını tırmandırdı. 1967’de çıkarılan bir dizi baskı yasasıyla MLN yasadışı ilan edildi. 1973 darbesi öncesinde büyük oranda kırıma uğradı, Jose Mujica dâhil liderleri ve üyeleri hapse atıldı, işkence gördü. Sonrasında MLN silahları bıraktıklarını ilan edecek, 1988’de politik parti kuracak ve 1989’da Geniş Cephe koalisyonuna katılacaktı.
Gerillacılık kendi cesur eylemlerini ve patlayıcıların gücünü işçi kitlelerinin devrimci eylemini ikame eder. İşçiler bu eylemler sonucunda mücadeleyi yanlış kavrayarak mücadeleden geri dururlar. Devlet gerilla eylemlerini gerekçe göstererek gerillayla savaşın yanında sendikal ve siyasal baskıları da arttırır ve gerilla eylemleri varlığında bu baskıları kitlelere meşru gösterme şansı bulur. Marksizm işçi sınıfının kurtuluşunun ancak kendi devrimci eyleminin eseri olabileceğini ortaya koyar. İşçi sınıfı kendi adına bir parti, bir grup vb’nin eylemiyle değil kendi mücadelesinin eseri olarak kurtuluşa varacaktır. “Gerillacılık vb. gibi hareketler ne denli radikal görünürlerse görünsünler, küçük-burjuva devrimcisi bu tür siyasal yapılanmalara dayanan iktidarlar altında devrimler «ulusal kalkınmacılık» çizgisinden öteye geçemezler.”
[1] Örneğin gerilla mücadelesiyle iktidarın alındığı bir tarihsel örnek olarak Nikaragua’da Sandinist gerillaların egemen sınıfın parçasına dönüştüğünü görürüz.
[2]
1973-85 faşist yönetimi
Ekonomik kriz ve yükselen sınıf mücadelesine karşı burjuvazinin bulduğu yol, ABD’nin eğittiği “yerli ve milli” subaylarla darbe yapmak oldu. 1973’te askeri darbe gerçekleşti. Bu darbe aynı dönemde Latin Amerika’da ABD desteğinde yapılan darbelerin bir halkasıydı (1964’te Brezilya, 1968’de Peru, 1971’de Bolivya, 1973’te Şili, 1976’da Arjantin vd.).
Darbeden iki saat sonra CNT ve Üniversite Öğrencileri Federasyonu genel grev ilan etti. Fabrika ve üniversite işgalleri iki hafta kadar devam etti. Geniş Cephe dâhil olmak üzere tüm parti, sendika ve dernekler yasa dışı ilan edildi. Ücret ve vergi politikası sermaye lehine değiştirilerek işçilerin GSYİH payı düşürüldü, fiyat kontrolü kaldırıldı. Cunta iktidarında işçilerin reel kazancı yarı yarıya azaldı ve temel ihtiyaçlara ulaşımı ciddi oranda etkilendi. “Diğer Latin Amerika ülkelerinde veya Türkiye’de olduğu gibi Uruguay’da da kitle hareketini pasifize etmek üzere, CIA tarafından eğitilen kontr-gerilla güçleri tarafından çeşitli saldırılar yürütüldü. O dönemde Uruguay, bu kapsamda oluşturulan özel Düzen Güçleri adlı örgütün işlediği cinayetlerin yanı sıra, özellikle kanlı bir devrimci avı sürdüren Ölüm Mangaları ile tanınacaktı. Bu mangalar, içinde askerlerin, polislerin ve çeşitli devlet görevlilerinin yer aldığı gizli devlet örgütleriydi.”
[3] Kitlesel tutuklamalar, işkenceler, yüzlerce kişinin kaybedilmesi ve öldürülmesi, 380 bin kişi sürgüne gitmesi, fişlemeler, yasaklar, sansür tam da işçi sınıfını sindirip bu ekonomik politikaları yaşama geçirmek içindi.
Cunta, baskıları milli müdafaa vurgusuyla ve “işçi kitlelerini sürü zihniyetinden kurtarmak ve milli olmayan ideolojilerin peşindeki yanlış önderlere biat duygusundan kurtarmak” iddiasıyla meşrulaştırmaya çalışıyordu. Fakat Elif Çağlı’nın da belirttiği gibi, faşist yönetim, “Uruguay’da güçlü köklere sahip muhalif akımları çok uzun süreliğine devre dışı bırakmaya muktedir olamadı. Muhalif mayalanma faşist diktatörlüğü endişeye sevk ettiği ölçüde, önce baskılar arttırıldı. Ama bu durum da muhalif kitle hareketinin yükselişini durduramayacak”tı.Diktatörlük döneminde özellikle KP’li olmak üzere pek çok üyesinin hapse atıldığı Geniş Cephe gizli faaliyetlerini sürdürdü. CNT yasa dışı ilan edildikten sonra da gizli faaliyet sürdürmeye devam edecek, politik tutsaklar, sürgündeki sendikacı ve solcular arasında örgütlenme gibi farklı direniş biçimlerini de uygulayacaktı.
Askeri diktatörlüğün 1980’de totalitarizmi kalıcılaştırmayı amaçlayan anayasa oylaması, anti-demokratik baskılar, yasaklar ve propaganda engeline rağmen kitlelerin ağızdan ağıza yaydığı “hayır” kampanyasıyla geri püskürtüldü ve bir faşist diktatörlüğün kendi düzenlediği plebisitte yenildiği ilk örnek oldu.
Diktatörlüğün özellikle son iki yılında toplumsal hareket yükseldi. Sendikal hareket yükselişe geçerken, genç sendika aktivistlerinin kurduğu PIT ile eski CNT birleşerek PIT-CNT’yi oluşturdu. Diktatörlük öncesinin militan ruhunu taşıyan üniversite öğrenci birlikleri oluşturuldu, insan hakları örgütleri güçlendi. Yardımlaşma kooperatifleri de toplumsal muhalefetin bileşenlerindendi. (Örn. üyelerin tüm aşamalarda çözümün parçası haline geldiği konut kooperatifi FUCVAM. Kadınlar tencere çalma eylemleri düzenledi. Nihayetinde 1984’te gerçekleştirilen genel grevler cunta iktidarının çözülmesini ve aynı yıl başkanlık seçimine gitmesini sağlayan en önemli faktör oldu. 1973 darbesine karşı yapılan grevler yenilgiye uğramış olsa da o günlerin ruhunun ‘84 grevlerine de yansıdığı ve itilim verdiği söylenir.
Faşizmin çözülüşünden günümüze
Seçimleri muhafazakâr bir adayın kazanmasıyla birlikte işbaşına gelen burjuva hükümet, devlet destekli terörü meşrulaştırmaya çalıştı. Geçmişle ilgili resmi retorik, gerilla mücadelesiyle darbeci orduyu aynı kefeye koyarak şeytanlaştırmak, burjuva devleti sorumluluktan sıyırarak aklamak ve geçmişi unutturarak yeni bir sayfa açmak üzerine kuruldu. Diktatörlüğü aklamaya çalışanlar “Uruguay demokrasisinin kırılgan yapısı nedeniyle faşizm dönemindeki suçluları yargılamanın mümkün olmadığını” söylüyordu. Ancak kitleler bu karartma ve çarpıtma tuzağına düşmedi, sessiz kalmadı ve geçmişi unutturmadı. Sendikalar ve kitle örgütleri aracılığıyla “gerçek, hafıza, adalet” ve “bir daha asla” sloganlarını yükselttiler.
[4]
Liberal demokratların demokrat, özgürlükçü ve ilerici bir burjuvazinin olabileceği hayalleri dünyada defalarca hüsrana uğramıştır. Burjuvazi özgürlükleri ancak kendisine gereken kadarıyla ister. Soylu erkine karşı iktidar savaşı veren ve onun ideolojik hegemonyasını kilise ve dini dogmalara da bayrak açarak kırmaya çalışan, alt sınıfları kendi davasına çekmek için özgürlükleri savunan ilerici burjuvazi artık dünyada kalmamıştır. Burjuvazi ancak diğer burjuva kamplara karşı kendi kampının önünü açmak veya taleplerini yükselten kitlelerin gazabından kurtulmak için sınırlı bir demokrasi ve özgürlük ister. Fazlası burjuvazinin sınıf düşmanı olan işçilere yarayacağı için o noktada frene basar ve gerici, yasakçı ve baskıcı yönünü ortaya çıkarır. Burjuvazinin bütün kesimlerinin günü geldiğinde faşizmin yanında hizalanabileceğini unutmayalım. Türkiye’de de tarım burjuvazisini kayıran Menderes iktidarını devirmek için demokrasi nutukları atıp kitleleri mobilize eden ve 1960 darbesinden sonra görece özgürlükçü yönleri bulunan 1961 anayasasını yazmak durumunda kalan sanayi burjuvazisi ve asker-sivil bürokrasi, sonraki yıllarda sınıf hareketi yükseldiğinde 1980 darbesini hazırlamış, orduyu göreve çağırmış, ardından yazılan 1982 anayasasıyla eski anayasanın özgürlükçü yönlerini budamıştır. Yine 2002’de iktidara gelen ve kendisini destekleyen burjuva kesimlerin ihtiyaç duyduğu kadarıyla burjuva demokratik işleyişin kapsamını genişleten AKP’nin sonrasında iktidarda kalabilmek için kirli ittifaklara, baskı ve yasaklara yönelmesiyle ve nihayetinde faşist bir rejim inşa etmesiyle liberal demokratların hayal dünyası bir kez daha gerçeklik duvarına toslamıştır.
[5]
Uruguay’da faşizm çözüldükten sonraki süreçte burjuva hükümetler yine ABD çıkarlarına paralel siyaset yürüttüler. 1989’da Montevideo belediyesinin yönetimini alan Geniş Cephe 1999 seçimlerinde %40 ile birinci geldi ancak ikinci turda kaybettirildi. 2000’lerin başındaki ekonomik kriz “Latin Amerika’nın İsviçre’si”nden geriye bir enkaz bıraktı. (1995’ten 2003’e Uruguay BM insani gelişmişlik endeksinde 14 sıra geriledi). Bu kriz Brezilya’da Lula da Silva, Arjantin’de Kirchner, Venezuela’da Chavez, Bolivya’da Morales gibi reformist önderlikleri iktidara taşırken, Uruguay’da geniş toplum katmanlarının desteğini alan Geniş Cephe’yi iktidara taşıdı. 2004 seçiminde Geniş Cephe %52 oy alırken, Renkliler %10 gibi tarihi bir düşük oy aldı ve iki büyük burjuva parti arasında 174 yıldır paylaşılan iktidar döngüsü kırılmış oldu.
Ne var ki Geniş Cephe iktidara gelirken uluslararası ve yerli sermaye çevrelerine ılımlı mesajlarla güven verdi, Washington ziyaretini yaptı, dış borçları ödemeye devam edeceği sözünü verdi. Ekonomik projeleri içerisinde küçük girişimcileri desteklemek üzerine kurulu bir ulusal kalkınma modeli vardı. Dünyada burjuva muhalefet programlarında gördüğümüz bu tür ulusal kalkınmacılık “çözümleri” dünya kapitalizminin küreselleştiği koşullarda genel olarak başarısızlığa mahkûmdur. Koalisyon 2005’te iktidara geldikten sonra sağ iktidarların IMF politikalarını sürdürdü. Uyguladığı reformist politikalara rağmen Geniş Cephe’nin işçi sınıfına verebildikleri ve akıbeti Yunanistan ve İspanya’daki benzer sol koalisyonlar olan Syriza ve Podemos’tan farklı olmadı. Mujica’nın da 5 yıl başkanlığını yaptığı Geniş Cephe, 2020’de dünya krizi ve pandemi şalı koşullarında 15 yılın sonunda iktidarını kaybetti. Aynı seçimde faşistlerin yuvalanmış olduğu parti Cabildo Abierto (Açık Meclis) %11 oy aldı.
2024’te Geniş Cephe tekrar seçimleri kazanırken faşizmin düzen karşıtı pozu kesen iki partisinin toplam oyu bu sefer %5 civarına geriledi. Ne var ki kapitalizmin krizi koşullarında demokrasi çağrışımı yapan “Açık Meclis” gibi isimler kullanmak benzeri yalan ve çarpıtmalarla, radikal-düzen karşıtı söylemlerle bu tür partiler umutsuz ve örgütsüz kitleleri kendine çekmek istemektedirler. Uruguay’a benzer şekilde Batı Avrupa gibi köklü demokratik geleneğiyle bilinen ülkeler de ne yazık ki faşizme karşı şerbetli değildirler. Geniş Cephe, Podemos, Syriza benzeri sol reformist ittifaklar işçi sınıfının devrimci enerjisini pörsütmek ve rayından çıkararak düzen sınırlarına hapsetmek gibi uğursuz bir işlev görüyorlar. Unutulmasın, Uruguay, Şili ve benzeri ülkelerde solun burjuvaziye verilen destek ve parlamentoya girip hükümete oturma stratejisi askeri darbelerle sonuçlandı. Parlamenter demokrasi hayalleri “Latin Amerika’nın İsviçre’si”ni burjuvazinin namlularından kurtaramadı. Bu tehdit bugüne kadar kurtarılmış bölge zannedilen Avrupa ülkeleri için de geçerlidir. Faşizm tehdidine karşı işçi sınıfının devrimci siyasetinin örgütlenmesi zorunluluktur.
Emekçi kitlelerin mücadelesini yanlış kanallara havale etmek suretiyle enerjilerinin pörsüyüp heba olmaması için işçi sınıfını mücadeleye ve iktidara yönlendirebilecek bir devrimci siyasal önderliğin yaratılması gereklidir. İşçi sınıfının öz gücüne güvenini ve inancını arttıracak taktiklerle sınıf hareketini ileriye çekecek, işçi örgütlülükleri içerisinde işçi demokrasisinin gelişiminin önünü açacak bir teorik, politik ve örgütsel anlayış gereklidir. Gerillacılık ise işçi sınıfının ayağına dolaşmaktan başka işe yaramaz. Jose Mujica gibi mücadeleci önderlerin tüm iyi niyetlerine ve ödedikleri bedellere rağmen gerillacılık, reformizm gibi Marksizm dışı yanlış siyasal hatların işçi sınıfını kurtuluşa götürmesi, tarihsel örneklerin de defalarca kanıtladığı gibi olanaksızdır.
[3] Elif Çağlı,
Bonapartizmden Faşizme, Ek-I, Tarih Bilinci Yay.