Suriye, yürüyen emperyalist dünya savaşının halihazırdaki en alevli noktalarından biri olmaya devam ediyor. Esad rejiminin devrilmesinin ardından kurulan HTŞ iktidarıyla ülkeye huzur ve sükûn gelmeyeceği zaten sır değildi, nitekim o günden bu yana sular durulmamıştır. Büyük emperyalist güçlerin ve bölge güçlerinin müdahaleleri eksik olmadığı gibi, HTŞ gibi halkın geniş çoğunluğunun benimsemesinin mümkün olmadığı bir gücün iktidar olarak sahneye sürülmesi de ülke halklarının barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamasını imkân dışına çıkarmıştır. HTŞ liderliği ABD, İsrail ve İngiltere’nin talim, terbiye ve sopası altında ne denli dizginlense de bu tekfirci-cihatçı malzemeden halkları tatmin edecek demokratik bir terkibin çıkması mümkün değildir.
Nitekim son aylarda yaşanan kanlı hadiseler Suriye kazanının kaynamaya devam ettiğini, suların kolay kolay durulmasının mümkün olmadığını tekrar tekrar gösteriyor. Geçen Mart ayının başlarında Alevi toplumunu hedef alan pogromda 1700 sivil Alevi hayatını kaybetti, binlercesi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Her ne kadar bu dalga geride bırakılmış görünse de son olarak Humus’ta rejim güçlerinin yaptığı silahlı baskınlarda gene Alevi siviller öldürüldü, ardından Şam yakınlarındaki bir yerleşimde bir provokasyonla bu kez Dürzilerin hedef alındığı çatışmalarda ilerleyen günlerde ölü sayısı 100’ün üzerine çıktı.
Bu saldırılar İsrail’in aylardır devam eden askeri saldırılarının düzeyinde bir sıçramaya da yol açtı. Ülkenin güneyinde bir bölgeyi bilfiil işgal eden İsrail kendince lüzumlu gördüğü her durumda daha iç bölgelere dönük hava saldırıları yapıyor. ABD ve SDG kontrolündeki bölgeler hariç İsrail’in bombalamadığı yer kalmadı denebilir. Buna Şam da dâhil. Son haftalarda bu açıdan özellikle dikkat çekici olan, açıkça Türkiye’yi hedef alan bombalamalardı. Geçtiğimiz hafta Şam’da başkanlık sarayının civarının bombalanması ise İsrail’in müsamahasının olmadığını ortaya koydu. Bu son bombalamanın gerekçesi, İsrail’in HTŞ güçlerinin Dürzileri hedef alan yeni saldırı dalgasının daha fazla sürmesine göz yummayacağını göstermekti. Diğer taraftan Rojava’da düzenlenen Kürt Ulusal Birlik Konferansında alınan kararlar ve buna HTŞ’nin ve Türkiye’den özellikle Bahçeli’nin verdiği tepkiler Suriye’de gerilimin yeniden tırmanmakta olduğuna dair diğer işaretleri ortaya koyuyor.
Suriye’deki güç savaşı
Esad iktidarının devrilmesinden bu yana Suriye’de yaşananları anlamak için gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var. HTŞ’nin iktidarı almasına destek olmuş, önünü açmış olan güçler her konuda birbirleriyle anlaşıyor değiller. Esad iktidarının yıkılması, o iktidarla birlikte İran ve Rusya’nın Suriye’den sürülüp atılması, Suriye’nin bölgede genel anlamda Şiiliğe karşı bir ülke olarak konumlandırılması, bu güçlerin hepsinin çıkarınaydı ve bu uğurda çalıştılar. Ama yerine ne konacağı, Suriye’nin nasıl şekillendirileceği konusu ucu açık bir konuydu. Süreç içinde gitgide öne çıkan bu konuda çelişkiler, anlaşmazlıklar belirginleşmektedir. Ana hatlarıyla söylersek, HTŞ’ye koşulsuz arka çıkan Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi bölge güçleri ve ona koşullu/geçici olarak destek veren ya da fırsat tanıyan güçler (kendi kapasiteleri ölçüsünde) bir çekişme içindedir. Tüm bu güçlerin HTŞ üzerinde farklı tarzda, farklı ölçülerde ve farklı mekanizmalarla etkisi, kontrolü bulunmaktadır. Eklemek gerekir ki, kategorik olarak HTŞ’nin karşısında yer aldığı söylenebilecek Rusya ve İran gibi güçler Suriye’den büyük oranda tasfiye edildikleri için şimdilik denklemde yer almamaktadırlar.
HTŞ’ye koşulsuz destek veren bölge güçleri Suriye’yi HTŞ’nin mutlak kontrolünde, Sünnilik ekseninde ve olabildiğince güçlü bir merkezi iktidar yapılanması içinde arzuluyorlar. Buna ne ölçüde güçlerinin olduğu elbette ayrı bir konu. Ancak etki güçlerini olabildiğince bu hevesleri doğrultusunda kullanıyorlar. Bu güçler Kürtler, Dürziler ve Aleviler konusunda dostane bir pozisyona sahip değiller. Diğer taraftan bu ülkeler Suriye’yi kendileri için bölgelerinde yeni bir ekonomik nüfuz ve yatırım alanı olarak da görüyorlar. Yıkılmış bir ülkenin imarı ve ekonomisinin sil baştan kurulacak olması bunların iştahını kabartmaktadır.
Buna karşıt olarak, ABD, İsrail ve Fransa gibi güçler (konumu çok net görünmeyen İngiltere’yi şimdilik bir kenara bırakıyoruz) ise Suriye üzerinde güçlü ve merkezi bir HTŞ kontrolü olmasını arzulamamaktadırlar. Bunların da kendi aralarında çeşitli konularda farklı pozisyon ve yaklaşımları olmakla beraber, genel olarak Suriye’ye Sünniliğe dayanan bir mezhepçiliğin damga vurmasını istemeyecekleri açıktır. Suriye devletinin İsrail için gelecekte yeniden tehdit oluşturabilecek güçlü ve bütünlüklü bir devlet olmasını arzulamadıklarından da emin olunabilir. Bu güçler HTŞ’yi şimdiye kadarki aşamada yararlı bir aparat olarak görüyorlar. Ama gelecek açısından yola onunla devam etmeyi isteyecekleri söylenemez. Her şeyden önce, Suriye’deki bazı iç bölgeler açısından bakıldığında, Kürtler ve Dürziler karşısında HTŞ’nin yeğ tutulduğu ya da onun tarafının tutulduğu söylenemez. HTŞ ülke üzerindeki hâkimiyetini tam kurabilmek için, gerçekte Kürtleri ve Dürzileri ezmek, onlara boyun eğdirmek istemesine rağmen buna izin verilmemektedir. Aksine İsrail örneğinde olduğu gibi, doğrudan işgal ve bombalamalara varıncaya kadar had bildirilmektedir.
Diğer taraftan HTŞ’nin asıl çekirdek gücünün büyük oranda cihatçı savaşçılardan oluşmasının, orta ve uzun vadede ne dolaysız anlamda İsrail’in güvenliği bakımından ne de Suriye’nin bir kapitalist yatırım alanı olarak şekillendirilmesi bakımından uygun olmadığı aşikârdır. Dünya genelinde radikal İslamcı güçlerin büyük emperyalist güçler nezdinde eskisi kadar rağbet gördükleri söylenemez. Tekil durumlar bir yana, genel olarak “Arap Baharı” günlerine kadar güçlü bir destek ilişkisi vardı. Ancak “Arap Baharı” sürecinde Müslüman Kardeşler deneyinin de etkisiyle bu sayfa tarihsel anlamda geride bırakılmış görünüyor. Bir yandan SSCB’nin yıkılmış olması, diğer yandan geniş Ortadoğu’da Saddam, Kaddafi, Esad gibi liderlerle sembolize olan türde rejimlerin de süreç içinde yıkılmış olması, Batılı büyük emperyalist güçler ve İsrail açısından bu güçlerin artık
tarihsel bakımdan pek işlevinin kalmadığı anlamına geliyor. Radikal İslamcı güçler önümüzdeki dönemde daha ziyade Çin’in nüfuz alanına giren ya da nüfuz mücadelesi yürüttüğü Afrika ve Asya’da bazı bölgelerde Batılı emperyalist güçlerin aparatları olarak işlev görmeye devam edecek gibi görünmektedir.
Bir ek faktör olarak, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde Batı’da yükselen faşist eğilimlerin ideolojik alet kutusunda İslam düşmanlığının önemli bir unsur olarak yer almasını da tabloya ekleyebiliriz. Batı’da yer yer iktidara da tırmanan bu güçlerin yarattığı atmosfer, İslamcı güçlere sempati ve desteği eskisi kadar kolay kılmamaktadır.
İşte HTŞ’nin birçok konuda sergilediği zikzaklar, muğlak tutumlar, u-dönüşleri hep bu güçlerin onun üzerindeki çelişik etkisi temelinde açıklık kazanmaktadır. Örneğin İsrail kesinlikle istememesine rağmen, HTŞ’nin Türkiye’nin ülke içinde merkezi bölgelerde askeri üs kurma girişimine izin vermesi Türkiye’nin bastırmasının bir sonucuydu. Ancak, ABD ve İsrail’in uyarılarını dinlemeyerek oldubitti yapabileceğini zanneden Türkiye ve HTŞ, sonunda İsrail’in buraları doğrudan bombalamasıyla hizaya çekilmiş oldu. Yine Kürtler ve talepleri konusunda Türkiye’nin de müdahaleleriyle Kürt düşmanı tutumlar sergileyebilen HTŞ, benzer şekilde ABD baskısıyla birçok kez geri adımlar attı.
HTŞ katliamları
HTŞ’nin demokratik bir perspektife sahip olmadığı uzun boylu söz gerektirmeyen bir gerçektir. Kendisini desteklemiş Batılı emperyalist güçlerin telkinlerine rağmen ülke içindeki tedirgin azınlıkların kaygılarını giderecek, onların varlığını ve haklarını tanıyacak bir anayasa taslağı hazırlamadığı gibi, geçici yönetimde bu toplulukların temsilcilerine yer vermemektedir. Devlet aygıtında da bazı mecburi istisnalar dışında bu toplulukların temsilcilerine yer vermemiştir. Aksine uluslararası insan hakları kurumlarının verilerine göre kamuda büyük bir Alevi temizliğine girişerek çalışanların yüzde 30’dan fazlasını işten atmıştır. Öte yandan HTŞ uzun vadede de demokratik bir açılım yapma perspektifinde olduğunu düşündürecek tarzda hareket etmemektedir. Örneğin seçimler için en az beş yıl sonrasını işaret etmesi bu tarzın göze batan dışavurumlarından biridir. Bunun tek anlamının ülke içinde kendi çıkarına birtakım temizlikler, saha düzleme operasyonları yapma ihtiyacı ve niyeti olduğu açıktır. Sözde eski rejim artıklarını hedef alma bahanesiyle Alevileri ezip sindirme operasyonları bunun temel ayaklarından biridir.
Alevilere dönük vahşi katliamlar Türkiye’deki rejimin de medyasında açıkça desteklediği bir politikadır. O katliamlar yapılırken hem HTŞ medyası hem de Türkiye’deki rejim medyası, bu katliamların varlığını inkâr etti ve olanların sadece devlete saldıran silahlı eski rejim unsurları olduğu fikrini işledi. Bununla yapılan katliamları meşrulaştırmaya çalıştılar. Dahası “siyasal Alevilik” diye bir kavram uydurarak, bunu Türkiye’deki Alevileri de damgalamaya dönük bir kavram olarak genelleştirmeye çalıştılar. Türkiye’de Aleviler ve duyarlı kesimler bu katliamların son bulması için rejime HTŞ üzerindeki etkisini kullanma çağrısı yapmalarına rağmen bunları kulak arkası ettiler, katliamların boyutu büyüdü. Yapılan tüm özürcü inkârların aksine, sonunda uluslararası insan hakları örgütleri de kanlı tabloya ilişkin olguları önemli ölçüde tespit etti. İnfazlar, işkenceler, adam kaçırmalar, taciz ve tecavüzler, aşağılayıcı muamele, mala zarar verme, el koyma, yerinden sürme, cami hoparlörlerinden kıyım/cihat çağrısı yapma gibi sayısız baskı biçimi sistematik olarak uygulandı bu süreçte.
Başlangıçta (Mart ayının başlarındaki büyük çaplı pogrom histerisi de dâhil) Alevilere dönük saldırılar Batılı devletlerin pek ilgi alanına girmedi. Esad rejimiyle büyük oranda özdeşleştirilen Alevi toplumu karşısında bu devletler o günlere kadar destekleyip cilâladıkları Şara’ya (Golani) pek toz kondurmamaya çalışıyorlardı. Büyük Batılı güçlerin bakanlar dâhil üst düzey heyetleri birbiri ardına Şam’ı ziyaret edip anlaşmalar yaparken bu ayrıntıların can sıkmasını istemiyorlardı. Bu heyetler özellikle Kürtleri, Hıristiyanları ve Dürzileri koruyucu bir yaklaşım sergilerken Aleviler bu korumadan pek nasiplerini alamıyorlardı. Ancak Şara ve HTŞ’nin Suriye’deki İsrail-Batı planları açısından ne denli işlevli ve verimli olduğu giderek sorgulanır hale geldi. Henüz onlardan vazgeçildiği söylenemezse de özellikle İsrail’in sert müdahaleleri bir hava değişimine işaret ediyor gibi görünüyor. Trump’ın Netanyahu’ya “sen de biraz makul olmalısın” demesinin sahada İsrail’i kısıtlama yönünde hiçbir sonucu olmamış, İsrail’in dur durak bilmeyen bombalamalarına Batı’da kimse ses çıkarmamıştır. Günün sonunda HTŞ (ve Şara’nın) bütün canilikleri delil gösterilerek günah keçisi ilan edilip Batılı emperyalist güçlerin zeytinyağı gibi kendilerini üste çıkarmasını da ihtimal dışı olarak görmemek gerekir. Elbette Suriye daha çok kaynamalara gebedir ve süreçlerin ne getireceğini tüm yönleriyle öngörmek mümkün değildir.
Uluslararası planda havanın değişmeye başlaması nedeniyle Şara’nın da tonu değişmiştir. Önce tümüyle eski rejim kalıntılarının silahlı direnişinin ezileceğinden dem vuran söylem, giderek “bazı ufak tefek ihlaller olmuştur”a, sonra da bir tahkikat komisyonu kurulacağının ve suç işleyenlerin cezalandırılacağının ilan edilmesine varmıştır.
HTŞ’nin (ve onun Türkiye gibi bölgesel destekçilerinin) Suriye üzerinde daha fazla güç ve etki kazanabilmek için, muhtemel rakip güç odaklarını, bunların zemini olabileceğini düşündüğü toplulukları ezme politikası izlemesi bir anlamda eşyanın tabiatıdır. Ayağının altındaki zemini güçlendirmeye, kendince riskleri bertaraf etmeye çalışmaktadır. Sayıca çoğunluk oluşturmasalar da Alevilerin Suriye’de önemli bir topluluk olduğunun tüm güçler farkındadır. Her ne kadar şimdilik büyük güçler arasında Kürtler ya da Dürziler kadar net bir hamileri olmasa da Aleviler ilerleyen süreçte ciddi bir direniş potansiyeli taşımaktadırlar ve şartlar değiştiği ölçüde uluslararası destek de bulabileceklerdir. Alevilerin ağırlıklı bulunduğu bölgelerde tarihsel olarak etkili olmuş Fransa’nın bu konuda bir namzet olması muhtemeldir. Dürzilerde olduğu gibi bir “hassasiyet” göstermese de İsrail’in de şartlara bağlı olarak benzer şekilde konumlanması mümkündür.
HTŞ sadece Alevileri değil Dürzileri de bir tehdit olarak görmekte ve fırsat bulduğu ölçüde hedef almaktadır. Başından beri HTŞ’ye karşı tavırlı olan ve bazı bölgelerde silahlı örgütlenmeleri de olan Dürziler güvensizliklerini ve demokratik beklentilerini çeşitli vesilelerle dile getirdiler. HTŞ’nin iktidara geldiği Aralık ayından itibaren çeşitli HTŞ güçleri Alevilere olduğu gibi Dürzilere de benzer nitelikte baskılar uyguladılar, ama ölçek hiçbir zaman Alevilere olduğu denli büyük olamadı. Bunun temel sebebi hiç kuşkusuz sopasıyla devrede olan İsrail’dir. Burada Dürzilerin bulundukları bölgelerin büyük bir bölümünün İsrail sınırında olması ve İsrail’in bilfiil işgal ettiği Suriye topraklarının önünde Dürzilerin de bir tür kalkan olarak yer aldığı bir tampon bölge oluşturmak istemesi etkendir.
Sonuç olarak Dürziler de Aleviler de emperyalist güçlerin, bölge güçlerinin Suriye’deki kanlı çıkar oyunlarının değişkenliklerine bağlı olarak her an zarar görebilecek hassas bir konumdadırlar. Sadece onlar değil, Kürtler de, Suriye halkının çoğunluğunu oluşturan emekçi Sünni halk da yıllardır acılar çekiyorlar. Bu hercümerç içinde hayatını kaybedenler yüz binlerle sayılırken, yerini yurdunu bırakıp göç edenler milyonlarla sayılıyor. Bu kaynayan kazan içinde Suriyeli emekçilerin kaderiyle tüm bölge emekçilerinin kaderi birbirine daha yakından bağlanmıştır. İsrailli emekçiler de dâhil olmak üzere bölgenin işçi-emekçilerinin sınıf temelli örgütlenme ve mücadelelerinden başka kurtuluş yolu bulunmamaktadır. HTŞ’nin iktidara gelişi dünyada (özellikle Türkiye’de) burjuva medya tarafından devrim (“Suriye Devrimi”) olarak sunulmuştu. Ama bunun devrimle ilgisi yoktu, olan sadece Esad’ın çökertilip iktidarın HTŞ’nin eline düşürülmesi idi. Diğer taraftan, tüm bölgenin olduğu gibi Suriye’nin de gerçekten devrime ihtiyacı olduğu kesindir. Bu devrim işçi-emekçilerin kendi iktidarlarını kuracakları bir devrimdir. Zira bu pisliği ancak devrim temizler!
[*]