Bundan birkaç yıl önce ABD’deki Alabama nehrinin 6 metre
derinliğinde bir gemi batığı keşfedildi. Kısa zamanda bunun köleleştirilmiş
Afrikalıları ABD’ye getirmek için kullanılan gemilerden biri olan Clotilda
olduğu anlaşıldı. Arkeoloji dünyası için sevindirici bir haberdi bu. Zira
Clotilda bilinen “son köle gemisi”ydi. 160 yıllık müthiş bir keşif! Ekipler
kuruldu, planlar yapıldı, araştırmaya girişildi. Akılda tek soru vardı: “Clotilda’dan
geriye ne kaldı?” Bu haber batığın bulunduğu bölgeden birkaç kilometre ötede
kendi halinde yaşayan insanlar için de hayli çarpıcıydı. Çünkü onlar
Clotilda’nın köleleştirilmiş yolcularının torunlarıydılar. Clotilda’dan geriye
onlar için ne kalmıştı? Peki, ya bizim için ne kaldı?
1855 yılında inşa edilen yelkenli bir gemi olan Clotilda, bir
süre kereste ve başkaca malzemeler taşımak için kullanıldı. Büyük toprak ve
tersane sahibi, aynı zamanda birer insan kaçakçısı olan Meaher kardeşler (Jim,
Tim, Burns Meaher) tarafından 1859 yılında satın alınan geminin yeni rotası
Afrika, yeni yükü ise insandı. Clotilda artık transatlantik köle ticareti için
kullanılacaktı. Oysa esir tüccarlarının
köleleştirmek için ABD’ye daha fazla insan getirmesini yasaklayan 1808
yasasının üzerinden yarım asırdan uzun bir zaman geçmişti. Ancak nafile! Geminin
ABD’ye kırmızı palmiye yağı götürmek için yelken açtığına dair izin belgeleri
hazırlandı ve Clotilda’nın gayri resmi son seferi başladı.
Meaher kardeşlerin emriyle Clotilda’nın Batı Afrika ülkesi Benin’e
demir attığı biliniyor. Geminin kaptanı William Foster’ın günlüğünde, 9 bin
dolar değerinde altın ve mal karşılığında esir satın aldıkları yazıyordu. Geminin
kargo bölümüne 116 kişi tıka basa doldurulmuştu. Kadın erkek 116 Afrikalı köle!
Sadece 7 metre uzunluğunda, yaklaşık 6 metre genişliğinde ve tavanı 1,5
metreden daha alçak olan geminin kargo bölümünde yetmiş günlük bir okyanus
yolculuğu yapacaklardı. Binlerce millik yolculuk boyunca korkunç şeyler
yaşadılar: açlık, susuzluk, havasızlık, hastalık, zulüm… Kaptan Foster, gemi nihayet
ABD’nin Alabama Eyaletindeki Mobile bölgesine vardığında Afrikalı kölelerden
oluşan yükünü gemiden indirdi. Yasadışı yolculuğun kanıtlarını gizlemek için de
gemiyi ateşe verdi. Alev alan Clotilda, nehrin derinliklerine gömüldü.
Bu trajik yolculuğun üzerinden 160 yıl kadar uzun bir zaman geçse
de Clotilda’nın nehrin dibindeki çamurun içine gömülmesi nedeniyle çürümediği,
üçte ikisinin halen sağlam olduğu belirtiliyor. Arkeologlar bunun şimdiye kadar
keşfedilmiş “en bozulmamış köle gemisi enkazı” olduğunun altını çiziyorlar.
Öyle ki geminin gövdesinden insan DNA’sı elde etmenin bile mümkün olduğu
düşünülüyor.
Peki, ya köleler? Uzun yıllar boyunca esir tutulup
çalıştırıldılar ve bir mal gibi alınıp satıldılar. İçlerinden sağ kalan 30
kişilik bir grup, Amerikan İç Savaşının ardından özgür kalmalarıyla birlikte geminin
battığı bölgeye birkaç kilometre yakınlarda, Africa Town adını verdikleri bir
bölgede günümüze uzanan bir yaşam kurdu. Kaptan Foster, gemiyi batırarak
yasadışı yolculuğun izlerini silmek istemişti fakat geminin köleleştirilmiş
yolcularının isimleri, hikâyeleri ve anıları nesiller boyunca anlatıldı.
Gemide yer alanların 7.
kuşak torunları, katıldıkları bir televizyon programında verdikleri demeçlerle bizi
Clotilda’nın kargo bölümüne götürüyor. Röportajda
yer alan insanların hepsi, aile büyüklerinin sık sık kendilerini karşılarına
oturttuğunu ve tekrar tekrar Clotilda’yı ve köleleştirilmiş yolcularının anılarını
anlattıklarını belirtiyor. Büyük dedeleri Clotilda’nın yolcularından olan iki
ismin neler söylediklerine bakalım. “Kendimi,
hep o gemide, nereye gittiğimi bilmeden sadece dalgaların ve suyun sesini
dinlerken hayal ettim” diyor Joyceyln Davis. “Çıplaktılar.
Dışkıladıkları yerde yemek yiyorlardı. İki ay boyunca haftada yalnızca bir gün
kargo ambarının kapakları açıldı. Delirmeden böyle bir şeyden sağ çıkabilecek
kaç kişi tanıyoruz?” Bu sözler de Darron Patterson’a
ait.[1] Aynı zamanda Clotilda Torunları Derneği Başkanı olan
Patterson, verdiği bir demeçte şöyle diyor: “Böyle bir şeyi gerçekleştirmek,
insanlara kargo gibi davranmak için kötülük gerekir. Dünyanın yapılan bu
kötülüğü asla unutmaması için o geminin sergilenmesini istiyoruz.”
Kossula’nın
hikâyesi
1927’de Afro-Amerikalı antropolog Zora Neale Hurston,
Clotilda’nın yaşayan son yolcusuyla bir dizi söyleşi yapmak için Mobile’a
gitti. Bu yolcunun ismi Kossula’ydı fakat ABD’ye ayak basıp efendisi tarafından
ismi değiştirildiği günden bu yana herkes ona Cudjo Lewis diyordu. Hurston tanıştıklarında
ona Afrika’daki ismiyle hitap etmesinin ardından nasıl bir şaşkınlık ve
mutlulukla karşılaştığını şöyle anlatıyor: “Gözlerinde sevinç gözyaşları
birikti ve şöyle dedi «Suyun bu yanında bana bu adla seslenen başka kimse yok.
Sen bana Afrika’dayız gibi Kossula diyorsun!»”
“Benim geldiğim yerde ailemin kapısında fildişi yoktu. Kapıda
fildişi varsa o bir kraldır, büyük adamdır. Anlıyor musun? Ne babam ne de onun
babası yöneticiydi.” Bu cümlelerle hikâyesini anlatmaya başlıyor Kossula. Çoğunlukla
Batılı egemenler tarafından kışkırtılan Afrika’daki kabile savaşlarının
ardından bir bölgenin Kralı tarafından tutsak alındığını ve “barracoon” denilen
toplama kampına götürüldüğünü anlatan Kossula, “beyaz adam” ile ilk
karşılaşmasını şöyle anlatıyor: “Herkesi çember şeklinde dizdiler. Her çemberde
on kişi vardı. Derimize, ayaklarımıza, bacaklarımıza ve ağzımıza baktılar.
Sonra seçtiler. Bir erkek seçiyorlardı bir kadın. Böyle yüz otuz kişi
seçtiler.”
Çırılçıplak soyulduktan sonra Clotilda’ya bindirildiklerini
ve yolculuklarının başladığını dile getiriyor Kossula: “Su çok gürültü
çıkarıyordu. Gemi bazen havaya doğru yükseliyordu, bazen denizin dibine doğru
çöküyordu. Adamlar denizin sakin olduğunu söylüyordu. Kossula anlamıyordu,
deniz hep hareket ediyormuş gibi görünüyordu.” Clotilda’nın köleleştirilmiş
yolcularına ilk 13 gün boyunca tek lokma yemek verilmezken günde sadece iki
kere birkaç damla su verildiğini anlatıyor Kossula, “anlayamıyordum” diyor.
Yetmiş günlük yolculuğun ardından gemiden indirilen köleler,
efendilere satıldı ve plantasyonlara gönderildi. “Birbirimizden ayrıldığımızda
çok üzülmüştük. Evimize dönmek için ağladık. İnsanlarımızdan ayrılmıştık.
Yetmiş gün boyunca Afrika’dan oraya yol gitmiştik, sonra da bizi birbirimizden
ayırıyorlardı. O yüzden ağladık. Elimizde olmadan ağladık ve şarkı söyledik.”
ABD’ye ayak bastığında kaç yaşında olduğunu soran Hurston’a şöyle cevap veriyor
Kossula: “Afrika’dan geldiğimde on dokuz yaşında bir oğlandım. Bir tane büyüme
törenim yapılmıştı. Bir oğlan, erkek olmadan önce bir sürü büyüme töreni
yapılır. Benim sadece bir tane vardı.”
Kossula ve beraberindeki kimi köleler, Meaher kardeşlere ait bir
köle plantasyonunda, sırtlarına inip kalkan kamçı eşliğinde kâh gemilere
kereste yükleyip kâh tarlalarda ekin biçmeye başlamışlar. O günlere dair
hissettiklerini ve yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Yaptığımız iş bizim için çok
ağırdı çünkü öyle çalışmaya alışık değildik. Ama buna üzülmüyorduk, köle
olduğumuzdan ağlıyorduk. Geceleri ağlayıp, «özgür insanlar olarak doğduk, özgür
insanlar olarak yaşadık ama şimdi köleyiz» diyorduk. Bizi neden ülkemizden alıp
böyle çalıştırmak için buraya getirdiklerini bilmiyorduk.”
Kossula’nın kapitalist dünyaya ayak bastığı ve yaklaşık 3
milyon başka köleyle birlikte kamçı zoruyla çalıştırıldığı o yıllarda, ABD
büyük bir çalkantıyla sarsılıyordu. 1861 yılında ülkenin Kuzeyli burjuvazisiyle
Güneyli köle sahipleri arasında başlayan Amerikan İç Savaşı, 1865 yılında Kuzey’in
galibiyetiyle sona erdi.
[2] Savaşın
sonucunda Güney’in büyük toprak sahipleri ağır bir darbe yedi ve Kuzeydeki
burjuvazi hızlı bir kapitalist gelişmenin önünü açtı. Kölelik kalktı, o sırada farkında
olmasalar da Kossula ve beraberindeki milyonlarca köle için modern kölelik,
yani işçilik dönemi başladı.
Beş buçuk yıl süren köleliğinin ardından “özgür bir adam”
olduğunu öğrenen Kossula şöyle anlatıyor o günü: “Bizi özgür bıraktıklarında o
kadar sevindik ki kendimize davul yapıp Afrika’daymışız gibi müzik çaldık.
Burns Meaher’in plantasyonundan hemşerilerim geldi, yeniden bir araya
gelmiştik.” Üzerinden çok zaman geçmeden Kossula ve beraberindekiler,
kendilerini eve götürecek gemilerin bilet parasını biriktirmek için çalışmaya başladılar.
“Bütün Afrikalılar çok çalıştık” diyor Kossula: “Kereste katrağında ve
baruthanelerde iş bulduk. Bazılarımız demiryollarında çalıştı. Bize yardım
etmek için kadınlar da çalıştı. Beyaz adamın işlerini yaptılar. Bahçeye
baktılar, sepetlerini kafalarına koyup Mobile’a gittiler, orda sebzelerini sattılar;
biz sepet yaptık, onlar da sattılar…” Ancak işler umdukları gibi olmamıştı,
onlar için geri dönüş yoktu. “Yerleştiğimiz kasabamıza Afrika Town adını
verdik. Çünkü aslında Afrika’ya dönmek istiyorduk ama gidemeyeceğimizi
anlamıştık. O yüzden bizi getirdikleri yerde Afrika yaptık.”
Transatlantik köle ticaretinden bugüne
Clotilda ve Kossula’nın hikâyesi, çok daha büyük bir hikâyenin
sadece küçük bir parçasıdır. Bu büyük hikâyeyi anlamak için kısaca 16. yüzyıla,
Amerika kıtasının keşfine uzanalım. “Amerika kıtasının keşfi Avrupa’da
kapitalizmin doğuş sürecinin bir parçasıydı. Avrupa’da ticari kapitalizm liman
kentlerinde gelişmesine rağmen henüz baskın bir üretim biçimi haline gelmiş
değildi; kıtanın keşfiyle birlikte yüz binlerce ton altın ve milyonlarca ton
gümüş Avrupa’ya akmaya başlamış, bununla birlikte, Amerika’nın hammadde
kaynakları tam anlamıyla yağma edilerek tüm doğal zenginlikler Avrupa’ya
yığılmıştır. Böylece sermaye birikiminde büyük bir atılım yaşanmış oluyordu;
fakat ne pahasına?”
[3]
Aztek, İnka, Maya… Dönemin büyük uygarlıkları, “uygarlaştırıcı
Avrupa”nın 16. yüzyılın açılmasıyla birlikte başlayan sayısız seferi sonucu
yakılıp yıkılmış, milyonlarca yerli kıyımdan geçirilmişti. Kızılderililer ya köleleştirilerek
topraklarından kovulmuş ya çalıştırılmak üzere gümüş ve altın madenlerine
sürülmeye başlamış ya da katledilmişti. Tarihin gördüğü en büyük soykırımlardan
biri yaşanıyordu. ABD’nin ikinci Başkanı John Adams’a göre Kızılderililer, “bir
ırk olarak korunmaya değmeyen”, “tükenmeye mahkûm”, “ıslah edilemez” bir
soydular. O ve onun gibilere göre “bu aşağı ırkı kıtadan temizlemek son derece
şerefli” bir girişimdi.
Dönemin en büyük emperyal ödüllerinden biri Aztek ve
İnkaların kıymetli madenleriydi. Ancak büyük bir sorun vardı: emek kıtlığı!
Çünkü korkunç bir zorbalıkla, olmadık işkenceler uygulanarak madenlere
gönderilen yerliler en fazla 5-6 yıl yaşayabiliyordu. Avrupalı ilk
yerleşimcilerin silahları, zorbalıkları ve beraberinde getirdikleri hastalıkların
da etkisiyle kıtanın yerli nüfusunun neredeyse kökü kurumuştu. Bazı kaynaklara
göre bir zamanlar bu topraklarda 70 ilâ 90 milyon arasında yerli nüfus
yaşamaktaydı. Bir buçuk asır sonra geriye yalnızca 3,5 milyon yerli kalmıştı.
“Uygar Batı”, sermayenin bu ilk birikimini sağladığı süreçte karşı karşıya
kaldığı büyük sorunu, yani emek kıtlığını çözmek içinse yeni bir formül buldu.
Çözüm, Batı Afrika’dan köle getirmekti.
Esir aldıkları Afrikalıları Atlantik’in ötesindeki başka
ülkelere götürüp karşılığında para alma işi, on beşinci yüzyılın ortalarında
başlamıştı. İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere ve Fransa köle ticaretinin
önde gelen Avrupa ülkeleriydi. Amerika kıtasında yaşanan bu altüst oluşlarla
birlikte ise transatlantik köle ticaretinde patlama yaşandı.
[4] Köleleştirilen Afrikalılar gemilerle kıtaya taşındı ve ölene kadar
çalıştırıldı. 17. yüzyılın sonuyla 19. yüzyılın başı arasında 12 milyon kadar
Afrikalı kölenin Atlantik ve Hint Okyanuslarını geçtiği biliniyor. Bunlardan
yaklaşık 1,5 milyonunun yolculuk sırasında hayatını kaybettiği ise bilinen
başka bir gerçek! Yolculuğu sağ salim atlatanlar içinse hayat hiç kolay
değildi. Köleler gün ağarmaya başlarken çalışmaya koyulur, karanlık
bastırdıktan sonra da işi bırakırlardı. Köle plantasyonlarında yetersiz
beslenen, aşırı çalıştırılan, kırbaçlanan, dövülen köleler içinde ölüm oranı
çok yüksekti.
Yaklaşık 4 asır süren transatlantik köle ticareti, insanlık
tarihinin en dramatik olaylarından biridir. Fakat kölelik o dönemde icat edilmediği
gibi iddia edildiğinin aksine o dönemle birlikte de kapanmamıştır. Köle
ticareti 19. yüzyılda resmen yasaklansa da kölelik bugün bile çeşitli kılıflar
altında fiilen sürdürülüyor. Yasadışı ekonomik faaliyetler içinde insan
ticaretinin uyuşturucudan sonra en büyük ikinci sektör oluşu, kapitalizmin ne
kadar çürümüş bir sistem olduğunu yeterince ortaya koymaktadır.
BM raporlarında bugün dünyada 50 milyondan fazla insanın köle
olarak çalıştırıldığı, alınıp satıldığı yer alıyor. Son 5 yılda modern kölelik
altındaki kişi sayısında önemli bir artış yaşandığı, 2021’deki sayının 2016’ya
kıyasla 10 milyon daha fazla olduğu belirtiliyor. Hindistan, Çin, Pakistan, Kuzey
Kore, Nijerya, Endonezya ve Kongo gibi ülkeler, köle olarak tanımlanan insan
sayısının hayli yüksek olduğu başlıca ülkeler arasında yer alıyor. Modern
köleliğin dünyanın hemen her ülkesinde görülmekle birlikte en az yüzde 52’sinin
orta ve yüksek gelişmişlikteki kapitalist ülkelerde (Avrupa’dakiler dâhil!)
yaşandığı kaydediliyor. Köleliğe maruz kalanların yüzde 70’ten fazlasını
kadınlar ve kız çocukları oluştururken, Üçüncü Dünya Savaşı, iklim krizi gibi
kapitalizmin tarihsel krizinin pek çok farklı görünümünün etkisiyle dünya
genelinde yaklaşık 30 milyon göçmen çocuk, insan ticareti ve cinsel kölelik
tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor.
Ancak bu tablo da “modern köleliğin” sadece bir yüzüdür. Ne
demek istediğimizi örneklemek için Kossula’nın hikâyesinin devamını anlatalım. Onlar
zincirlenmiş halde getirildikleri kapitalist dünyada acımasız beyaz efendilerin
köleleri olarak, daha pek çok şeyle birlikte gerçek hayatlarından koparılmış
halde çalıştırıldılar. Daha sonra “özgür birer adam” olarak fabrikalarda,
madenlerde, tarlalarda, demiryollarında işçi olarak çalıştırıldılar. Üstelik “özgür
birer adam” olarak karın tokluğuna sömürüldükleri bu işletmelerin patronları, kendilerini
köleleştiren efendilerdi. Onlar için zincirli, kırbaçlı kölelik kalkmıştı belki
ama ücretli kölelik başlamıştı. Peki, ya bugün? Onları köleleştiren Meaher’lerin
torunları bugün bile Mobile çevresinde on milyonlarca dolar değerinde arazi ve
işletmelere sahipken Kossula’ların torunları sömürülmeye devam ediyor.
Kapitalizm, burjuva sınıfın işçi sınıfını sömürerek varlığını
sürdürdüğü düzenin adıdır. Ya en ağır işlerde zorla çalıştırılmak üzere
köleleştirilmiş bir insan, ya yok denecek bir ücrete çalışmak zorunda bırakılan
bir göçmen, ya da açlıktan ölmemek için belli bir ücret karşılığında işgücünü
satan “özgür emekçi”… İşin özü kapitalizm mülksüzler için en iyi durumda bile
ücret köleliği, ücretli kölelik demektir! Bu tablo kapitalizmin ne kadar
çürümüş ve yozlaşmış bir sistem olduğunu yeterince ortaya koyarken Clotilda ve
sınıflar mücadelesi tarihinin bütünü sırtımıza hayati bir sorumluluk yüklüyor.
Kapitalizmi bir daha sömürünün ve köleliğin hiçbir türüne meydan vermeyecek
şekilde tarihe gömmek!
Yararlanılan Kaynaklar
- Zora Neale Hurston, Baraka-Son
“Köle Kargosunun” Gerçek Hikâyesi, İthaki Yay.
- Haluk Gerger, Kan
Tadı-Belgelerle ABD’nin Kara Tarihi, Yordam Yay.
- Chris Harman, Halkların Dünya
Tarihi, Yordam Yay.
- Neil Faulkner, Marksist Dünya
Tarihi, Yordam Yay.
- Serhat Koldaş, ABD’de İsyan
Büyüyor-Tarihsel Kavga Devam Ediyor, marksist.com
[1] Davis’in akrabasının Oluale olan Afrika’daki ismi, efendisi
tarafından Charlie Lewis olarak değiştirilmiş. Petterson’un büyük dedesi
Kupollee’nin ismi ise Pollee Allen olarak değiştirilmiş.
[2] Bu
zaferin arka planında Başkan Lincoln’ün Güney karşısında iyice sıkışması, bu
sıkışıklığı aşmak için de köleliğin kaldırıldığını ilan etmesinin payı
büyüktür. Böylece 200 bin siyah Kuzey’in ordusuna katılırken 300 bin köle ise
Güney eyaletlerinden Kuzeye kaçtı. Güney’in ekonomisi çökmeye yüz tutarken İç
Savaş’ın kazananı Kuzey oldu.
[3] Utku
Kızılok,
Latin Amerika’da “Kurtarıcılar” ve Caudillolar, marksist.com
[4] Madenlere
gereken işgücünü sağlamak için başlayan Afrika’dan Amerika’ya yapılan köle
ticareti, pamuğu çekirdeğinden ayrıştıran çırçır makinesinin icadından sonra
katlamalı bir şekilde arttı. Bu makine sayesinde, pamuktan elde edilen verim 50
kat artıyordu. Böylece dünya pamuk üretiminin yüzde 70’i ABD topraklarında
yapılmaya ve dünyaya pamuk ihraç edilmeye başlanmıştı. Ancak kapitalistlere
göre kölelik olmadan pamuk, pamuk olmadan da modern sanayi olmazdı.