Kapitalizm bir çöküş sürecinin içinde ve bunun kaçınılmaz
sonucu olarak her yönden çürüyor. Derin ekonomik krizle, genişleyen emperyalist
savaşla, baskıcı, faşist yönetimlerle kendini ortaya koyan bu çürüme, tek tek
insanların yaşamında da çok boyutlu sorunlara neden oluyor. Emekçileri giderek
yoksullaştıran, ağır yaşam koşullarına maruz bırakan bu sistem bununla da
yetinmiyor, insanların psikolojilerinde de derin yaralar açıyor. Son yıllarda
sayısı katlanarak artan biçimde, milyonlarca insan psikolojik problemlerle
boğuşuyor.
Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) son raporlarından birine göre,
günümüzde dünya üzerindeki her 8 kişiden 1’i ruhsal bir bozuklukla mücadele
ediyor. Bu örgütün Küresel Hastalık Yükü araştırması da, her yıl yaklaşık
800.000 kişinin intihar nedeniyle öldüğünü söylüyor. Yani her 40 saniyede bir
kişi canına kıyarak hayata veda ediyor. İntihar girişimlerinin ise sonuca
ulaşanların 20 katı kadar olduğu tahmin ediliyor. Antidepresan ilaç kullanımı
tüm dünyada giderek artıyor. Türkiye’de ise tam bir patlama yaşanıyor.
Eczacılar Odası verilerine göre 2019 yılında 49 milyon 857 bin kutu
antidepresan ilaç satılırken, bu sayı 2020’de 54 milyon 625 bine çıkmış. 2021
yılında ise yaklaşık 60 milyon kutu antidepresan ilaç satılmış.
Milyonların iç içe olmasına rağmen insanların birbirlerinden
yalıtıldığı, yalnızlık içinde bir yaşam sürmeye yönlendirildiği, acımasız bir
rekabet ortamına itildiği, herkesin diğerlerine karşı savaşarak ayakta kalmaya
çalıştığı kapitalist cangılda bu verilerin şaşırtıcı olduğunu kim söyleyebilir
ki?
Kapitalizm her şey gibi ruhu da bozar!
Kapitalizmin çıkışsızlığının yarattığı toplumsal sorunların
insanlığı çıldırma noktasına getirmesi karşısında egemenler, tüm ideolojik
araçlarını kullanarak, insanların sorunlarının gerçek kaynağı olan kapitalist
sistemi sorgulamasının önünü almaya çalışıyorlar. Onlara göre bu psikolojik
sorunlar, kişilerin genleriyle, kişisel zaafları ve yetersizlikleriyle ya da
içinde bulundukları aile, okul, arkadaş çevresi gibi görece dar gruplarla
ilgili olabilir ama asla ve kat’a kapitalizmin yarattığı toplumsal sorunlarla
ilgili değildir.
Oysa mesela şizofreni gibi ağır ruhsal hastalıkların bile
kapitalizmin yarattığı sorunlarla ilgisi olduğu bilinmektedir. Yoksulluk ve
şizofreni arasındaki ilişki uzun yıllar önce ortaya konmuştur. Yoksul
ailelerde, annenin vitamin depolarının yetersizliği, gebelik sırasında
geçirilen viral enfeksiyonlar, oksijen yetersizliğine neden olan doğum travması
ve göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek gibi değişkenler pek çok
araştırmada sorgulanmış ve şizofreni oluşumu ile ilişkisi açık biçimde
gösterilmiştir. Yapılan çalışmalar şizofreni gelişme riskinin en alt
sosyo-ekonomik gruplarda yer alan kişilerde üst gruplara göre yaklaşık 8 kat
fazla olduğunu göstermektedir. Şizofreni tanısı almış kişilerin yaklaşık olarak
yarısı alt sosyo-ekonomik grupta yer almaktadır. Şizofrenide özellikle
hastalığın başlamasından 10 yıl sonra, alt sosyo-ekonomik sınıflardaki hastalar
diğer hastalara göre daha kötü durumdadır.
Duygudurum bozuklukları, özellikle major depresyon da
yoksullukla yakından ilişkilidir. Depresyon sıklığı giderek artmaktadır. Her 5
kadından biri, her 7 erkekten biri yaşam boyu en az bir defa depresyon
geçirmektedir. Dünya Sağlık Örgütüne göre 2020 yılında dünyada en acil sağlık
sorunları içinde ikinci sıraya yükselen depresyon işçi sınıfında daha yaygın
görülmektedir.
[1]
İşsizliğin intiharla ilişkisi ise çok daha uzun süredir
bilinmektedir. İşsizlik ve intihar arasındaki nedensel ilişkiyi araştıran bir
çalışmada, işsiz olan bireylerin çalışanlara göre intihara bağlı ölümlerinin iki
ya da üç kat arttığı tespit edilmiştir. İşsizlik oranlarında belirgin artış
olması nedeniyle, intiharın ekonomik krizle ilişkisini araştıran çalışmalar da
bulunmaktadır. Bunlardan biri 1997 Güney Doğu Asya krizi sonrasında Kore’de
intihar oranlarının %63 arttığı sonucuna ulaşan bir çalışmadır. Bu artış
işsizlik oranı ile pozitif ilişkilidir. Aynı çalışmada intihar oranlarının
sosyo-ekonomik düzeyi düşük insanlarda daha yüksek olduğu da belirtilmektedir.
Benzer şekilde kriz sonrası Tayvan’da da intihar oranları
artmıştır. İntihar oranları 1999 yılında Tayvan tarihindeki en yüksek orana
ulaşmıştır. 2000-2011 yılları arasında 63 ülkede intihar, nüfus ve ekonomiye
ilişkin kamu verilerini geriye dönük olarak analiz eden bir çalışmanın
sonuçları da, intiharlardaki artışın işsizlikteki artışla bağlantılı olduğunu
gösteren önceki araştırmalarla örtüşmektedir; ancak, işsizlik ve intihar
arasındaki korelasyon, kriz öncesi işsizlik oranının daha yüksek olduğu
ülkelerde değil, daha düşük olduğu ülkelerde daha güçlüdür.
[2]
Bu verilerin gösterdiği gibi emekçilerin ruh sağlığını bozan
esas etmenler gün gibi ortada iken, kapitalizmin ideologları bunlarla
ilgilenmez, ilgiyi başka taraflara yönlendirmeye çalışırlar. Deva bulmaya
çalışanların önüne sorunları katmerlendirecek “çözümleri” sürerler.
Kapitalizmde elbette her şey gibi insan ruhunun hastalıklarının iyileştirilmesi
süreci de piyasanın gereklerine uygun olarak düzenlenir ve hastalar tüccarlaşan
psikiyatri ve psikoloji uzmanlarının eline teslim edilir. Bu uzmanlar da insanlara
kişiliklerin uyumlu ve dengeli olmasının yollarını önerir. Uyumlu ve dengeli
olmak kötü bir şey değildir tabii ki. Ama asıl sorun başka noktadadır. Neye
uyulacak, denge nasıl sağlanacaktır? Kapitalizmin somut koşullarında uyum
sağlamakla kastedilenin esasen düzenle uyumlu hale gelmek olduğu açıktır. Elif
Çağlı’nın çarpıcı biçimde söylediği gibi: “Bu uzmanlara göre, sınıf atlamak
için helak olup tüm insani değer yargılarını (yardımlaşma, paylaşım, dayanışma
gibi) yitiren biri gayet akıllı biçimde davranmaktadır! Ama kapitalist toplumun
insanı içine hapsetmeye çalıştığı sınırlara isyan eden biri ise neredeyse zır
deli kabul edilmektedir!”
[3]
Emekçilerin hayatının dengesini sürekli olarak bozan
kapitalizm var olduğu sürece kişiliğin dengesinin nasıl kurulabileceği de ayrı
sorundur. Burada ruhsal sıkıntılar yaşayanlara söylenebilecek olansa gerçeklere
sırtını dön, (her ne kadar onlar dönüp dolaşıp çeşitli biçimler altında seni
tekrar bulacak olsa da!) baş edemeyeceğin sorunlardan uzaklaş, bunlarla gerçek mücadelelere
girişmek yerine onlara karşı savunma mekanizmaları geliştir! Tüm bu sorunları
yaşarken de bunun için kurduğumuz uzman ve ilaç pazarına mümkün olduğunca çok
para akıt!
Kapitalist sistemin yarattığı problemlerin yol açtığı
psikolojik sorunlar karşısında emekçilere önerilen, aynı bataklıkta yaşamaya
devam etmelerinden başka bir şey değildir yani. Sorunların gerçek kaynağı olan
mevcut üretim ilişkilerinin değil, emekçilerin buna uyum göstermemeleri
durumunun ortadan kalkması onlar için gerçek çözümdür. Sorunların çözümünün
anahtarları tek tek insanlardadır. Bunun için zihinlerine “sen özelsin,
sorunlarınla baş etme gücünü kendinde bulabilirsin, hiçbir şeyi kafana takma,
anı yaşa, olumlu şeyler düşün, sevdiğin şeyleri yap, hayatı erteleme” mottoları
boca edilen insanlar çözümün kendi ellerinde olduğuna inandırılırlar.
Kişiliklerindeki bazı zaafları aşabilirlerse, travmalarına yol açan durumları
kabullenip geride bırakabilirlerse yani birey olarak üzerlerine düşeni yaparak
sistemle uyumlu bir yaşama geri dönerlerse sorunlar çözülmüş olacaktır. Düzene
karşıymış gibi görünen önerilere istisnai olarak rastlansa bile bunlar
insanlara olsa olsa bireysel isyanları önerirler, asla ve kat’a düzeni baştan
aşağı yıkmak için mücadeleye girişmeyi değil.
Kapitalistlerin bir de şarlatanlar ordusu var
Kapitalizmin bu türden uzmanlarının yanı sıra, yol verdiği,
beslediği, büyüttüğü bir de şarlatanlar ordusu vardır. Düzenin yarattığı
sorunların çıldırma noktasına getirdiği insanların bir “devrim çılgınlığı”
noktasına ulaşmamaları için sahaya yaygın olarak onlar sürülmüştür. Yaşam
koçları, yoga ve meditasyon eğitmenleri, enerji şifacıları, astrologlar,
kişisel gelişim uzmanları, nümerologlar vesaire, vesaire. Ortalık, bunların ve
benzeri “uzmanlık”lara sahip türlü şarlatanların zırvalamalarıyla doludur.
Milyonlarca sayfa sabun köpüğü yayın, sayısız görsel medya içeriği, yine
bunlardan feyz alan binlerce film ve dizi, “kaybettikleri ruhsal dengeye tekrar
ulaşabilmeleri” için bu şarlatanlar tarafından insanların “hizmetine” sunulmuştur.
Kendi yaşamlarını ve kaderlerini kendi ellerine almak ve bozuk düzeni ortadan
kaldırmak için bir araya gelmenin yolunu bulamayan emekçiler, baş edemedikleri
gerçeklerden kaçmak için bu şarlatanların eline düşerler.
Emekçilerin en çok maruz kaldıkları da özellikle filmler ve
dizilerdir. Son dönemlerde tüm dünyada “psikoloji” temalı filmlerde, dizilerde
patlama yaşanmaktadır. Türkiye’de Gülseren Budayıcıoğlu gibi meşhur
psikiyatristlerin senaryolarından çekilen onlarca dizi, çok sayıda Netflix dizisi
veya filmi bu patlamanın ürünü olarak piyasaya sürülmüştür. Bunun kapitalizmin hâlihazırda
içinde bulunduğu koşullarından kaynaklandığını söylemek de abartı olmayacaktır.
Yüz milyonlarca insan son yıllarda katlanarak artan psikolojik sorunlar içinde debelenirken
normal olarak bu konular ilgi çekmektedir. Medya endüstrisi de geniş bir
izleyici kitlesi yakalayabilecek içeriğe sahip olduğu için seve seve bu türden
projelere yatırım yapmaktadır. Ama amaç sadece bununla sınırlı değildir. Bu
filmler, diziler üzerinden verilen mesajlarla da emekçilerin yönlendirilmesi,
böylelikle kapitalizm çukurunda debelenmeye devam etmeleri, başkaldırmamaları
sağlanmaya çalışılıyor. Bunlarda da sorunların kaynağı olarak elbette
kapitalizmin toplumsal düzeni değil bireylerin travmaları işaret ediliyor.
Son olarak Netflix dizisi Zeytin Ağacı’nda bunun nadide bir
örneği ortaya konuyor. “Aile dizimi” denen bir zırvalıkla, dizide insanların
yaşadığı kanser, el titremesi, suda boğulma korkusu, güvensiz ve öfkeli
karakter gibi tüm sorunlar, duyup bilmedikleri birkaç kuşak atalarının yaşadığı
travmalara bağlanarak çözülüyor. Aile içerisinde yaşanan olumsuzlukların aile
fertlerinin DNA’larına kazındığı ve bu şekilde nesilden nesile aktarıldığı
iddia ediliyor. Böylelikle insanlar sorunlarının gerçek kaynağının ataları olduğunu,
bu sorunların samimi bir yüzleşmeyle, empatiyle ve bağışlamayla üç beş seansta
halledilebileceğini öğrenip rahatlıyor!
Burada mesele “bir dizi kurgusudur, olur böyle uçukluklar”
deyip geçilecek basitlikte değil ne yazık ki! Bu örnek üzerinden burjuvazinin
“saygın” bilim kuruluşlarının ve insanlarının bu şarlatanlıklara nasıl
kaynaklık ettikleri ve bunun burjuva medya eliyle amaçlı olarak nasıl
parlatılıp pazarlandığını açık biçimde gördük çünkü. Dizinin esin kaynağı
1990’lı yıllarda Alman psikoterapist Bert Hellinger tarafından ortaya atılan
bir psikoterapi yöntemiydi. Aile dizimi adı verilen bu terapinin çıkış noktası,
bireylerin kuşaklar öncesinden başlayarak ailelerindeki bireylerle görünmez bir
bağ ile bağlı olduğuydu. Bu bağ, bireylerin yaşadıkları olayları, başlarına
gelenleri, geçirdikleri psikolojik rahatsızlıkları etkiliyordu. Buna göre
ailelerinde kuşaklar öncesinde yaşanan olaylar dahi bireylerin bugünkü hayatını
etkilemekte ve değiştirmekteydi. Bu anlayışa göre bireyleri salt doğdukları
aileler şekillendirmekte ve bugün oldukları kişi haline getirmekteydi. Ani ve
travmatik ölüm, kaza, intihar, şiddet, suç işleme, kürtaj, anne-babanın rolü
gibi ailenin derinden etkilenmesine neden olan olumsuz olayların yaşanması,
aile sisteminde bozulmalara veya “aile dizimi”nde kopukluklara neden oluyordu!
Aile dizimindeki bu bozulmalar ve kopmalar, aile üyelerinin ve gelecek
kuşaklardaki aile üyelerinin kaderlerini derinden etkiliyordu. Bu durumun
iyileştirilmesi için de, aile dizimi terapisi uygulanarak bireylerin ailelerine
içsel olarak geri götürülmesi ve aileleriyle kendi iç dünyalarında barışmaları
sağlanmaya çalışılıyordu. Böylece bireylerin iç huzuruna kavuşacakları, uyumlu
ve dengeli bir biçimde hayatlarını sürdürecekleri savunuluyordu.
El çabukluğuyla bilimselmiş gibi gösterilen bu tür zırvalar
psikiyatrist unvanlı kişilerden gelince akan suların durduğunu biliyoruz.
Böylece psikolojik sorun yaşayan milyonlarca insan sorunlarının kaynağını
sistemde ve onun yarattığı toplumsal koşullarda değil atalarında bularak
rahatlayıp sözde ruh dinginliğine ulaşırken, bu tür şarlatanlar da ceplerini
doldurup bayağı bir rahatlıyorlar. Harika değil mi!
Bu zırvalama bir delinin kuyuya attığı taşla sınırlı kalmıyor
elbette. Kapitalizme hizmet edecek her bilimsel soslu zırva kapitalizm
tarafından itina ile parlatılır ve yaygınlaştırılır. Neticede milyonlarca
izleyiciye ulaşan bu projenin ardından hem kafalar iyice bulandırılmış oluyor
hem de uzmanlar için bir pazar canlandırılmış oluyor. Dizinin gördüğü yoğun
ilginin hemen ardından Türk Psikologlar Derneğinin “aile dizimi terapisi”
eğitimleri için kayıtların açıldığını duyurması bunun güzel bir örneği.
Fazla söze ne hacet. Bütün bunlar radikal bir dönüşüm
ihtiyacı içerisindeki hasta bir düzen yüzünden toplumun çeşitli unsurlarının
gösterdiği semptomlardan başka neyi ifade eder ki? Kapitalizm her türlü
melanetinin yanı sıra ruhsal sorunların da kaynağı olan bir bataklıktır. Bu
yüzden onun varlığıyla hayat bulan çürümüş zihniyetlerin hiçbir önerisi
emekçilerin ruh sağlığına iyi gelmez. Aksine sorunları daha da büyütür.
Kapitalist toplumun emekçilerin ruh dünyasında yarattığı
tahribatın farkına varmış olanlar bu yüzden bilmeli ki, sağlıklı bir ruh hali
ve onu sağlayacak bilinç ancak özgürleşme mücadelesinde bir araya gelmiş
insanların kendilerini eylemleriyle dönüştürmeleri sonucunda geliştirilebilir.
Sınıf mücadelesine örgütlü ve aktif olarak katılmak sağlıklı bir ruh halinin en
temel önkoşuludur.
[1] Gülay Taşdemir, Yoksulluğun Ruh Sağlığı Üzerine Etkileri, Uluslararası İnsan Bilimleri
Dergisi, c.11, sayı 2, 2014
[2] Nordt, C., Warnke, I., Seifritz, E., & Kawohl, W. (2015). Modeling suicide
and unemployment: a longitudinal analysis covering 63 countries, 2000-11. The
Lancet Psychiatry, 2(3), 239-245.
[3] Elif Çağlı, Küçük-burjuvanın Anatomisi, marksist.com