Kapitalist sistemin çelişkilerinin şimdiye dek görülmedik
ölçüde keskinleşmesi, emperyalist güçler arasındaki rekabet ve çatışmanın çok
daha yıkıcı hale gelmesine yol açıyor. Bu yılın başlarında patlak veren Ukrayna
savaşı devam ediyor. Binlerce insanın hayatını kaybetmesi, milyonlarca
Ukraynalı emekçinin göç yollarına düşmek zorunda kalması ve sefalete
sürüklenmesi bu savaşın insani felâket boyutunun bir bölümünü oluşturuyor. Zira
yaşanan insani felâket, Ukrayna savaşının enerji ve gıda krizini başta Avrupa
olmak üzere tüm dünyada derinleştirmesiyle ve enflasyonu daha da yükseltip
yoksulluğu arttırmasıyla katmerlenmiş bulunuyor.
Diğer yandan, bu savaşın da kışkırtıcısı olan ABD’nin,
emperyalist savaş ateşini asıl rakibi Çin’i kuşatmak üzere nicedir hedefe
yerleştirdiği Asya-Pasifik bölgesine sıçratma hamlelerine hız verdiği
görülüyor. Sarsılan hegemonyasını yeniden tesis ederek gerileyişini durdurmak
ve Çin’in yükselişinin önüne geçmek isteyen ABD, böylelikle kendisi açısından kapitalizmin
topyekûn krizini ölümcül olmayan yaralarla atlatmayı planlıyor. Sadece ABD
değil, Çin ve Rusya da dâhil olmak üzere diğer büyük emperyalist güçlerin de
benzer planlarla nüfuz alanlarını genişletme çabası içinde olmaları, dünyanın
dört bir yanını ateş hattına çevirmiş durumda. Elif Çağlı 2007’de kaleme
aldığı Çürüyen Kapitalizm adlı makalesinde, milenyum
dönemecine denk düşen bir dönemde harlanan bu savaşı Üçüncü Dünya Savaşı olarak
adlandırırken şöyle diyordu:
“Vaktiyle büyük emperyalist savaş cehenneminin alevleri Avrupa
ülkelerini yaladığında bu dönemler Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olarak
adlandırılmıştı. Günümüzde ise emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları
paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya
Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. Yarın bu savaş
alanının ne şekilde genişleyeceği konusunda fal açamayız. Ama bilinen bir
gerçek var ki, dönemin yükselen emperyalist güçleri Rusya ve Çin de paylaşım
bölgelerindeki çatışmalara giderek daha çok müdahil olacaklardır. Hegemonya
için yarışan güçler arasındaki çekişmeler, yeni emperyalist blokların oluşumunu
ve bu bloklar arasında dozu yükselen çatışmaları gündeme getirecektir.”
Nitekim bu emperyalist paylaşım savaşı o günden bu yana
giderek yayılmış ve büyük emperyalist güçleri çok daha doğrudan karşı karşıya
getirmeye başlamıştır. Ukrayna savaşıyla birlikte bu savaşın daha yüksek bir
evresine geçilmişken, şimdi de Pasifik suları kaynatılmaktadır. ABD Temsilciler
Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin çıktığı Pasifik turuna 3 Ağustosta Tayvan’ı da
dâhil etmesi bu süreçte kritik bir hamledir.
Çin’in defalarca Tayvan meselesini kırmızıçizgi olarak gördüğünü belirtmesine
rağmen gerçekleştirilen bu “ziyaret”in Pelosi’nin tercihi olduğu ve Biden
yönetiminin bir emrivakiyle karşı karşıya kaldığı şeklindeki yorumlar tümüyle
manipülatiftir. Nitekim bundan iki hafta sonra, Tayvan yönetimiyle “bölgesel
güvenlik” meselesine odaklanan daha kapsamlı bir görüşmenin ABD Kongresinden
beş kişilik bir heyet tarafından gerçekleştirileceği ilan edilmiştir.
Emperyalist çıkarların “güvenlik” ve “demokrasi” savunusuyla örtülenmeye
çalışıldığı bu “ziyaret”lerin Çin’i test etmenin ötesinde buz gibi bir
kışkırtma olduğu aşikârdır.
Çin’le arasındaki 1979 mutabakatına dayalı olarak ABD yakın döneme
kadar Tayvan’ı ayrı bir devlet olarak tanımaya girişmediği gibi, onunla üst
düzey resmi ilişkiler de kurmamıştı. Fakat 2016’da Trump ilk kez Tayvan
cumhurbaşkanı Tsai Ing-Wen’le resmi bir telefon görüşmesi gerçekleştirerek bu
işleyişi bozdu. Bunu daha sonra çok sayıda ABD’li resmi heyetin Tayvan’a
gitmesi takip etti. Pelosi’nin ziyareti bu bakımdan ilk olmasa da, Temsilciler
Meclisi Başkanı düzeyinde bir temsilci açısından
ilk olma niteliğiyle bu politika değişimini bir basamak üste sıçratmak anlamına
gelmiştir. Nihayetinde ABD’nin Çin politikası bir devlet politikası olarak
şekillendirilmiştir ve Biden da Trump gibi bu politikayı kararlı bir şekilde
izleyeceğini çoktan göstermiştir. Levent Toprak’ın 2021 Ağustosunda kaleme
aldığı Emperyalist Kapışma ve Çin başlıklı yazısında bu duruma işaret
edilerek şöyle denilmişti:
“Biden’ın oluşturduğu Çin karşıtı perspektif hayli kapsamlı.
Senato’dan Haziran ayında geçirilen Stratejik Rekabet Yasası, Çin karşıtı
kapsamlı politikayı, yönetimlerin tercihleri düzleminden öteye taşıyarak yasa
haline getiriyor. Yani Biden gitse de sonra gelecek başkanlar bu yasanın
emredici hükmü altında, onun gereklerini yerine getirmek ve Kongreye hesap
vermekle yükümlü kılınıyorlar. Bu yasa ve onunla bütünlük arz eden Ulusal Güvenlik
Strateji Belgesinde çizilen Çin perspektifi, özetle Çin’in yükselişini kırmayı,
onun bir süper güç düzeyine çıkmasını engellemeyi hedefliyor. İşte bu program,
Haziran ayında Avrupa’da yapılan NATO zirvesi ve G7 toplantılarında diğer
Batılı emperyalist güçlere de benimsetilerek uluslararası mutabakat düzeyine
yükseltildi. Esasen bu toplantılar neredeyse tümüyle «Çin sorunu» etrafında
örgütlendi. NATO Liderler Zirvesinin sonuç bildirgesinde Çin «kurallara dayalı
uluslararası düzene sistemik meydan okumalar yöneltmekle» suçlandı. Bu
diplomatik cümlenin anlamı Çin’in tüm dünya için bir tehdit olduğudur.”
Nitekim ABD’nin NATO’ya da dayattığı Çin karşıtı perspektifin
hızla keskinleştiği, bu yıl artık çok daha çıplak biçimde görülmüştür. NATO’nun
2022 Haziranında kabul ettiği yeni Stratejik Konsept belgesinde Çin ilk kez
açıkça “tehdit” olarak anılmıştır. Çin’in NATO’nun güvenliğine zarar verdiği
dillendirilerek şunlar söylenmiştir:
“Çin’in hırsları ve zorlayıcı politikaları, çıkarlarımıza,
güvenliğimize ve değerlerimize meydan okuyor. Çin küresel ayak izini ve proje
gücünü artırmak için geniş yelpazede siyasi, ekonomik ve askeri araçlar
kullanırken, stratejisi, niyetleri ve askeri birikimi hakkında belirsizliğini
koruyor.”
“Çin, kilit teknolojik ve endüstriyel sektörleri, kritik
altyapıyı ve stratejik malzemeleri ve tedarik zincirlerini kontrol etmeye
çalışıyor. Ekonomik gücünü stratejik bağımlılıklar yaratmak ve etkisini
arttırmak için kullanıyor. Uzay, siber ve denizcilik alanları da dâhil olmak
üzere, kurallara dayalı uluslararası düzeni yıkmaya çalışıyor. Çin ile Rusya
arasında derinleşen stratejik ortaklık ve kurallara dayalı uluslararası
düzenin altını oymak için karşılıklı olarak güçlendirici girişimleri,
değerlerimize ve çıkarlarımıza aykırıdır.”[1]
Yaratılan bu tehdit algısına dayanarak, NATO zirvesine ilk
kez Asya-Pasifik bölgesinden Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda
liderleri de davet edilmiştir. Bunun ABD’nin bir Asya-Pasifik NATO’su yaratma
ve bununla Çin’i askeri olarak kuşatma stratejisi açısından önemli bir adım
olduğu açıktır. Görüldüğü üzere Çağlı’nın öngördüğü gibi hegemonya için yarışan
güçler arasındaki çekişmeler yeni emperyalist blokların oluşumuna yol açarken,
bu bloklar arasında çatışmaların dozu da hızla yükselmiştir. İşte Tayvan da söz
konusu bloklar arasındaki çatışmanın son dönemlerde iyice alevlenen
sahalarından biri olarak öne çıkmaktadır. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine
yoğunlaşma kararını adım adım hayata geçirmesi, Çin’le gerilimin de artmasına
yol açmaktadır.[2] Biden’ın 2021 Aralığında organize ettiği
“Demokrasi Zirvesi”ne Tayvan’ın davet edilmesiyle ısınmaya başlayan sular,
şimdilerde kaynama noktasına gelmiştir. Bilindiği gibi o günlerde Çin
Cumhurbaşkanı Şi Jinping bu konunun “ateşle oynamak” anlamına geldiğini ve “ABD’nin
bu hamlesinin demokrasiyi yalnızca jeopolitik hedeflerini ilerletmek, diğer
ülkelere baskı uygulamak, dünyayı bölmek ve kendi çıkarlarına hizmet etmek için
bir kılıf ve araç olarak kullandığını gösterdiğini” söyleyerek ABD’ye meydan
okumuştu.[3] Bu son hamleye ise, Tayvan yönetiminin “işgal provası” olarak
adlandırdığı devasa askeri tatbikatlarla cevap vermiştir.
Öyle görünüyor ki Çin önümüzdeki dönemde Tayvan’ı sürekli
kuşatma altında tutup kontrolü kaybetmemeye çalışacaktır. 10 Ağustosta yayınladığı
yeni “beyaz kitap”ta da aslında tüm dünyaya ve Tayvan’a bu mesajı güçlü bir
şekilde vermek istediği görülmektedir. Tayvan’la “tek Çin” ilkesi eksenindeki
Boğazlar Sözleşmesinin imzalanmasının ardından 1993’te yayınlanan ilk beyaz
kitabı (Tayvan Sorunu ve Çin’in Yeniden Birleşmesi), 2000 yılında ikincisi[4] (Tek Çin İlkesi ve Tayvan Meselesi) takip etmişti. Üçüncü “beyaz kitap” ise 22
yıllık bir aradan sonra geçtiğimiz günlerde yayınlandı.[5] Pelosi’nin Tayvan’a gitmesini takiben yayınlanan bu metin “Yeni
Dönemde Tayvan Sorunu ve Çin’in Yeniden Birleşmesi”
başlığını taşımaktadır ve dış müdahalelere karşı öncekilerden daha sert
vurgular içermektedir. Çinli ideologların, yürütülen askeri tatbikatları
“yeniden birleşme sürecinin resmi başlangıcı”, bu belgeyi ise “önümüzdeki
birkaç yıl içindeki birleşme sürecinin yol haritası” olarak nitelendirmelerinin[6] Çin yönetiminin buna verdiği önemi gösterdiğine şüphe yoktur.
Çin bu belgede de daha öncekilerde olduğu gibi birleşmeden
sonra “bir ülke, iki sistem” ilkesine uygun olarak Tayvan’ın “yüksek derecede
özerkliğe” sahip olacağını, sosyal sistemine ve yaşam biçimine tam saygı
gösterileceğini ve Tayvan halkının özel mülkiyet, dini inanç ve diğer yasal hak
ve çıkarlarının tam olarak korunacağını dillendirmektedir. Fakat aynı metinde
Hong Kong örneğinden övünerek söz edilmesi, Çin’in despotik tutumuna yönelik
tepki ve korkuların hiç de haksız olmadığını bir kez daha ortaya koymaktadır.
“Çin karşıtı kışkırtıcıların neden olduğu toplumsal huzursuzluğa karşı gereken
önlemleri aldık, düzeni yeniden sağladık ve Hong Kong’a refahı yeniden geri
döndürdük” diyen bir Çin yönetiminin Tayvan halkının hak ve çıkarlarının tam
korunmasından söz etmesinin hiçbir inandırıcılığı olamayacağı açıktır. Son
yıllarda Hong Kong’da yaşananlar dikkate alındığında, bu sözler aba altından
sopa göstermek olarak da okunabilir. Üstelik daha önceki beyaz kitaplardan
farklı olarak, bu sonuncu metinden, birleşmeden sonra merkezi hükümetin
Tayvan’da konuşlanacak askeri birlik ve idari personel göndermeyeceği vaadi de
çıkarılmıştır. Ayrıca yeniden birleşmeyi barışçıl bir şekilde sağlamaya çaba
harcanacağı, ama zorlayıcı koşullarla karşılaşıldığı takdirde güç kullanımından
feragat edilmeyeceği vurgulu bir şekilde belirtilmiştir.
Çin’in beş bin yıllık tarihinden, ada halkının anakarayla
aynı kanı paylaştığından, yeniden birleşmeden sonra Çin’in uluslararası
etkisinin ve gücünün artmasının halka daha fazla özsaygı, özgüven ve ulusal
gurur vereceğinden dem vuran bir şoven milliyetçilikle Tayvanlı emekçileri “tavlamaya”
çalışan Çin yönetimi, daha hızlı bir refah gelişimi vaadinde de bulunmaktadır.
1980’de Çin’in GSYH’sinin Tayvan’ınkinin 7 katı kadar olmasına rağmen 2021’de
bunun 22 kata çıkmasıyla övünülmektedir. Fakat bu hızlı büyümenin Çin işçi
sınıfını kölelik koşullarına indiren bir aşırı sömürü sayesinde
gerçekleştirildiğinden söz edilmemektedir. Oysa Çin’in despotik devlet
kapitalizminin Çin halkına da Tayvan halkına da bundan başka vaat edebileceği
bir şey yoktur.
Tayvan sorununun kökleri
Çin’in güneybatısında yer alan bir ada ülkesi olan Tayvan,
Türkiye’nin yirmide birinden daha küçük bir alanda 24 milyona yakın bir nüfusu
barındırmaktadır. 17. yüzyıla kadar binlerce yıl boyunca Avustronezya kökenli
bir yerli halka yurtluk yapan Tayvan toprakları, bu tarihlerden itibaren Çin’in
yanı sıra Hollanda, İspanya ve Japonya’nın sömürgeci istilasına uğramıştır.
1680’lerde Tayvan Çin’in egemenliğine geçse de ilerleyen dönemlerde bizzat
Çin’in yarı-sömürgeye dönüşmesi kesintisiz bir egemenliği olanaksız kılmıştır.
Adadaki Çinli nüfus da esasen 18. ve 19. yüzyılda artarak baskın hale gelmiştir
ve bu aynı zamanda o döneme kadar yerli nüfusun bilinçli bir şekilde yok
edilmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Çin’in 1895’te Japonya’yla girdiği savaşı
kaybetmesinin ardından Tayvan 50 yıl boyunca (İkinci Dünya Savaşının sonuna
kadar) Japonya’nın egemenliğine girmiş ve adanın sosyoekonomik gelişimine damga
vuran esasen bu dönem olmuştur. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşında yenilmesiyle
Tayvan tekrar Çin’e devredilmiştir.
Fakat 1949 Çin devrimiyle birlikte ada açısından çok daha
farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Zira Mao liderliğindeki devrimcilerin
iktidara yürüdükleri süreçte, Çan Kay-şek liderliğindeki karşı-devrimci
Kuomintang güçleri, Çin burjuvazisi ve devlet bürokrasisi Tayvan’a kaçarak
burada üslenmiş ve 1949’da devrimin başarıya ulaşmasının ardından ilan edilen
Çin Halk Cumhuriyetini tanımayıp Çin’i kendilerinin temsil ettiğini iddia
etmişlerdir. Kapitalist dünya da 1970’lerin başına kadar Tayvan’ı “Çin
Cumhuriyeti” olarak tanımıştır. Ancak bu durum, ABD’nin SSCB’ye karşı Çin’le
yakınlaşma politikasını hayata geçirmesiyle birlikte 1971’de değişikliğe
uğramıştır. Bu tarihten itibaren Birleşmiş Milletler (2758 sayılı kararla) Çin
devleti olarak Çin Halk Cumhuriyetini tanımıştır. Tayvan da Çin toprağı olarak
tanınmakla birlikte özel bir statüyle fiiliyatta ayrı bir siyasi varlık
sürdüregelmiştir. Çin’in “bir ülke, iki sistem” dediği bu sistemde Tayvan’da
kapitalist ekonomi işlemeye devam etmiş ve Tayvan aslında ordusuyla ve tüm devlet
aygıtıyla fiilen ayrı bir devlet olarak yoluna devam etmiştir.
Bu kısa tarihçenin de gösterdiği gibi, ÇKP’nin “binlerce
yıllık Çin toprağı” iddiasına temel döşemek üzere milliyetçi kurgularla yazdığı
Tayvan tarihinin gerçeklikle ilgisi yoktur. Bugün ada nüfusunun yüzde 90’a
yakını Çin kökenlilerden oluşsa da (Aborijinlerin oranı %2’lere kadar düşmüştür
ve özyönetim talepleri hiçbir zaman karşılanmamıştır), bunların ezici ağırlığı
ÇHC’ye yakınlık duymamaktadır.
Öte yandan, burjuva dünyada yaratılan algının aksine,
anti-komünist Kuomintang (KMT) yönetimindeki Tayvan uzun süre burjuva
demokrasisiyle tanışamamıştır. Ada onyıllar boyunca sıkıyönetim koşullarında ve
Kuomintang’ın tek parti diktatörlüğü altında kalmıştır. “Beyaz terör” olarak
anılan bu dönemde 140 binden fazla insan, komünistlik ya da Kuomintang
karşıtlığı suçlamasıyla hapse atılmış veya infaz edilmiştir. Her türlü
muhalefetin yasaklandığı bu dönem 1980’lerin sonuna kadar devam etmiştir.
1980’lerde yükselen kitle hareketi büyük bir değişim sürecini başlatırken,
1986’da kurulan Demokratik İlerleme Partisiyle burjuvazi bu emekçi hareketini
kendi rotasına sokmayı başarmıştır. Bu hareketin yarattığı basınçla 1987’de
sıkıyönetim kaldırılmış, 1990’larda demokratik seçimler gerçekleştirilmeye
başlanmıştır. Yarı-başkanlık sistemiyle yönetilen Tayvan’da 2000’lerin
başlarından bu yana ağırlıklı olarak Demokratik İlerleme Partisi seçimleri
kazanmıştır ve bugün de iktidarda olan bu partidir.
Uzun zamandır temsil gücü azalmış olan Kuomintang halen “tek
Çin” fikrini (ve elbette Çin devletini Tayvan idaresinin temsil ettiğini)
sürdürmektedir. Fakat tarihsel geçmişin yanı sıra Çin’le çatışma içinde geçen
onyıllar, Kuomintang’ın resmi politikasının aksine adada bir Tayvanlı
kimliğinin oluşmasını sağlamıştır. 2019’da Hong Kong’da gerçekleşen isyan ve
Çin’in bunu zor yoluyla bastırma politikasıysa Tayvan halkı için bağımsızlık
fikrinin güç kazanması bakımından önemli bir dönüm noktası olmuştur. O dönemde
Demokratik İlerleme Partisinin oyunun işçi sınıfına yönelik saldırılar ve
ayyuka çıkan yolsuzluklar nedeniyle keskin bir şekilde düştüğünü gösterirken,
Hong Kong’da yaşananları Çin karşıtı bir korku kampanyasına dönüştürerek
politik kaderini değiştirmeyi başarıp parlamentoda ezici bir zafer elde etmiştir.
Dış düşman tehdidiyle korku yaratıp milliyetçiliği köpürtme politikası,
bağımsızlıkçı söyleme desteği de sıçramalı bir şekilde arttırmıştır. Bugün
halkın büyük çoğunluğu Tayvan’ın bağımsızlığından yanadır. Bağımsızlığı
savunmasından dolayı Çin tarafından “ayrılıkçı” olarak nitelenen Demokratik
İlerleme Partisi, başta ABD olmak üzere Batı’dan da tam destek almaktadır.
Özellikle Trump döneminde Çin’in hedef haline getirilmesiyle birlikte Hong Kong
ve Tayvan sorunları, daimi sıcak gündem maddelerine dönüşmüştür. Biden yönetimi
de Çin’i sıkıştırmak için bu yoldan gideceğini göstermiştir.
Tayvan’ın büyük güçler arasındaki çekişmenin daimi konusu
olagelmesi, onun militarizasyonunda da belirleyici olmuştur. 1950’lerden
itibaren sözde karşılıklı savunma anlaşmasına dayanarak on binlerce Amerikan
askeri gönderilen Tayvan, 1979 sonrasında da büyüklüğüyle orantısız bir
militarist politikayı devam ettirmiştir. Kuşkusuz bu durum ABD’nin bu adayı
Çin’e karşı bir askeri üs olarak kullanma politikasıyla doğrudan ilişkilidir.
Üstelik tehdit algısının sürekli diri tutulması, Tayvan’ı askerî açıdan ABD’ye
bağımlı kılmayı da güvence altına almaktadır. Tayvan 1990’larda 450 bin olan
asker sayısını 2009’dan bu yana 300 bine indirmiş olsa da bu sayı son derece
yüksektir ve askeri harcamalarının devlet harcamaları içindeki payı yüzde 10’a
yaklaşmaktadır. Tayvan’ı daha fazla silahlanmaya zorlayan ABD, sadece 2020
yılında 5 milyar dolarlık satış gerçekleştirmiştir ve yüz milyonlarca dolarlık
silah satışları 2021 ve 2022’de de devam etmiştir. Bunlar arasında füze
sistemleri, tanklar ve daha pek çok ağır silahlar bulunmaktadır.
ABD, Çin’in Tayvan’a yönelik baskılarının artmasını, Japonya
dâhil diğer Asya-Pasifik müttefiklerini daha fazla silahlandırmanın da
bahanesine dönüştürmüştür. Üçüncü Dünya Savaşının odak noktası giderek
Asya-Pasifik bölgesine kayarken bölge son sürat silahlanmaktadır. Çin’in de
askeri harcamaları ABD’yle kıyaslandığında geride olmakla birlikte savaş
sanayiine son derece büyük bir yatırım yaptığı ortadadır. Askeri harcamalarını
son on yılda yüzde 70’ten fazla arttırarak 293 milyar dolara çıkartan Çin, bu
alanda da ABD’nin (801 milyar dolar) ardından dünya sıralamasında ikinci
basamağa tırmanmış bulunuyor.
“Asya kaplanı” olarak Tayvan
1990’larda kaydettiği hızlı ekonomik büyüme ve teknolojik
atılım “Tayvan mucizesi” olarak nitelendirilen ve o dönemde Singapur, Hong Kong
ve Güney Kore’yle birlikte dört “Asya kaplanı”ndan biri olarak sayılan Tayvan,
aslında Japon işgali döneminden itibaren Çin anakarasından farklı bir çizgi
izlemiştir. Bu dönemde kapitalizmin gelişmeye başladığı Tayvan, ulaşımdan
eğitim sistemine tüm alanlarda Japonya’nın damgasını taşıyan hızlı bir ilerleme
kaydetmiştir. Çan Kay-şek ordusunun Çin Hazinesindeki tonlarca altını buraya
kaçırması ve bu maddi temelin Çin’in elit kesimiyle (burjuvazi, bürokrasi ve
eğitimli işgücü) buluşması da Tayvan’ın özgün ekonomik/sosyal gelişiminde
önemli bir etken olmuştur. Sonrasında ABD’nin ve genel olarak Batı’nın elinin
sürekli üzerinde olmasını da avantaja çeviren Tayvan, bugün 840 milyar doları
aşan milli geliriyle (ki bu kişi başına 36 bin doları aşan bir zenginlik
anlamına gelmektedir) dünyanın en büyük 21. ekonomisine sahiptir.
Tayvan günümüzde özellikle çip üretiminde dünyanın bir
numarasıdır. TSMC (Tayvan Yarı İletken İmalat Şirketi), piyasa değeri
bakımından dünyanın en büyük dokuzuncu şirketidir ve Samsung ve Intel de dâhil
olmak üzere bu sektördeki dev şirketlerin toplam piyasa payını kat kat aşan bir
paya sahiptir. Bilgisayardan otomobile, savaş araçlarından mobil telefona tüm
modern elektronik ürünlerin kalbi niteliğindeki çiplerin üretiminde böylesi bir
üstünlüğe sahip olması, Tayvan’ı ABD-Çin rekabetinde bir kat daha önemli bir
noktaya oturtuyor. Nancy Pelosi’nin Tayvan’da devlet başkanı Tsai Ing-wen’in
yanı sıra TSMC yönetim kurulu başkanını da ziyaret etmesi, çip meselesinin ABD
açısından önemine işaret ediyor. Tayvan ziyaretinin hemen öncesinde Pelosi’nin
eşinin çip şirketlerinden yüz binlerce dolarlık hisse senedi satın aldığının
ortaya çıkmasıysa kuşkusuz bu ziyarete ayrı bir anlam kazandırıyor!
Bilindiği gibi, pandemi dönemindeki kapanmaların ve ABD’nin
Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşının ürünü olarak yaşanan çip krizi, başta
otomobil ve bilgisayar endüstrisi olmak üzere geniş bir alanı üretimi durma
noktasına getirecek denli ağır etkilemiştir. Buna ek olarak Pasifik’te suların
iyice ısınması, Biden yönetimini, Çin’e kayan çip üretimini tekrar ABD’ye
döndürmek için çeşitli girişimlerde bulunmaya sevk etmiştir. Geçtiğimiz
günlerde imzalanan 280 milyar dolarlık “Çip ve Bilim Yasası” bunun bir
parçasıdır. Bu yasa yerli yarı iletken üretimin arttırılmasına yönelik 52,7
milyar dolarlık devlet desteğini ve bu alanlarda çalışacak şirketlere vergi
indirimlerini de içermektedir. TSMC’nin Arizona’da 12 milyar dolarlık,
Samsung’un ise Texas’ta 17 milyar dolarlık fabrikalar kurmakta olmaları da “çip
üretimini eve taşıma” politikasının ürünüdür. Biden’ın bu yasanın imza
töreninde sarf ettiği şu sözlerse, Çin’le rekabeti kızıştıran nesnel duruma
işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir: “Eskiden dünyada araştırma ve
geliştirmede bir numaraydık, şimdi dokuzuncu sıradayız. Çin onyıllar önce
sekizinci sıradaydı, şimdi ikinci sıraya yükselmiş durumda ve diğer ülkeler
hızla yaklaşıyor. ABD dünyaya liderlik ediyordu. Size söz veriyorum gelecek
onyıllarda da buna devam edecek.”
Bu arada tıpkı ABD gibi Çin de 2025’e kadar kullandığı
çiplerin yüzde 70’ini içeride üretme kararı alarak bu alana özel bir yoğunlaşma
içindedir. Beri yandan Çin, son süreçte Tayvan’ı cezalandırmak için, çip
üretiminde kullanılan silisyumun hammaddesi olan kumun ihracını durdurmuştur.
Geçtiğimiz yıl Tayvan’a 6 milyon ton kum satıldığı düşünüldüğünde, bu yasağın
devam etmesi durumunda yarı iletken üretiminin önemli bir darbe alması
kaçınılmaz görünmektedir. En büyük çip firması TSMC bir yandan Çin’in baskısına
maruz kalırken, diğer yandan ABD’nin Çin’le ticaret yapan şirketlere uyguladığı
yaptırımların basıncı altında kalmaktadır.
Tayvan elbette sadece çip alanında değil pek çok alanda
gelişmiş bir sanayi üretimine sahiptir. Ekonomisinin yüzde 70’i gıda ürünleri
de dâhil olmak üzere ihracata dayanmakta olup, bu ihracatın yüzde 42’si Çin’e
yapılmaktadır. Tayvan sermayesinin Çin’de ve Vietnam gibi Asya ülkelerinde de büyük
yatırımları vardır. Mesela dünyanın en büyük markalarına üretim yapan dev
Foxconn şirketi Tayvan merkezlidir ama fabrikalarının çoğu doğu Asya
ülkelerinde bulunmaktadır; 12 fabrikasıysa bizzat Çin’de kuruludur. Tayvan’la
Çin arasındaki yıllık ticaret hacmi 300 milyar dolara ulaşmıştır ve bunun 230
milyar doları Tayvan’ın Çin’e ihracatından oluşmaktadır. Tayvan burjuvazisi
böylesi girift bir ekonominin istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesi için
Çin’in damarına fazlaca basılmaması gerektiğini gayet iyi bildiğinden, mevcut
statükoyu bozacak girişimlerden uzak durmayı tercih edegelmiştir. Ne var ki,
ABD’ye bağımlılığı, bu emperyalist gücün politika değişimlerinden kolayına
kaçamamasına neden olmaktadır. Ve son yıllarda ABD’nin Asya-Pasifik’te
gerginliği tırmandırarak Çin’e boyun eğdirme politikası, onyılların bu
dengesinde şiddetli sarsıntılara yol açabilmektedir.
Ya Tayvanlı emekçiler?
Gerek Çinli gerekse Tayvanlı egemenler milliyetçiliği, işçi
sınıfını sömürüye ve zulme boyun eğdirmenin aracı olarak kullanıyorlar.
Tayvanlı egemenler Çin işgali korkusunu körükleyerek iktidarlarını korumaya
alırken, Çin egemen sınıfı da Tayvan sorunu üzerinden kışkırttığı şovenizmle
Çin’deki emekçi kitlelerin gözünü bağlamaya çalışıyor. Öte yandan Tayvanlı
emekçileri kandırmak için Çin ulusunun ortak çıkarlarından, kan bağından,
ulusal gururdan dem vuruyor. Despotik devlet kapitalizmi altında semiren
burjuvazisiyle bir emperyalist güç haline gelen Çin’in son “beyaz kitap”ta da
görüldüğü üzere sosyalizmden dem vurmasıysa mide bulandırıcıdır.
Çin emperyalizmi de ABD emperyalizmi de Tayvan’dan elini
çekmelidir. Tayvan’ın kaderini Tayvan halkı özgürce belirlemelidir. Fakat
kapitalizmin Tayvan işçi sınıfına, ya Çin’in despotik burjuvazisinin ya da ABD
emperyalizmiyle işbirliği halindeki Tayvan burjuvazisinin baskı ve sömürü
politikalarına maruz kalmak dışında bir seçenek sunamayacağı da ortadadır. Oysa
işçi sınıfının köle sahibini seçmek dışında da seçenekleri vardır; ama bunun
için önce bağımsız sınıf çıkarları temelinde mücadele sahnesine fırlayarak
kendini göstermesi gerekmektedir.
Tayvan işçi sınıfı da Çin işçi sınıfı da bölgenin diğer
ülkelerindeki işçiler de üzerlerine boca edilen milliyetçilik ve savaş kışkırtıcılığıyla
büyük bir felâkete sürüklenmek istenmektedir. Buradan kurtuluş için işçi
sınıfının enternasyonalist birliği ve mücadelesini yükseltmek dışında hiçbir
seçenek yoktur. Kurtuluş devrimde, sosyalizmdedir!
[2] Bkz. Mikail Azad,
Asya-Pasifik Bölgesinde Emperyalist Gerilim
(Kasım 2016), marksist.com
[3] Ezgi Şanlı,
Demokrasi Zirvesi mi, ABD’nin Hegemonyasını Yeniden Tesis
Çabası mı?
(7 Ocak 2022), marksist.com