Rejimin beka korkusunun büyüdüğü bir dönemde saldırıların,
baskı ve yasakların dozu arttırılıyor. Festivaller, konserler, tiyatrolar ve
daha birçok etkinlik anlamsız gerekçeler üretilerek yasaklanıyor. Bu baskı ve
zorbalıklar toplumun tüm kesimlerini etkilediği gibi sanatçıları da etkiliyor.
Dün olduğu gibi bugün de taraf seçmek, sessizliğe hapsolmadan mücadeleyi
yükseltmek büyük önem taşıyor. Unutulmamalıdır ki tarih, onurlu bir duruş
sergileyenlere, haklı ve doğru olanlara, egemenlerin tüm silme ve karalama
çabalarına rağmen hak ettiği değeri veriyor. Ve onların adları geçmişten
günümüze yaşamaya devam ediyor, edecek. Tam da içinden geçtiğimiz dönemde,
baskı ve zorbalığa başkaldırmış, ezilenlerin safında durmuş sanatçıları
hatırlatmak önem taşıyor.
“Sanatçı, özgürlük için
savaşmayı ya da köleliği seçmelidir. Ben seçimimi yaptım. Başka
seçeneğim yoktu.” Bu sözler sanatı ve mücadelesiyle ABD tarihine damgasını
basmış Paul Robeson’a ait. Nasıl ki her sanat eseri oluştuğu
toplumsal-siyasal-tarihsel koşulların izlerini taşırsa, Robeson’un mezar taşına
işlenmiş bu sözler de, onun 77 yıllık hayatında seçtiği tarafın ve verdiği
mücadelenin izini taşır.
Bu topraklarda Robeson, Nâzım
Hikmet’in kendisine “Kartal kanatlı kanaryam” diye seslendiği “Korku” şiiriyle
tanınır. Şiirinde “Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson/ Kartal kanatlı kanaryam/ İnci dişli zenci kardeşim/ Türkülerimizi
söyletmiyorlar bize/…/ Ümitten
korkuyorlar Robson, ümitten,/ Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam/ Türkülerimizden korkuyorlar” der Nâzım.
Robeson yaşadığı dönemde tıpkı kendisine
“kardeşim” diye seslenen Nâzım gibi eşitsizliğe, ırkçılığa, emperyalist savaşa,
yani kapitalist sistemin yarattığı sömürüye ve çelişkilere karşı her türlü
baskıya rağmen mücadele etmekten geri durmamış, dönemin egemenlerine korku
salmıştır. O her zaman işçilerin, siyahların, ezilenlerin yanında saf tutarak
sanatını mücadelenin sembolü haline getirmiştir. Robeson dünyaya adını siyah
bir sporcu, şarkıcı, aktör ve hepsinin ötesinde komünist bir sanatçı olarak
duyurmuş, geride böyle bir isim ve miras bırakmıştır.
Paul Leroy Robeson, 9 Nisan
1898’de ABD’nin Princeton kentinde doğdu. Bir köle olan babası ilerleyen
yıllarda Presbiteryen kilisesinde çalışmaya başlayarak “özgür” bir yurttaş olsa
da Robeson ailesi ABD’de siyah bir aile olarak zor yıllar geçirdi. Robeson daha
genç yaşlarındayken yetenekli olduğunu göstermeye başlamıştı. Müzikle ilk
teması babasının çalıştığı kilise korosunda yer almasıyla olmuştu. Daha lise
yıllarında spor alanlarında başarılar gösteriyor ve aynı zamanda tiyatroyla
ilgileniyordu. Başarılı bir öğrenci olması sebebiyle girdiği sınavda derece
yaparak Rutgers’e girmeye hak kazandı. Lise dönemi Robeson’un yeteneklerini
geliştirme fırsatı bulduğu dönem olmasına karşın, okuldaki tek siyah öğrenci
olması sebebiyle ırkçı önyargılarla ve zorbalıkla mücadele etmesi gerekti.
Liseden mezun olduktan sonra
Columbia Üniversitesinde hukuk okudu. Üniversite hayatı boyunca spor ve
sanatsal aktiviteler yapmayı sürdürdü. O tarihlerde Eslanda Goode ile evlenen
Robeson, üniversite okurken atletizm, beyzbol ve Amerikan futbolu ile
uğraşıyor, bir taraftan da müzikle ilgileniyor ve evin geçimini müzik yaparak
sağlıyordu. Amerikan Ulusal Futbol Ligine (NFL) çağırılması ile profesyonel
futbol hayatı başladı. Hukuktan mezun olduğunda, mesleğini çok kısa bir süre
yaptıktan sonra ırkçılık nedeniyle avukatlığı bırakarak ilgi duyduğu tiyatro
alanına yöneldi. Robeson tiyatro alanında Shakespeare’in Othello’sunu oynayan
ilk siyah aktör olarak tarihe geçti.[1]
Robeson’un bas-bariton sesiyle
pek çok farklı türde (klasik müzik, popüler müzik, Avrupa halk şarkıları, politik
şarkılar) seslendirdiği şarkılar döneme damgasını basıyordu. Robeson gerek
Amerika ve Avrupa’da oynadığı oyun ve filmlerle gerekse de müziğiyle büyük
başarı elde etmiş, kariyerinde büyük sıçrama kaydetmişti. Konserlerine İngiliz
aristokrasisinin ilgisi büyüktü. Fakat siyah bir Amerikalı olarak nice zorlu
yolları aşarak elde ettiği başarı, onun burjuvazinin sanatçısı olmasına yol
açmamıştı. Tam tersine özellikle İngiltere’de gördüğü eşitsizlikler ve
haksızlıklar karşısında duyarsız kalamayışı ve eylemleri onu İngiliz ve dünya
işçi sınıfına, sömürülen halkların acılarına yaklaştırmıştı. O, müziğin
birleştirici rolünü benimsiyordu. Afrika, Amerika, Çin ve Rus ezgilerini
birleştirerek yeni formlar yaratmayı, müziğin halkların acılarını ve
sevinçlerini ortaklaştırdığına olan inancıyla dosta düşmana sesini duyurmayı
hedefledi. Yıllar boyunca pek çok kayıt yaptı, pek çok ülkede sahne aldı ve
grev, direniş alanlarında dayanışma şarkıları söyledi.
Politik mücadelede öne
çıkması
Robeson’un politik ilerleyişi
ABD ve Avrupa’nın derin bir ekonomik krizle sarsıldığı 1929 yılı sonrasına
tekabül eder. O yıllarda Robeson bir taraftan Londra Üniversitesinde Afrika’nın
ezilen halklarının tarihini araştırırken, bir taraftan da dönemin grev ve
direnişlerine destek veriyor, şarkılarıyla işçilerin yanında olduğunu
gösteriyordu. Bu yıllar Almanya başta olmak üzere Avrupa’da ırkçılığın ve
faşizmin yükselişe geçtiği, militarizmin tırmandırıldığı, 2. Dünya Savaşına
giden yolun döşendiği yıllardı.
İngiltere’de tanıştığı
sosyalist çevrelerin ve İngiliz İşçi Partisinin etkisiyle fikirleri
şekillenmeye başlayan Robeson, artık İngiliz burjuvalarının hayranlıkla
dinlediği ses sanatçısı değildi. O ırkçılığa, savaşa ve faşizme karşı duruşunu
sanatına yansıtarak mücadele edecekti. 1938 yılında faşist Franco’ya karşı
savaşan devrimcilere destek vermek için eşiyle birlikte İspanya’ya giderek
onlara şarkılar söylemiş ve İspanya’da yerinden edilen çocuklara yardım etmek
için şarkı söyleyerek para toplamıştı. Bir taraftan oyunculuğa da devam eden
Robeson, 1940’ta Galler’deki kömür madeninde çalışan işçileri anlatan The Proud
Walley filminde başrol oynadı. Bu filmle birlikte İngiltere’deki işçiler
arasında tanınır hale geldi.
İkinci Dünya Savaşının patlak
vermesiyle birlikte siyahlara karşı artmaya başlayan ırkçı baskılara maruz
kalan Robeson’un konserleri, oyunları engellenmeye çalışıldı. Fakat Robeson
baskılara hiç aldırış etmeden savaş karşıtı konuşmalarına, işçilerle dayanışma
konserlerine devam etti. Robeson’un o dönem seslendirdiği Old Man River ve Joe
Hill şarkıları herkes tarafından bilinen, özellikle işçiler arasında
sahiplenilen şarkılardı.
Robeson’un egemenlerin
rahatsızlık duymalarına rağmen ısrarla gerçekleştirdiği konser ve etkinlikler
kendisine karşı yürütülen kara propagandayı da arttırıyordu. Özellikle 1949
yılında Paris Barış Kongresindeki konuşmaları onu ABD’de açık hedef haline
getirecekti. Robeson’un “hain” ilan edilmesine neden olan konuşmanın bir kısmı
şöyleydi: “Amerika’da biz Amerika’nın zenginliğinin Avrupalı
beyaz işçilerin ve milyonlarca siyahın sırtında inşa edildiğini unutmuyoruz. Ve bunu eşit şekilde
paylaşmaya kararlıyız. Bizi herhangi birine karşı savaşmaya sevk eden histerik
çılgınlıkları reddediyoruz. Barış için mücadele irademiz güçlü… Sovyet Rusya ve
Halk Cumhuriyetleri ile tüm milletler arasında barış ve dostluğu
destekleyeceğiz”
[2] Konuşması ABD tekelci burjuva medyası tarafından bilinçli bir şekilde
çarpıtılarak servis edilmiş ve Robeson’a yönelik düşmanlık kampanyası fitili
ateşlenmişti. Öyle ki ABD hükümetinin baskısı nedeniyle Siyahları Geliştirme
Ulusal Derneği (NAACP) bile Robeson’a karşı tavır alıyor, onu komünist olduğu
için ABD’ye nankörlük etmekle suçluyordu.
Peekskill konserleri ve
saldırılar
1949 Ağustos ayına gelinene kadar Robeson ve arkadaşları
Peekskill’de sorunsuz üç konser vermişlerdi. Robeson’un komünist kimliği
lanetlenmeye ve ırkçı çeteler kışkırtılmaya başlandıktan sonra ise her şey
olağan olmaktan çıkmıştı. Başta ırkçı terör örgütü Ku Klux Klan olmak üzere
çeşitli gruplar Robeson’a saldırmak için tetikte bekliyorlardı.
27 Ağustosta Peekskill’de Lakeland Acres alanında, yargılanma
sürecindeki bazı komünist liderlerin dava masraflarının karşılanması için
dayanışma konseri düzenleniyordu. Robeson’un ve çeşitli halk sanatçılarının
sahne alacağı konserin genel sorumluluğunu Amerikalı komünist yazar Howard Fast
üslenirken, açılış konuşmasını yine ezilenlerden yana saf tutan bir müzisyen
olan Pete Seeger yapacaktı. Fakat daha konser başlamadan sağcı ve ırkçı çeteler
konser alanına doğru yürüyerek, konser için gelenlere beyzbol sopaları ve
taşlarla saldırıya geçtiler. Saldırı gerçekleşirken ABD polisi sadece izlemekle
yetinerek, konser alanına girmeye yetkisi olmadığı bahanesiyle müdahalede
bulunmadı. Fakat bu faşist saldırı ne Robeson’u ne Fast’i ne de diğer
sanatçıları korkutmuştu, konseri 4 Eylüle ertelediler.
4 Eylülde organize edilen konserde bu kez güvenlik önlemleri
alınmıştı. Yirmi bine yakın komünist, sosyal demokrat, siyah ve beyaz sendikalı
işçilerden oluşan kalabalık kitle bir bütün olmuştu. Komünist Parti ve örgütlü
olduğu sendikalar konserin güvenliğini üstlenmişti. Gösteriyi korumak için
çeşitli sol sendikalardan işçi temsilcileri, Kürk ve Deri İşçileri, Birleşik
Elektrik İşçileri sendikalarından işçiler bir araya gelerek konser platformu etrafında
bir insan zinciri oluşturdular. Olası bir saldırıya karşı konser alanında nöbet
tutan işçiler, yerel polisi de alana yaklaştırmadılar.
Konser sorunsuz bir şekilde gerçekleşirken faşist çeteler
konser sonrası için saldırı hazırlığı yapıyorlardı. Konser bittikten sonra
ırkçı kitle polisin de yardımıyla konsere katılanlara saldırdı. Peekskill’de
gerçekleşen saldırılar sadece Robeson’u değil Yahudileri, eşcinselleri ve
muhalif sanatçıları hedef alıyordu. Daha sonraları Howard Fast o günleri
anlattığı bir yazıda göstericilerin Hitler’in zihniyetinde olduklarını ve “Biz
Hitler’in çocuklarıyız” diye bağırarak küfürler savurduklarını yazacaktı.
Peekskill saldırısı o dönemin korku salan bir eylemi olarak
tarihe geçmişti. Saldırı sırasında orada olan Uluslararası Kürk ve Deri
İşçileri Sendikası üyesi sosyalist bir işçi olan Sidney Marcus, saldırıda bir
gözünü kaybetmişti. Marcus, bu olaydan otuz yıl sonra, devletin korku iklimi
yaratmak istediğini ve insanların Peekskill’de olanların aynısı başlarına gelir
korkusuyla siyah haklarını, Yahudi haklarını savunamadıklarını dile getirmiştir.
Faşist çetelere karşı duruşundan pişmanlık duymadığınıysa şu sözlerle ifade etmiştir:
“Bugün bizi yok eden yapıyı yenmek için gerçek bir örgütlülük olsaydı, 58
yaşında ve fiziksel engelli biri olarak tekrar katılmaya hazır olurdum. Çünkü
ben böyleyim ve hiçbir şey bunu engelleyemez.”
[3]
McCarthizm iş başında
2. Dünya Savaşının başlamasının ardından ABD egemenleri,
ülkede Sovyet ajanlarının dolaştığı ve ABD’ye karşı gizli bir örgütlenme
yürütüldüğü düşüncesini dolaşıma sokmuşlardı. Başta Amerikan Komünist Partisi
olmak üzere çeşitli sol gruplara karşı kapsamlı bir karalama kampanyası
başlatıldı. 1940 yılında yürürlüğe giren Alien Registration Act (Yabancıları Kayıt Kanunu) ile savaş
sırasında 5 milyona yakın kişi fişlenerek politik görüşlerine göre tasnif
edilmişti. Burjuva iktidarı açıktan
desteklemeyen hemen herkes komünist, millet düşmanı, Sovyet ajanı ilan
edilerek dur durak bilmeyen yargılamaların yolu döşeniyordu.
“Amerikan Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komitesinde (HUAC)
Cumhuriyetçi Parti senatörlerinden Joseph McCarthy başkanlığında yürütülen
sorgulamalarda, yüzlerce insan muhbirlerin verdiği sahte ifadelere dayanarak
Komünist Parti üyeliğiyle ya da sempatizanlığıyla suçlanmış, bu gerekçeyle
işten atılmış, kara listelere alınmış, tutuklanmış, para ve hapis cezalarına
mahkûm edilmişti. Suçlanan insanlar sanki suç işlemiş gibi suçlarını kabul edip
af dilemeye ve çevrelerindeki «komünistleri» ihbar etmeye zorlanıyorlardı. Yaratılan
anti-komünist histeri dalgasının kurbanı olanlar arasında pek çok ünlü bilimci,
sanatçı ve aydın da bulunuyordu.”
[4] Tarihe bir karabasan gibi çöken ve sonraları McCarthizm olarak anılacak bu
karanlık dönemdeki “cadı avı”ndan Howard Fast, Bertolt Brecht, Charlie Chaplin,
Dalton Trumbo, Arthur Miller, Orson Welles, Pete Seeger ve daha nice sanatçı da
nasibini almıştı.
McCarthy’nin dikkatini çeken isimlerden biri de kuşkusuz
Robeson’du. O dönem pek çok sanatçı gibi Robeson’un da oyunları, konserleri yasaklanmış,
pasaportuna el konularak yurtdışına çıkması engellenmiş ve işsiz bırakılarak
sindirilmek istenmişti. Fakat Robeson haklı davasında ilkelerinden ödün vermeyi
açıkça reddediyordu. Yılgınlığa düşüremedikleri Robeson’u kendisi gibi siyah
olan ünlü beyzbol oyuncusu Jackie Robinson’un tanıklığıyla vurmaya
çalışmışlardı. Jackie Robinson daha sonra, dönemin baskıcı otoritesi karşısında
aldığı kararlarla ilgili pişmanlık duyduğunu açıklayacaktı. Robeson, kendisine
alınan tutum karşısında iktidarın ekmeğine yağ sürmemek için Robinson’la
polemiğe girmekten imtina ederek ona bir mektupla yanıt vermişti. Mektubunda
şöyle sesleniyordu:
“Ben Amerika’da doğup büyüdüm Jackie; Doğu Kıyısında, tıpkı Batı’daki
senin gibi. Ben Amerikan kurumlarının bir ürünüyüm, tıpkı senin gibi. Babam bir
köleydi ve halkım Kuzey Carolina’da pamuk ve tütünde çalıştı, hâlâ da
çalışıyorlar. Buradaki, Batı Hint Adalarındaki, Afrika’daki halkımın ve gerçek
müttefiklerimizin, biz özgür olmadan asla özgür olmayacak olan milyonlarca
yoksul beyaz işçinin tam özgürlüğü için her zaman yüksek sesle konuşma, evet,
en gür sesimle bağırma hakkım olacak. … Sesimizi yükselten bizlerden «yakınan»lar,
bizden korkuyorlar Jackie. Güzel, korksunlar. Ben konuşmaya devam ediyorum ve
umarım sen de öyle yaparsın. Ve bizim halkımız ve dünyanın her yerinden onlar
gibi birçokları bunu yapacak – hem de çok geçmeden! İnan bana Jackie.”
[5]
Dediği gibi her daim konuşmaya devam etti Robeson. Bulunduğu
her yerde eşitliği, barışı ve kardeşliği savundu. Komünist suçlamalarıyla yargı
karşısına çıkarıldığında kendinden ve fikirlerinden emindi. Mahkeme heyeti
karşısında; “Dünya üzerinde her nerede olursa olsun faşizme karşı mücadeleye
ilk girişenler ve bu yolda ölenler komünistlerdi. Onların mezarına birçok
çelenk bıraktım. Bu bir suç değil”
[6] diyecek ve kendisine muhbirlik yapması için yöneltilen isimlerle ilgili
sorulara cevap vermeyi reddedecekti. Robeson inandığı değerler uğruna mücadele
etmekten hiç vazgeçmedi. Dünyanın pek çok yerinde işçiler, sosyalist aydınlar,
sanatçılar ona sahip çıktılar. Robeson 23 Ocak 1976’da felç geçirerek Philadelphia’da hayata
gözlerini yumana kadar dünyanın dört bir köşesinde özgürlük türküleri yakmaya, onun
kartal kanatlarını kırmaya çalışan egemenlere inat dünya işçilerine kucak
açmaya devam etti.
Türkülerimizden korkuyorlar
Ezilen kitleleri birleştirmede, umut ve direnç aşılayarak
mücadeleye sevk etmede sanatın önemli bir rolü vardır. Bunun farkında olan
burjuvazi, baskı ve zorbalıkla mücadeleci sanatçıları susturmaya çalışır. Ancak
unutulmamalıdır ki “En koyu gericilik dönemlerindeki en yoğun baskılar dahi
muhalif sanatı, devrimci sanatı tümüyle susturamamıştır. Azınlık da olsalar,
sosyalistler, aydınlar, sanatçılar yapılanları onaylamamıştır. Azınlık da
olsalar tarafsız olmamışlar, zulme seyirci kalmamışlardır.”
[7] Zulme seyirci kalmayan,
zulme karşı duran, zalimleri teşhir etmek ezilenleri birleştirmek için
durmaksızın üreten, sesini bir şekilde duyuran sanatçılar hep var olmuştur.
Robeson gibi şiirleri kendi insanlarına yasaklanan, “vatan haini” ilan edilen
Nâzım Hikmet, 1949 sonbaharında Bursa Cezaevinde Robeson’a ithaf ettiği “Korku”
şiirini yazdığında egemenlerin yasakçı zihniyetini teşhir ediyordu.
“Türkülerimizden korkuyorlar” diyordu Nâzım. Robeson’un ömrü
boyunca seslendiği yüz binler ve onların birleşen ve haykıran sesleri Nâzım’ın
söylediğini kanıtlıyordu. Egemenler her zaman birlik duygusunu harekete
geçirecek, dayanışmayı perçinleyecek öznelerden ve araçlardan korktular.
Kapitalizmin ölüm çanlarını çalacak o büyük hareketten korktular, bugün daha
fazla korkuyorlar. Miadını doldurmuş bu akıldışı sistemin devrim gümbürtüsüyle
yıkılacağı fikri, dünya burjuvazisini korkudan titretiyor. Öyleyse varsın
korkudan titresinler!
[1] All God’s Chillun Got Wings ve The
Emperor Jones oyunlarıyla birlikte
tanınırlılığını arttırdı. Bunlar dışında Show Boat filminin yapımında rol aldı
ve Sanders Of The River, The Proud Valley gibi filmlerle de dikkat çekti.
[4] İlkay Meriç,
AKP “Muhbir Vatandaş”tan Medet Umuyor, marksist.com
[7] Suphi Koray,
İktidarın Kültür ve Sanat Anlayışı, marksist.com