
İstanbul’da 26 Eylülde meydana gelen 5,7 büyüklüğündeki deprem, bir süredir unutulan bu gerçeği ve İstanbul’un ne kadar hazırlıksız durumda olduğunu bir kez daha hatırlattı. Özellikle Avrupa yakasında daha ciddi biçimde hissedilen depremle birlikte insanlar evlerinden ve işyerlerinden çıkarak sokaklara döküldüler, okullar boşaldı, iletişim ve ulaşım kilitlendi, yüz binlerce insan geceyi dışarıda geçirdi. 5,7’lik bir sarsıntı bile gösterdi ki, nüfusu 20 milyonlara dayanmış “megakent” İstanbul’da devletin depreme karşı hiçbir ciddi hazırlığı yok. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Bu depremin bir uyarı olduğu ve sırada yıllardır söylenen büyük İstanbul depreminin bulunduğu aşikârdır. Çeşitli devlet kurumlarının durumun vahametini hafifletmeye ve “biz gerekeni yapıyoruz zaten” mesajını vermeye dönük açıklamalarını, medyada ve özellikle de sosyal medyada yer alan bilgi kirliliğini ve manipülatif beyanları bir yana bırakacak olursak, konuya nispeten tarafsız ve bilimsel yaklaşan uzmanların söyledikleri bu gerçeği doğrulamaktadır. Buna göre, önce 4,6 sonra da 5,7 büyüklüğünde gerçekleşen sarsıntılar (bunlara eşlik eden yüzlerce irili ufaklı artçı sarsıntılara ek olarak) beklenen İstanbul depremini öne çekmiştir. Ne var ki, 1999’da yaşanan 17 Ağustos depreminden beri bilinen bu devasa tehdide karşı yıllar içinde ne önlem alınmış, ne de ciddi bir hazırlık yapılmıştır. İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinin 26 Eylülde deprem sonrası yaptığı açıklama durumun vahametini açıkça ortaya koymaktadır. “1999 Depremlerinden 20 Yıl Sonra Yüzümüze Tokat Gibi İnen Gerçek: İstanbul Depreme Hazır Değil” başlığıyla yayınlanan açıklamada şu çarpıcı gerçekler dile getiriliyor: “… karşı karşıya kaldığımız deprem iletişimden ulaşıma, deprem toplanma alanlarından afet sonrası organizasyona kadar İstanbul’un depreme hazırlıklı olmadığını gösterdi. 1999 depreminde iletişim altyapısı çökmüş, haberleşmek imkânsız hale gelmişti. 20 sene sonra aynı durumla karşı karşıya kaldık. 1999 depremlerinde ulaşım yolları ve deprem toplanma alanlarının yetersizliği, kurtarma çalışmalarını sekteye uğratmıştı. 20 sene sonra manzaranın değişmediğine tanık olduk. 1999 depremlerinde İstanbul yapı stoku güvenli olmaktan uzaktı. 20 sene geçmesine rağmen yapı stokunda kayda değer bir iyileşme sağlanmadı. 1999 depreminde halk arasında panik, kamu kurumlarında yetersizlik dikkat çekiciydi. 20 sene sonra bu konuda mesafe alınmadığı açığa çıktı. 20 yıldır deprem toplanma alanlarını yapılaşmaya açan, ulaşım güzergâhlarına otopark yapan, kentsel dönüşüm projelerini rant değeri yüksek bölgelerde uygulayan yerel yönetim anlayışının İstanbul’u getirdiği nokta bugün bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır.” Bu açıklama, ’99 depreminden bu yana geçen 20 yıllık sürede, ki bu sürenin tamamında İstanbul belediyesi Erdoğan ve ekibinin yönetimindeydi, depreme hazırlık anlamında hiçbir şey yapılmadığını, hatta durumun daha da kötüleştiğini, çünkü asıl derdin İstanbul’un ezici çoğunluğunu oluşturan işçilerin, emekçilerin can ve mal güvenliği olmadığını gözler önüne sermektedir. On binlerce insanın hayatına malolan ’99 depreminden iktidarın çıkardığı tek ders, kendi düzenini korumak için yapması gerekenler olmuştur. Nitekim yaşanan son depremin ardından toplanan ve İBB başkanı İmamoğlu’nun çağrılmadığı AFAD toplantısının asıl gündemi de, deprem sonrasında düzenin nasıl sağlanacağı-korunacağı olmuştur. Kuşkusuz burada kast edilen devletin, iktidarın, kapitalist sistemin nizamıdır. Devlet binalarının, bankaların ve AVM’lerin nasıl korunacağı, sivil inisiyatiflerin önüne nasıl geçileceği, devlet nizamını sarsabilecek toplumsal olayların nasıl engelleneceği ve kontrol altına alınacağı enine boyuna konuşulmuştur. Ordu komutanları, içişleri bakanı, emniyet müdürleri, vali, çeşitli üst düzey bürokratlar yani devlet hazır bulunurken muhalefetin elindeki belediye başkanının çağrılmaması biraz da bu yüzdendir. Ama can kaybının en aza indirilmesi için yapılması gerekenlere, deprem anında ve özellikle de sonrasında neler yapılması gerektiğine, devletin bu konulardaki hazırlıklarına vb. neredeyse hiç değinilmemiş, daha doğru bir tabirle klişe ve bilindik lafların ötesine geçilmemiştir. Zaten devletin ’99 depremindeki icraatı, olası bir İstanbul depreminde neler yapacağını da ortaya koymaktadır. Yaşı tutanlar, hele de o dönemde İzmit’te veya Düzce’de bulunanlar yahut da deprem sonrasında yardım için oraya koşanlar ne demek istediğimizi daha iyi anlayacak ve olup bitenleri hatırlayacaklardır. O günlerde devlet; dökülen timsah gözyaşları, hiçbir karşılığı olmayan “her şey kontrol altında” açıklamaları, bakan geliyor diyerek yolu kesilip bekletilen yardım konvoyları, kendisi bir iş yapmadığı gibi emekçilerin seferberliğini engelleyen ve ulaştırdıkları yardımları çöp dağlarına dönüştüren “kriz merkezleri”, deprem bölgesinde yaşayan halkın oluşturduğu sivil inisiyatifin dağıtılması, AKUT gibi sivil toplum örgütlerinin itibarsızlaştırılması, bazı sosyalist inisiyatiflerin oluşturduğu çadır kentlerin yıkılması idi! Depremin üzerinden neredeyse bir ay geçmesine rağmen ortalarda görünmeyen devletin eli, örgütlenmeye ve kendi inisiyatifini ortaya koymaya başladığı anda yumruk olup halkın tepesine inmişti. Söz konusu olan devletin ve düzenin bekası olduğunda elbette gerisi, yani işçi-emekçi halkın canı ve malı teferruattı. Bugün de bir şey değişmemiştir.[1] Tüm Türkiye ’99 depreminde hayatını yitiren on binlerin ardından ağlarken ve insanlar ellerinden geldiğince depremzedelerin yardımına koşarken dönemin hükümeti ne yapmıştı dersiniz? Krizi fırsata çevirerek bir gecede “mezarda emeklilik” yasasını onaylamıştı. Depremi, ekonomik krizden çıkış açısından bir fırsat olan gören o zamanki hükümet, ki başında güya “halkçı” Ecevit bulunuyordu, yurtdışından gelen yardım paralarını gasp ederek depremden zarar gören (!) patronlara dağıtmış, halka da deprem vergisi adı altında yeni soygun paketleri dayatmıştı. 2002’de işbaşına gelen AKP iktidarı da bu çizgiyi aynen devam ettirdi. Deprem öncesi alınmayan tedbirler, deprem sonrasında da alınmadı. Rant uğruna İstanbul beton denizine dönüştürüldü. Kentsel dönüşüm adı altında kent yağmalandı, yeşil alanlar talan edildi. Bir kez daha görüldü ki, burjuvazinin cebine girecek milyar dolarlık kârlar halkın hayatından çok daha kıymetlidir. Benzer örnekleri 2011 Van depremi üzerinden de verebiliriz. Burada da burjuva devletin ihmali yüzünden 644 insan can vermiş, yıkılan veya hasar alan binalarda oturan yüz binlerce insan -15 derece soğukta çadırlarda ya da naylon barakalarda gecelemiş, adeta kendi kaderlerine terk edilmişti. Yardımların Kürtlerin yönetimindeki belediyeye gideceği gerekçesiyle şehir günlerce afet bölgesi ilan edilmemişti.[2] Tüm bu örnekler ve son depremin ardından ortaya çıkan tablo bir kez daha göstermektedir ki, burjuvazi ve iktidar halkı değil kendi kârını, çıkarını ve düzenini koruyup kollamanın derdindedir. Olası bir büyük İstanbul depreminde de durum farklı olmayacaktır. Devlet kendi düzenini korumaktan öte bir şey yapmamaktadır ve yapmayacaktır, burjuvazi ise açıkçası depreme fırsat gözüyle bakmaktadır. Binlerce binanın yıkılması ve belki de milyona yakın insanın ölmesi, burjuvazi için yeni fırsatlar, inşaat sektörünün canlanması, yeni yatırımlar vb. demektir. O halde işçiler ve emekçiler olarak ne yapmalıyız?