
8 Mart, işçi sınıfının mücadele tarihinde bugünün ve geleceğin işçi kuşaklarının sahiplenmesi gereken günlerden biridir. Sadece “Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü” olarak anılmasına neden olan olaylar nedeniyle değil, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde tuttuğu yer bakımından da bu böyledir. Geçmişten bugüne işçi sınıfının mücadelesinde tuttuğu yere baktığımızda diyebiliriz ki 8 Mart, dokuma işçisi kadınların verdiği mücadelenin ötesine geçerek işçi sınıfının kadınıyla erkeğiyle kapitalizme karşı verdiği mücadelenin sembollerinden biri olmuştur. Örneğin 1917 Ekim Devrimine giden sürecin ilk kıvılcımı 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününde çakılmıştır. Genel grev çağrısının yapıldığı 8 Mart mitinginin ardından kadın işçilerin gösterileri giderek büyümüş ve tüm işçileri kapsayan genel bir işçi ayaklanmasına dönüşmüştür. Burjuvaziyi asıl ürküten de 8 Mart’ın bu devrimci özüdür. Bu nedenle uzun yıllar görmezden geldiği, yasakladığı 8 Mart’ı bu şekilde unutturamayacağını anlayınca 1977 yılında BM kararıyla, 8 Mart “Dünya Kadınlar Günü” olarak ilan edilmiştir. Böylece 8 Mart sınıfsal özünden koparılarak bir taraftan kadınlara çiçekler, hediyeler verilen bir gün haline getirilmiş, diğer taraftan toplumsal kurtuluş mücadelesi vermek yerine kadının birey olma, sanki mümkünmüş gibi bireysel özgürleşme için mücadele ettiği bir gün olarak benimsetilmek istenmiştir. Burjuvazi geçmişte yaşanmış bir “anı” olarak kaldığı sürece 8 Mart’ın tarihçesini anlatmakta da bir beis görmüyor. Nitekim burjuva medyada her yıl 8 Mart’ın tarihçesini anlatan pek çok haber, yazı vs. görmek mümkün. Ama sıra işçi sınıfının kadınıyla erkeğiyle bu günü sınıfsal özüne uygun biçimde kutlamasına gelince işler değişiyor. Meselâ geçtiğimiz yıl 8 Mart günü İspanya’da milyonlarca kadın greve çıkmış, sokaklarda protesto gösterileri düzenlemişti. Üstelik bu grevlere erkek işçiler ve öğrenciler de destek vermişti. Burjuvazinin ilk tepkisi tam da kendisinden bekleneceği gibi greve çıkan kadınları tehdit etmek ve grevleri karalamak olmuştu. İşçi sınıfının mücadele tarihindeki değerlere, günlere sahip çıkabilmesinin sınıf mücadelesinin genel durumuyla çok yakın bir ilişkisi var. Dikkat edilirse genel olarak sınıf mücadelesinin yükselişe geçtiği dönemler sınıf hareketinin çekim merkezi olduğu dönemlerdir. Kapitalist sistemin çeşitli alanlarda yarattığı çelişkiler sınıfsal çelişkinin önüne geçmez. Tersine toplumun ezilen, dışlanan, ötekileştirilen kesimlerinin mücadeleleri de sınıf hareketinden etkilenir. Dolayısıyla böylesi dönemler 8 Mart’ın özüne uygun olarak kutlandığı, emekçi kadınların erkek sınıf kardeşleriyle birlikte daha fazla mücadelede yer aldığı ve hatta Ekim Devrimi örneğinde olduğu gibi devrimlerin kıvılcımını çaktıkları dönemlerdir. Ancak sınıf mücadelesinin geri çekildiği dönemler sadece işçi sınıfının bilinç düzeyini, çalışma ve yaşam koşullarını geriye çekmekle kalmaz, sınıf hareketi artık bir çekim merkezi olmadığından ikincil çelişkiler ön plana geçer. İşçi sınıfı tarihsel değerlerine sahip çıkacak örgütlülükten yoksun olduğundan meydanı boş bulan burjuvazi tarafından bu değerlerin içi boşaltılır ya da başka kesimler tarafından sınıfsal özünden kopartılarak “sahiplenilir”. 8 Mart’ın salt bir “kadınlar günü” olarak algılanmasının, emekçi kadınların mücadelesinin sınıf mücadelesinden ayrıştırılarak erkeğe karşı verilen bir “özgürleşme” mücadelesi olarak görülmesinin nedeni budur. Örneğin Türkiye’de 1980 darbesinden sonra sınıf örgütlerinin dağılması ve mücadelenin dibe vurmasıyla 90’larda feminizm akımı sahneye çıkmış, hatta bir zamanların sınıf mücadelesinde yer alan devrimci kadınları bir “muhasebe” sürecine girerek aslında “feminist” olduklarını keşfetmişlerdir! Elbette bu durum sadece feminist olduklarını keşfedenlerle sınırlı kalmamış, feminist anlayış sola da yansımıştır. Yıllardır 8 Mart mitinglerinin sadece kadınlarla gerçekleştirilmesi ve hatta erkek işçilerin alana girmesine izin verilmemesi bunun pratikteki yansımalarından biridir. Oysa işçi sınıfının devrimci mücadelesi kadınıyla erkeğiyle bir bütündür. Emekçi kadının mücadelesini işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesinden ayrı tutmak, hele ki burjuvasıyla, işçisiyle bütün kadınları aynı safta görmek işçi sınıfının devrimci mücadelesine zarar verir. Elbette kapitalizm sınıflı toplumlar tarihi boyunca var olan erkek egemenliğini devam ettiren bir sistemdir. Ama bu sistemde iki kere ezilen emekçi kadınlardır, burjuva kadınlar değil. Cinsiyet ayrımcılığına, hukuksal alandaki eşitsizliğe, taciz, tecavüz ve şiddete asıl maruz kalanlar da emekçi kadınlardır. Unutmayalım ki kapitalist sistem egemen sınıf olan burjuvazinin (kadınıyla erkeğiyle) işçi sınıfını sömürmesine dayanır. Sınıfsal ayrım o kadar nettir ki, burjuva kadınlar kendi sınıflarının erkeklerine göre pek çok haktan yoksun oldukları ve bunun mücadelesini verdikleri dönemlerde dahi sınıf çıkarları söz konusu olduğunda kendi erkeklerinin yanında saf tutmaktan imtina etmemişlerdir. Örneğin Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı patlak verdiğinde oy hakkı için mücadele veren burjuva kadınlar derhal mücadelelerini askıya alıp savaş propagandası yapmaya koyulmuşlardı. Cephelerde ölmeye ve öldürmeye gönderilenler erkek işçilerken, boşalan fabrikaları dolduranlar, insanlık dışı koşullarda çalıştırılıp sömürülenler, açlık ve sefalete itilenler ise emekçi kadınlardı. Bugün bu ayrım çok daha nettir. Burjuva kadınlarla emekçi kadınların hemcins olmak dışında hiçbir ortak noktaları yoktur. Dolayısıyla sınıfsal sömürü sona ermediği sürece emekçi kadının gerçek kurtuluşundan söz etmek mümkün değildir.