
Beyin insana türlü türlü oyunlar oynayabilen bir organ. Bu oyunlardan biri de dejavu olarak bilinir. İnsan bazen, bir olayı yaşadığı sırada “ben bunu daha önceden yaşamıştım” hissine kapılır. İşte son zamanlarda Türkiye’de insanı fazlasıyla bu hisse sürükleyebilecek türden şeyler yaşanıyor. Ama ne yazık ki yaşadığımız bir dejavu, yani bir beyin oyunu değil, gerçeklik. “Tam Bağımsız Türkiye” sloganının meydanlarda yeniden hayat bulmasıysa bu gerçekliğin ironik bir parçası. 1960-70’lerde sol harekete damgasını vuran ve kitleleri peşinden sürükleyen bu slogan, bugünlerde, darbecilerin organize ettiği cumhuriyet mitinglerinde kürsünün kullandığı temel sloganlardan biri haline gelmiş bulunuyor. O darbeciler ki, bir zamanlar “tam bağımsız Türkiye” mücadelesi veren Denizleri, Hüseyinleri, Mahirleri, İbrahimleri ve daha nice devrimciyi gözlerini kırpmadan darağaçlarında sallandıran, kurşuna dizen, işkencelerden geçirip katledenlerdir. Bilindiği gibi “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı esas olarak “uzun yılları kapsayan bir örgütsüzlük ve suskunluktan sonra, Türkiye’de sosyalist hareketin yığınlara açıldığı, aydınları, gençliği, öncü işçileri kucaklayarak ilk kez kitleselleşmeye başladığı”[1] 60’lı yıllarda atılmaya başlanmış ve 12 Eylül 1980’e kadar devam edecek olan bir tarihsel döneme damgasını basmıştı. Bu slogan ve ona temel teşkil eden milli demokratik devrim (MDD) tezi, Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin sömürgesi olduğunu varsayıyor ve buradan hareketle, işbirlikçi sermaye ve feodal zorbalar dışındaki tüm kesimlerin ittifakıyla “tam bağımsız ve gerçekten demokratik” ama son tahlilde kapitalist üretim ilişkilerini geliştirecek bir devletin kurulmasını hedefliyordu. Sonradan çeşitlenerek farklı adlar alacak ama özünde aynı savlara dayanacak olan söz konusu tezlerin bu topraklardaki baş mimarı Mihri Belli, 1967 tarihli “Devrimci Şiar Meselesi” adlı yazısında şunları söylüyordu: “… emekçi halkın çoğunluğunun henüz, kendi devrimi olan sosyalist devrimden yana olmak şöyle dursun, milli bağımsızlık gibi … toprak reformu gibi demokratik devrimin kapsamına giren dönüşümlerden bile yana olmadığı bir ülkede; emperyalizm-işbirlikçi sermaye-feodal mütegallibe üçlü ortaklığının ekonomiye hükmettiği ve siyaseti de geniş ölçüde etkilediği bir ülkede; toprağında yabancı üslerini barındıran ve ekonomisi, siyaseti, savunması, kültürü Amerikan vesayeti altında bulunan bir ülkede, temel devrimci şiar ancak: «Emperyalizm-işbirlikçi sermaye-feodal mütegallibeye karşı, şehir ve köy proletaryası, şehir ve köy küçük-burjuvazisi, asker-sivil aydın zümre, omuz omuza, tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye için!» şiarı olabilir. Bu da demokratik devrimin şiarıdır. Sosyalist devrimin şiarı değildir. Ve ancak bu anti-emperyalist ve anti-feodal şiar bir gerçek olduktan sonradır ki, demokratik devrim aşaması aşıldıktan sonradır ki, Türkiye toplumu sosyalist devrime bir adım daha yaklaşmış olacak ve sosyalist devrim temel şiarının atılması için ortam hazırlanmış olacaktır.”[2] (abç) Aynı yıllarda TKP-Dış Büro yöneticisi İsmail Bilen de benzer şeyleri dile getiriyordu: “Bugün ana dava milli bağımsızlıktır. Kurtuluş Savaşıdır. Demokratik düzen her şeyden önce geliyor. Sosyalist devrime gitmek için olayların üzerinden atlayamayız. Düşman Amerikalıdır. Amerikalıyı tutan da büyük burjuvazi. Savaşı buna göre ayarlamalıyız.”[3] Bu yaklaşım, emperyalist sistemi organik bir dünya kapitalist sistemi olarak algılamayıp gelişmiş ülkelerin izlediği bir sömürge politikasına, emperyalizme karşı mücadeleyi ise esasen Amerikan düşmanlığına indirgiyordu. Buna karşılık komünistlerin görevi işçi ve emekçi sınıfları bir türlü tamamlanmak bilmeyen burjuva demokratik devrimi tamamlamak için seferber etmekti. Sosyalizme zemin hazırlamak için önce emperyalizmden bağımsız bir kapitalizmi geliştirmek gerekiyordu! Yani Ekim Devriminden 50 yıl sonra, bu topraklarda aşamacılık yeniden hortluyordu. Mehmet Sinan’ın dediği gibi, “Ekim devriminin derslerinin ışığında, Lenin’in sağlığında formüle edilen «proleter devrimin sürekliliği» ve proletaryanın tek ve bütünsel «geçiş programı» anlayışı, Türkiyeli sosyalistlerin hafızasından silinip gitmişti adeta. Bu hafıza kaybına yol açan, 1930’lardan beri dünya komünist hareketi üzerinde hegemonyasını kurarak, Bolşevik görüşlerin tasfiyesine girişen Stalinizmden başkası değildi elbette.” 1932 yılında aşağıdaki satırları yazan Hikmet Kıvılcımlı bile, 30 yıl sonra devrim perspektifi bağlamında özde Mihri Belli ile aynı şeyleri söyleme noktasına gelebiliyordu. Kıvılcımlı şöyle diyordu 1932’de: “Türkiye burjuvazisi nasıl klasik kapitalizme uğramadan doğrudan finans kapitalizme atladı ise, Türk proletaryası da öylece, ilkel deneyleri geviş getirerek değil, onlardan çıkan dersleri son zafer deneyiyle harç ederek doğrudan Sovyetler devrimine girişmeye mecburdur. (…) 30 yıl sonra Bolşevizm, yeni bir Paris Komününü tecrübe etmeye yeltenmedi. Onun için biz de 27 yıl sonra bir ikinci 1905 yapmaya özenemeyiz.” 30’ların başlarına kadar bu fikirde olan sadece Hikmet Kıvılcımlı gibi komünistler değildi. O yıllarda Peru’dan Küba’ya kadar pek çok KP’de de Bolşevik görüşlere bağlılık önemli ölçüde korunuyordu. Örneğin Peru Komünist Partisinin kurucularından Mariategui, 1927’de, Kıvılcımlı’ya benzer şekilde şunları yazıyordu: “Latin Amerika devrimi sadece ve sadece sosyalist devrim olacaktır. Bu terime duruma göre dilediğiniz tüm sıfatları ekleyebilirsiniz: «anti-emperyalist», «tarımsal», «devrimci milliyetçi». Sosyalizm bütün bunlar demektir, bütün bunları önceleyecektir ve bütün bunları kapsayacaktır.”[4] Ne var ki, Bolşevizmin Stalinizm eliyle tasfiye edilmesinin ardından, tüm KP’lerde SBKP’nin fikirleri doğrultusunda devasa bir çark ediş yaşandı. “27 yıl sonra ikinci bir 1905 yapmaya özenemeyiz” diyen Kıvılcımlı gibi komünistler bile, ne yazık ki 1905 devriminden tam 60 yıl sonra buna özenir hale gelecekler ve yeni bir Ekim yerine yeni bir 1905 (ya da 1917 Şubatı) anlamına gelen “demokratik halk devrimi” tezlerine sarılacaklardı. Bundan böyle genel olarak devrimci harekette sosyalist devrim Kaf dağının ardına atılacak, onun yerini “kapitalist olmayan yol” doğrultusunda ve “milli burjuvazinin” desteğiyle, milli demokratik devrimler, demokratik halk devrimleri, anti-emperyalist devrimler alacaktı. Bu devrimlerde işçi emekçi sınıfların müttefiki olarak görülen en önemli güçlerden biri ise, Türkiye’nin tarihsel özgünlüğünün de etkisiyle, “asker-sivil aydın zümre” idi. Hatta Mihri Belli gibiler, “küçük-burjuvazinin en bilinçli kesimi” olarak değerlendirdikleri bu “zümre”ye müttefik olmanın çok ötesinde bir rol atfediyorlardı. Bunlar Mustafa Kemal öncülüğündeki hareketi de burjuva değil küçük-burjuva devrimci bir hareket olarak görüyorlardı. Komünistlik iddiasında olan, ama kafaları milliyetçilikle yoğrulan bu aydınlar aslında Kemalizmle bağlarını hiçbir zaman koparamamışlardı. Onlar, Kemalist devrimin bir karşı-devrimle sona erdirildiğini ve cumhuriyetin kuruluşundan 40 yıl sonra, Türkiye’de işçi-emekçilerin ve sosyalistlerin birincil görevinin bu devrimin yeniden diriltilmesi olduğunu söylüyorlardı. Bu yüzden de devrimin ilk aşaması, “tıpkı Kemalist devrim gibi, emperyalizmden tam bağımsızlığı sağlayacak ve gerçek demokrasiyi inşa edecek bir devrim” olmalıydı! “Bugünün sorusu, «milli bağımsızlıktan yana mısın, tam bağımsız Türkiye’den yana mısın, değil misin?» sorusudur. «Sosyalizme inanıyor musun, inanmıyor musun?» sorusu sonraki iş. Kaldı ki, kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” diyen Mihri Belli, sözlerine şöyle devam ediyordu: “Milli gurur iyi şeydir. Milli gurur insanı sosyalizme götürür. En sağlam sosyalistler o yoldan gelmişlerdir sosyalizme. Bir adamda gerçek milli gurur varsa korkma! Ergeç temel ilkelerde birleşirsin onunla. Ergeç bu dünyada Türk olarak başı dik yaşamanın, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmin dünya yüzünden silinmesi ile mümkün olabileceğini anlayacaktır. Bunu ben kendimden bilirim. Bizim delikanlılığımızda, biz, «Bir Türk dünyaya bedel!», «Ne mutlu Türküm diyene» sloganlarını ciddiye alan bir kuşaktık.” Her kelimesinden milliyetçilik fışkıran bu satırlar, bugün “askerlerimizin kafasına çuval geçirildi, ulusal onurumuz ayaklar altına alındı” diye paralanan, darbe mitinglerinden yükselen şovenizmi “ulusal onur” olarak alkışlayan küçük-burjuva solculara milliyetçiliğin nerelerden miras kaldığını gayet güzel ortaya koyuyor. Mihri Belli, “dünya işçi hareketinin saygıdeğer adlarından biri, proleter enternasyonalizminin şerefli savaşçısı” olarak nitelediği Fransız sosyalisti Jean Jures’in meşhur sözlerini, “onun ağzında milliyetçiliğin övgüsü, elbette şovenliğin değil, en derin anlamıyla yurtseverliğin övgüsüdür” diyerek şöyle alıntılar: “Milliyetçiliğin azı, seni enternasyonalizmden uzaklaştırır. Milliyetçiliğin derini, seni enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı, seni milliyetçilikten uzaklaştırır. Enternasyonalizmin derini, seni milliyetçiliğe götürür.”[5] Marksizmin yerine Stalinizmi, enternasyonalizmin yerine milliyetçiliğin derinini, dünya devriminin yerine tek ülkede sosyalizm anlayışını, proleter devrimlerin yerine “kapitalist olmayan yol” adı altında devlet kapitalizmini ikame eden bu stratejik hat, çok açıktır ki, Sovyet ve Çin bürokrasisinin sınıfsal çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiş ve tüm dünyaya ihraç edilmişti. O dönemlerde, Suriye, Irak, Mısır gibi ülkelerde de, komünist partilerin temel çizgisini bu Stalinist anlayış belirliyordu. Örneğin 1963’teki Baasçı darbenin ardından Suriye Komünist Partisi önderlerinden Halit Bektaş, Suriye işçi sınıfının milli kurtuluş hareketine öncülük edebilecek ve onu ileri götürebilecek bir gelişmişlik düzeyinde bulunmadığını, bu öncülük görevinin tüm ilerici demokratik güçlerin çabalarıyla yerine getirilebileceğini söylüyordu. Baas rejiminin gerçekleştirdiği kamulaştırmaları Suriye’nin “kapitalist olmayan yolda ilerlemesi” olarak değerlendiren Bektaş, Baas’ı da “Arap dünyasında bilimsel sosyalizmi benimsemiş temel devrimci güçlerden biri” olarak görmekteydi.[6] Baas rejiminin hüküm sürdüğü Irak’ta da Irak Komünist Partisinin değerlendirmeleri bu doğrultudaydı. Keza Ürdün, Mısır, Cezayir gibi ülkelerde de aynı hat hâkimdi. İşçi ve emekçi sınıfların KP’ler eliyle burjuvazinin kuyruğuna takıldığı bu ülkelerde yürüyen ulusal kurtuluş savaşları, kapitalizmin dışına asla çıkılmadığı halde, anti-emperyalist, hatta anti-kapitalist mücadeleler olarak gösteriliyordu. SBKP kaynaklı “kapitalist olmayan yol” stratejisinin ilk örneği olarak sunulan (aslında devlet kapitalizminin Bonapartist bir rejim altında hüküm sürdüğü bir ülke olan) Nasır Mısır’ında, komünist hareketin önderlerinden Lütfi el-Kuli’nin, “devrimin sosyalizm doğrultusunda gelişmesi işçi sınıfının öncülüğüne bağlı değildir” sözleri, Marksizm dışı bu anlayışın nerelere vardırıldığının tipik bir göstergesidir. İşçi ve emekçi sınıfları milliyetçi-devrimci subaylarla sözde müttefik kılma, gerçekteyse burjuvazinin kuyruğuna takma stratejisi, hemen her ülkede işçi sınıfına yönelik ağır baskılarla ve komünistlerin katledilmesiyle sonuçlanmıştır. Endonezya’da ise bu ihanet çizgisi korkunç bir trajediye yol açmıştır. 1960’ların ortalarında Endonezya Komünist Partisi 3,5 milyon üyesi ve 15 milyon sempatizanıyla dünyanın en büyük komünist partilerinden biriydi. Sovyetler Birliği ve Çin’le yakın ilişki içinde olan bu parti, Endonezya bağımsızlığına 1945 yılında kavuşan bir ülke olmasına rağmen hâlâ milli burjuvaziyle ittifak politikası izlemekteydi. Bu partinin başkanı Aidit, 1964 yılında, Türkiyeli sosyalistlerin ezici bir çoğunluğunun savunduğu tezlerle birebir örtüşecek şekilde şunları söylüyordu: “Endonezya ulusal burjuvazisi çok gençtir ve toprak ağalarıyla yakın bir ilişkisi vardır. Yani bir ayağı kapitalizmde, diğer ayağı feodalizmdedir… Endonezya’nın 1945 devrimi, emperyalist çağda burjuva demokratik devrim sürecini gerçekleştirmemiştir. Endonezya devrimi şimdilik sosyalist proleter devrimi aşamasında değil, burjuva devrimi aşamasındadır.”[7] Ne var ki, EKP’nin işçi sınıfını tümüyle kapitalizmin sınırlarına hapseden sınıf işbirlikçi politikaları (burjuvazinin “ilerici” kesimleriyle, milliyetçi devrimci subaylarla vs. ittifak kurma), yukarıdaki satırların yazılmasının üzerinden bir yıl geçmeden, korkunç bir katliama zemin hazırlayacaktı. Başkan Sukarno’nun (kendisi o zamana kadar KP kongrelerine “onur konuğu” olarak teşrif ediyordu) atadığı general Suharto’nun 1965 yılında gerçekleştirdiği darbeyi izleyen birkaç hafta içerisinde, Endonezya’da yüz binlerce komünist katledildi. “Yirminci yüzyılın en kitlesel katliamı” olarak CIA kayıtlarına geçen bu katliamda ölen komünistlerin tahmini sayısının 500 bin ilâ 1 milyon arasında olduğu belirtilmektedir. Böylece, sosyalizm adına izlenen ihanet çizgisi sonucunda, dünyanın en büyük komünist partilerinden biri, eser kalmamacasına yok edilmiştir. Tüm bu örnekler, 60-70’li yıllarda Türkiye sosyalist hareketine damgasını basan MDD çizgisinin, Stalinist Sovyet ve Çin bürokrasisi eliyle nasıl tüm dünya sosyalist hareketine hâkim kılındığını göstermektedir. Bu milliyetçi çizgi, Kemalizmin mutlak egemenliği altındaki Türkiye topraklarında fazlasıyla mümbit bir zemin bulmuş ve serpilip gelişmekte hiçbir zorluk çekmemiştir.