sınıf mücadelesinde Marksist Tutum sitesinde yayınlanmıştır (https://marksist.net)

Anasayfa > Filistin Sorunu Neden Çözülemiyor?

Filistin Sorunu Neden Çözülemiyor?

1.Bölüm

Filistin_Intifadasi.jpg

Filistin sorunu onyıllardır Ortadoğu’nun kanayan yaralarından biri olmaya devam ediyor. Bu ulusal sorun en başından beri Ortadoğu’daki emperyalist kapışmanın da bir parçası durumunda. Gelinen noktada bir yanda ABD’yi ve neredeyse tüm Batılı devletleri, Rusya’yı, hatta Körfez’deki Arap ülkelerini dahi yanına almış bir İsrail varken, diğer yanda yapayalnız kalmış Filistin halkı bulunuyor. Zira Filistin’in yanındaymış gibi görünen Türkiye ve İran gibi güçlerin de asıl derdi kendi bölgesel çıkarları ve planları. Bu durum ve mevcut güçler dengesi Filistin sorununun çözümünü fazlasıyla zora sokuyor. Ancak buna rağmen Filistin halkı direnmeye ve hakkı olanı istemeye devam ediyor. 1948’de kurulan İsrail devleti bir hançer gibi Filistin halkının bağrına sokulduğundan bu yana Filistinliler gün yüzü görmedi, siyonist İsrail devleti zulmünü her geçen gün daha da arttırdı. 1904 yılında Yahudi göçü hızlanmaya başladığında bölgede 650 bin kişilik Arap nüfusa karşılık sadece 24 bin Yahudi bulunuyorken, uygulanan yok etme, zorla yerinden etme ve sindirme politikaları sonucunda demografik yapı tamamen değişmiştir. İsrail’in nüfusu 10 milyona yakındır (bunun yaklaşık %75’i Yahudi kökenlidir) ve Filistin yönetimi altında da yaklaşık 5,5 milyon insan yaşamaktadır. Bugün Filistinliler kendi ülkelerinde adeta “esir” durumundalar ve güya Filistin yönetimine bırakılmış az miktardaki toprak da gerçekte tamamen İsrail’in ablukasındadır. Milyonlarca Filistinli ise Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerde sürgün hayatı yaşıyor. İsrail’in Filistin halkına yaptığı zulüm maalesef o kadar kanıksanmış durumda ki, bombalamalar veya hak ihlalleri artık ne Arap ülkelerinde ne de Türkiye’de veya İran’da bir infial yaratıyor. Onyıllardır İsrail’in ve onu destekleyen Batılı ülkelerin yarattığı çözümsüzlük ortamı, İsrail devletinin işgallerle adım adım topraklarını genişletmesi ve Filistinlileri de buralardan kovmasıyla sonuçlandı. Batılı güçler bir yana, Arap devletlerinin ve hamilik taslayan Türkiye, İran gibi ülkelerin bu iddialarına rağmen gerçek manada İsrail’i caydıracak adımlar atmaması sonucu, aslında tüm dünyanın gözü önünde siyonist İsrail devleti Filistin’i ve Filistinlileri yok ediyor. İsrail’in her fırsatta Kudüs’te provokasyonlara girişmesi, Gazze’yi bombalaması, kadın-çocuk demeden sivilleri katletmesi, Filistinlileri binyıllardır bulundukları topraklardan zorla çıkartması, Filistinlilerin sadece ulusal haklarına değil inançlarına da tecavüz etmesi artık alışılageldik şeyler haline geldi. 2021 yılında da İsrail devleti Filistinlilere yönelik pek çok saldırıda bulundu. Örneğin Mayıs ayında, üstelik Müslümanlarca önemli olan Ramazan ayının son günlerinde Doğu Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da, Harem-üş Şerif’te Filistinlilere saldırdı. Bu kutsal sayılan bölgeleri adeta savaş alanına çevirdi. Bununla da yetinmeyip her zaman yaptığı gibi Gazze’yi havadan bombalamaya başladı. Bu saldırılarda onlarca Filistinli hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı. Ve yine her zamanki gibi Batılı devletler tarafları sükunete davet edip (!) ateşkes çağrıları yaptılar, BM de göstermelik olarak kınadı, Erdoğan “Eyy İsrail” diye haykırdı.[1] Tabii ki İsrail bu kınamaların hiçbirini tınmadı ve istediğini aldıktan sonra sözde ateşkes sağlandı. Olan da her zamanki gibi Filistin halkına oldu. Aradan geçen on yıllardan sonra iyice açığa çıkmıştır ki, Filistin sorunu artık kangren hale gelmiştir ve bir zamanlar savunulan iki devletli çözümün nesnel zemini de fiilen ortadan kalkmaktadır. Çünkü mevcut tabloda ne Filistin halkı istediğini alacak güçtedir ne uluslararası siyasi konjonktür buna uygundur ve ne de İsrailli işçiler kardeş Filistin halkının bu sorununa sahip çıkacak siyasi bilince sahiptir. Ancak bu sorun çözülmedikçe İsrailli işçi-emekçilerin de kurtuluşu mümkün değildir. Filistin sorununun neden ve nasıl bu hale geldiğini anlamak, çözüm yollarını saptamak, Ortadoğu’da barışın nasıl sağlanacağını kavramak açısından da önemlidir. Bilhassa da en az Filistin sorunu kadar köklü ve girift hale gelmiş olan Kürt sorununu bizzat yaşayan Türkiyeli sosyalist ve devrimciler için...

Filistin sorununun tarihçesinden çıkan dersler

Filistin sorunu, Marksist Tutum sayfalarında çok kez ele alınmış konulardan biridir. Bu meseleye Marksistlerin nasıl yaklaşması gerektiğinden tutalım da güncel gelişmelerin analizine kadar pek çok açıdan işlenmiştir. Konu hakkında detaylı bir okuma yapmak isteyen okurlarımız, sitemizde yer alan Filistin Sorunu sayfasına giderek yazılarımızı inceleyebilirler. Bu sebeple, burada konunun tarihsel arka planının veya sürecin kronolojik gelişimini çok detaylı ele almayacağız. Ancak sorunun neden çözümsüzlüğe mahkûm edildiğinin anlaşılabilmesi için tarihsel süreçteki bazı önemli gelişmeleri ve kırılma noktalarını, burjuva siyasi önderliklerin izlediği politikaların yıkıcı sonuçlarıyla birlikte hatırlatmakla yetineceğiz. Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım adlı 2003 tarihli yazımızda, Filistin sorununun muhtevasının ne kadar girift ve çok yönlü olduğunu anlatmak için şunları söylemiştik: “Bugün Filistin sorunu olarak karşımızda duran sorun, emperyalistlerin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda, halkların gerçek canlı bedenlerine uymayan yapay bir biçimde şekillendirmesinin sonucu olarak ortaya çıkan sorunlar yumağının son ve can alıcı halkasıdır. Filistin sorununa sağlam bir perspektifle yaklaşabilmek için bu tarihsel boyutun iyi anlaşılması zorunludur. Öte yandan Filistin sorunu daha karmaşık başka boyutlar da içermektedir. Yukarıda belirttiğimiz Arap ulusunun bölünmüşlüğü sorununun yanı sıra, sorunun bir kolu ezilen bir halk olarak Filistin halkının haklı kurtuluş mücadelesi boyutuna, bir diğer kolu da çok köklü bir tarihsel sorun olan Yahudi sorunu boyutuna açılmaktadır. Tüm bu karmaşık boyutlar Filistin sorununun Filistin’in kendisiyle sınırlı bir sorun olmadığını şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya koyar.”[2] Burada dikkat edilmesi gereken temel husus, Filistin sorununun emperyalistlerin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmelerinin dolaysız bir sonucu olduğudur. Sorunun ortaya çıkmasında da, bir türlü çözülememesinde de temel tarihsel ve siyasal faktör budur. İngiliz emperyalizmi Afrika, Asya veya başka yerlerde yaptığı gibi burada da “böl, parçala, yönet” taktiğine uygun şekilde önce Yahudi göçünün önünü açmış, sonra Osmanlı’ya karşı Arapları desteklemiş, ardından da İsrail devletinin kuruluşunu sağlamıştır. Ortadoğu’nun bölünmüş Arap halkları da hiçbir zaman Filistin halkına sahip çıkmak üzere egemenlerden bağımsız bir tutum sergileyememişlerdir. Dolayısıyla Filistin sorunu, Arap ulusunun bölünmüşlüğü ve Yahudi sorunuyla da iç içe geçtiğinden bugünkü karmaşık hali bizi şaşırtmamalıdır. Ayrıca Filistin halkının Batılı emperyalistlerin desteklediği İsrail’e karşı direnişinin, işbirlikçi Arap rejimlerini rahatsız ediyor oluşunu da akılda tutmak gerekir. Gelinen noktada Suudi Arabistan’ın ve Mısır’ın başını çektiği bu rejimler Filistin sorununun “bir biçimde” çözülmesini yeterli görmekte ve uzamasını istememektedirler. Hal böyle olunca da zaman, ABD başta olmak üzere Batı’yı arkasına almış olan İsrail devletinin lehine işlemektedir. İsrail her geçen gün güya Filistin yönetimine bırakılmış bölgelere tecavüzlerini arttırmakta, iki devletli çözümün nesnel zeminini fiilen yok etmekte ve Filistinlileri de diğer Arap devletlerini de kendi nihai hedefini kabul etmeye sürüklemektedir. Zaten İsrail’in 1948’den beri temel politikası tüm Filistin’i işgal ederek ele geçirmek ve tek bir İsrail devleti altında Filistinlileri azınlık durumuna düşürmek ve o topraklardan kovmaktı. İsrail’in uyguladığı her politika bu amaca hizmet etmektedir. Yeri geldiğinde İsrail’in yaptıklarını uyduruk kınamalarla geçiştiren Batılı güçlerin de bu plana özde bir itirazları yoktur. Batılı büyük güçler kimi zaman açıktan kimi zaman el altından, 1897’de başlayan ve 1904’ten sonra hızı artan Yahudi göçünü desteklemişlerdi. Bu destek daha sonra da Siyonist İsrail devletine desteğe dönüştü. Bu tarihlerde Osmanlı Devleti’nin başında bulunan ve bugünün İslamcılarının pek sevdiği II. Abdülhamid’in de bu göçün önünü açtığını geçerken kaydedelim. Arap ve Müslüman bir Ortadoğu’da, özellikle de petrolün bulunmasından sonra, her daim Batı’nın çıkarlarını savunacak, yeri geldiğinde bir üs, bir ileri karargâh olabilecek bir devlet Batılı emperyalistlerin her zaman işine gelmiştir. Nitekim, bir ara görünürde Arapları destekleyen veya güya tarafsız davranan İngiltere’nin dışişleri bakanı Lord Balfour’un adıyla anılan 1917 tarihli deklarasyonla birlikte de Yahudi devletinin kurulmasının önü bizzat İngiliz emperyalizmi tarafından açılmıştır. Bu deklarasyondan sonra Yahudi göçü de arttığından ve bundan cesaret alan Yahudi örgütleri Araplarla açıktan çatışmaya başladığından, 1929-1936 arası dönemde Filistinliler çok sayıda isyan ve direniş gerçekleştirdiler. Ancak hepsi de İngiliz emperyalizminin askerlerince bastırıldı. Çünkü Yahudilerin aksine Arap nüfusun destek göreceği, sırtını dayayacağı bir büyük güç yoktu. Filistinliler Yahudilerin de Arapların da eşit haklara sahip bir şekilde üniter bir devlet altında yaşamasını kabul ediyorlardı fakat bu haklı talepleri kabul edilmediği gibi 1947’de BM’de yapılan oylamayla İsrail devletinin kurulması onaylanmış oldu.[3]

filistin-isgal-haritasi.jpg

Kimileri, bugünden geriye doğru bakarak, 1947’deki BM planının Filistinliler tarafından kabul edilmemesinin büyük bir hata olduğunu ve tarihi bir fırsatın kaçtığını söyleyebiliyorlar. Oysa gerçeklik tam olarak böyle değildir. Bize söylenen; BM’nin paylaşım planının iki ayrı devletin kurulmasını öngördüğü (iki ayrı devlet veya bir federasyon altında iki ayrı yönetim seçenekleri söz konusuydu) ama Filistinli Araplar bunu kabul etmedikleri için sadece İsrail devletinin kurulduğudur. Halbuki BM’nin planına yakından bakıldığında ortada hiç de masum bir niyet olmadığı anlaşılacaktır. Birincisi, bu plan 33 ülkenin evet oyuna karşılık 13 ülkenin hayır ve 10 ülkenin de çekimser oy vermesine rağmen kabul edilmiştir ki bu durum BM prosedürüne aykırıdır. BM genel kurulu ancak üçüncü turda yeterli sayıya ulaşabilmiştir ve her turda da ABD evet demeyecek ülkelere çok ciddi baskı yapmış, hatta ikinci turdan sonra yeterli üçte ikilik çoğunluk sağlanamamasına rağmen plan genel kurula getirilmiştir. İkincisi, plana göre iki ayrı devlet öngörülüyordu, ne var ki tarihi Filistin toprakları birbirinden kopuk birden fazla bölgeye bölünmüştü ve ayrı devletler oluşturabilecek bir sınır bütünlüğü bulunmuyordu. Üçüncüsü, nüfusun %70’ini oluşturan ve toprakların %92’sine sahip olan Araplara ülkenin sadece %47’si verilecekti. Zaten Arapların, içinde bağımsız bir İsrail devletinin yer aldığı tüm önerilere karşı olduğu bilindiğinden bir anlamda iş katakulliye getirilerek, Filistin topraklarına ilk hançer sokulmuş oluyordu. Açıkçası ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batılı güçler uzun vadeli bir planın ilk adımını atmışlardı. İsrail devletinin ne uluslararası hukuka ne de bölgenin demografik ve coğrafi-siyasi yapısına uygun olmayan biçimde kurulmasının uluslararası alandaki meşruiyetini ise Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırım oluşturacaktı. O kadar ki SSCB başta olmak üzere çoğu “sosyalist” ülke de İsrail lehine oy kullanmıştı. Tabii Yahudi burjuvazisinin kurulacak İsrail’e göçü hızlandırmak için bizzat Nazilerle yaptığı işbirliğinden kimse bahsetmeyecekti… Bu noktada, daha işin başında, yani sorun henüz bu kadar çetrefilli hale gelmemiş ve Yahudi devleti kurulmamışken, sürecin gidişatını etkileyebilecek olan SSCB ve diğer sözde “sosyalist” devletlerin aldığı tutumu da kısaca açmak gerekir. Eğer SSCB ve diğer ülkeler gerçekten birer işçi devleti olsalardı, en başından itibaren ezilen Filistinlileri destekler ve onların çözüm önerisi olan demokratik bir cumhuriyetin kurulması için uğraşırlardı. Çünkü işin aslı bu çözüm önerisi Yahudilerin varlığını reddetmiyor ve onlara da kurulacak devlette söz hakkı veriyordu. Oysa “İsrail devletini ilk tanıyan ülkelerden biri olan SSCB, İsrail devletinin kurulmasını İngiliz emperyalizminin bölgede zayıflamasının bir ifadesi olarak görmüş ve bu nedenle İsrail’in oluşumunu desteklemişti. SSCB, İsrail-Arap savaşında Çekoslovakya aracılığıyla Yahudilere silah desteğinde bulunmuştu. Dolayısıyla, Filistin davasını sonuna kadar desteklediği sanılan SSCB’nin tutumu, soruna işçi sınıfının değil Sovyet bürokrasisinin çıkarları açısından yaklaşan oportünist bir tutumdu”.[4] Bu tutum, Stalinizmin Filistin sorunu ve benzeri pek çok ulusal kurtuluş mücadelesine hangi temelde yaklaştığının bariz örneklerinden biridir. SSCB’nin bu yaklaşımı Filistin’e yakın ülkelerdeki Komünist Partilerin de tutumunu belirlediğinden, Filistin halkı da yalnız kalmıştı. Dolayısıyla Filistin sorununun bugünkü haline gelmesinde, Stalinizmin günahı büyüktür. Böylece 1948’de İsrail devletinin ilan edilmesinin ardından Filistinliler için bugüne kadar uzanan son derece çileli ve acılarla dolu bir süreç başlamış oluyordu. BM’nin bu kararına itiraz eden Filistinliler, İsrail devletine karşı savaşmaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar ve 1948’i takip eden yıllar boyunca önce yüz binlerce, sonra milyonlarca Filistinli yerinden yurdundan edildi, başka ülkelere göç etmek zorunda kaldı. İşin ilginç yanı, başka ülkelerdeki Yahudiler de İsrail’e göç etmeye zorlanıyordu. Tüm bunlar İsrail devletinin kurulmasının emperyalist güçlerin planlı bir çalışmasının sonucu olduğunun kanıtıdırlar. Böylelikle Filistin sorununun bir türlü çözülememesindeki bir diğer önemli etkene yani siyasi önderlik meselesine gelmiş oluyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz ilk büyük yenilgiden sonra Filistinlilere destek veren Arapların kendilerini toparlaması 1960’lı yıllara kadar sürdü. “Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır, Katar, Kuveyt ve Irak’tan oluşan Arap devletleri, 1964’te toplanan Arap Konferansında Filistin halkını ayrı bir kimlik içinde örgütleme kararı aldılar ve bu doğrultuda FKÖ’yü kurdular. FKÖ’nün başkanlığına ise, Birleşmiş Milletler’de Arap birliği genel sekreter yardımcısı ve Suudi Arabistan sürekli temsilcisi olan Ahmet Şukayri’yi getirdiler. Şukayri 1950 yılında da Birleşmiş Milletler’e Suriye delegesi olarak atanmıştı.”[5] Sanılanın aksine, FKÖ’nün (Filistin Kurtuluş Örgütü) kuruluş amacı Filistinlilerin haklı davasını desteklemekten ziyade İsrail’in saldırgan politikalarına karşı yükselen halk hareketini kontrol altına almaktı. FKÖ’nün kuruluşunda başat rol oynayan ve asıl derdi Arap ulusunu birleştirmek olan BAAS’çı Abdülnasır, Filistin sorununu da bu yolda önemli bir araç olarak görüyordu. Dolayısıyla da kendisinin kontrolünde bir FKÖ ve FKÖ’nün kontrolünde bir Filistin hareketi istiyordu. FKO (Filistin Kurtuluş Ordusu) da bu mantıkla FKÖ’yü kuran devletlerin ordularında görevli subaylar tarafından kurulmuştu ve onların yönetimindeydi. Bu yaklaşım, yani çeşitli Arap devletlerinin Filistinlilerin kurtuluş mücadelesini desteklerken veya destekler görünürken bile aslında kendi çıkarlarını işin temeline koymaları, Filistin sorununun çözümsüzlüğünün asli nedenlerinden bir diğeridir. Filistin’in kurtuluşunun ancak silahlı mücadeleyle mümkün olabileceği görüşü temelinde ve Yaser Arafat önderliğinde, 1958’de, Kuveyt’te kurulmuş olan El Fetih örgütü ise Arap egemenleri tarafından kurulan FKÖ’den çok farklı bir siyasi çizgideydi. El Fetih’in FKÖ’den en temel ayrım noktası, diğer Arap devletlerinden bağımsız bir örgütlenmeyi savunmasıydı. 1965’te gerçekleştirdiği ilk silahlı eylemin ardından El Fetih otoritesini giderek arttırdı. Öyle ki, 1967’deki Arap-İsrail savaşında Arapların kaybetmesinin ardından, El Fetih FKÖ’yü ele geçirmeye girişti. Nihayetinde 1968 Kasım’ında aralarında El Fetih’in de bulunduğu pek çok gerilla grubu FKÖ’nün meclisi niteliğinde olan Filistin Ulusal Konseyine girdiler ve Yaser Arafat FKÖ’nün başkanlığına getirildi. Bu tarihten sonra FKÖ’nün politikası değişmeye başladı ve daha mücadeleci bir örgüte dönüştü.[6] Arafat liderliğindeki FKÖ, 1968-73 yılları arasında silahlı mücadeleyi öne çıkaran bir politik hat izlemiş, ardından da (1973’ten itibaren) elde ettiği kazanımları korumak maksadıyla diplomasiye ağırlık vermeye başlamıştır. Bu sayede Filistinlilerin “sürgün hükümeti” sıfatını kazanmış, BM nezdinde de Filistinlilerin tek meşru temsilcisi kabul edilmiştir. Ardından 1994 ve 1995 yıllarındaki çeşitli anlaşmalarla Gazze Şeridinin tamamına yakını ve Batı Şeria’nın da bazı bölgeleri FKÖ kontrolündeki Filistin Yönetimine bırakılmıştır. FKÖ’nün bahsi geçen dönemde izlediği bu mücadeleci çizgi, Filistin halkının talepleriyle de örtüştüğünden, belli kazanımlar elde edilmesi mümkün olmuştur. Ne var ki FKÖ’nün bu konumu ve çizgisi uzun süre devam etmemiş ve Filistin halkı burjuva politik hesapların gelgitleri içinde çıkmaza sürüklenmiştir. Bu noktada FKÖ’nün yapısına dair şu hususun da altını çizmek gerekir; Arafat’ın ve El Fetih’in önderliğinde FKÖ, uzunca bir dönem Filistin davasının yegâne örgütü haline gelmişse de aslında çok parçalı bir yapıya sahiptir. FKÖ, 1968’de Arafat liderliğindeki El Fetih’in ve FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) gibi irili ufaklı pek çok örgütün daha dahil olmasıyla farklı bir hüviyete kavuşmuş, hem Arap ülkelerinden görece bağımsızlaşmış hem de bir çatı örgütüne dönüşmüştür. Bu parçalı yapısına rağmen, çeşitli örgütlerin “kurtuluş hedefi elde edilinceye kadar savaşa devam” şiarı etrafında birleşmesi ve Arafat’ın karizmatik liderliği sayesinde FKÖ 90’ların sonuna kadar Filistin hareketinin tartışmasız ve meşru temsilcisi olma sıfatını koruyabilmiştir. 1968-90 arasındaki dönemde, SSCB’nin desteğini şu veya bu düzeyde arkasına alan FKÖ genel olarak sol bir söylem de benimsemiştir. II. Dünya Savaşı sonrası neredeyse tüm ulusal hareketler için geçerli olan bu durum, uluslararası arenada sol-sosyalist çevrelerin de Filistin’in kurtuluşu davasını aktif biçimde desteklemesinin zeminini oluşturmuştur. Ne var ki içinde yer alan kimi örgütler daha radikal-sol bir çizgi izlese de genel olarak FKÖ’nün sosyalistlikle hiçbir zaman alakası olmamıştır. Nitekim SSCB’nin çökmesiyle birlikte Arafat ABD’nin ve diğer Batılı güçlerin desteğini alabilmek için örgütün mücadeleci çizgisini iyice yumuşatmaya ve yüzünü Batı’ya dönmeye başlamıştır. Böylece 90’lardan sonra Filistin önderliğinin dışarıdan bakıldığında homojen görünen yapısı bozulmaya ve çeşitli rakip güçler daha görünür olmaya başlamıştır. İşin aslı, pek çok başka ulusal kurtuluş mücadelesi örneğinde olduğu gibi, küçük-burjuva ve burjuva unsurlardan oluşan FKÖ kazanımlar elde ettikçe mücadeleci çizgisini terk etmiş ve giderek daha fazla oranda çeşitli büyük güçlere sırtını dayayarak elindeki kazanımları korumaya, oluşan bürokrasinin ve egemen kesimin ayrıcalıklarını geliştirmeye odaklanmıştır. Bunun sonucunda da kaçınılmaz olarak yozlaşma, çürüme ve gözden düşme gelmiştir. Bu da 1987’de kurulan HAMAS’ın (İslami Direniş Hareketi) 90’lı yılların sonuna doğru hızlanan yükselişini beraberinde getirmiştir. Mısır merkezli Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kolu olarak kurulan HAMAS, 80’lerde tüm Ortadoğu coğrafyasında güçlenen siyasal İslamın Filistin’deki temsilcisi olmuştur. Ayrıca Filistin kurtuluş hareketinin bölünmesi ve FKÖ’ye nazaran daha radikal ve “terör” eylemleri gerçekleştiren bir İslamcı örgütün varlığı, uluslararası arenada meşruiyetini arttırmak isteyen İsrail devletinin de işine gelmiştir. Bu sebeple, Filistin halkının haklı taleplerini temsil edebilecek devrimci bir örgütlenmenin yokluğunda HAMAS, kuruluşundan itibaren özellikle Gazze’de sürdürdüğü dayanışmacı faaliyetleriyle (yardım kuruluşları, hastaneler ve okullar kurmuştur) yoksul halkın sempatisini kazanmış, FKÖ’nün 1988’de İsrail devletini tanıdığını açıklamasının ardından da popülerliğini iyice arttırmıştır. Bu süreç 2005 genel ve yerel seçimlerinde öne atılan HAMAS’ın Gazze’de kontrolü tamamen ele geçirmesiyle ve Filistin ulusal kurtuluş hareketinin siyasi önderliğinin iki ayrı cepheye bölünmesiyle sonuçlanmıştır.    Gelinen noktada Filistin Yönetimi denen siyasi yapıyı gerçek manada bir devlet olarak adlandırmak olanaksızdır. Ayrıca, 1988’de Arafat’ın önderliğinde ilan edilen ve BM’nin 138 üyesi tarafından tanınan, BM’de gözlemci devlet statüsünde bulunan Filistin toprak bütünlüğüne de sahip değildir. Bu sözde devlet aslında iki ayrı parçadan oluşmaktadır; Gazze ve Batı Şeria. 2006’dan bu yana HAMAS Gazze şeridini ve FKÖ de Batı Şeria denilen bölgeyi kontrolünde tutmaktadır. Bu iki bölgeyi yönetmek için 1993’te kurulmuş olan Filistin Ulusal Yönetimi de HAMAS ve FKÖ’den oluşmaktadır. Bunun anlamı Filistin kurtuluş hareketinin hem siyaseten hem de coğrafi/bölgesel olarak bölünmüş durumda olması ve İsrail’in son derece avantajlı bir konuma gelmesidir. Her iki bölge de fiilen İsrail işgali-ablukası altındadır. Bölgelerden birbirine geçişler ve hatta Batı Şeria’nın kendi içinde bir mahalleden diğerine geçiş bile İsrail devletinin kontrolündedir. Bölgeler birçok küçük parçaya bölünmüştür ve Yahudi yerleşimleriyle arada duvarlar bulunmaktadır. Siyonist İsrail devleti ekonomik olarak da bu bölgeleri kontrolü altında tutmakta, dışarıdan gelen yardımları istediğinde ulaştırıp istediğinde engellemekte, vergiyi toplamakta ve Filistin yönetimine iletmekte, bazen de iletmemektedir. Filistinlilerin çoğu geçinebilmek için Yahudi kesiminde çalışmak zorundadır ve İsrail de bunu koz olarak kullanmaktadır. Elektrik, su, gıda veya ilaç gibi pek çok hayati ihtiyaç maddesi için bu yerleşimler İsrail devletine muhtaçtır. Tüm bu ablukaya ek olarak İsrail devleti düzenli olarak Filistin topraklarında yeni Yahudi yerleşimleri kurmakta, her sene sudan bahanelerle Filistinlilerin yerleşimlerine saldırılar düzenlemekte, onlarca insanı katletmektedir. İsrail hapishaneleri Filistinli siyasi mahkûmlarla doludur. Filistin yönetimi bütçesinin yaklaşık %6’sını bu mahkûmlara ve ailelerine yardıma harcamak zorunda kalmaktadır. (devam edecek)
[1]   Bkz. Aylin Dinç, İsrail Devleti Sıkıştıkça Filistin Halkına Saldırıyor (Mayıs 2021), marksist.com
[2]   Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım (Eylül 2003), marksist.com
[3]   Bkz. Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım
[4]   Zeynep Güneş, age
[5]   Zeynep Güneş, age
[6]   Zeynep Güneş, age

26 Ocak 2022
Filistin Sorunu
Share

Filistin Sorunu Neden Çözülemiyor? /2

Filistin_Intifadasi.jpg

Filistin ulusal kurtuluş hareketinin açmazları

Her ne kadar Filistin sorununun çözümü alabildiğine zorlaşmış olsa da tüm bu olumsuz koşullara ve siyonist İsrail devletinin ağır zulmüne rağmen Filistin halkı direnmeye devam ediyor. Ancak yine de bugün gelinen noktada Filistin sorununun çözümü doğrultusunda yeterince yol alınabilmiş değildir. Bunun nedenlerini anlayabilmek için, ilk bölümde saydığımız genel faktörlerin yanı sıra, öznel faktöre yani ulusal kurtuluş hareketinin önderliklerine de daha yakından bir göz atmak gereklidir. Filistin ulusal kurtuluş hareketinin tarihini kabaca üç döneme ayırmak mümkündür: Filistin’e göçlerin başlamasından FKÖ’nün kurulmasına kadar geçen ilk dönem (1897-1964), FKÖ’nün kurulmasından Filistin Ulusal Yönetiminin kurulmasına kadarki ikinci dönem (1964-1993), 1993’ten bugüne değin devam eden üçüncü dönem. Filistin’deki Arap toplumunun huzursuzluğu İngilizlerin 1917’de Balfour Deklarasyonunu yayınlaması ve I. Dünya Savaşı sonunda bölgeyi işgal etmesiyle iyice artmıştı. Bu tarihlerden itibaren İngilizler, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının önünü açmış oluyorlardı ve Yahudi göçü de hızlanmaya başlamıştı. Yahudi burjuvazisi uluslararası kurumların ve emperyalist güçlerin de desteğiyle Filistin’de Arap halkın topraklarını zorla gasp ederek bir devlet kurmak yönünde harekete geçmişti. Ne var ki Filistin’deki Arap toplumu başlangıçta buna kapsamlı biçimde karşı duracak ulusal bir bilinçten yoksundu. İlk tepkiler bölgeye gelen Yahudi göçmenlere yöneldi ve 1921-1929 yılları arasındaki çeşitli çatışmalarda her iki taraftan yüzlerce Yahudi ve Arap hayatını kaybetti. Arapların, çoğu Avrupa’nın ve Rusya’nın işçi-emekçi sınıflarından olan Yahudi göçmenlere yönelttiği bu saldırılar, anlaşılabilir nedenlere dayansa da Yahudi ve Arap toplumları arasındaki karşıtlığı derinleştirerek sorunun çözümünü karmaşıklaştırdı. 30’lu yıllarsa Ortadoğu coğrafyasında Arap milliyetçiliğinin yükselmeye başladığı yıllardı ve Filistin’deki Araplar da bundan etkilendiler. Yahudi göçmenlere karşı tepkiden hareketle gerçekleşen çatışmalar yerini daha siyasi taleplere ve organize eylemlere bırakmaya başladı. Arap milliyetçiliğinin önemli isimlerinden bazılarının Kudüs’e gelmesiyle birlikte çeşitli direniş örgütleri kurulmaya, direniş hareketi anti-siyonist ve anti-İngiliz bir içerik kazanmaya başladı. Buna en iyi örnek 1936 yılında başlayan ve 1939’da sona eren “büyük ayaklanma”dır. Kimilerince birinci intifada[1] olarak da görülen bu ayaklanmada Arap halkın en önemli talebi İngiliz Manda Yönetiminin feshedilerek bağımsız ve demokratik bir hükümet kurulmasıydı ve buna göre yönetimde hem Arapların hem de Yahudilerin söz hakkı olacaktı. Ayrıca Araplar, Yahudi göçünün durdurulmasını ve toprak işgallerine son verilmesini de istiyorlardı. Nisan 1936’da başlayan genel grev, tüm büyük şehirleri sardı ve kitlesel bir hal aldı. Genel grevin yanı sıra çeşitli türden eylemler, boykotlar ve protestolarla ilerleyen ve akabinde köylülerin silah elde dağa çıkışıyla devam eden ayaklanma, İngiliz manda yönetiminin binlerce isyancıyı katletmesine rağmen zorlukla bastırılabildi. Neticede İngiliz yönetimi Arapların bazı taleplerini kabul etmek zorunda kaldı; Yahudi göçü sınırlandı ve İngilizler 10 yıl içinde Filistin’e bağımsızlık tanıyacaklarını duyurdular. Yine bu ayaklanma sürecinde oluşturulan Arap Yüksek Komitesi[2] de Filistin halkının kurtuluş mücadelesinin merkezi bir siyasi önderliğe kavuşması bakımından önemli bir adımdı. Bu ayaklanmayla birlikte Filistin sorunu ilk kez dünya kamuoyunda ciddi biçimde yer aldı ve bölge ülkelerinden de destek görmeye başladı. Diğer Arap ülkelerinde Filistinlilerle dayanışma, onların mücadelesine destek verme yönündeki eğilimler güçlendi, çeşitli örgütlenmeler oluşmaya başladı. Filistin tarihindeki bu ilk intifada, elde ettiği kazanımlar kadar hareketin bazı eksiklerini de ortaya koymuştur. Buradaki en önemli olumlu unsurlardan birisi yönetiminde Arapların ve Yahudilerin adil ve eşit şekilde yer alacağı bağımsız ve demokratik bir cumhuriyet talebidir. Bu talep hem Yahudi toplumunun korkularını hem de Arap toplumunun kaygılarını gidermeye, hem de İngiliz emperyalizminin Filistin’den çıkmasını sağlamaya dönük nitelikteydi. Diğer bir önemli nokta da Filistin’deki Arap halkın, özellikle de işçi-emekçi kesimin kitlesel olarak mücadeleye dâhil olmasıydı. Bu sayede önemli bazı sonuçlar elde edilebilmiştir. Bu noktaya özellikle dikkat edilmelidir, çünkü ne zaman ki küçük-burjuva veya burjuva önderlikler kitle hareketi yerine çeşitli emperyalist ve burjuva güçlere sırtlarını dayamaya başlamışlar, halkı arkasına alan mücadeleci bir çizgi izlemek yerine mücadeleyi devletlerarası diplomasiye indirgeyen bir çizgiye kaymışlardır. Bunun sonucunda da hareket devrimci özelliklerini kaybetmeye, pörsümeye ve gerilemeye başlamıştır. Bu, ulusal kurtuluş hareketlerinin geneli için geçerlidir. Birinci intifadanın ortaya çıkardığı temel eksiklik ise ulusal düzeyde ve merkezi bir siyasi örgütlülüğün olmayışıdır. Ne Arap Yüksek Komitesi ne de irili ufaklı direniş örgütleri, İngiliz Manda Yönetimiyle ya da silahlı Yahudi güçleriyle baş edecek niteliğe sahipti. Bunu fırsat bilen Yahudi burjuvazisi, Araplarla Yahudiler arasındaki çatışmaları gerek Yahudi toplumunu korkutmak gerekse de dünya kamuoyuna “Arapların barbarlığı” olarak sunmaktan geri durmamıştır. Siyonizmin pençesindeki Yahudi göçmenlere de (ki çoğu Avrupa ve Rusya’dan gelen işçi-emekçilerden oluşuyordu) asıl düşmanın Yahudi burjuvazisi ve İngiliz emperyalizmi olduğu anlatılamamıştır. Ayrıca pek çok Arap aşiret lideri ya da kanaat önderi de yeri geldiğinde İngiliz Manda Yönetimiyle işbirliği yapmaktan çekinmemiştir. Aynı döneme dair açılması gereken önemli bir parantez de komünist hareketin durumu ve aldığı tutumlardır. Maalesef komünistler Filistin’deki işçi ve emekçi sınıflar içinde başat bir yer tutamamışlardır, ancak geriye önemli dersler bırakmışlardır. Filistin Komünist Partisinde (FKP) cisimleşen komünist hareketin deneyimi de göstermektedir ki; komünistlerin ulusal (burjuva ve küçük-burjuva nitelikteki) hareketlerden bağımsız kendi siyasal örgütlenmelerini gerçekleştirmeleri hayati önemdedir, Filistin sorununun kalıcı ve gerçek çözümü Arap ve Yahudi işçi-emekçilerin siyonizme, kapitalizme ve emperyalizme karşı verecekleri ortak mücadeleye bağlıdır. FKP’nin (1919-1948) tarihçesine baktığımızda partinin yaşanan sorunlar karşısında aldığı tutumların değişim gösterdiğini ve süreç içinde giderek çelişkili bir hal aldığını görürüz. FKP başlangıçta doğru bir şekilde sorunu iki boyutuyla birden kavrıyordu; bir yanda Yahudi halkın varlığı söz konusuydu ve geri gönderilmeleri (“Filistin sadece Araplarındır, Yahudiler geri dönmelidir” görüşü) bir çözüm olarak görülmüyordu, diğer yanda ise Filistinli Arapların ezilmesine, topraklarının gasp edilmesine ve siyonizme karşı durmak gerekiyordu. FKP İngiliz emperyalizmini sorunun asıl kaynağı görerek öncelikle Arap ve Yahudi emekçi halkın Manda Yönetimine karşı ortak mücadele vermesini, siyonizme yani Yahudi milliyetçiliğine karşı da özellikle Yahudi işçi-emekçilerin bilinçlendirilmesini, Arap ve Yahudi işçi-emekçilerin aynı parti çatısı altında örgütlenmesini savunuyordu. FKP başlangıçta, dönemin komünist partilerinin genel anlayışına uygun biçimde, sorunun dünya devrimiyle ve emperyalizme karşı genel mücadeleyle birlikte ele alınması gerektiğini, Filistin’de de Arap ve Yahudi işçilerin ortak devletinin yegâne çözüm olacağını söylüyordu. O günlerin koşullarında doğru ve devrimci bir perspektifi yansıtan bu görüşler, aynı zamanda enternasyonalist bir öze de sahipti. Ancak bu ilk süreçlerde dahi bazen Yahudi (göçmen) işçileri elinde tutmak kaygısıyla siyonizme tavizler verildiği olmuştur. Bunda, parti tabanının ve yöneticilerinin büyük çoğunluğunun Yahudi göçmenlerden oluşmasının payı büyüktür.[3] 1919’da kurulan ve 1924’te Komintern’e kabul edilen FKP’nin en büyük handikapı ise, ilerleyen yıllarda Komintern’e egemen hale gelen Stalinizmin çeşitli ülkelerdeki komünist partilere SSCB’nin yani bürokratik diktatörlüğün çıkarları doğrultusunda politikaları dayatmış olmasıydı. Stalinizmin egemenliğindeki Komintern, bölgede İngiliz emperyalizmine karşı hem genel olarak Arap milliyetçiliğini hem de Filistin ulusal kurtuluş hareketini desteklediği için Filistin’deki Arapların her türlü eylemini, hareketini anti-emperyalist bir bağlamda görüyordu. Bu görüşün temeli de anti-sömürgeciliğin anti-emperyalistlikle bir tutulması olarak özetleyebileceğimiz çarpıtmaya dayanıyordu. Komintern’in bu politikası ve özellikle de FKP’nin yönetim organlarında Arapların daha fazla yer alması yönündeki baskısı, ister istemez ulusal harekete tavizler vermeye itti. Çünkü dönemin Filistin’inde Arap halk ağırlıklı olarak kırsal kesimden oluştuğundan ve aşiret yapısına sahip bulunduğundan FKP de daha ziyade Yahudi işçi-emekçilere dayanıyordu ve kurucuları Yahudi komünistlerdi. Komintern’in baskısı, FKP liderliğini ulusal hareketin kadrolarından parti yönetimine insan devşirmeye itti ve bu da partinin niteliğinin bozulmasına yol açtı. FKP başlangıçta çok doğru biçimde hem siyonizme hem İngiliz emperyalizmine hem de Arap milliyetçiliğinin aşırı tutumlarına karşı çıkıyor, Arap halkının haklı taleplerini destekliyordu. Yani Stalinizmin dayatmasının aksine meseleye ulusal değil sınıfsal bir pencereden bakmaya çalışıyordu. Ama zamanla Stalinizmin etkisi parti üzerinde ağır basmaya başladı ve izlenen gelgitli politikalar yüzünden (İngiliz emperyalizmine önce karşı çıkılıp sonra sessiz kalınması veya bir dönem faaliyet neredeyse ulusal hareketi desteklemeye indirgenmişken sonra bundan 180 derece çark edilmesi ve sonra bundan da geri dönülmesi gibi…) parti zayıfladı ve kopmalar gerçekleşti. Komintern’in 1935’ten itibaren kabul ettiği “halk cephesi” politikası da bu durumun üzerine tuz biber ekti.[4] 1930’ların sonuna doğru parti içinde başlayan ayrışmanın sonucunda Yahudi komünistler FKP olarak ve Arap komünistler de Ulusal Kurtuluş Birliğini (UKB) kurarak (1944) yollarına devam ettiler. Ancak 1948’de BM planının kabulü ve İsrail devletinin kurulmasının ardından UKB ile FKP tekrar birleşerek İsrail Komünist Partisi (İKP) adını aldılar. Önemli bir ayrıntı, İKP kurulmadan önce hem FKP’nin hem de UKB’nin, BM’nin 1948’de hayata geçen iki devletli çözüm planına karşı çıkıyor oluşlarıydı. İkisi de ayrı devletler yerine Yahudilerin ve Arapların eşit ve adil şekilde temsil edilecekleri demokratik bir cumhuriyetin daha hayırlı olacağını savunuyorlardı. 1948’de ortaya çıkan İKP ise siyonizme karşı olmakla birlikte İsrail devletini tanıdığını açıkladı ve Arapların da BM planı çerçevesinde bir devlet kurma haklarının olduğunu savundu.[5] İlk döneme ilişkin sözlerimizi sonlandırırken değinmemiz gereken önemli bir nokta şudur; Arapların tüm karşı çıkışlarına rağmen 1948’de İsrail devletinin resmen ilan edilmesi ve ABD-SSCB dâhil tüm büyük devletlerce tanınması, Filistin sorununun çözümüne dair “tek devlet modeli” olarak adlandırılan modelin de fiilen geçerliliğini yitirmesine neden olmuştur. Gerek Filistinli Araplar gerekse de diğer Arap devletleri başlangıçta buna şiddetle karşı çıksalar ve bir süre İsrail devletiyle savaşsalar da sonuç değişmemiştir. İkinci dönemde ise FKÖ’nün kurulmasıyla birlikte Filistin ulusal kurtuluş hareketi ilk kez merkezi bir örgütlenmeye ve yönetime kavuşmuştur. FKÖ öncesinde de Arap Yüksek Komitesi gibi yapılar yahut pek çok irili ufaklı siyasi yapı mevcuttu, ama ilk kez “ulusal” düzeyde ve merkezi bir örgütlenme FKÖ’nün kurulması sayesinde mümkün olmuştur. Dolayısıyla ikinci dönemi, birinci dönemden ayıran en temel özellik ulusal hareketin merkezi bir örgütlenmeye kavuşmuş oluşudur. Ancak yazımızın ilk bölümünde de değindiğimiz gibi FKÖ Mısır önderliğindeki Arap devletleri tarafından kurulmuş bir örgüttü ve asıl amacı da Filistin’deki halk hareketini kontrol altına almaktı. FKÖ’nün bizzat Arap devletleri tarafından kurulmuş olması harekete ciddi bir maddi-manevi destek ve de uluslararası alanda tanınırlık ve meşruiyet sağladı. Ancak bu örgütün kurulmasına önayak olan dönemin Mısır devlet başkanı Cemal Abdülnâsır’ın asıl derdi Arap birliğini sağlamak olduğundan, FKÖ’yü ve Filistin hareketini de bu doğrultuda kullanmak istiyordu. Fakat 1967’deki Arap-İsrail savaşında Mısır, Suriye ve Ürdün’ün aldığı ağır ve kesin yenilgiler, Nâsır’ın Arap Birliği hayallerinin sonunu getirirken FKÖ’nün de başka bir çizgiye girmesine yol açtı. Geçerken belirtmek gerekir ki, 1967’deki “Altı Gün Savaşı”, Arap-İsrail savaşlarının ilki değildi. 1948’de İsrail’in kendini bağımsız bir devlet olarak ilan etmesinin ardından başlayan ilk Arap-İsrail savaşı, İsrail’in BM’nin kendisine verdiği %56’lık toprak payını fiilen %78’e çıkarmasıyla, bir milyona yakın Filistinlinin göç etmek zorunda kalmasıyla ve demografik yapının Araplar aleyhine değişmesiyle sonuçlandı. Filistinli Arapların göç ettiği Ürdün, Lübnan, Suriye gibi ülkelerde, ileriki tarihlerde bu göçlere bağlı pek çok sorun yaşanacaktı. Birçok Arap ülkesi de Yahudilerin vatandaşlığını iptal etti, mallarına el koydu ve bu ülkelerdeki Yahudileri İsrail’e göç etmek zorunda bıraktı. Böylece İsrail’deki Yahudi nüfus arttı. Kısacası savaştan en kârlı çıkan ülke daha yeni kurulmuş olan İsrail oldu. Bunu 1956’daki Süveyş Krizi izledi. Ardından 1967’deki “Altı Gün Savaşı” geldi ve onu da 1973’teki “Yom Kippur Savaşı” izledi. Bu sonuncusu İsrail’in Arap Birliği ülkeleri karşısındaki askeri ve siyasi üstünlüğünü geri dönüşsüz şekilde perçinlemiş oldu. Bu savaşlarda İsrail’in hızlı şekilde elde ettiği mutlak üstünlük, tüm Ortadoğu’nun kaderini belirlemiş, bu coğrafyada ABD emperyalizminin nüfuzunu arttırdığı gibi Filistin hareketini de son derece olumsuz yönde etkilemiştir. Geleneksel olarak İsrail’in karşısında yer alan ve Filistin hareketini destekleyen Arap devletleri, bu ağır yenilgilerden sonra siyasetlerini değiştirmeye başladılar. Arap devletlerinin uzunca bir dönem devam edecek olan “Filistin sorununun bir biçimde çözülmesi ve uzamaması” şeklinde özetlenebilecek politikaları bu yenilgilerle şekillenmiştir. İşin özü tüm Arap dünyası, artık İsrail devletinden geriye dönüş olmayacağı, Filistin açısından olası tek çözümün ikinci bir devlet olacağı düşüncesiyle hareket etmeye başladı. Ancak bu kez de İsrail devleti işi yokuşa sürecek, Batı’yı ve en önemlisi de ABD’yi arkasına almış olmanın verdiği güvenle, açıktan karşı çıkmasa da bağımsız Filistin devletinin kurulmasını engellemek için elinden gelen her şeyi yapacaktı. Bu açıdan bakıldığında, Arap-İsrail savaşları, Filistin sorununun kaderini belirleyen çok önemli bir süreç olmuştur. 1967 Arap-İsrail Savaşı sürecinde FKÖ’nün de yapısı değişti ve Filistin ulusal kurtuluş hareketini oluşturan çeşitli silahlı gruplar FKÖ’ye alınmaya başladı. Bu değişim bir anlamda zorunluydu, çünkü FKÖ’yü ayakta tutan Arap devletleri Arap-İsrail savaşlarının hepsini kaybetmiş ve artık Filistin sorununa olan yaklaşımlarını değiştirmişlerdi. Onlar açısından Filistin sorunu artık birincil önemde değildi. Zaten Arap Birliği hayali de çökmüştü. Ayrıca İsrail’le açıktan savaşarak sonuç almanın mümkün olmadığını düşünüyorlardı. Bu koşullarda, Arafat liderliğindeki El Fetih 1968’de FKÖ’nün yönetimini ele geçirdi. Yeni niteliği ve bileşimiyle FKÖ, bundan sonra Filistin halkının davasının seyrinde önemli bir etmen olacaktı. El Fetih’in FKÖ’nün liderliğini alması, Filistin ulusal kurtuluş hareketinin yeni bir rotaya girmesi anlamına geliyordu. “Soğuk Savaş” dönemi ve ABD-SSCB arasındaki rekabetin zeminini oluşturduğu uluslararası konjonktürde, SSCB Ortadoğu’da ABD’ye ve uzantısı olarak gördüğü İsrail’e karşı FKÖ’yü el altından/dolaylı yollardan destekliyordu. Filistinliler Arap devletlerinin yürüteceği savaşla ya da uluslararası diplomasi alanında salt siyasi mücadeleyle bir yere varılamayacağını anlıyorlardı. Artık FKÖ, yeri geldiğinde gerilla yöntemlerine de başvurarak çok daha radikal ve sert bir eylem çizgisi izleyecekti. Tarihi lideri Yaser Arafat’la özdeşleşen El Fetih, solcusundan İslamcısına kadar son derece çeşitlilik arz eden kişi ve grupların bir araya gelmesinden oluşuyordu. Bu grupları ortaklaştıran temel kabul ise Filistin’in kurtuluşunun kitlelerin silahlı eylemleriyle mümkün olacağı düşüncesiydi. FKÖ’nün liderliğini alan El Fetih’in bu çizgisi, gerilla mücadelesini benimseyen daha farklı örgütlerin kurulmasını da beraberinde getirdi. Bunlardan biri de Filistin Halk Kurtuluş Cephesiydi. FHKC, El Fetih’e göre çok daha sol ve devrimci bir çizgiye sahipti. Fakat bilmek gerekir ki, kendini Marksist-Leninist olarak adlandırsa da gerçekte FHKC de küçük-burjuva devrimci bir siyasi önderliği ifade ediyordu. FHKC içinden daha sonraları pek çok farklı örgüt çıktı. FHKC çizgisiyle El Fetih çizgisi arasındaki temel fark, her ikisi de özünde küçük-burjuva niteliğe sahip olmalarına rağmen, El Fetih’in daha en baştan ileride kurulacak Filistin devletinin çekirdeği olarak örgütlenmiş olması ve çeşitli devletlerle de bu temelde ilişkiler kurmasıydı. Nitekim ilerleyen yıllarda daha da gelişecek olan Filistin burjuvazisi, ulusal hareket içindeki temsilcisini El Fetih’te bulacaktı. Oysa FHKC daha devrimci bir siyasi perspektife sahipti. FHKC, Filistin’in kurtuluşu sorununu Ortadoğu devriminin bir parçası olarak görüyordu. Bu önemli farklara rağmen, El Fetih liderliğindeki FKÖ, pek çok direniş grubunu kendi bünyesinde toplamayı ve birleştirmeyi başardı. Filistin halkının da desteklediği FKÖ, verdiği gerilla mücadelesiyle İsrail’e karşı önemli başarılar da kazandı. Başarılar arttıkça mevcut Arap rejimleri de (genelde el altından da olsa) FKÖ’yü desteklemeye başladı. Ne var ki, gerilla mücadelesi önemli başarılar elde edilmesini ve FKÖ’nün Arap halkları nezdinde prestijinin artmasını sağlasa da İsrail’deki Yahudi işçi-emekçilerin ciddi tepkisini çekti. Filistinlilerin haklarını ikircimsiz savunan etkili İsrailli komünist örgütlerin yokluğunda, İsrailli egemenlerin oyunlarıyla, gerilla mücadelesi Yahudi emekçiler nezdinde korkuya ve tepkiye yol açıyordu. Başlangıçta İsrail ordusunu ve askerini hedef alan saldırıların yerini giderek sivil hedeflere ve şehirlerdeki bombalı saldırılara bırakması bu tepkinin büyümesi için zemini güçlendirmişti. Zaten Yahudi ve Arap işçi-emekçilerin ortak mücadelesi de FKÖ için bir şey ifade etmiyordu. Bir diğer sıkıntılı nokta da FKÖ İsrail devletini tanımadığı halde Mısır’dan Irak’a hemen tüm Arap devletlerinin İsrail’i tanımasıydı. Bu da Araplar arasında bir ikilik yaratıyordu. Nitekim Filistin burjuvazisi içinde de Filistin devletinin tanınması koşuluyla İsrail’in tanınması ve anlaşma yapılmasını savunan bir kanat oluşmuştu. Yine de her şeye rağmen Mısır, Suriye ve Irak gibi BAAS’çılığın egemen olduğu Arap devletleri, İsrail’in uzun bir gerilla mücadelesiyle yıpratılması ve akabinde de topyekûn bir savaşla 1967 yenilgisinin öcünün alınması fikrini belli ölçüde muhafaza ediyorlardı. Fakat Ürdün başta olmak üzere bir kısım Arap devleti de daha ABD-Batı yanlısı bir siyaset izliyorlardı ve FKÖ’nün gerilla mücadelesi temelinde kendi ülkelerinde konuşlanmasını, bizzat kendi iktidarlarına karşı da bir tehdit olarak görüyorlardı. Kısacası çok parçalı FKÖ ile diğer Arap rejimleri arasında da bir bütünlük, birlik olduğu söylenemezdi. Bu, siyonist İsrail devletinin elini güçlendiriyordu. Bu tabloya, FKÖ’nün uçak kaçırma eylemlerinin Batılı emperyalist güçlerce “terör eylemi” olarak sunulması ve uluslararası kamuoyunun manipüle edilmesi de eklenince, Filistin davasının 70’li yıllarda Batı kamuoyunda ciddi puan kaybettiği görülecektir. Her ne kadar 1968 dalgasının etkisiyle sola kayan üniversite gençliği vb. sol çevrelerde gerilla mücadelesine sempatiyle bakılıyor olsa da bunun genel içinde sınırlı bir yer tuttuğunu belirtmek gerekir. Üstelik Mısır ve Suriye gibi FKÖ militanlarına hamilik yapan ülkelerin rejimleri de politika değiştirmeye ve FKÖ’yü dışlamaya başlamışlardı. Bu gelişmelerin en önemli sonucu, 80’li yılların ortalarına doğru El Fetih’in, İsrail devletinin tanınabileceği ve Batı Şeria ile Gazze’de bir Filistin devletinin kurulabileceği görüşünü ortaya koyması oldu. Bu da FKÖ’de ciddi gerilimlere yol açtı. Fakat nihayetinde FKÖ içindeki gruplar, bu görüşün çeşitli versiyonlarını tartışmaya başladılar. Burada akılda tutulması gereken husus, FKÖ’nün uzun yıllardan sonra İsrail’i tanıyan ve iki devletli çözümü kabul eden bir noktaya varmış olmasının İsrail’in tavrını değiştirmeye yetmemiş oluşudur. İsrail devleti FKÖ’yü terör örgütü olarak görüyor ve hiçbir şekilde masaya oturmayacağını söylüyordu. İsrail, Filistin halkını Gazze ve Batı Şeria’daki dar bir alana hapsetmişti ve sürekli olarak Filistinli Araplara ait topraklara aşırı dinci ve milliyetçi Yahudi grupları yerleştiriyor, Filistinlileri bu topraklardan sürüyor, Filistin halkına sistematik olarak baskı uyguluyor, cezaevlerini Filistinli mahkûmlarla dolduruyor, ayrıca ekonomik baskı da uyguluyordu. Filistinliler derin bir işsizlik ve yoksulluk cenderesine hapsedilmiş durumdaydılar. 1982’de İsrail’in Lübnan işgali esnasında gerçekleşmiş olan Sabra ve Şatilla katliamları İsrail politikalarının nereye varabileceğini Filistin halkına göstermede bir dönüm noktası olmuştu.[6] Fakat 1987 yılında başlayan ikinci intifada tüm denklemi değiştirdi. 1987-93 yılları arasında gerçekleşen ikinci intifada Gazze’deki bir mülteci kampında başlamış ve hızla diğer Filistin yerleşim bölgelerine yayılarak kitlesel bir hal almıştır. İkinci intifada, bir anlamda tüm Filistin halkının siyonist İsrail devletinin onyıllardır devam eden zulmüne karşı bir başkaldırısı olmuştur. Filistin halkının katıldığı bu ayaklanma genel grevlerle, İsrail’e ait kurumların boykot edilmesiyle, sivil itaatsizlik eylemleriyle, vergi vermemeyle, barikat savaşlarıyla karakterize olmuştur. Özellikle gençlerin ve hatta çocukların katılması ve ön saflarda İsrail askerlerine kafa tutmasıyla bilinen ikinci intifadada, en önemli hususlardan biri İsrail bölgesinde çalışan Arap işçilerin gerçekleştirdiği kitlesel grevlerdi. Bu açıdan ikinci intifada, Filistin davasının kazanılması için nereye odaklanılması gerektiğini gösteren çok önemli bir örnektir. İsrail’deki sanayi ve tarım üretimini ciddi biçimde etkileyen bu grevler, İsrail devletinin ayaklanmaya son derece sert bir şekilde müdahale etmesinin de başlıca nedeni olmuştur. 1200’e yakın Filistinlinin hayatını kaybettiği ve 100 bine yakın Filistinlinin de yaralandığı ikinci intifada sonucunda, İsrail devleti geri adım atmak zorunda kaldı, İsrail devletinin politikaları uluslararası kamuoyunda büyük ölçüde teşhir oldu, yine uluslararası alanda Filistin davası büyük destek kazandı, Filistin devletinin tanınması yönünde ciddi bir zemin oluştu. Aslında büyük ölçüde FKÖ’nün kontrolünün dışında başlayıp ilerleyen ikinci intifadanın yarattığı siyasi konjonktürde Arafat önce 1988’de Batı Şeria ve Gazze’yi kapsayan bir “mini devlet” ilan etti. Buna göre Doğu Kudüs başkent, Arafat devlet başkanı oluyordu. Ardından ABD aracılığıyla İsrail ile başlayan görüşmeler, 1993’te Oslo’da bir “barış antlaşması”nın yapılmasıyla sonuçlandı. Antlaşmaya göre FKÖ İsrail’i tanıyacak, saldırılara son verecek, İsrail de Batı Şeria’nın ve Gazze’nin bir kesimini içine alan “mini devlet”i kabul edecekti. Filistin Ulusal Yönetimi adı verilen bu devletin başkanı da Arafat olacaktı.
[1] Kelime olarak ayaklanma, başkaldırı anlamları taşıyan intifada, Filistin halkının İsrail zulmüne karşı sergilediği isyanın, cesaretin ve kararlılığın sembolü haline gelmiştir.
[2] Arap Yüksek Komitesi 1936 yılında (Filistin İngiliz Mandası Yönetimi altındayken) Kudüs müftüsünün inisiyatifiyle kurulmuştu ve Filistinli Arapların siyasi organı konumundaydı. Ancak 1936-1939 yılları arasındaki ilk intifada sürecinde İngilizler tarafından yasaklandı. 1945’te Arap Birliği tarafından geçici olarak tekrar kurulduysa da 1948’den sonra yerini Filistin Umum Hükümetine bıraktı. Filistin Umum Hükümeti, yine Arap Birliği üyesi ülkeler tarafından, İsrail devletinin kurulmasına karşılık (onu tanımayarak) tüm Filistin topraklarını kapsayacak şekilde ilan edilmişti.
[3] Bir araya gelerek FKP’yi kuran veya sonradan ona katılan örgütlerin hemen hepsinin kurucuları ve üyeleri Avrupa ve Rusya’dan gelen Yahudi göçmenlerden oluşuyordu. FKP öncesi bu örgütlenmeler içindeki Yahudi göçmenler siyonizm fikrinden etkilenmişlerdi ve siyonizmi sadece Yahudi burjuvazisinin ideolojisi olarak görmüyorlardı. Hatta “proleter siyonizmi” adıyla bir akım da yaratmışlardı. Dolayısıyla özellikle FKP tabanında siyonist eğilimler ve/veya siyonizme olumlu bir gözle bakanların sayısı hiç az değildi.
[4] “Halk Cephesi”yle ilgili ayrıntılı bir okuma için bakınız: İlkay Meriç, Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri, Ocak 2022, MT
[5] Daha sonra da çeşitli bölünmeler geçiren bu reformist partinin ana gövdesi bugün HADASH yani “Barış ve Eşitlik İçin Demokratik Cephe” adlı siyasi oluşumun ana bileşeni olarak parlamentoda %3-4 civarı oyla 3 veya 4 sandalyesi olan burjuva sol bir parti konumundadır.
[6] İsrail devletinin kurulmasını takip eden Arap-İsrail savaşları esnasında yüz binlerce Filistinli Lübnan’a göç etmek ve oluşturulan kamplara sığınmak zorunda kalmıştı. Öyle ki, Lübnan nüfusunun %35’ini Filistinli mülteciler oluşturuyordu. İsrail’in FKÖ saldırılarını gerekçe göstererek 1982’de giriştiği Lübnan işgalinde, İsrail ordusu Beyrut’a kadar ilerlemiş ve nihayetinde FKÖ militanlarının kamplardan çekilmesini öngören bir ateşkes imzalanmıştı. Böylece savunmasız kalan mülteci kamplarında, İsrail ordusunun desteği ve yönlendirmesiyle, Hıristiyan-Falanjist milislerin yüzlerce Filistinliyi öldürmesi, tüm Filistin’de büyük bir infial yarattı.

4 Mayıs 2022
Filistin Sorunu
Share

Filistin Sorunu Neden Çözülemiyor? /3

israil_ahed_et_temimiyi_gozaltina_aldi.jpg

Filistin sorununun neden bir türlü çözülemediğini ele aldığımız yazımızın üçüncü bölümünü kaleme aldığımız sıralarda, Siyonist İsrail devleti fiilen işgal ve abluka altında tuttuğu Batı Şeria’da bulunan Cenin mülteci kampına son yılların en büyük saldırısını başlattı. Saldırıda onlarca kişi hayatını kaybederken yüzlerce kişi de yaralandı. İsrail âdeti olduğu üzere “Filistinli teröristlere karşı operasyon” yaptığını söylerken, mülteci kampında bulunan Filistinliler bir yandan İsrail saldırısına karşı koymaya çalıştılar diğer yandan da işbirlikçi Filistin Yönetiminin hiçbir şey yapmadan İsrail saldırısını izlemesini protesto ettiler. Güya Filistin halkının yanında olan Türkiye her zamanki gibi saldırıları kınamakla yetindi, ABD İsrail devletine arka çıktı, AB ülkeleri büyük ölçüde sessiz kalırken BM de göstermelik açıklamalarda bulundu. Kısacası İsrail-Filistin cephesinde değişen bir şey olmadı… Yarım kilometrekarelik alanda yaşamak zorunda bırakılan yaklaşık 20 bin insanı hedef alan ve şehrin altyapısını neredeyse yok eden bu saldırı, kuşkusuz İsrail’in ne ilk ne de son saldırısıydı. Silahlı direniş gruplarının da bulunduğu Cenin mülteci kampı öteden beri İsrail’in ana hedeflerindendi. Ocak ayından beri 200’e yakın Filistinlinin hayatını kaybettiği saldırılarda, İsrail devletinin “eşi benzeri görülmemiş derecede şiddet uyguladığı” tüm tarafsız gözlem kuruluşlarınca dile getiriliyor. İsrail son aylarda tanklarla, savaş uçakları ve helikopterleriyle, SİHA’larla sivil halka saldırıyor, evleri bombalıyor, mahalleleri yok ediyor, altyapıyı yerlebir ediyor. Kendi vatanlarında mülteci konumuna düşürülen Filistinliler İsrail kurşunları altında can veriyorlar. İsrail’in hiç bitmeyen bu saldırılarına rağmen ABD başkanı Biden geçen yıl İsrail’e ziyarette bulunmuş ve İran’ın nükleer programına karşı İsrail’in çabalarını övmüş, ABD’nin İsrail’in saldırgan politikalarını desteklemeye devam edeceğini de teyit etmişti. BM ise İsrail’i eleştiren insan hakları savunucularını özür dilemeye zorlamıştı. ABD ve Batı’nın desteğine sahip olduğunu iyi bilen İsrail, 2022 Ağustosunda da yine teröristlere operasyon bahanesiyle Gazze’ye hava saldırısında bulunmuştu ve aralarında çocukların da olduğu 32 kişiyi katletmişti. Daha katledilen Filistinlilerin kanı kurumamışken, Filistinlilerin sözde hamisi Erdoğan 14 yıl aradan sonra Türkiye’ye ziyarete gelen İsrail başbakanıyla görüşüp el sıkışmakta beis görmemişti. Bu arada, Kasım ayında yapılan seçimleri sağcı Netanyahu tekrar kazanmış ve ırkçı-faşist Ben Gvir’in partisiyle koalisyon kuracağını duyurmuştu. Ben Gvir, İsrail ve ABD’nin bile yasakladığı ve terör örgütü saydığı faşist Kah hareketinin üyesiydi ve Filistin Yönetiminin dağıtılmasını savunuyor. Böylece Siyonist İsrail devletinin, Filistinlilere yönelik kadim “yok etme” politikalarının artarak sürdürüleceği de açıkça teyit edilmiş oluyordu. Tüm bu süreçte Körfez Arap ülkelerinden veya Mısır’dan kayda değer hiçbir ses çıkmadı. 2023 yılına girildiğinde İsrail, Filistin halkının meşru müdafaa hakkını bahane ederek saldırılarını sürdürmeye devam etti. Nitekim Şubat ayında, önce hüküm giymiş Filistinlilerin vatandaşlığını iptal edeceğini duyurdu, sonra da Batı Şeria’nın Nablus kentine düzenlediği baskında 10 Filistinliyi daha katletti. Bu arada İsrailli bir bakan Filistinlilere yönelik etnik temizliğin şart olduğunu dile getiriyordu. Mart ayına gelindiğinde ise İsrail Cenin’e tekrar saldırı düzenledi ve 3 Filistinliyi daha öldürdü. Böylece 2023 yılı başından itibaren Batı Şeria’da 77 Filistinli hayatını kaybetmiş oluyordu. Nisan ayında da İsrail Gazze’ye yönelik hava saldırılarına devam ederken BM 200 bin Filistinliyi kapsayan gıda yardımı programını “fon sıkıntısı” nedeniyle askıya alacağını duyurdu. Bu esnada Gazze’de İsrail saldırıları nedeniyle hayatını kaybeden Filistinlilerin sayısı da 33’e ulaşmıştı. İsrail’in Filistin halkına yönelik şiddetinin bu denli artmasının temel sebeplerinden biri, İsrail’de ülke tarihinin gördüğü en sağ hükümetlerden birinin iktidarda olması ve bir yandan yolsuzluk suçlamalarıyla, diğer yandan ciddi kitle protestolarıyla yüz yüze gelen Netanyahu’nun iktidarını korumak için saldırılardan yararlanmasıdır. Bu noktada, Netanyahu’nun ve iktidardaki ırkçı-faşist koalisyon hükümetinin otoriter adımlarına karşı artan kitle protestolarının özellikle altını çizmek gerekir. Netanyahu açısından önemli bir hamle olan yargı “reformu” (ki aslında yargıyı ve devleti tamamen kontrol altına alma niyeti taşımaktadır) muhalefetten büyük tepki görmüştür. Mevcut durumda, İsrail’in en yüksek yargı organı olan Yüksek Mahkemenin, hükümeti kontrol ve müdahale hakkı bulunmaktadır. Nitekim Yüksek Mahkeme, yakın zaman önce, yolsuzluk ve usulsüzlük suçlamaları nedeniyle bir bakanın atanmasını iptal etmişti. Netanyahu’nun bu otoriter-faşizan uygulamalarına karşılık muhalefet güçlerinin organize ettiği kitlesel protestolara yüz binler katılmış, hükümetin buna rağmen 10 Temmuzda yasa tasarısını meclise getirmesiyle protestoların dozu da artmıştı. İsrail halkı, 11 Temmuzu “Öfke ve Direniş Günü” ilan ederek sokaklara dökülmüştü. Ancak Irkçı-faşist Netanyahu koalisyonu tasarıyı meclise getirip ilk turda çoğunluğu sağladığı için protestolar da devam ediyor. İsrail’de demokrasi mücadelesi açısından son derece önemli olan bu protestoların Netanyahu’nun elini zora soktuğu açıktır. Bu yüzden, yolsuzluk suçlamalarını da içeren bu tepkiyi bastırabilmek, ekonomik kriz ve emperyalist savaşlarla şekillenen konjonktürde iktidarını sağlamlaştırmak isteyen Netanyahu için, “Filistinli teröristlerin saldırıları”nı bahane ederek ve sağ-muhafazakâr kesimden İsraillilerin milliyetçi-şoven duygularına seslenerek, güya kutsal Yahudi davasını korumak adına Batı Şeria ve Gazze’deki masum Filistinlilere hunharca saldırmak son derece işlevlidir. Batı ve özellikle ABD de yürüyen emperyalist savaşın ve kapışmanın ana cephelerinden olan Ortadoğu’da, başta İran, Türkiye, Rusya ve Çin olmak üzere kendi emperyalist çıkarlarına risk oluşturan ülke ve rejimlere karşı güçlü bir İsrail’in varlığının devam etmesini istemektedir. Bu yüzden de gerek ABD gerekse de BM, ara sıra yaptıkları göstermelik barış ve itidal çağrıları bir yana bırakılacak olursa İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü savaş ve kırım politikasını bazen açıktan, bazen de örtük biçimde desteklemektedir. Kuşkusuz, İsrail’in ve Batılı emperyalistlerin politikalarında yeni veya şaşılacak bir şey yoktur. Onlar, uzun vadeli emperyalist çıkarlarına uygun şekilde hareket etmekte ve elde kalan bir avuç Filistin toprağının da gasp edilmesine, Filistinlilerin en zalim yöntemlerle sindirilmesine yönelik politikalarına devam etmektedirler. Kendisini var eden ve destekleyen Batılı güçlerle birlikte Siyonist İsrail devletinin Filistin halkına sunduğu tek seçenek kölece biat etmek veya yok olmaktır. Asıl sorun, Filistin halkını temsil ettiğini söyleyen işbirlikçi Filistin Yönetiminin yozlaşmışlığı, bölünmüşlüğü ve ortada gerçekten halkın çıkarlarını savunabilecek bir siyasi hareketin bulunmayışıdır. Filistin halkı adeta bir yandan İsrail devletiyle diğer yandan da işbirlikçi Filistin Yönetimiyle mücadele etmektedir.

İkinci intifadadan bugüne Filistin sorunu

Yazımızın bir önceki bölümünün sonunda, 1987-93 yılları arasında Filistin halkının büyük ölçüde FKÖ’nün kontrolü dışında başlattığı ikinci intifadanın sağladığı kazanımlardan bahsetmiş ve bu anlamda Filistin sorununun çözümünün temel dinamiğinin de bu olduğunu vurgulamıştık. Ancak maalesef aradan geçen onyıllarda Filistin Yönetimi, Filistin halkının gözünde meşruiyetini önemli oranda yitirmiş ve son İsrail saldırılarıyla birlikte de adeta çökme noktasına gelmiştir. Filistin burjuvazisi, Körfez Arap ülkelerinin ve Mısır’ın da yönlendirmesiyle, elde ettiği “mini devlet”i ve diğer kazanımları korumak adına, onyıllardır İsrail’in sürdürdüğü her türlü askeri saldırıya, aşırı sağcı Yahudiler aracılığıyla kalan Filistin topraklarında yeni yerleşim yerleri kurulmasına, Filistin halkına yapılan zulme, zorla göç ettirmelere, gasplara, on binlerce Filistinlinin İsrail zindanlarında çürütülmesine karşı kayda değer bir şey yapmamıştır. İsrail zulmüne karşı Batılı emperyalistlerle diplomasi yürütmekten, eli kanlı İsrail devletiyle uzlaşmaya çalışmaktan başka bir şey yapmayan Filistin Yönetimi, Filistin halkının davasıyla bir ilişkisi kalmadığını defalarca ortaya koymuştur. Tüm bu olumsuz koşullara ve çözümsüzlük ortamına rağmen Eylül 2000’de Filistin halkı üçüncü bir intifada daha gerçekleştirmiş ve bu ayaklanmanın sonucunda, 2003 yılında Batılı güçler ve Rusya tarafından bir “yol haritası” hazırlanmış, ancak taraflarca imzalanmasına rağmen fiilen hayata geçirilmemiştir. Çünkü İsrail’i bu adımları atmaya zorlayacak bir güç ve irade ortaya konulamamıştır. Bu anlaşma, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini, Gazze ve Batı Şeria’da tüm uluslararası anlaşma ve hukuk kurallarını hiçe sayarak kurduğu yerleşim yerlerini boşaltmasını, geçici sınırlarla bir Filistin devletinin kurulmasını öngörüyordu. Ancak ne bu devletin sınırları belliydi ne de İsrail bir adım attı. İşbirlikçi ve uzlaşmacı El Fetih/FKÖ çizgisine güya alternatif olarak, ikinci intifadanın başlarında 1987 yılında kurulan İslamcı Hamas da Filistin halkının derdine derman olmamıştır. İşin aslı İsrail, bir yandan Filistin halkının siyasi iradesini bölmek ve zayıflatmak, diğer yandan da uyguladığı zalim politikalara karşı Batı’da oluşan tepkileri önlemek maksadıyla, Hamas ve İslami Cihat türü gerici-İslamcı örgütlerin kurulmasının ve gelişmesinin önünü açmış, sonra da bunları “terörist” addederek bu “terörist saldırıları” önleme bahanesiyle Filistinlilere saldırılar düzenlemeye devam etmiştir. Bugün, gelinen noktada, dünün sözde radikal örgütleri Hamas ve İslami Cihat dahi İsrail açısından işlevini yerini getirmediğinden, yeni yeni onlarca örgütün kurulmasının önünü açmakta, Filistin Yönetiminin her fırsatta altını oymakta, Filistin halkının birleşik bir siyasi iradeye sahip olmasını engellemeye çalışmaktadır. Burada bu örgütlerden ve hareketlerden detaylıca bahsetmeye gerek yoktur çünkü bunların hiçbiri Filistin halkının çıkarlarını ve davasını gerçek manada önüne koyan bir mücadele çizgisine sahip değildir. Bilakis bu örgütler ve hareketlerin çoğu İran-Hizbullah’tan Suudi Arabistan’a, Türkiye’den Mısır’a değin çeşitli bölge güçlerinin desteklediği ya da bizzat kurduğu, Filistin yönetiminin sahip olduğu ayrıcalıklardan pay isteyen, çeşitli istihbarat örgütlerinin içlerinde cirit attığı ve/veya manipüle ettiği yapılardır. İslamcı Hamas örgütü gibi örneklerden hareketle şunu da geçerken belirtmek gerekir ki; Filistin sorununun ve İsrail-Filistin arasındaki çatışmaların (kuşkusuz asıl olarak İsrail’in saldırılarının) din çatışması yani Müslüman-Yahudi meselesi olarak lanse edilmesi de son derece yanlıştır. Bu adlandırma Siyonist İsrail devletinin ve diğer gerici Arap egemenlerinin elini güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Ortada dinler veya medeniyetler çatışması değil, siyasi bir sorun bulunmaktadır. SSCB’nin ve diğer Doğu Bloku devletlerinin çöktüğü 90’lı yıllara kadar Filistin davasının savunuculuğunu üstlenmiş olan sol tandanslı siyasi hareketlerin yerini giderek İslamcı örgütlerin alması tesadüf değil, emperyalist güçlerin politikalarının (ve kuşkusuz devrimci-sosyalist bir önderliğin yokluğunun) sonucudur. Başlarda İsrail’i tanımadığını, işgal edilmiş tüm Filistin topraklarını geri alacağını ve tek bir Filistin devletinden başka çözüm tanımadığını söyleyen Hamas’ın izlediği politikalar ve bunların yarattığı sonuçlar bu tespitimizi doğrulamaktadır. Nitekim, iyice yıpranmış ve gözden düşmüş FKÖ yönetimi karşısında 2006 yılında Gazze ve Batı Şeria’da seçim zaferi kazanan Hamas çıkarları uğruna Filistin’i bir iç savaşın eşiğine getirmiştir. İç savaş tehlikesi ancak artan uluslararası baskılar ve Filistin halkının basıncı sonucu savuşturulabilmiş ve Hamas, El Fetih’le birlik hükümeti kurmak için müzakerelere başlayıp bir anlaşma sağlamıştır. Bu süreçte Hamas İsrail devletini tanıdığını ve sadece 1967 sınırlarında İsrail’e karşı mücadele vereceğini duyurarak geri adım atmış, yani iktidardan pay alır almaz sözde radikal siyasetinden vazgeçmiştir. Filistin davası El Fetih, Hamas veya İslami Cihat gibi örgütlerin elinde can çekişirken 2010 yılındaki “Arap Baharı”nın tüm Ortadoğu’da yarattığı değişim rüzgarları Filistin’de de en azından başlangıçta yeni umutlar doğurmuştur. Tıpkı Ortadoğu’nun baskıcı iktidarları altında ezilen diğer Arap halkları gibi Filistin halkı da bu değişim rüzgarından etkilenmiş ve hareketlenmeye başlamıştır. Bu basınç ve siyasi konjonktürün etkisiyle Filistin Yönetimi, Filistin devletinin BM nezdinde tanınmasına yönelik girişimler başlatmış ve 2012’de “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü elde etmiştir. Mısır, Gazze’ye sınır olan Refah kapısını açarak İsrail ablukasını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Fakat tüm bu adımlar, arkasının gelmemesi nedeniyle kalıcı sonuçlar doğuramamıştır. İsrail, çeşitli iç ve dış baskılar sonucu bir adım atsa da 3-4 adım geri atmıştır. 2018 yılında İsrail’in aldığı bazı kritik kararlar buna örnek olarak gösterilebilir. İsrail parlamentosu Knesset’in kabul ettiği “Birleşik Kudüs” yasasıyla Filistinliler için son derece önemli olan Doğu Kudüs’ten (Filistin Devleti’nin başkenti kabul ediliyordu) bir daha çekilmeyeceğini ilan etmesi, aynı yıl ABD başkanı Trump’ın büyükelçiliği Kudüs’e taşıyarak İsrail’in bu kararını onaylaması, birkaç ay sonra yine Knesset’in İsrail’i bir “Yahudi devleti” olarak niteleyen yasayı geçirmesi gibi… Bunlar, İsrail’in Filistin halkının haklı davasına karşı –hükümetler değişse de değişmeyen– politikalarını gösteren kararlardır. İsrail, türlü oyunlar ve politikalarla kadim planını adım adım hayata geçirmekte, hiçbir şekilde bundan taviz vermemektedir.

Filistin sorunu nasıl çözülür?

Filistin sorunu çok boyutlu bir sorundur. Fakat sorunun özünü, Filistin halkının kendi kaderini özgürce tayin etmesi yani ayrı ve bağımsız bir Filistin devleti kurma hakkına kavuşması oluşturmaktadır. 90’lı yıllarda Filistin halkının gerçekleştirdiği intifada sonucu bu hak kısmen elde edilmiştir. Kısmen diyoruz çünkü kurulan “mini devlet” ve oluşturulan Filistin Yönetimi bir kazanım olsa da İsrail devleti tarafından adeta iğdiş edilmiş ve kullanılamaz hale getirilmiş vaziyettedir. Ortada ne gerçek manada bir Filistin devleti ne de bu devletin siyasi birliği, dolayısıyla da bağımsızlığı vardır. Üstelik İsrail’in uyguladığı politikalar sonucu iki devletli çözüm de giderek nesnel temelini yitirmekte ve kangren olmuş Filistin sorunu çözümsüzlüğe doğru sürüklenmektedir. Bir kere Filistin Yönetimi fiilen bölünmüş durumdadır (Gazze’de Hamas ve Batı Şeria’da El Fetih) ve elindeki silahlı gücü kendi halkına karşı kullanmaktan öte bir işlevi bulunmamaktadır. İkinci olarak da İsrail, işgal ve abluka altında tuttuğu Gazze ve Batı Şeria’da kendi “sivil” yerleşim yerlerini ve askeri üslerini sürekli arttırmış, çekilmeyi vaat ettiği toprakların çok az bir kısmından o da göstermelik biçimde geri çekilmiştir. Sık sık da Filistin Yönetimini tanımadığını ilan etmiş, fiilen işlemez hale düşürmüştür. Üçüncüsü ise bitip tükenmek bilmeyen İsrail saldırılarıdır. İsrail her yıl Filistin halkına karşı çeşitli bahanelerle düzenlediği onlarca saldırı sonucu yüzlerce Filistinliyi katletmektedir. Filistin halkının meşru müdafaa hakkını kullanmasını “terör eylemleri” ve Filistinli direniş gruplarını da “terörist örgütler” olarak nitelemektedir. Maalesef İsrail’in bu haksız yaklaşımı Batılı güçlerce de genel olarak kabul görmekte, işbirlikçi Arap devletleri de duruma seslerini çıkarmamaktadırlar. Geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Arap halkının bir parçası olan Filistinlilerin yaşadığı bu sorunlar, kuşkusuz bölgedeki diğer Arap halklarını ve devletlerini de yakından ilgilendirmektedir. Filistin sorunu çoktandır Ortadoğu’nun tamamını ilgilendiren uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Her şey bir yana, sayıları 10 milyona yaklaşmış olan Filistinlilerin milyonlarcası Ürdün ve Lübnan başta olmak üzere çeşitli Arap ülkelerinde yaşamaktadır ve kendi topraklarına dönmeyi beklemektedirler. Ancak Arap devletleri olan bitenler karşısında timsah gözyaşları dökmekten öteye geçmemekte, hatta Arap kitlelerinin basıncını etkisiz hale getirmeye çalışmaktadırlar, çünkü asıl dertleri kendi baskıcı egemenliklerini sürdürmek ve güçlendirmektir ve bu uğurda da emperyalizme yardakçılık yapmaktadırlar. Sürekli vurguladığımız üzere, mevcut konjonktürde Filistin sorunu başta olmak üzere bölgedeki tüm diğer ulusal sorunlar (Kürt sorunu da bunların başlıcalarından biridir) emperyalistlerin ve bölge güçlerinin hegemonya mücadelesinin alanına dönüşmüş durumdadır. Oysa emperyalistlerin ve bölge güçlerinin Filistin halkı başta olmak üzere ezilen halklara sunacağı kalıcı ve halkların yararına bir çözüm olmadığı, Filistin sorununun onlarca yıllık seyrinden de kolayca anlaşılabilir. Burjuva önderliklerin peşinden sürüklenen Filistin halkı, İsrail zulmünden, işgalinden, katledilmekten ve yoksulluktan bir türlü kurtulamamaktadır. El Fetih’inden Hamas’ına, solundan sağına bu burjuva önderliklerin Filistin halkının beklentilerine yanıt vermesi mümkün değildir. Ne El Fetih’in ve genel olarak adına Filistin Yönetimi denilen işbirlikçi hükümetin yürüttüğü diplomasi ne de Hamas’ın veya İslami Cihat gibi örgütlerin attıkları füzeler Filistin sorununu çözebilir. Aksine bu gerici önderliklerin uyguladıkları politikalar ve kullandıkları yöntemler Filistin davasına ve halkına zarar vermektedir. Filistin’de, İsrail topraklarında ve Ortadoğu ülkelerinde örgütlü bir işçi hareketinin ve güçlü sosyalist hareketlerin bulunmadığı gerçeği göz önüne alındığında, bu tabloya da fazla şaşırmamak gerekir. Bugün için, Filistin halkının haklı davası çözümsüzlük girdabına kapılmış halde emperyalistlerin ve bölge güçlerinin elinde oradan oraya sürüklenmekte, Filistin halkı acılar içinde kıvranmaktadır. Halbuki gelinen noktada ve içinde bulunulan politik-ekonomik konjonktürde, Filistin halkının ve diğer ezilen halkların, onlarla birlikte Ortadoğu’nun işçi-emekçi sınıflarının kaderi ortaklaşmıştır. Tek çözüm toplumsal kurtuluş için anti-kapitalist ve anti-emperyalist bir mücadele yürütülmesidir. Filistin halkının yanı sıra İsrailli işçi-emekçiler de bu mücadeleye katılmaksızın yol alınması mümkün değildir. Her iki halkın ve tüm bölge halklarının en büyük özlemlerinden biri olan savaşsız ve sömürüsüz bir düzen, ancak işçi sınıfı bunun için savaşırsa gelecektir.

20 Temmuz 2023
Ortadoğu
Filistin Sorunu
Share

Kaynak URL:https://marksist.net/kerem-dagli/filistin-sorunu-neden-cozulemiyor