
Türkiye’de azgın sermaye politikalarıyla, ekonomik çöküşle, işsizlikle, yoksullukla, doğa talanıyla her alanda yıkım kaynağına dönüşmüş bir faşist rejim hüküm sürerken, muhalefetin tüm kesimlerinde bu rejime karşı güç birliği arayışları hız kazanıyor. Sosyalist hareket saflarında da, rejime karşı mücadelede sol/sosyalist bir ittifakın yaratılması yönündeki tartışmalar yoğunlaşmış bulunuyor. Bu tartışmalar kuşkusuz önemli ve gereklidir ve neticede bu konuda doğru bir tutuma ancak somut gelişmelerin titizlikle irdelenmesi temelinde ulaşılabilir. Bunun dışında, birleşik cephelerden halk cephelerine çeşitli tarihsel deneyimlerin hatırlanması da kuşkusuz önem taşıyor. Bu nedenle, geçmiş deneyimlerin devrimci Marksist bir gözle değerlendirilmesi açısından, 1920’ler ve 30’larda Komünist Enternasyonal tarafından uygulanan “cephe” taktiklerini, çeşitli ülkelerde sergilenen pratikler üzerinden kısaca hatırlatmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Yazımızın ilk bölümünde de belirttiğimiz gibi, faşizme karşı mücadele adı altında meşrulaştırılan “halk cephesi” politikası tümüyle Sovyet bürokrasisinin kendi iktidarını koruma ve savunma güdüsüyle şekillendirilmişti. Nazi Almanya’sının SSCB açısından büyük bir tehdit oluşturması Stalinist bürokrasiyi yüz seksen derece çark etmeye zorlamış ve 1935’ten itibaren “halk cephesi” politikasını gündeme getirerek uluslararası arenada kendisine yeni müttefikler aramaya başlamasına yol açmıştı. Bu ülkelerdeki Komünist Partilere de bu politikaya uygun olarak kendi devletleriyle aralarını hoş tutma görevi dayatılmıştı. Rusya’da 1928’de tamamlanan bürokratik karşı-devrim süreciyle birlikte egemen bir sınıfa dönüşen bürokrasi için önemli olan dünya devriminin çıkarları değil, tersine kendi iktidarının bekası için bunun engellenmesiydi. Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabında vurguladığı gibi, Stalinist bürokrasi, egemenliğini koruyup pekiştirebilmek için içte kazandığı zaferi dünya ölçeğinde de garanti altına almak zorundaydı.[1] Fakat üçüncü dönem politikaları nasıl felâketle sonuçlandıysa, halk cephesi politikası da pek çok ülkede işçi sınıfının devrimci hareketi açısından benzer felâketlerle sonuçlanacaktı. Günümüzde de pek çok örneği görüldüğü üzere, Stalin döneminin olay ve olgularını değerlendirirken her türlü çarpıtmaya başvurmak, yaşanan ihanetlerin gerçek sorumlularını es geçmek ya da özürcü gerekçelere sarılmak, sosyalist hareketin Stalinist kesiminde sıkça rastlanan bir tutumdur. 1930’larda ve sonrasında Komünist Partilerin izledikleri politikaların sınıf hareketindeki yıkıcı sonuçlarına değinen yazılarda bile, bu partileri SSCB’den bağımsız politikalar izleyen örgütler olarak resmedip suçlu ilan ederken Komintern’in ve Stalin’in adını bir kez bile anmamak bu tutumun tipik örneklerindendir. Oysa Stalin döneminde Komintern’in ve SSCB’nin resmi politikasının dışına çıkan hiçbir KP önderliği olmadığı gibi, ortada açık bir yanlış varsa günah keçileri bulup onları aforoz etmek ve kendisini bu şekilde aklamak Stalin’in ve Stalinist bürokrasinin genel davranış biçimi olmuştur. Komintern’in 1935’te gerçekleştirilen Yedinci Kongresinin sonuç bildirgesinde yer alan aşağıdaki satırlar bunun tipik bir örneğidir. O zamana dek başta Alman partisi olmak üzere tüm KP’lere en sekter politikaları dayatan ve faşizmin işçi sınıfı açısından ölümcül bir tehlike oluşturduğu gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açan bizzat Stalin ve onun egemenliğindeki Komintern değilmiş gibi, bu kongre sekterliği “müzmin bir sakatlık” olarak değerlendirip şu tespitlerde bulunmuştur: “Kitlelerin devrimcileşme derecesini abartan, faşist hareket yükselişini sürdürürken faşizmin yolunu tıkamanın başarılmış olduğu yanılsamasını yaratan bu sekterlik aslında faşizme karşı pasifliği besledi. Reformist sendikalarda ve faşist kitle örgütlerinde çalışmayı reddederek ve her bir ülkedeki somut durumun özel niteliklerini dikkate almaksızın tüm ülkeler için şablonlaşmış taktikleri ve sloganları benimseyerek, pratikte, kitlelere önderlik etme yöntemlerinin yerine dar bir parti grubuna önderlik etme yöntemlerini geçirdi, bir kitle politikasının yerine soyut propagandayı ve sol doktrinerliği ikame etti. Bu sekterlik komünist partilerin büyümesini büyük ölçüde geciktirdi, gerçek bir kitle politikasının yürütülmesini zorlaştırdı. Bu partilerin sınıf düşmanının içine düştüğü zor durumdan devrimci hareketi güçlendirmek için yararlanmasını engelledi, komünist partilerin proletaryanın geniş kitlelerini kazanması davasına engel oldu.”[2] Bu satırları okurken akla “tüm bunlar olurken Komintern ne yapıyordu” sorusunun gelmesi doğaldır. Fakat o sorunun yanıtı gayet nettir: Söz konusu politikaları tüm KP’lere dayatmak ve eleştiren komünist kadroları “Troçkist sapma”yla vb. suçlayarak tasfiye etmek! Nitekim yeni dönemde de tüm KP’lerde eski politikaların günahlarının üzerlerine yıkıldığı kadrolar “sol sekter” olarak suçlanıp tasfiye edilmiş ve böylece sınıf işbirlikçi “halk cephesi” politikalarına geçiş yapılmıştır. Stalin döneminde Komintern üç kongre düzenlemişti: Beşinci Kongre 1924’te, Altıncı Kongre 1928’de ve Yedinci Kongre 1935’te toplanmıştı. Görüldüğü gibi, Lenin döneminde her yıl toplanan kongrelerin arası giderek açılmış ve son iki kongrenin arasına tam yedi yıl girmişti. Üstelik bu uzun ara, dünyanın o zamana dek görülen en yıkıcı kapitalist krizle sarsıldığı, bunun ekonomik, sosyal ve siyasal alanda çok ciddi sonuçlar doğurduğu ve faşizmin adım adım iktidara yürüdüğü çok kritik bir tarihsel dönemde verilmişti. 1935 kongresi, halk cephesi politikasının resmiyet kazandığı kongreydi. Burada yapılan konuşmalara, alınan kararlara, her zamanki gibi tam bir eklektizm damgasını basacaktı. Ölümcül sonuçlara yol açan eski dönem politikaları bir yandan “sol sekterlik”le suçlanırken, bir yandan da tam tersi bir tutumla aklanabiliyordu. Ama en önemlisi de, pratiğe geçirilişi tümüyle sınıf işbirlikçiliği temelinde gerçekleşecek olan politikalar devrimci lafazanlıkla kamufle ediliyordu. Söylemde halk cephesi, faşizme karşı mücadelede proletaryanın emekçi köylülük ve kent küçük-burjuvazisiyle kurduğu ittifaka dayanıyordu. Farklı emekçi sınıfları birleştiren ortak bir mücadelenin ancak asgari talepler temelinde yürütülebileceği gerekçesiyle bu birliktelik asgari programla çerçevelendirilmişti. Ne var ki bu gerekçelendirme, hedeflenen gerçek ittifakı gizleyen bir örtüydü. Dimitrov’un şu sözleri asıl niyeti gösteriyordu: “Anti-faşist halk cephesinin yaratılması açısından, emekçi köylülüğü ve kent küçük-burjuvazisinin asıl büyük yığınlarının önemli bir bölümünü içlerinde barındıran örgüt ve partilere doğru tarzda yaklaşmanın önemi büyüktür… Belli koşullar altında, bu partileri ve örgütleri veya bunların bazı kesimlerini, burjuva yönetimlerine rağmen anti-faşist halk cephesi için kazanmaya çabalarımızı yöneltebiliriz ve yöneltmeliyiz. Şu anda örneğin Fransa’da Radikal Parti ile durum böyle. … Görüyorsunuz ki, bu açıdan, pratiğimizde pek de ender karşılaşmadığımız, köylülüğün, zanaatçıların ve kent küçük-burjuva yığınlarının çeşitli örgüt ve partilerinin görmezlikten gelinmesi, küçümsenmesi (gibi davranışları –ç.) yolumuzdan temizlememiz gerekmektedir.”[3] Burjuvaziyle ittifakın süslenip örtülenmiş formülasyonu işte buydu. İşçi sınıfının faşizme ve sermayenin saldırılarına karşı militan kitle grevleriyle ayağa kalktığı bir dönemde, yüz binlerce üyeye sahip olan ve milyonlarca işçinin oyunu alan, milyonluk sendikaların yönetimini ellerinde tutan Komünist Parti ve Sosyalist Parti, anti-faşist, ulusal, ilerici vb. sıfatlarıyla payelendirilen burjuvaziyle ittifaka kanalize ediliyordu. Parlamentarist, pasifist hayalleri besleyen bu politikayla sonuçta işçi sınıfının devrimci mücadelesi iktidara değil düzenin restorasyonuna yönlendirilecekti. İşte halk cephesi pratikte bu ihanetin adı olacaktı. Günümüz Stalinistlerinin bile ikiyüzlüce ve oportünistçe de olsa (Stalin’in ve Komintern’in adını ağza almayarak, ilgili pasajların öncesinde ve sonrasına bu politikayı meşrulaştırıcı sözde mazeretler sıralayarak ve alâkasız da olsa Troçki’ye laf sokuşturarak Stalinist savunma kalkanlarını sağlamlaştırıp) ikrar etmekten kaçınamadıkları gerçeklik budur. Aşağıdaki satırlar bunun tipik bir örneğidir: “1930’lar dünyasında cephe politikası Bulgaristan’dan Çin’e, İspanya’dan Yunanistan’a komünist hareket için çok çeşitli kazanımlar ortaya çıkmasını da kolaylaştırır. Ama cephe, sonrasına da birçok arıza devreder: Birincisi, işçi sınıfı devriminin güncelliği ve olası olması geleceğe ertelenir. İkincisi, karşı-devrim sürecinin temel sürükleyicisinin farklı katmanlarına rağmen bir bütün olarak sermaye sınıfı olduğu belirsizleşir. Bu belirsizleşme sermaye sınıfına hareket serbestliği tanır. Üçüncüsü, köylülüğe ve küçük burjuvaziye ait ideolojiler (milliyetçilik, devrimci demokratlık, dini yönelimler) sosyalizm mücadelesinin değerleriymişçesine uzun süre yerleşiklik kazanır. Dördüncüsü, cephe fikri sosyalizmin aşamalandırılması ve araya bir demokrasi geçişi konması için kullanılmıştır. Bu yaklaşım örneğin Portekiz, İspanya, Yunanistan’da ve hatta Türkiye’de 1970’ler boyunca düzenin temellerinin sarsılmadan sermaye iktidarının biçim değiştirmesine olanak sağlamıştır. Hatta tüm bu geçişler «büyük devrimci başarılar» olarak selamlanmıştır. Beşincisi, birleşik cephe solun anti-komünist formlarının baskınlık kazanmasına ve sürekli olarak yeniden üretilmeyi gerektiren formların (örn. Bolşevizm) rafa kaldırılmasına olanak sağlamıştır. Altıncısı, komünist hareketi zorlu ve çetrefilli bir süreç olarak genel sol siyaset üstünde hegemonya kurma zorunluluğundan kurtarmıştır. Yedincisi, cephe politikasının teorik sonuçları da olmuştur: sınıf unutulmuş, 1960’lardan günümüze ittifaklardan koalisyonlara, oradan da radikal sol projelere geçiş oldukça kolay olmuştur.”[4] (abç) Sayılan tüm olgularla birlikte devrime ihanetin adına “arıza” denip geçilmesine burada girmeyelim. Ama sözü edilen “arızalar”ın, öyle çok “sonrasına”, yani 60’lara, 70’lere kalmadan, halk cephesi politikasının hayata geçirildiği ilk günlerden itibaren boy vermeye başladığını belirtmeden de geçmeyelim. Nitekim atılan adımların mantıki sonucu olarak Komintern 1935’ten sonra bir daha kongre toplamamıştır. Bu dönemde Sovyetler Birliği’nde büyük bir “temizlik” harekâtının başlatılması da tesadüf değildir. 1936-38 yılları arasında kurulan Moskova mahkemelerinde Stalin’in muhalifleri, Bolşevik-Leninist geleneğin takipçileri, düzmece suçlamalarla katledilmişlerdir. “Stalinist diktatörlük tarafından 1936’dan 1939’a kadar 1,5 milyondan fazla parti üyesi hapsedilmiş –yaklaşık tüm üyelerin yarıya yakını– ve 1936 yılından itibaren 10 milyondan fazla Sovyet vatandaşı hapishanelerde ya da çalışma kamplarında ölmüştür.”[5] Aynı süreçte Komintern üyesi tüm KP’lere de “Troçkizme karşı mücadele” birincil görev olarak dayatılmıştır. Komintern 1943’te bizzat Stalin tarafından kapatılmıştır. Böylece bu ihanet politikalarının tartışılıp mahkûm edileceği en yüksek politik platform da söz konusu riskle birlikte ortadan kaldırılmıştır. 1936’da Anayasası Sovyetler Birliği’nin “sosyalizme” geçtiğini duyururken, bu ilan aslında dünya devriminin tümüyle gündemden çıkarıldığının tescili olmuştur. Bundan böyle işçi sınıfı ve SSCB, devrim mücadelesini yükseltmek yerine burjuvaziyle ve burjuva devletlerle “barış içinde bir arada” yaşamaya çalışacaktır!