sınıf mücadelesinde Marksist Tutum sitesinde yayınlanmıştır (https://marksist.net)

Anasayfa > Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı

Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı

1.Bölüm

isdemir-de-isci-eylemi-3951295_o.webp

“2018’de çok sayıda ülkede ayağa kalkan işçiler, emekçiler, 2019’a çok daha kitlesel ve uzun süreli isyanlarla damgalarını bastılar. Geride bıraktığımız bu iki yıl, tarihsel sistem krizinin alabildiğine derinleşmesiyle tetiklenen keskin bir sınıf mücadelesi döneminin açıldığını çarpıcı bir şekilde gösteriyor.”[1] İşçi sınıfı devrimcileri açısından tarihsel iyimserliği pekiştiren bu tablo bir yandan da karşı karşıya bulunduğu saldırıların ağırlığına rağmen Türkiye işçi sınıfının neden bu mücadele rüzgârının etkisi altına girmediği sorusunu gündeme getiriyor. Elbette bunun nedenleri üzerine samimiyetle kafa yorulması, tabloyu değişikliğe uğratmak üzere sabırla, kararlılıkla yürütülecek mücadeleye büyük katkı sağlar. İşçi sınıfının öncü kesimlerini kapitalizme karşı mücadeleye çekme tarihsel sorumluluğunu sırtlanmaktan kaçınmayanların, en zorlu koşullarda bile bu göreve odaklananların yapması gereken de zaten budur. Ancak ne yazık ki mevcut tablo karşısında açık ya da örtük biçimde “Türkiye’de bir şey olmaz” yaklaşımı sergileyenler hiç de az değildir. Kendi atalet, yılgınlık ve ümitsizliklerini bu kılıfla örtmeye çalışanlar eksik olmuyor. Hatta kimisi mevcut siyasi iktidarın sahip olduğu kitle desteği nedeniyle Türkiye işçi sınıfının, yoksul emekçilerin içinde bulunduğu durumu hak ettiğini söyleyecek kadar ileri gidebiliyor. Olumsuz koşulları mutlak ve değişmez kabul etmek, ataletin bahanesi haline getirmek iflah olmaz bir küçük-burjuva tutumdur, son derece yaygındır ve sosyalist hareket içinde işçi sınıfının devrimci rolüne inançsızlık, işçi sınıfına güvensizlik biçiminde yansımasını bulmaktadır. İşçi sınıfı devrimcileri açısından çok açıktır ki genelde toplumsal mücadeleler ve özelde işçi sınıfının mücadelesi söz konusu olduğunda yükseliş ve alçalışlar basit bir “etki-tepki” mantığına göre işlemez. Tarihsel, siyasal, kültürel nice etken son derece karmaşık biçimlerde iç içe geçer ve sonuçlar üretir. Son tahlilde Türkiye işçi sınıfının dünyadaki mücadele rüzgârlarının etkisine henüz girememiş olmasının arkasında da tarihsel, siyasal, kültürel etkenlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan örgütsüzlük, dağınıklık hali ve bilinç düzeyindeki muazzam geri savrulma vardır. Fakat bu tablo karşısında yılgınlığa kapılmak yanlışların en büyüğü olur. Çürüme çağındaki kapitalizm altında zaman, işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesinin önünde engel teşkil eden faktörleri hızla aşındırarak, yok ederek, yükselişleri mayalayan birikimleri sıçramalı biçimde büyüterek ilerlemektedir. Türkiye işçi sınıfı açısından da durum tastamam budur. Zaman geçmişin gölgelerini silerek, paslı prangaları kırarak, keskin mücadeleleri mayalayarak ilerlemekte, Türkiye işçi sınıfı gelişip olgunlaşmaya devam etmektedir. Nitekim son yıllarda çeşitli sendikaların, akademisyenlerin, araştırmacıların yaptığı çalışmalar işçi sınıfının geçirdiği muazzam dönüşüme projeksiyon tutuyor. İşçi ailelerinin yapısındaki değişim, kentlilik oranlarındaki artış, kentlerde birinci kuşak işçiliğin yerini ikinci kuşak işçiliğin alması, kadınların işgücüne katılımının hızlanması, genç işçilerin artan hoşnutsuzluğu gibi önemli başlıklarda pek çok veri sunuyor. İşçi sınıfı içinde bıkıp usanmadan çalışan sınıf devrimcileri açısından aleni olan bu dönüşümün önemli sonuçlar yaratmaması, Türkiye işçi sınıfının geleceğini şekillendirmemesi düşünülemez. Söz konusu çalışmalar işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu duruma da çok yönlü biçimde ışık tutuyor. Rakamların yardımıyla, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından yaşadığı savrulmanın boyutlarını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Bu savrulmanın kaçınılmaz bir sonucu olarak sınıfın kaybettiği haklar ve mevziler, karşı karşıya olduğu saldırılar, ekonomik krizle birlikte büyüyen sorunları sergileniyor. Tüm bunlar, karşı karşıya olduğumuz tablonun bütünlüklü olarak ele alınması açısından önemlidir. Bu bakımdan bahsi geçen çalışmalara daha yakından bakmak yararlı olacaktır.

Rakamların diliyle Türkiye işçi sınıfının sendikal örgütlülük ve bilinç düzeyi

DİSK-AR’ın Emek Araştırmaları raporunda[2], Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Ocak 2019 istatistiklerine göre sigortalı işçi sayısının yaklaşık 13 milyon 412 bin ve sendikalı işçi sayısının 1 milyon 859 bin olduğu, buna göre sendikalaşma oranının yüzde 13,9 olduğu belirtiliyor. Bakanlığın hesaplarının sadece SGK’ya kayıtlı işçileri kapsadığı, kayıt dışı çalışan işçilerin hesaba katılmadığı, sendikalaşma oranının fiili durumdan daha yüksek gösterildiği vurgulanıyor. Rapora göre kayıt dışı çalıştırılanlar da hesaba katıldığında işçi sayısı 16 milyon 254 bine yükselmektedir[3] ve fiili sendikalaşma oranı yüzde 11,4’e gerilemektedir. Yani Türkiye’de 14 milyon 395 bin işçi sendika üyesi değildir. Toplu iş sözleşmesi kapsama oranlarına baktığımızda tablo daha da vahim hale gelmektedir. Türkiye’de TİS kapsamındaki işçilerin oranı sendikalı işçi oranının çok altındadır. Sigortalı işçiler arasında toplu iş sözleşmesinden yararlananların oranı yüzde 8,4 iken, kayıtlı ve kayıtsız tüm işçiler esas alındığında toplu iş sözleşmesi kapsamı yüzde 7’ye gerilemektedir. Yani rapora göre Türkiye’de işçilerin yüzde 93’ü çalıştığı işyerinde sendikal haklardan yoksundur, toplu iş sözleşmelerinden yararlanamamaktadır, çalışma koşulları üzerinde söz hakkına sahip değildir ve en temel sendikal düzeyde bile örgütsüzdür! Türkiye’deki işçi sendikalarının durumu da işçi sınıfının örgütsüzlük, bölünmüşlük tablosunun bir parçasıdır. Ocak 2013’te 92 olan işçi sendikası sayısı Ocak 2019’da neredeyse iki katına çıkarak 172 olmuştur. Elbette bu artış sendikalı ve toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin sayısında aynı ölçüde bir artış anlamına gelmemektedir. Ek olarak 2013’te 92 sendikanın 44’ü işkolu barajını aşarken 2019’da 172 sendikanın ancak 55’i barajı aşabilmiştir. Bu rakamlar hem mevcut sendikal yapının yetersizliğini, hem işçilerin sendikalaşma ihtiyacının yakıcılığını hem de demokratik bir hak olarak sendikal örgütlenmenin önüne dikilen engellerin büyüklüğünü göstermektedir. Dahası AKP’nin korporatist hamleleriyle sendikalar baskı altına alınmış, sendika yönetimlerine doğrudan müdahale edilmiş, sendikaların üye dağılımı değiştirilmiş, yandaş sendikacılar iktidarın itaatkâr ve kanaatkâr işçi hedefinin savaşçıları haline getirilmiştir. Ülkenin olağanüstü süreçlerden geçtiği ve nihayetinde iktidarın totaliterleştiği 2013-2019 arası dönemde Hak-İş’in üye sayısı 517 bin artmıştır. Yani Hak-İş, üye sayısını 7 yılda yüzde 311 oranında arttırmıştır! Aynı sürede Türk-İş’in üye sayısındaki artışın 266 binle, DİSK’in üye sayısındaki artışınsa 71 binle sınırlı kalması AKP’nin sendikal alana yönelik müdahalelerinin boyutları hakkında fikir vermektedir. Bugün Türkiye’de sendikalı olan işçilerin çok büyük bir bölümü uzlaşmacı, sınıf işbirlikçi, ikbal avcısı, iktidar yanlısı sendikacıların ele geçirdiği sendikalarda örgütlüdür. İşçilerin mücadele örgütleri olması gereken sendikalar bu durumda tam tersi bir işlev görmekte, işçilerin mücadelesinin önünde büyük bir engele dönüşmektedir. Geçtiğimiz aylarda Türk-İş Genel Başkanının asgari ücret görüşmelerinde takındığı tutum, metal işçilerinin sendikalarının MESS ile imzalanan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde ve işçilerden yükselen grev talebi karşısında sergilediği tavır bu bakımdan ibretlik örneklerdir. En temel sorunlarda bile işçileri harekete geçirmek gibi niyetler taşımayan, grev yasakları karşısında kılını kımıldatmayan sendika bürokratları aynı tutumlarını sürdürmüşlerdir. İşçilerin taleplerini yok saymış, olası mücadelelerinin önüne geçmişlerdir. Bu anlamda işçi düşmanı hükümete de MESS’e de iş bırakmamışlardır! Sonuç olarak sendikaya üye ve işyerinde toplu iş sözleşmelerinden yararlanan işçilerin de “örgütlü” olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Çok açıktır ki işçiler örgütlü olmadıkça, sürekliliği olan bir mücadele içinde yer almadıkça, dayanışma içinde hareket etmedikçe bilinçlenemez. İşyerinde, fabrikada, mahallede, kahvede, “işçi” kimliğini sahiplenemez, “işçi” gibi davranamaz, “sınıf” olamaz. İşçi olmanın, sendikalı olmanın, örgütlü olmanın, birlik ve dayanışma içinde hareket etmenin hayatın tüm alanlarında değişim yaratacağını, öteki türlü sorunlarının çözülmeyeceğini, kurtuluş olamayacağını idrak edemez. Daha büyük hedeflerle daha büyük mücadelelere hazırlanamaz. Ne yazık ki bugün sendikalara hâkim olan işbirlikçi anlayış işçilerin en temel anlamda örgütlenmeye, işçi örgütlerine, sendikalara ilişkin kanaatlerinin olumlu yönde değişmesinin önündeki temel engellerden biridir. DİSK-AR’ın Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü[4] araştırmasının işçilerin sendikalara, sendikal haklara ilişkin kanaatlerini yansıtan bölümü bu açıdan çarpıcı veriler sunuyor. Araştırmada işçilere “sendikaya üye olma hakkını ücretli çalışanlar açısından ne derece önemli bulduğunuzu belirtir misiniz” diye sorulmuş. “Çok önemli” cevabını verenlerin oranı yüzde 16,2, “biraz önemli” cevabını verenlerin oranı ise yüzde 34,3 olmuş. Elbette bu rakamlara bakarak sendika hakkının önemli olduğunu söyleyenlerin oranının toplam yüzde 50,5 olması bir olumluluk olarak görülebilir. Buna karşılık madalyonun bir de öteki yüzü var: İşçilerin yüzde yirmiden fazlası bu hakkın hiç önemli olmadığını düşündüğünü belirtmiştir. İşçilerin geri kalanı ya “ne önemli ne önemli değil” cevabını vermiş ya da soruya cevap vermemiştir. Benzer bir biçimde toplu iş sözleşmesi yapabilme hakkına ilişkin soruyu “çok önemli” ve “biraz önemli” şeklinde yanıtlayanların oranı toplam yüzde 41,5’te, grev hakkına ilişkin soruyu bu biçimde yanıtlayanların oranı ise yüzde 44,9’da kalmıştır. Araştırmada bu sonuçlar üzerine yapılan değerlendirmede şöyle bir ifade yer alıyor: “Bu durum sendikal ve sınıfsal bilinç açısından önemli bir zafiyete işaret etmektedir.” Kuşkusuz bu değerlendirmeye katılmamak mümkün değil. “Zafiyet” öyle büyük ki, araştırmaya katılan işçilerden sendikalı olanların sadece 14,8’i sendikaya üye olma hakkının “çok önemli” olduğunu ifade etmiştir ve sendikalı işçilerle sendikasız işçiler arasında grev hakkının önemi konusunda çok ciddi farklar ortaya çıkmamıştır! Öte yandan genç işçilerin sendika hakkının önemine ilişkin kanaati genel olarak daha da kötüdür. Metal İşçisinin Kimliği araştırmasının[5] sonuçları da genç işçilerin sendika hakkının önemine ilişkin kanaatleri konusunda DİSK-AR’ın araştırmasının sonuçlarıyla uyumluluk gösteriyor. Metal işçileri arasında yürütülen araştırmanın değerlendirme kısmında şu ifadeler yer alıyor: “Yeni işçi kuşağının emeğin tarihsel birikimlerinden ve mücadele deneyimlerinden uzak bir halde ve onu üstlenmeyen bir noktada ve zaten sendika karşıtı bir propagandanın içinden geldiği düşünülürse, dışsal bir sendika algısının oluşması doğal olarak görülmelidir.” Gerçekten de bugün sendikalara ilişkin algı öylesine “dışsal” ki, DİSK-AR’ın araştırmasında işçilerin üçte biri sendika konfederasyonlarının hiçbirinin adını bile duymadığını beyan etmiştir. İşçilere yöneltilen “işyerinizde sendika, işyeri konseyi veya çalışanları temsil eden temsilcilik, komite veya benzer bir mekanizma var mı” sorusunaysa işçilerin sadece yüzde 6’sı “evet” yanıtı vermiştir! İşçilerin yüzde 77’si bu soruyu “hayır”, yüzde 17’si ise “bilmiyorum/cevap yok” şeklinde yanıtlamıştır. Daha da ilginç olanı şudur: Bu soruya sendikalı işçilerin sadece yüzde 21’i “evet” yanıtını vermiştir. Yani sendikalı işçilerin çok büyük bir bölümü işyerinde “çalışanları temsil eden bir mekanizma” olmadığını düşünmektedir! Elbette sendikal demokrasiyi işleten, işçileri ünitelerinden, bölümlerinden başlayarak örgütleyen, aktif kılan, taleplerini birlikte oluşturmalarını sağlayan, bu talepleri eylemlerle elde etmeyi meşrulaştıran, sendika şubelerini işçilerin her daim bir arada olabildiği, tartışmalar yürüttüğü, eğitimler aldığı mekânlar olarak organize eden bir sendikal anlayışın hâkim olması durumunda tek bir işçinin bile dışsal bir sendika algısı taşımayacağı açıktır. Fakat bugün için sendikalara hâkim olan anlayış bunun tam tersidir. Sendikaları ele geçirmiş olan bürokrat sendikacılar, sendikaları arpalık, görevleriniyse iki senede bir toplu sözleşme imzalamakla sınırlı sayıyorlar. Patronlarla uzlaşırken işyerlerinde öne çıkan mücadeleci işçi unsurlara yönelik bitmez tükenmez temizlik kampanyaları yürütüyorlar. İşçilerin patronlara karşı mücadele eğilimlerini, iş durdurma, işyerinde toplu eylem yapma girişimlerini daha en baştan bastırıyorlar. Bu koşullarda işçiler sendikaları, kendilerinin ortak taleplerini ve güçlerini ortaya çıkaran örgütler olarak görmüyorlar. İşçi ailelerinin birlikte katılabileceği faaliyetlerden, eğitim çalışmalarından, grev-direniş ziyaretlerinden, dayanışma kampanyalarından bahsetmek mümkün olmuyor. Sendikalar işçi ailelerinin yaşamında yer kaplamıyor. İşçi işyerinde sorun yaşadığında bunu aşmanın yolunun bu soruna karşı birlikte mücadele etmek olduğunu kavrayamıyor. Sonuç olarak işçilerdeki “dışsal sendika algısı” kırılmak bir yana daha da güçleniyor, sorunlar katlanarak artıyor. Nitekim “Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü” araştırmasında katılımcılara “çalıştığınız işyerinde çalışanların herhangi bir sorunu veya talebiyle ilgili bir eylem oldu mu” sorusu yöneltilmiş ve işçilerin yüzde 85,6’sı “hayır”, yüzde 3,3’ü “evet” yanıtını vermiş. Dahası sendikalı olup da işyerinde eylem yapıldığını söyleyen işçilerin oranı sadece yüzde 6,7’de kalmış. Bu sonuç işçi sınıfının mücadele deneyimlerinin sınırlılığını, sendikalara hâkim olan ataleti ortaya koymaya fazlasıyla yeterken, araştırma verileri işyerlerinde en fazla gerçekleştirilen eylem biçiminin yüzde 44 ile imza kampanyası olduğunu gösteriyor. Böylesine pasif bir “mücadele”, “eylem” yönteminin işçiler açısından geliştirici olamayacağı aşikârdır. Aynı araştırmada “yasal grev” cevabı yüzde 20’de kalırken, “fiili grev” yüzde 9’da, direniş yüzde 5’te kalmıştır. Üstelik grev, direniş gibi eylemlerde de işçiler, sınıfın yöntemleriyle hareket edebilmekten uzaktır. 2015 yılında metal işçilerinin Bursa’da başlayan ve neredeyse tüm büyük kentlere yayılan eylemleri sırasında, fabrika önlerinde sergiledikleri manzaralar bunun en somut örneklerinden biridir. Grev ve direnişlerde işçilerin ortaya koydukları eyleme ilişkin algılarının “işyeri önünde beklemek” olması da aynı kapsamda bir örnektir. Kısacası pasif eylem biçimleri olarak düşünülmeyen eylemlerin de işçiler açısından yeterince aktif ve öğretici süreçler olduğunu söylemek zordur. Bir başka araştırmada[6] işçilerin tepkilerini kolektif eylemlerle değil “susmak, üstleri ile alay etmek, üstlerinin uyarısına uyuyormuş gibi yapıp bildiğini okumak, işi yavaşlatmak, gölge gibi davranmak, tanıdık doktordan rapor almak, üstlerinin olmadığı zamanlarda dinlenmek, revire gidip hasta numarası yapmak, arkadaşının yaptığı hatayı kamufle etmek, küfretmek” gibi tutumlarla ortaya koydukları belirtilmektedir. Yine Denizli’de direniş eylemlerini inceleyen bir başka araştırmada[7] “1990-2000 yılları arasında sadece dört tane kolektif ve açıktan direniş biçimine rastlanmıştır. Bu direnişlerin tamamı 1-2 günlük işi bırakma eylemleridir. Biri düşük ücretler diğeri fazla çalışma süreleri ile ilgili yapılmıştır. Biri hariç diğer hepsi işverenin isteklerini, işçilerin kabul etmesi ile sonuçlanmıştır. Bu eylemlerde işçiler yevmiye kesintisi, işten çıkarma gibi cezalar almıştır” denmektedir. Kötü deneyimler yaşayan bu işçilerin daha sonra yeniden eyleme geçmekten ve sendikalardan özellikle uzak durduğu vurgulanmaktadır. “Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü” araştırmasında sorulan “herhangi bir sendikaya üye olmak ister misiniz” sorusuna karşılık işçilerin verdiği yanıtlar da bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Daha önce sendikalaşma mücadelesi yürütmüş ve bu mücadelesi yenilgiyle sonuçlanmış işçilerin neredeyse tamamı soruya olumsuz yanıt vermiştir. Fakat olumsuz yanıtlar sadece kötü deneyimlerle sınırlı değildir. Soruya karşılık sendikasız işçilerin yüzde 20’den azı sendikaya üye olmak istediğini belirtirken, yüzde 60’tan fazlası “hayır” yanıtını vermiştir. Olumsuz cevap veren işçilere bunun sebebi sorulduğunda her dört işçiden biri “beni temsil etmemesi”, bir o kadarı “sendikaların işçileri temsil etme konusunda samimi olmaması” demiştir. “Sendikaların tarafsız olmaması, siyasi tavır göstermesi”, “sendika içi yolsuzluklar”, “sendikaların siyasi iktidar karşısında etkisiz kalması” yaygın cevaplar arasındadır. Beklenenin aksine işçilerin sadece yüzde 2,5’i işten atılma korkusunu gerekçe göstermiştir. Öte yandan “Metal İşçisinin Kimliği” araştırmasına katılan Birleşik Metal-İş üyesi işçiler –üstelik 15 Temmuz’un hemen ardından yapılan bir araştırmada– “en güvenilir kurum” sorusuna en yüksek oranda sırasıyla ordu ve polis cevabını vermiştir. Birleşik Metal-İş üyesi işçiler için “sendika” ancak üçüncü sırada gelmektedir. Araştırmanın sendikası tarafından yapıldığını bilen işçilerin üyesi bulundukları sendikayı güven konusunda en baş sıralara taşımaması, herhangi bir işçi örgütünden evvel grev ve direniş alanlarında, fabrika eylemlerinde karşı karşıya geldikleri baskı aygıtlarını sıralaması, sınıf bilincinden ne kadar uzak olduklarını, bu ülkenin tarihsel, siyasal, ideolojik arka planının ne denli etkisi altında olduklarını sergilemektedir. Sendikal örgütlenmenin ve bilincin bu denli zayıf olduğu koşullarda işçi sınıfının siyasal örgütlülük ve bilincinin de zayıf olacağı açıktır. Nitekim DİSK-AR’ın araştırması kapsamında işçilere herhangi bir demokratik kitle örgütünün, vakfın, derneğin çalışmalarında gönüllü olarak yer alıp almadıkları sorulduğunda olumlu yanıt veren işçilerin oranı yüzde 4’te kalmıştır. Bu soruya olumlu yanıt veren işçilerinse önemli bir bölümünün köy derneklerine, iktidar partisine, cemaatlere, vakıflara, ocaklara üye olduğunu, bu kurumların çalışmalarına katıldıklarını gündelik deneyimlerden çıkarmamız mümkündür. Bu yapıların milliyetçiliğin, itaatkârlığın, kanaatkârlığın kutsandığı, gerici burjuva ideolojisinin yeniden ve yeniden üretilerek işçi sınıfına taşındığı yapılar olduğu ortadadır. Örgütsüzlüğün ve sınıf dışı yapılarda örgütlenmenin, işçilerin memleket, inanç, etnik köken, oy tercihi gibi yapay ayrımları aşarak sınıf kimliği edinebilmesinin, sınıf kimliğiyle hareket edebilmesinin önünde büyük bir engel teşkil ettiği kuşkusuzdur. Mesela aynı araştırmada işçilere açık uçlu olarak sorulan “kendinizi herhangi bir toplumsal sınıfa ait hissediyor musunuz” sorusuna karşılık olarak işçilerin yüzde 37’si kendisini bir toplumsal sınıfa ait hissettiğini beyan ederken, yüzde 37’si herhangi bir toplumsal sınıfa ait hissetmediğini belirtmiştir. İşçilerin yüzde 26’sı bu konuda ya fikri olmadığını belirtmiş veya cevap vermemiştir. Kendini bir toplumsal sınıfa ait hissettiğini söyleyenler hangi toplumsal sınıfa ait hissettiklerini de kendileri belirtmiştir. “Araştırma kapsamında kendini bir toplumsal sınıfa ait hissettiğini belirtenlerin yüzde 42,5’i işçi, yüzde 6’sı orta sınıf, yüzde 3,8’i kendini üst sınıf olarak tanımlamıştır.” Bu tabloya göre, toplam katılımcılar arasında kendini işçi olarak hissedenlerin oranı yüzde 15’te kalmaktadır. Ne yazık ki genç işçiler ve yüksek öğrenimli işçiler “sınıfsal varlığının tespitinden” daha da uzaktır. İşçilerde kendini orta ve üst sınıf olarak görenlerin oranının yüksekliği, ücret ve eğitim düzeyi arttıkça bu eğiliminin artması, genç işçilerdeki kafa karışıklığı Türkiye açısından şaşırtıcı olmamakla birlikte aşılması gereken zaafların büyüklüğünü göstermektedir. “Okuyacaklarımdan hangisi sizi daha iyi tanımlar” şeklindeki soruya verilen yanıtlar da aynı büyük zaaflara işaret etmektedir. İşçilere seçenekler okunduğunda bir önceki soruda kendini “işçi sınıfı” ve “alt sınıf” olarak tanımlayanların toplamından biraz daha fazla katılımcı, yüzde 50 ile kendini “işçi”, “emekçi” ve “proleter” olarak tanımlamıştır. Kendini “işçi sınıfı” olarak tanımlayanlar daha düşük iken, “işçi” olarak tanımlayanlar biraz daha yüksek çıkmıştır ama kendini işçi yerine çalışan, beyaz yakalı, mavi yakalı ve memur olarak tanımlayanların oranı yüzde 42’ye yaklaşmıştır. Önceki sorularda kendini üst ve orta sınıf olarak tanımlayanlar bu sorudaki seçenekler çerçevesinde “çalışan”, “beyaz yakalı” şeklinde tanımlama yapmayı tercih etmiştir. Türkiyeli işçiler arasında “işçi” kavramına pek de olumlu bir anlam yüklenmediği açıktır. “İşçi” olmanın “sıradanlığından”, “avamlığından”, “statüsüzlüğünden” “değersizliğinden” kaçmak, daha önemli bir toplumsal statüye sahip olduğunu göstermek için işçilerin “operatör”, “satış danışmanı”, “müşteri temsilcisi”, “mekanikçi”, “makineci” gibi kavramları tercih ettikleri malûmdur. Çalışma koşullarının ağır olmaması, tulumlar ve kir pas içinde çalışılmaması, masa başı iş yapılması, eğitimli olmak gibi gerekçelerle “işçi”liği inkâr etmek işçi sınıfının tüm kesimleri arasında yaygın bir tutumdur. Mesela Denizli’de tekstil işçileri arasında yapılan bir araştırmada[8] işçilerin bazılarının “işçi dediğin fabrikada olur, biz burada işçi değiliz ki, patronlarımızla kardeş gibiyiz” dediği aktarılıyor. İşçilere böyle düşünmelerinin nedeni sorulduğunda, fabrikada disiplin ve kurallar olduğunu, patronun arabasıyla işe gidip gelen, patronla aynı masada yemek yiyen, mola süreleri daha uzun, iş saatleri daha belirsiz olan kendilerinin işçi sayılamayacağını dile getirdikleri belirtiliyor. Araştırmada bir başka araştırmanın sonuçları üzerinden tekstil işçileri ile; sendikalı olan, bir kısmı lojmanlarda oturan, geri kalan kısmı işçi mahallelerinde yaşayan, komşu, mahalle-kahve arkadaşı olarak birlikte vakit geçiren, ülkenin, işyerinin, sendikanın sorunları üzerine sohbet edebilen Seydişehir Eti Alüminyum fabrikasının işçileri arasında şöyle bir kıyaslama yapılıyor: “Araştırma sürecinde işçilerin gündelik ve çalışma yaşamlarının birbirlerinden oldukça kopuk olduğu gözlemlenmiştir. İş dışı zamanlarda işçiler birlikte yok denecek kadar az zaman geçirmektedir. Özel hayatlarında oldukça sınırlı bir paylaşım içinde olan işçilerin, sendika veya meslek örgütüne de üye olmaması, işçilerin kendilerini bir sınıf olarak tanımlamalarını güçleştirmektedir. İşçilerin verdikleri cevaplar, bu varsayımı güçlendirmektedir. ... İşçiler, kendilerini tanımlarken «emekçi», «üreten» gibi sınıfla ilişkili olabilecek kavramların hiçbirini kullanmazken, «patronun dediğini yapmak», «kölelik», «çalışmak», «fakir olmak», «mecburiyet» gibi kelimeleri tercih etmektedirler. Buna karşın sendikal örgütlenmenin mevcut olduğu Seydişehir Alüminyum fabrikasında yapılmış olan bir çalışmada, işçilerin tamamının kendilerini tanımlarken «emekçi» kavramını mutlaka kullandığı saptanmıştır.”[9] Türkiye’de işçilerin kendilerini sınıf dışı kavramlar ve kimliklerle tanımlamaya eğilimli olmasının bir diğer nedeni de Birleşik Metal-İş’in araştırmalarında örneklenmektedir. Sendikanın 1999’da yaptığı üye kimlik araştırmasında kendisini öncelikle toplumsal sınıfıyla tanımlayanların oranı yüzde 44 olarak gerçekleşmiştir. 2008’deki araştırmada bu oran ihmal edilebilir bir düşüşle yüzde 43 olmuştur. Ancak 2017 araştırmasında dramatik bir düşüşle yüzde 14’e gerilemiştir. Bu düşüş ülkedeki politik atmosferin, yapay ayrımları körükleyen politikaların işçilerin kimlik ve aidiyet algılarını, ifadelerini nasıl da derinden etkilediğini gösterir. 2017 araştırmasında “milliyetçilik” yüzde 52 ile sendika üyesi metal işçilerinin en fazla sahiplendiği kimlik olmuştur. İşçilerin sahiplendiği diğer belli başlı siyasal kimliklerin sıralaması ise şöyledir: “İslamcılık” yüzde 18, “ülkücülük” yüzde 14, “muhafazakârlık” yüzde 13, “sosyal demokratlık” yüzde 11. Sendika üyelerine yaşadıkları mahalleyi nasıl tanımladıkları da sorulmuş. İşçilerin yüzde 50’si yaşadığı mahalleyi “kimliksiz” diye tanımlarken yüzde 30’u “işçi mahallesi”, yüzde 10’u “hemşeri mahallesi” olarak tanımlamış. Metal işçilerinin en yoğun yaşadığı bölgeler olan Gebze ve Kocaeli’de işçiler mahallerini en çok “hemşeri mahallesi” diye tanımlamışlar. Ancak yine de büyük kentler olan Eskişehir, Gebze ve İstanbul şubelerine üye işçiler yaşadıkları yeri “işçi mahallesi” diye tanımlayanların oranının en yüksek olduğu şubeler olmuş. Öte yandan “işçilerin ve sendikaların mücadelelerinin kazanımları ne olabilir?” sorusuna metal işçileri yüzde 92 oranında “ücret zammı”, yüzde 90 oranında “sosyal hak”, yüzde 71 oranında “iş güvenliğinin geliştirilmesi” yanıtını vermiş. Ancak sıra işyerinin dışındaki kazanımlara gelince oranlar belirgin bir biçimde düşmüş. “Kamu hizmetlerinin geliştirilmesi” yüzde 48, “parlamentoda işçiler lehine düzenleme yapılması” yüzde 43, “demokrasi kültürünün gelişmesi” yüzde 36 oranında taraftar bulmuş. Çeşitli taleplerle işyeri dışında herhangi bir eyleme katıldığını ifade eden işçilerin oranının tüm araştırmalarda son derece düşük çıkması da tabloyu tamamlamaktadır. İşçilerin sendikal bilinç ve örgütlülük düzeyi, hak, kimlik ve mücadele anlayışı üzerine bu özetten sonra tablonun nedenlerine odaklanmak yerinde olacaktır.
[1]   İlkay Meriç, Yeni Yıla Mücadeleyle Girenler, Ocak 2020
[2]   Emek Araştırmaları (2016-2019), DİSK-AR tarafından 2016-2019 yıllarında yapılan çeşitli araştırmalardan seçilmiş bir derlemedir. Derlemede Ekonomik Kriz ve Emeğin Durumu, Sendikalaşma Araştırması, Asgari Ücret Gerçeği, OHAL ve Başkanlık Rejiminin Çalışma Hayatına Etkileri, AKP Döneminde Emek, Türkiye’de Emeklilerin Durumu, Başkanlık ve Parlamenter Rejimlerde İşçi Hakları, Kiralık İşçilik Raporu ve Türkiye’nin ILO Karnesi başlıklı araştırmalar yer almaktadır.
[3]   Bakanlığın yanı sıra DİSK-AR’ın da Türkiye’de işçi sayısına ilişkin verdiği rakamların Türkiye işçi sınıfının bütününü yansıtmaktan uzak olduğu unutulmamalıdır. En temel eksiklik olarak öne çıkan şey “memur” olarak adlandırılan kamu çalışanlarının işçi sayısına dâhil edilmemesidir. Bu konuda Elif Çağlı’nın Büyüyen İşçi Sınıfı kitabına bakılabilir.
[4]   DİSK-AR, Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü, İşçilerin Çalışma ve Yaşam Koşulları ile Kanaat, Deneyim ve Tutumları Alan Araştırması. Ayrıntılı sonuçları DİSK’in sitesinde yayınlanan ve kitap olarak basılan bu araştırmanın saha çalışması OHAL döneminde, 2017 sonbaharında gerçekleştirilmiş. Çalışma kapsamında 15 yaş ve üzeri ücretli çalışan toplam 2000 bireyle yüz yüze görüşülmüş. Görüşmeler 12 bölgede ve toplam 30 ilde, hanelerde gerçekleştirilmiş.
[5]   Ferit Serkan Öngel, Metal İşçisinin Kimliği: Üye Kimlik Araştırması 2017
[6]   Yrd. Doç Dr. Hande Şahin, Küreselleşme Sürecinde İşçilerin Direnme ve Hayatta Kalma Stratejileri: Denizli Tekstil İşçileri Örneği
[7]   Metin Özuğurlu, Anadolu’da Küresel Fabrikanın Doğuşu, Yeni İşçilik Örüntülerinin Sosyolojisi, 2008
[8]   Yrd. Doç Dr. Hande Şahin, age
[9]   Özge Berber’in Toplumsal İlişkiler Bağlamında Sınıf Bilinci ve Sınıf Kültürü Seydişehir Eti Alüminyum Fabrikası Örneği başlıklı yayınlanmamış yüksek lisans tezinden aktaran Yrd. Doç Dr. Hande Şahin

17 Mart 2020
İşçi Hareketi
Share

Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı /2

isdemir-de-isci-eylemi-3951295_o.webp

Mehmet Sinan’ın Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı adlı çalışması, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından içinde bulunduğu tablonun tarihsel, siyasal, kültürel kökenlerini anlamamız açısından son derece önemlidir. Sinan, Marx’ın çalışmalarından da yararlanarak yaşadığımız coğrafyanın tarihsel ve siyasal arka planına ışık tutar. Türkiye ile Avrupa kapitalizminin tarihsel gelişme farklılıklarını etraflıca ortaya koyar. Bunu yaparken bu coğrafyanın kültürünü, insanını, egemen ve ezilen sınıflarını daha derinden anlamamıza olanak sağlar. Bugün gelişmiş bir kapitalist ülke olan, dünyanın ilk büyük yirmi ekonomisi arasında yer alan, gelişkin bir işçi sınıfına sahip Türkiye, yirminci yüzyılın ilk çeyreği sona ererken henüz kurulmuş, Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi bir ülkedir. Yani Türkiye işçi sınıfı, Avrupa işçi sınıfından bambaşka yollar izleyerek tarih sahnesine çıkmıştır ve üstelik bu, 150 yıllık bir gecikmeyle olmuştur. Burada birkaç cümle ile özetlediğimiz bu tarihsel-siyasal arka planın günümüze kadar uzanan ciddi sonuçları vardır. Öte yandan vurgulamak gerekir ki Türkiye’de işçi sınıfının gelişim süreci ve mücadele deneyimleri, söz konusu tarihsel arka planın olumsuz etkilerini silebilecek güç ve sürekliliğe ulaşamamıştır.

Osmanlı bakiyesi Türkiye

Mehmet Sinan’ın altını çizdiği üzere Osmanlı toplumunda üretim ilişkileri, mülkiyet biçimleri, sınıfsal yapı ve devlet, Avrupa’dan oldukça farklıydı. Batı’da devlet, bizzat toplumun geçirdiği evrime göre, yani toplumsal sınıfların ekonomik ilişkilerdeki ağırlığına göre biçimlenmişti. Oysa Osmanlı’da bunun tam tersi olmuş, toplumsal ilişkiler ve sınıflar, despotik devletin elinde yoğrularak biçimlenmişti. Devlet toplumsal yaşamın ekonomi, siyaset, kültür gibi her alanında son derece baskın ve belirleyici olagelmişti. Batı işçi sınıfı, 18’inci ve özellikle 19’uncu yüzyıllarda gelişip olgunlaşmış, burjuvazi karşısında bir sınıf olarak konumlanmıştı. Burjuvazinin kolektif baskı aygıtı olan devletle defalarca karşı karşıya gelmiş, haklarını elde etmek için kıyasıya mücadele etmek zorunda olduğunu çok erken tarihlerde öğrenmişti. Bu amaçla kendi örgütlülüklerini yaratmış, büyük mücadeleler yürüterek siyasal ve toplumsal dönüşümlere yol açmış, önemli deneyimler kazanmıştı. Henüz 1820’li yıllardan itibaren Avrupa’nın çeşitli kentlerinde işçi ayaklanmaları gerçekleşmeye başlamıştı. 1831 Lyon ayaklanması Marx’ın deyimiyle “proletaryanın savaş çığlığı” olmuş, işçiler bayraklarına “çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek” şiarını yazmış ve gerçekten de burjuvaziye ve onun devletine karşı savaşarak ölmüşlerdi. 1848 devrimleri ise Avrupa’yı boydan boya sarsmıştı. İşçi sınıfının Komünist Manifesto’su bu devrimlerin ateşi içinden yükselmişti. 1871’e gelindiğinde Parisli işçiler “göğü fethe çıktı” ve işçi sınıfı ilk iktidar deneyimini yaşadı. Fransa işçi sınıfı hem Fransız hem de Prusyalı egemenlere karşı savaş yürüterek Paris’te iktidarı ele geçirdi. Paris Komünü iki ülkenin egemenlerinin işbirliği ile kanla bastırıldı. Şüphesiz bu topraklara kıyasla Avrupa’da sosyalist hareket de çok erken tarihlerden itibaren gelişmeye başlamıştı. Takvimler 1900’lere doğru ilerlerken pek çok Avrupa ülkesinde işçi sınıfının güçlü sendikaları ve siyasal partileri vardı. Avrupa’dan göçmen olarak giden işçilerin ve sosyalistlerin etkisiyle ABD’de de 1850’li yıllardan itibaren işçi sınıfının mücadelesi gelişip güçlendi. İlerleyen yıllarda 8 saatlik işgünü hakkı kazanıldı, 1 Mayıs ortaya çıktı, çalışma koşullarıyla, kadın ve çocuk işçilikle ilgili yasal düzenlemeler yapılması sağlandı. 1900 dönemecinden sonra da Avrupa ve ABD’de çok önemli işçi mücadeleleri görülmeye devam etti. Bu mücadelelerle pek çok ekonomik ve demokratik hak kazanıldı. Batı kentlerinde on yıllar boyunca aynı aileden nice kuşağın aynı madende, aynı limanda, aynı demiryolunda, aynı fabrikada, aynı sendikaya bağlı olarak çalıştığı, aynı işçi partisine üye olduğu sanayi havzaları oluşmuştu. Bu havzalarda çalışan işçiler evlerinde, meydanlarda, publarda, kulüplerde, lokallerde, sendikalarda birlikteydiler. Sınıf olarak sorunları, talepleri, yürüttükleri mücadeleler her daim sohbetlerin, tartışmaların konusuydu. Daha küçük yaşlardaki çocuklar okuma-yazmadan önce işçi çocuğu olduklarını öğreniyor ve kısa zamanda kendileri de işçi oluyorlardı. Kimi havzalarda geçmiş mücadelelerin anlatıldığı şarkılar, marşlar, şiirler dilden dile yayılıyor, nesilden nesile aktarılıyor, sembolleşiyordu. Eski kuşakların zaferlerinin ve yenilgilerinin dersleri yeni işçi kuşaklarının hafızasında yer edinebiliyordu. Sanayi havzalarında deneyimler gibi sendikalar, örgütler, işçi partileri de kuşaktan kuşağa miras bırakılıyordu. Sınıf mücadelesindeki iniş çıkışlara rağmen toplumsal hayata yansıyan kültür ve sınıf bilincinin oluşması ve kuşaktan kuşağa aktarılması mümkün oluyordu. Oysa aynı uzun yıllar boyunca bu topraklarda işçi sınıfı kimliğinden, bunun toplumsal ilişkilere yansımasından bahsetmek bir tarafa, henüz işçi sınıfının varlığından bile bahsetmek imkânsızdı. İşçi sınıfı ancak Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında ortaya çıkmaya başlamıştı. Kimi örgütlenme girişimleri olsa da Batı’da olduğu gibi işçi partilerinden ve sendikalardan bahsetmek elbette mümkün değildi. Osmanlı parçalandığında ve modern bir kapitalist ulus-devlet olarak TC kurulduğunda 20’inci yüzyılın ilk çeyreği sona ermek üzereydi. Osmanlı’nın dağılmasıyla birlikte işçi sınıfının varlığından ve mücadelesinden bahsetmenin mümkün olduğu kısmen sanayileşmiş kentler Türkiye topraklarının dışında kalmıştı. Sosyalist ve mücadele deneyimi olan işçiler büyük oranda kaybedilen Balkan kentlerinde yer alıyordu. Kısacası, TC devleti kurulduğunda işçi sınıfı neredeyse “sıfırdan başlamak” zorundaydı. Dahası TC, tarihsel mirasa uygun olarak tepeden inme bir burjuva devrimle kurulmuş, yoksul emekçi halk bu sürece iştirak etmemişti. Mehmet Sinan’ın vurguladığı gibi, Türkiye’de “cumhuriyet” projesi, halkın yönetime demokratik katılımını sağlayan bir proje değil, devletin toplumu zorla modernleştirmesi projesiydi.[1] Yani padişahlık yıkılıp cumhuriyet gelmiş olsa da devletin toplumsal yaşam üzerindeki belirleyiciliği zerrece zayıflamamış, cumhuriyetin demokrasi kültürünün, bireysel hak ve özgürlüklerin gelişmesine katkısı son derece sınırlı olmuştu. Cumhuriyeti kuranlar ilk iş yerli bir burjuva sınıf yaratmaya giriştiler. “Avrupa burjuvazisi gibi uzun bir tarihî geçmişe sahip bulunmayan bu sınıf, kendi varlık koşullarını kendisi yaratmak için de hiçbir mücadele vermemiş ve bu anlamda hiçbir zahmete katlanmamış bir sınıftı. Aslında Türk «milli» burjuvazisi, cumhuriyetin asıl kurucu unsuru olan askerî bürokrasinin himayesi altında, devlet eliyle beslenip büyütülmüş bir «besleme» sınıftı.”[2] Armut piş ağzıma düş misali, egemen pozisyona gelmek için Avrupa’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıflarla kıyasıya mücadele etmek zorunda kalmadı. Çok uzun yıllar boyunca demokratik dönüşümleri sağlamak için çaba sarf etmek gibi bir derdi bile olmadı. Bu nedenlerle son derece korkak ve bir o kadar zalim oldu. İşçi sınıfının en ufak bir kıpırdanışı karşısında bu zalimliğini sergilemekten geri durmadı. Öte yandan Marx’ın kullandığı anlamıyla sivil toplumun gelişmediği, “düzeni” devletin sağladığı, her zaman toplumsal yaşamın tüm alanlarında belirleyici, merkezi ve güçlü devletlerin var olduğu bu topraklarda işçi sınıfının bilincinde devlet, Batılı işçilerin bilincindeki devletten çok farklıdır. Devlet, geçmişin tarihsel mirasına uygun olarak hem korkulan bir güç hem de tüm “evlatlarına” eşit ve adil davranması beklenen “devlet baba”dır. Evin içinde kuralları koyan, hem seven hem de yeri geldiğinde döverek kurallara uymayanı cezalandıran, nizamı sağlayan, kargaşayı engelleyen, eve ekmek getiren, yokluğu “sahipsizlik” anlamına gelen otoriter “baba” figürü neyse, Osmanlı bakiyesi Türkiye’de de “devlet baba” odur. Devlet kutsaldır ve ondan korkulması bu kutsallığı bozmaz, tersine arttırır. Tam da bu nedenle, devlet egemen sınıfın baskı aygıtı olmasına rağmen Türkiye’de sınıf bilincinden yoksun işçi kitleleri için “devlet düşmanlığı” kabul edilmesi hayli zor bir düşüncedir. Batı işçi sınıfı ile Türkiye işçi sınıfı arasındaki gelişim ve kültürel arka plan farklılıklarını bu şekilde ortaya koymaktan muradımız, elbette birine methiyeler düzüp ötekini yermek değildir. Yapmaya çalıştığımız yaşadığımız topraklarda işçi sınıfının bilincini, düşünme ve davranış biçimlerini belirleyen kültürel altyapıya daha yakından bakmaktır. Bugün işçilerde yaşanan dönüşümü anlamak ve bu dönüşüme katkı sunmak, işçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmek için değişikliğe uğratılması gereken temel hususlara dikkat çekmektir.

Türkiye işçi sınıfına selam!

Kapitalistleşme-modernleşme projesinin devletin kapitalist uygulamalarıyla işlerlik kazanmaya başladığı 1929’dan 1950’li yıllara kadar geçen süre aynı zamanda Türkiye’de modern anlamda işçi sınıfının filizlenip gelişmeye başladığı yıllardı. Ancak bu yıllara işçi sınıfı ve sosyalist hareket üzerindeki ağır baskılar damga vurdu. Yerli bir burjuva sınıfını besleyip palazlandırmak amacıyla işçiler çok ağır şartlarda çalıştırıldı. İlk iş kanunu Türkiye’nin kuruluşundan ancak 13 yıl sonra, 1936’da çıkarıldı. Bu kanunda işçi haklarının çerçevesi son derece sınırlı tutuldu. Sosyalistlerse ağır baskılar altında kendilerini gizleyerek çalışmak zorunda bırakıldı, ardı arkası kesilmeyen toplu tevkifatlarla hapislere atıldı. Haliyle bu yıllarda sınıf örgütlerinin varlığından, işçi sınıfının ekonomik kazanımlarından, sendikal ve siyasal haklarından bahsetmek henüz mümkün değildi. Öte yandan kentleşme oranları son derece düşüktü. Nüfusun %75’i kırsal alanlarda yaşıyordu ve kentli işçilerin kırla bağı kopmamıştı. Bu koşullarda işçilerin bilinç düzeyleri son derece geri, sınıf mücadelesi son derece cılızdı. Fakat “kapitalistleşme-modernleşme” projesiyle birlikte işçi sınıfı geri dönüşsüz biçimde büyümeye devam ediyor ve dönüşüyordu. Nitekim 1950’li yıllar Türkiye işçi sınıfı açısından önemli dönüşümlerin yaşandığı bir dönem oldu. Bu yıllarda kırdan kente göç hızlandı, 1927’den 1950’ye kadar %24’ten ancak %25’e ulaşan kentleşme oranı 1955’te %29’a, 1960’ta ise %32’ye ulaştı.[3] 1950-1960 arasında iş kanunu kapsamındaki işçi sayısı önceki döneme göre iki katına çıktı. Bunun bir sonucu olarak mücadele de gelişmeye başladı ve o yıllarda yasal sınırlılıklara rağmen kayıtlara geçen 27 grev oldu. İşçi sınıfının ve mücadelesinin büyümesi karşısında 1952’de devlet eliyle Türk-İş kuruldu. Türkiye işçi sınıfının 1950’li yıllarda yaşadığı niceliksel sıçrama son derece önemli sonuçlar yarattı. 1960’lı yılların daha başında işçi sınıfı örgütlenme ve mücadele anlamında bir atılıma hazırlandığını ortaya koyuyordu. Nâzım Hikmet henüz 1962’de yazdığı Türkiye İşçi Sınıfına Selam şiiriyle, serpilip gelişen işçi sınıfını ve onun yaklaşan atılımını selamlıyordu. Nicelik olarak büyüyen ve sınıfsal talepleri billurlaşan işçi sınıfı artık Türk-İş’le yetinmiyordu. Bu yıllar DİSK’in kurulduğu, sendikalaşma oranlarının arttığı, militan mücadelelerin yaygınlaştığı ve bunun bir sonucu olarak işçiler lehine yasal düzenlemelerin yapıldığı, grev hakkının yasalara geçtiği yıllardı.[4] 1963-71 arası yıllarda 558 grev gerçekleşti ve on binlerce işçinin katıldığı bu grevlerde yaklaşık 2 buçuk milyon işgünü kaybı yaşandı.[5] Özellikle dünyada mücadele rüzgârlarının kuvvetlendiği 1968’le birlikte Türkiye’de fabrika işgalleri gibi militan mücadele yöntemleri devreye girdi, 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi ise Türkiye işçi sınıfı tarihindeki en büyük eylem olarak tarihe geçti. Sınıf hareketindeki yükseliş 1971 darbesiyle kesintiye uğrasa da darbenin etkisi kısa sürdü. 1973’ten sonra işçi sınıfı yeni bir canlanma içine girdi. En uzun soluklu, en yaygın grevler bu dönemde yürütüldü. En kitlesel işçi eylemleri, yüz binlerce işçinin katıldığı 1 Mayıs mitingleri bu dönemde gerçekleştirildi. 1972-80 arası dönemde grev sayısı bir önceki döneme göre neredeyse iki katına çıkarak 879’a yükseldi. Greve katılan işçi sayısında muazzam bir artış yaşanırken, grevde geçen işgünü sayısı 8 milyona dayandı.[6] Bu dönemde ücretlerin arttırılması, sendika seçme özgürlüğünün tanınması, işten atmaların geri çekilmesi gibi hak grevlerinin yanı sıra çok sayıda dayanışma grevi de düzenlendi. 1976’nın DGM direnişleri gibi siyasal temelde yürütülen mücadele örnekleri de yaşandı. Elbette bu yükseliş tesadüf değildi. Bu yıllarda kentlilik oranları artmaya devam ediyor, kırdan kente göç eden yüz binlerce insan işçi sınıfının saflarına katılıyordu. Bu insanların pek çoğu kent yaşamının, işçileşmenin, fabrikalarda çalışmanın dönüştürücü etkisi altına giriyordu. Sendikalarla tanışıyor, işyerinde örgütleniyor, daha da önemlisi doğrudan ya da dolaylı olarak sosyalist hareketin etkisi altına giriyordu. “TİP’i kuran sendikacıların kendi başlarına yol alamamaları ve daha sonra sosyalistleri partiye davet etmeleri, iki hareketin iç içe geçmesiyle yükselen mücadelenin sonucu olarak DİSK’in kurulması çarpıcıdır. Keza 1970’lerin ikinci yarısına damgasını vuran DİSK’in militan mücadelesinin arkasında TKP’den başlayarak güçlenen sosyalist hareketin olduğunun altını kalınca çizmek lazım.”[7] Güçlenen sosyalist hareket DİSK’i, DİSK işçi sınıfını güçlendiriyordu. DİSK/Maden-İş’te somutlanan mücadeleci anlayış işçileri ileri taşıyor, diğer sendikaları, aydınları etkiliyor, toplumdaki dönüşüme güçlü bir itilim veriyordu. Toplumun tüm kesimleri, kadınlar, gençler, aydınlar coşkuyla örgütlenme seferberliğinde yer alıyor, özlem ve taleplerini işçi sınıfının mücadelesine bağlanarak dile getiriyorlardı. Tarihinde ilk kez işçi sınıfının bu kapsamda yaygın ve militan mücadelesiyle karşılaşan, bu mücadeleyi bir türlü bastıramayan sermaye sınıfı şaşkınlık ve korku içindeydi. İşçi hareketindeki bu muazzam yükselişin, toplumsal dönüşümün önüne geçmek için çareler arıyordu. 1977 1 Mayıs katliamı, Maraş ve Çorum katliamları, Kemal Türkler’in katledilmesi, faşist terörün azdırılması gibi kanlı tezgâhlar tertipliyordu. İşçi sınıfından ağır bir intikam almak için hamisini işbaşına çağırıyor, “ordu göreve” çığlıkları atıyordu. Büyük biraderi ABD’yi ve CIA’yi yardıma çağırıyordu. Elbette sermayenin yardım çığlıkları karşılıksız kalmadı. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi işçi sınıfının ve örgütlerinin üzerinden bir silindir gibi geçti, korku, şiddet ve baskıyla toplumu pasifize etti. Grevler yasaklandı, sendikalar, dernekler, partiler kapatıldı. Eski kuşak işçilerin, deneyimlerini yeni kuşaklardan işçilere aktarmasının önüne geçmek üzere mücadeleci işçiler fabrikalardan temizlendi, hapislere atıldı. Sosyalist hareketin ve sendikal hareketin deneyimli kadroları hapislerde, sürgünlerde çürütüldü, işkencelerde katledildi. Türkiye işçi sınıfının güçlü örgütlere sahip olduğu, sermaye sınıfı karşısında gücünü ortaya koymaya, toplumda ağırlığını hissettirmeye başladığı bir dönem böylece kapanmış oldu. Hem de etkileri onyıllar boyunca silinmeyecek kanlı bir askeri darbe ile! Kısacası bu topraklarda işçi sınıfı açısından hepi topu 20 yıllık bir yükseliş dönemi yaşanmış ve üstelik bu dönem kanlı darbelerle kesintiye uğramıştır. Türkiye işçi sınıfının mücadeleyi büyüttüğü, dönüşüm imkânı yakaladığı bu kısacık yıllar, tarihsel ve siyasal arka planın olumsuz etkilerini aşındırsa da onu temizlemeye yetmemiştir. Bu kısacık dönemin zaten son derece sınırlı olan birikim ve deneyimleri tank paletleri altında ezilmiştir. Burjuvazi, 12 Eylül darbesiyle işçi sınıfının yükselen mücadelesinin önünü kesmekle, en temel sendikal ve demokratik haklarını elinden almakla kalmamış örgütlerini dağıtmış, işçi kuşakları arasındaki bağı koparmıştır. Bu koşullarda işçi sınıfının saflarına, geçmişle bağı kopmuş, deneyimsiz yeni kuşaklar katılmış ve bu kuşaklar üzerinde dönüştürücü bir etkide bulunacak örgütlerin yokluğunda işçi sınıfı hareketi daha da gerilere savrulmuştur. Darbeden sonra “gülme sırası”nı kendinde gören burjuvazi en acımasız biçimde saldırılarını devam ettirdi. “Burjuvazinin 1980’ler boyunca sürdürdüğü neo-liberal saldırıların geri püskürtülememesi, bilhassa da SSCB’nin çökmesi neticesinde dünyada sınıflar arası güç dengeleri değişmeye başladı. Kuvvetlice estirilen neo-liberal politikaların amacı, yarattığı toplam değerden işçi sınıfının aldığı payı azaltmak ve böylece burjuvazinin kâr oranlarını yükseltmek, ama aynı zamanda bu saldırılara karşı işçi sınıfının öfkesini sergilememesi için sendikaların belini kırmaktı. Faşist rejim tarafından ezilen Türkiye sosyalist hareketi ise, SSCB’nin çökmesiyle ikinci büyük darbesini almış oldu. Sosyalist hareketin cılızlaşması, ama aynı zamanda moralsizlik, tükenmişlik ve artan ölçüde reformizm sarmalına hapsolması, böylece burjuvazi karşısında bir mücadele iradesi ortaya koyamaması işçi sınıfını ve sendikaları doğrudan etkiledi. Sendikalar küçülüp sermaye karşısında etkisiz örgütler haline gelirken, belirttiğimiz üzere giderek daha fazla bürokratikleştiler, burjuva partilerle iç içe geçtiler ve çürüdüler.”[8] İlerleyen yıllarda işçi sınıfı saflarında yeniden mücadele rüzgârlarının estiği dönemler olsa da ne yazık ki faşist darbenin hesabı sorulamadı, uzun soluklu bir atılım sağlanamadı. Tüm görkemine rağmen 1989 Bahar Eylemleri, 1991 madenci yürüyüşleri, 1990’ların ikinci yarısındaki yaygın grevler işçi sınıfının mücadelesinin süreklilik kazanmasıyla sonuçlanmadı. İşçi sınıfı, saflarındaki dağınıklık, örgütsüzlük, moralsizlik manzarasına rağmen 1980’li ve 90’lı yıllarda niceliksel olarak hızla büyümeye devam etti. Bu dönemde kırdan kente göç daha da hızlandı. 1980’de %44 olan kentleşme oranı 1990’da %59’a ulaştı. Göç eden insanların çok büyük bir bölümü işçi sınıfının saflarına katıldı ancak bu birinci kuşak işçilerin köyle bağı henüz kopmamıştı. Kente geldiklerinde 1960’lı ve 70’li yılların dönüştürücü toplumsal atmosferi gibi bir atmosferle karşılaşmaktan uzaktılar. Fabrikalara, işyerlerine giren bu işçiler mücadeleci sendikaların ve sosyalist partilerin olmadığı koşullarda, önü açılan tarikatlarla, cemaatlerle tanıştılar. Ürkütücü kent cangılında etkisi altına girdikleri bu tarikatlar eliyle itaatkârlığın, kanaatkârlığın kutsandığı propagandalara maruz kaldılar, bu yolla kontrol altında tutuldular. Kültürel arka planlarını büyük oranda korudular. Dahası Kürt sorunu temelinde milliyetçilik tuzağına çekilip köreltildiler. Kürt düşmanlığı ile şekillendirilen işçiler egemenlerin politikalarını sorgulayamaz hale getirildiler. Milenyum dönemeciyle birlikte neoliberal saldırıların sonuçları daha net biçimde ortaya çıkmaya ve dünya işçi sınıfı bölük bölük mücadeleye atılmaya başladı. Lakin aynı yıllarda Türkiye’de ekonomik krizin ve köhnemiş siyasi partilerin bunalttığı yoksul işçi ve emekçiler, umut olarak gördükleri AKP’yi iktidara taşıdılar. AKP, iktidara geldiği ilk günden itibaren işçi sınıfına yönelik ağır saldırıları hayata geçirmesine rağmen yoksul işçi ve emekçilerden büyük destek gördü. Muhafazakâr yoksul işçi ve emekçiler, sınıf kimlikleri ile değil, büyük ölçüde memleket, inanç gibi kimlikleri ve kültürel kodlarıyla hareket ettiler. Yıllar yılı kendilerine tepeden bakan statükocu Kemalist iktidar sahiplerini cezalandırarak AKP’ye oy verdiler. 2000 dönemecinde nüfusun %65’i artık kentlerde yaşıyordu. AKP iktidarında yaşanan ekonomik büyüme nedeniyle küçük yerleşim birimlerinden metropollere göç daha da arttı. Doğdukları illerden koparak metropollere yerleşen kesimlerin önemli bir kısmı AKP’yi destekledi. AKP’nin “hizmetleriyle” daha iyi bir yaşama, daha geniş olanaklara kavuştukları algısıyla şekillendi. Çünkü geldikleri kentlerde doğalgazlı evler, modern hastaneler, gösterişli AVM’ler, ulaşım araçları ile karşılaştılar. Kredi kartları sayesinde tüketim olanakları arttı. Düne kadar lüks sayılan otomobil, cep telefonu, tablet gibi ürünleri edinmeye başladılar. Düne kadar örneğin başörtüsü nedeniyle giremedikleri, kendilerini ait hissetmedikleri devlet dairelerinde çalışmaya, okullarda okumaya başladılar. Bakanlıkların, yerel yönetimlerin, vakıfların, cemaatlerin oluşturduğu ağlarla çevrelendiler ve bu ağlar vasıtasıyla çeşitli yardımlar almaları sağlandı. Eş dostlarının iş bulmasına yardımcı olundu… Kuşkusuz bu insanlar için kavuştukları olanaklar önemliydi. Onların algılarında bu olanakları kendilerine sağlayan, kendilerinden olan iktidardı. Zaten iktidarın vaadi de destek verdikleri sürece yoksul emekçilere hizmet etmek, ihsanlarda bulunmaktı. Üstelik bu iktidar dini ve manevi değerlere sahip çıktığı, Türkiye’yi dünya ülkeleri arasında saygın bir konuma taşıdığı propagandalarını da eksik etmiyordu. Tüm bu nedenlerle yoksul işçi ve emekçilerin önemli bir bölümü kendilerini AKP ve onun lideri ile özdeşleştirdiler. Yüz yüze kaldıkları sorunlara ve yaşadıkları çelişkilere karşılık “AKP’nin işçiler için yaptıklarından memnun değiliz ama Türkiye için en iyisi yine de bu iktidardır” diyerek desteklerini sürdürdüler. Dün yoksulluklarına rağmen “padişahım çok yaşa” demesi beklenenlerden, bugün “ölümüne seninleyiz reis” denmesi bekleniyordu. İlerleyen yıllarda iktidar eliyle yaratılan yapay kutuplaşma işçi sınıfını daha büyük oranda etkisi altına aldı. Bu yapay kutuplaşma nedeniyle işçi sınıfının bilincinde sınıf kimliği iyice geriye atılırken, işçi sınıfının sorunlarının üzeri örtüldü. Sınıfsal ayrımlar türban gibi sembollerin, dini referans ve söylemlerin ardına gizlendi. Zaman içinde siyasi iktidarı sıkıştıran uluslararası gelişmelerin, ekonomik krizin ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarındaki geriye gidişin etkisi kendini göstermeye başladı. 2015 Mayısında sanayi kentlerindeki onlarca fabrikada metal işçilerinin ayağa kalkması, fiili grevlere, kitlesel eylemlere başvurması işçi sınıfının geneline hâkim olan hoşnutsuzluğun dışavurumuydu. Fakat tam da bu dönemeçten itibaren iç ve dış siyasal gelişmeler tarafından sıkıştırılan iktidar Türkiye’de totaliter rejimin taşlarını döşedi, işçi sınıfını ve toplumu cendere altına aldı. Sosyalist hareketin, mücadeleci sendikaların yokluğunda ve totaliter rejim altında işçi sınıfının mücadelesinin canlanması mümkün olmadı. Daha başlarken, “Türkiye işçi sınıfının dünyadaki mücadele rüzgârlarının etkisine henüz girememiş olmasının arkasında tarihsel, siyasal, kültürel etkenlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan örgütsüzlük, dağınıklık hali ve bilinç düzeyindeki muazzam geri savrulma vardır” demiştik. Buraya kadar anlatılanlar söz konusu tarihsel, siyasal, kültürel arka planın ve bugüne uzanan etkilerinin bir özeti niteliğindedir. “Kuşkusuz bir ülkede işçi kitlelerinin sınıf bilincine ne ölçüde sahip oldukları, o ülkenin kapitalist gelişim çizgisiyle, sınıf mücadelesi geleneğiyle, sendikaların gücüyle, sınıfın siyasal örgütlenme düzeyiyle ve toplumun kültürel dönüşümüyle doğrudan ilgilidir.”[9] Açıktır ki Türkiye işçi sınıfı bu hususların tamamında pek çok olumsuzlukla karşı karşıyadır, ancak aynı zamanda hızlı bir değişim ve dönüşüm içindedir. (devam edecek)
[1] Bu konuda bkz. Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, marksist.com
[2] Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk, marksist.com
[3] TÜİK verilerinden aktaran Ahmet Koyuncu, 1980’den Sonra Kente Göç Edenlerin Tutunma Yolları: Konya Örneği, doktora tezi
[4] Bu konuda bkz. Selim Fuat, DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı, marksist.com
[5] Sayım Yorgun, Meltem Delen, Hakan Bektaş, “1963-1994 Yıları Arasında Türkiye’de Grevleri Etkileyen Faktörlere İlişkin Ekonometrik Bir Model Önerisi”, Çalışma ve Toplum Dergisi, Sayı 59
[6] agm
[7] Utku Kızılok, Sendikal Hareketin Krizi, marksist.com
[8] agm
[9] Utku Kızılok, İşçi Sınıfı ve Sınıf Bilinci, marksist.com

1 Nisan 2020
İşçi Hareketi
Share

Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı /3

isdemir-de-isci-eylemi-3951295_o.webp

Elif Çağlı, bundan 21 yıl önce Büyüyen İşçi Sınıfı kitabının önsözünde, burjuva ideologların proletaryanın öldüğünü ilan etme ve işçi sınıfından topyekûn kurtulma hevesinin gerçekte bir seraptan ibaret olduğunu dile getirmişti. Nitekim aradan geçen yıllarda dünya işçi sınıfı hem hızla büyümeye devam etmiş hem de burjuvazinin yüreğini ağzına getiren eylemleriyle, isyanlarıyla o serapları kâbusa döndürmüştür. Özellikle 2018-2019 boyunca ülkeden ülkeye sıçrayan isyanlar burjuvaziyi feci halde korkutmuş, kapitalizmi ayakta tutma çabasını yoğunlaştırmıştır. Şüphesiz bu isyanların arkasında neoliberal saldırıların, faturası işçi sınıfına kesilen krizlerin, derinleşen eşitsizliğin, adaletsizliğin, artan baskıların yarattığı birikimler vardı. Çağlı’nın o satırları yazdığı günlerden bu yana Türkiye işçi sınıfı da hızla büyümeye devam etmiştir. Milenyum dönemecinin ardından Türkiye uluslararası kapitalizme tam anlamıyla entegre olmuş, ekonomi büyümüş ve bu koşullarda işçi sınıfı da büyüyüp gelişmiştir. Kır büyük oranda çözülmüş, kentlilik oranları hızla yükselmiş, milyonlar proleterleşmiş, kadınların işgücüne katılımı artmış, ucuz ve genç işçi kuşakları fabrikaları, işyerlerini doldurmuştur. Yıllar yılı sürdürülen neoliberal saldırıların, AKP’nin işçi düşmanı politikalarının yarattığı sorunlar iyiden iyiye ağırlaşmıştır. Öte yandan tüm şiddeti ve yıkıcılığıyla büyümeye devam eden ekonomik kriz ise işçi sınıfının sorunlarını eşi görülmedik biçimde derinleştirmekte, öfkeyi mayalamaktadır. İşte tüm bu faktörler 2018 ve 2019 boyunca onlarca ülkede işçi sınıfını harekete geçiren öfkenin Türkiye’de de olgunlaşmasının zeminini döşemektedir. Bugün için küçük ve önemsiz görünen değişiklikler büyük değişimler, dönüşümler yaratacak şekilde birikmeye devam etmektedir. Küçük-burjuvaca sabırsızlık ve acelecilikle “Türkiye’de bir şey olmaz” sızlanmalarından etkilenenlerin göremediği gerçek budur. Geçmişten bugüne Türkiye işçi sınıfının gelişimini görenler ve saflarını sıklaştırmak için çalışanlar açısından gelecek çok şeylere gebedir.

Büyüyen Türkiye işçi sınıfı

Bugünün Türkiye’sinde geçmişten farklı olarak insanların büyük bölümü kentlerde, metropollerde yaşamaktadır. TÜİK 2019 verilerine göre Türkiye nüfusunun %93’ü il ve ilçe merkezlerinde, %18,7’si ise İstanbul’da yaşamaktadır. Yani geçmişin kapalı, yalıtık, durağan kırsal yaşamı, yerini insanların iç içe yaşadığı, her an etkileşim içinde olduğu hareketli kent yaşamına bırakmıştır. Kentlerde yaşayan insanların çok büyük bir bölümü işçi sınıfının saflarına katılmıştır. İşçi sınıfının bugün toplumun ezici çoğunluğunu oluşturduğu açıktır. Ailelerle birlikte düşünüldüğünde işçi sınıfının Türkiye nüfusunun %60-70’inden az olmadığı görülecektir. Böylesine büyüyen işçi sınıfı geçmişin kalıntılarından, küçük toprak mülkiyetinden ve kırdan da bağımsızlaşmaktadır. Dolayısıyla zihinsel ve kültürel bir dönüşümün de imkânları oluşmaktadır. Birleşik Metal-İş’in üyeleri arasında yapılan bir araştırmada[1] her iki işçiden biri babasının da işçi olduğunu beyan etmiştir ve genç işçiler arasında köyde büyüyenlerin oranının hızla azaldığı görülmüştür. Öte yandan 2008 araştırmasında babası çiftçi olanların oranı %25 iken bu oran 2017 araştırmasında[2] %18’e düşmüştür. DİSK-AR’ın araştırmasında da[3] Türkiye işçi sınıfı profilinde ikinci kuşak işçiliğin ağır bastığı görülmektedir. “Babanınız çalışma durumunu belirtir misiniz” sorusu sorulduğunda işçilerin yaklaşık %71’i babasının ücretli bir işte çalıştığını ifade etmektedir. Özetle söyleyecek olursak işçi sınıfının genel profilinde önemli bir değişim yaşanmaktadır. Kentlilik ve ikinci kuşak işçilik bu profile damga vurmaktadır. Aynı araştırmada işçilere “Annenizin çalışma durumunu belirtir misiniz” sorusu sorulduğundaysa annelerini ücretli düzenli işte çalışan olarak ifade eden işçilerin oranı %15,2, ücretli düzensiz işte çalıştığını belirtenlerin oranı ise %2,7’dir. Böylece işçilerin %17,9’u annesinin ücretli olarak çalıştığını belirtmektedir. Ancak 15-24 yaş arası genç işçilerde bu oran %22’ye yaklaşmaktadır. Nitekim farklı araştırmalar da Türkiye işçi sınıfının her iki ebeveynin de aileyi geçindirdiği aile modeline doğru bir dönüşüm yaşadığını ortaya koymaktadır. DİSK-AR’ın araştırmasına katılan kadınların %79,8’i, erkeklerin ise %57,8’i ailede kendilerinden başka bir kişinin daha gelir getirdiğini ifade etmektedir. Öte yandan kadınların %20’den fazlası eve sadece kendisinin gelir getirdiğini söylemektedir. Daha da önemlisi şudur: “Kadın işçiler, kendi ailelerinde –yani bir önceki nesilde– annelerinin çalışıp çalışmadığı sorusuna yüzde 76 gibi büyük bir çoğunlukla annelerinin çalışmadığı yanıtını vermişlerdir. Bir önceki nesilde anneleri ücretli bir işte çalışmayan kadınlar bugün ücrete dayalı çalışan kadın işçiler olarak çalışma hayatında yer almaktadır.”[4] Bu durum değişen yaşam koşullarının etkisiyle kadınların çalışmasının önünde engel teşkil eden geleneksel kalıpların hızla parçalanmakta olduğunu, insanların yaşamına hükmeden eski referansların aşındığını göstermektedir. Nitekim 1991-92 yıllarında hem kırda hem şehirde yapılan bir ankette kadınların çalışmasına olumlu baktığını söyleyen insanların oranı %30’lar düzeyindedir. 2014’te yapılan bir başka araştırma ise büyük şehirlerde yaşayanların toplumsal cinsiyete, kadının çalışmasına bakışının bariz biçimde olumlu yönde değiştiğini göstermektedir.[5] Kuşkusuz kadınların işçileşmesi çok önemlidir ve bunun her işyerine kreş, eşit işe eşit ücret, daha iyi çalışma koşulları başta olmak üzere bir dizi taleple mücadelede öne çıkmaları, örgütlenme ihtiyaçlarının artması, sendikalarda daha fazla temsil edilmeyi talep etmeleri, sınıf mücadelesinin güçlenmesi gibi sonuçları olacaktır. Kadınların çalışmasına dönük olumsuz önyargılar yok olmaya yüz tuttukça kadın-erkek işçilerin ortak talepleri için omuz omuza mücadelesinin önü daha fazla açılmaktadır. Son yıllarda sanayi bölgelerinde yaşanan grev ve direnişlerde kadın işçiler ön plana çıkıyor. Bu durum erkek işçilere de güç ve güven veriyor. Kadınlar çeşitli sınıfsal taleplerle ve cinsiyet ayrımcılığına karşı, eylemlere katılmaktan ve tüm baskılara rağmen taleplerinde ısrarcı olmaktan vazgeçmiyor. Emekçi, işçi kadınlar toplumsal yaşamın her alanında var olma isteğini inatla ortaya koyuyor. Öte yandan bugüne kadar yapılan araştırmalar neticesinde kırsal kesimlerde yaşayan kadınların ve ev kadınlarının siyasi iktidara destek verme eğiliminin yüksek olduğu ve kentli, çalışan kadınlar arasında bu eğilimin azaldığı biliniyor. Tabii ki bu durum muhafazakâr, itaatkâr ve sinik bir toplum yaratmaya çalışan, bu hedef doğrultusunda kadını ve aileyi hedef alan siyasi iktidarın planlarıyla hiç uyuşmuyor. Siyasi iktidar emekçi kadınları bir yandan muhafazakârlık ve itaatkârlık cenderesinde tutmak isterken bir yandan da sermayenin doğasına uygun biçimde ucuz işgücü olarak istihdama çekmeye çalışmaktadır. Yoksulluk ve kent yaşamı nedeniyle çalışma ihtiyacı artan kadınlar fabrikaları doldurmakta ve işsiz kuyruklarını büyütmektedir. “Önceki yıllarda kayıtlı kadın işsiz sayısı kayıtlı erkek işsiz sayısından oldukça azdı. Örneğin 2010 yılında 431 bin kayıtlı kadın işsize karşılık 1 milyon 42 bin kayıtlı erkek işsiz vardı. Kadın ve erkek kayıtlı işsizler arasındaki farkın zamanla kapandığı gözlenmektedir. Hatta 2018 yılında kayıtlı erkek işsiz sayısı 1 milyon 704 bin iken kayıtlı kadın işsiz sayısı 1 milyon 805 bine yükseldi.”[6] Öte yandan siyasi iktidarın erken evlilik ısrarı büyümekte, üç-beş çocuk siparişlerinin sonu gelmemektedir. Ancak çok çocuk çağrıları tepkiyi büyütmekten başka bir işe yaramamaktadır. Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü araştırmasına göre bugün hanehalkı büyüklüğü işçi ailelerinde ortalama 3,5 ve hanedeki çalışan sayısı ise ortalama 2,5 kişidir. Yani işçi ailelerinde çalışan sayısı hanehalkının %70’ine yakındır. Hanehalkı büyüklüğü ülkedeki genel eğilime paralel biçimde azalmaktadır. Örneğin Kristal-İş 1992 araştırmasında cam işçilerinin %40’ından fazlasının 5 ve daha fazla kişilik hanelerde yaşadığı, Birleşik Metal-İş’in 1999 araştırmasında ortalama hane büyüklüğünün 4,1 olduğu belirtilmektedir. Oysa Birleşik Metal-İş 2017 araştırmasında işçilerin yüzde 66’sının 3 ya da 4 kişilik hanelerde ikamet ettiği dile getiriliyor. Bu sayılar TÜİK’in ve DİSK-AR’ın araştırma sonuçlarıyla da uyumludur. Görüldüğü üzere işçi aileleri yıllar içinde küçülmekte, ortalama çocuk sayısı azalmaktadır. Buna karşılık ailede çalışan sayısı artmaktadır. Bu durum kentleşme ile ilgili olduğu kadar işçiler açısından geçinmenin giderek daha zor hale gelmesiyle de ilgilidir. İşçi sınıfının yoksulluğu giderek büyümekte, sorunları her anlamda ağırlaşmaktadır.

İşçi sınıfının sorunları büyüyor

İşçilerle yapılan tüm anket ve araştırmalar, geçim sıkıntısı içinde olsalar bile işçilerin çalışacak bir işleri olduğu için, başlarını sokacak bir evleri olduğu için ya da borçları olmadığı için şükrettiklerini, “Hayatınızdan memnun musunuz?”, “İşinizden memnun musunuz?”, “Mutlu musunuz?” gibi soruları çok yüksek oranlarda “evet” şeklinde cevapladıklarını gösteriyor. Mesela DİSK-AR’ın Sınıf Görünümleri araştırmasında “işinizden memnun musunuz?” sorusuna işçilerin %77’si “memnunum” şeklinde yanıt vermiştir. Ama sürekli tekrar ettiğimiz gibi, olgulara tek yönlü bakmak ve biriken çelişkileri göz ardı etmek doğru değildir. Nitekim işinden memnun olduğunu belirtenlerin oranının yüksekliğine rağmen aynı araştırmada sorulan ücret, iş saatleri, iş güvenliği ile ilgili daha spesifik sorulara verilen olumlu yanıtlar dramatik biçimde düşmektedir. Mesela “ücretinizden memnun musunuz?” sorusuna olumlu yanıt verenler %58’de kalmaktadır. Ancak bu oran bile yanıltıcıdır. “Yaptığım işe karşılık adil bir ücret aldığımı düşünüyorum” diyenlerin oranı %47’lere gerilemektedir, henüz krizin patlak vermediği 2017’de işçilerin %54’ü ay sonunu zor getirdiklerini dile getirmektedir vs. Türkiye’de asgari ücretle çalışanların toplam çalışanlara oranı %43 civarındadır. Yani Türkiye’de 10 milyondan fazla işçi asgari ücret civarında bir ücretle yaşamaktadır ve denilebilir ki ortalama işçi ücretleri asgari ücret düzeyine inmiştir. 2017 verilerine göre asgari ücretin satın alma gücü açısından Türkiye OECD ülkeleri içinde 18. sırada yer alıyordu. Ancak o tarihten bu yana ekonomik kriz ve enflasyon nedeniyle asgari ücretlinin alım gücü kaybının, diğer bir deyişle reel ücretlerdeki gerilemenin boyutlarını tahmin etmek güç değildir. Buna rağmen sermaye sahipleri işgücü maliyetlerinin yüksek olduğu yalanını yüksek sesle dile getirmekten geri durmuyorlar. TÜİK araştırmalarında yoksulluk sınırı altında yaşayan hanelerin oranı 2017 itibariyle %20’nin üzerindedir. Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 20’lik diliminin toplam gelirden aldığı pay yüzde 48’dir ve bu oran en yoksul yüzde 20’nin toplam gelirinden 8 kat daha fazladır. İşçi sınıfının yaşam koşullarına ışık tutması bakımından şu veriler çarpıcıdır: Birleşik Metal-İş’in araştırmasına göre 2002 yılının Aralık ayında Türkiye genelinde tüketici kredilerinin toplam tutarı yaklaşık 2 milyar lira düzeyindeydi. Bu tutar 2005’te 20 milyar liraya ulaştı. 2017’deyse 385 milyar lira oldu. Hane başına düşen ortalama tüketici kredisi borcu 348 liradan 17 bin liraya yükseldi. Kredi kartları ile birlikte hane başına düşen güncel borç 21 bin lira civarına ulaştı. Bu tablonun metal işçilerine yansıması çarpıcıdır. Borcu olmadığını söyleyen Birleşik Metal-İş üyelerinin oranı sadece %15’tir. Borcu olan işçilerin %93’ü borçlarının kendilerini zorladığını beyan etmiştir. Son yıllarda 15-20 bin liralık borcunu ödeyemediği için intihar eden insanlar bu “zorlanmanın” ne boyutlara vardığını en acı biçimde göstermektedir. Bu tablo, işçilerin çalışma koşullarını ağırlaşmakta ve işsizlik korkusunu derinleştirmektedir. Nitekim Türkiye’de işçilerin neredeyse yüzde 80’i işsizliği çok büyük bir sorun olarak gördüğünü belirtmektedir. DİSK’in raporuna[7] göre AKP döneminde işsizlik oranları, kendinden önceki döneme göre ciddi bir yükseliş göstermiştir. TÜİK’in rakamlarına göre 1988 ile 2002 arasında yıllık ortalama işsizlik oranı %8 olarak gerçekleşmişken AKP hükümetleri döneminde %11 olmuştur. Ancak ekonomik krizin etkilerinin belirgin biçimde açığa çıktığı 2018’den sonra bu oranlar katlanarak artmıştır. 2019 biterken işsiz sayısının 7,5 milyonu geçtiği biliniyor. 2020’nin ilk çeyreğinde ise işsiz sayısı artmaya devam etmiştir ve bugün işsizler ordusuna 3,2 milyon kişinin daha ekleneceği belirtilmektedir. Üstelik bugün işsizlik işçiler açısından geçmişe göre çok daha ağır sonuçlar doğuran bir sorundur. Daha önceki işçi kuşaklarının köyle bağı çok güçlüyken, bu bağ bugün büyük ölçüde azalmış, “köyden gelen erzak”la geçinebilme durumu ortadan kalkmıştır. Birleşik Metal-İş’in 2008 yılı profil araştırmasına göre köyde gelir getiren toprağı olan işçilerin oranı %15’in altındadır. Köyden geçime yardımcı olacak şekilde erzak getirdiğini ifade eden işçilerin oranı ise %25’tir. 2017 araştırmasında ise bu oranların %10’un çok altına indiği görülmektedir. Kiracılık da işçiler açısından işsizliği daha tahammül edilemez hale getiren bir sorundur. İşçi aileleri açısından en büyük gider kalemini ev kirası oluşturmaktadır. Büyük sanayi kentlerinde işçilerin ev sahibi olma oranı genel ortalamaya göre çok daha düşüktür. Değişen yaşam koşullarının yeniden şekillendirdiği ihtiyaçlar ve tüketim kalıpları da işsizliği katlanılmaz kılan faktörlerdendir. Giderleri sürekli artan ailesinin veya kendisinin ihtiyaçlarını karşılayamayan işçi kendini değersiz, önemsiz hissetmekte, sürekli biçimde kaygı ve stres yaşamaktadır. AKP iktidarı kamusal hizmetlerde kapsamlı bir tasfiye uyguladı. Sağlık ve eğitim gibi hizmetler paralı hale getirildi ve çok pahalandı. Sağlıkta reform yaptığını, kuyruk çilesine son verdiğini ileri süren AKP, sağlık tekellerini ve özel hastaneleri ihya ederken işçi ve emekçilerin nitelikli sağlık hizmetine erişim hakkını gasp etti. Aileleri çocuklarını özel okullara vermeye teşvik etti, devlet okullarında okumayı iyiden iyiye pahalı hale getirdi. Gıda fiyatlarını akıl almaz biçimde arttırdı. Patates, soğan gibi yaygın üretilen ve tüketilen görece ucuz sebzeler bile lüks haline geldi. En temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan, her şeyden tasarruf yapmaya çalışan işçi ailelerinin giderleri sürekli olarak arttı. Bu koşullarda işsizlik nedeniyle bunalıma giren, intihar eden, hatta ailesini de kendisi ile birlikte ölüme sürükleyen insanların sayısı arttı. Bu intiharlar karşısında siyasi iktidarın aldığı tutum ise, intihar edenlerle benzer koşullarda yaşayan işçi ve emekçilerin hafızasına kazındı. İşsizlik bu denli ciddi bir sorunken iş bulabilenlerin çalışma koşullarıysa günden güne daha kötüye gitmektedir. 2018 OECD verilerine göre yasal çalışma süresi haftalık 45 saat olan Türkiye’de ortalama çalışma süresi 48 saattir. AB ülkelerinde haftada 40 saatten fazla çalışan işçilerin oranı sadece yüzde 20 iken Türkiye’de bu oran neredeyse dört katına, %74’e yükselmektedir. Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü araştırmasına göre işçilerin yüzde 40’ı her gün veya haftada birkaç gün fazla çalışma yapmaktadır. Haftada en az bir gün veya daha fazla gün fazla mesai yapanların oranı ise %56’ya yükselmektedir. Öte yandan işçilerin sadece %58,’i fazla çalışma karşılığı ücret ödendiğini belirtmiştir. Fazla mesai karşılığında ücret ödememe, eksik ödeme veya izin vermeme oranı %36’dan fazladır. Çalışanların %20’den fazlası düzensiz, geçici, taşeron işçisi ve özel istihdam bürosu işçisi olarak çalıştığını beyan etmiştir. 15-19 yaş arası gençlerin yaklaşık %33’ü, 20-24 yaş arası gençlerin %35,4’ü düzensiz ve geçici işlerde çalışmaktadır. Benzer bir durum 55 yaş üstü işçilerde de görülmektedir. Araştırmaya katılan işçilerin beşte biri çalıştığı işyerinde sigortalı değildir. 15-19 yaş grubundaki işçilerin %40,6’sı, 20-24 yaş grubundaki işçilerin ise %32’si herhangi bir sigortası olmadığını beyan etmektedir. En genç ve en yaşlı işçiler daha yüksek oranlarda sigortasız çalıştırılmaktadır. İşçilerin en önemli sorunlarından biri de işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin yetersizliğidir. AKP döneminde yılda ortalama 1132 işçi iş cinayetlerine kurban gitmiştir ve bu ortalama her geçen yıl yükselmektedir. Türkiye’de neredeyse istihdamın yarısı 10 ve daha az sayıda işçi çalıştıran işyerleridir. İşyerlerinin %85,3’ünde 10’dan az işçi çalışmaktadır ve bu işyerlerinde sendikal örgütlenmeden bahsetmek mümkün değildir. İş cinayetlerinin pek çoğu işte bu işyerlerinde gerçekleşmektedir. Böylesine ağır çalışma koşullarına rağmen emekli olma şartları ağırlaştırılmakta, emekli aylıkları düşürülmekte, sağlık, yaşlı bakım hizmetleri niteliksizleşmekte ve pahalı hale getirilmektedir. Emeklilik hakkına yönelik saldırılar Türkiye işçi sınıfı açısından giderek büyüyen bir sorundur. Son yıllarda emeklilikte yaşa takılanların mücadelesinin toplumun tüm kesimlerinden gördüğü destek bu sorunun yakıcılığını ortaya koymaktadır. Emeklilerin %71’i 56 ve daha yukarı yaşta olmasına rağmen iktidar hâlâ Türkiye’nin “genç emekliler ülkesi” olduğunu ileri sürmekte ve emeklilik hakkını gasp etmektedir. SGK verilerine göre, Türkiye’de toplam 8 milyon 402 bin kişi emekli aylığı almaktadır. Ancak emekli aylıkları öyle düşük ki emekli olması gereken 4 milyon insan, hak sahibi olduğu halde ya bir işte çalışmakta ya da iş aramaktadır. AKP’nin iktidara geldiği 2002’de bu durumda olan insanların sayısı 2 milyondu. “Büyüyen Türkiye”de emeklilerin payına daha fazla yoksulluk düştü. Türkiye işçi sınıfının en temel sorunlarından bir diğeri sürekli artan vergilerdir. Asgari ücretli bir işçinin yıllık kazancının yaklaşık %33’ü SGK primi ve vergi olarak kesilmektedir. İşçilerin gelirleri yılsonuna doğru iyice düşmektedir. İşçiler bir yandan yüksek gelir vergisi öte yandan tüketim vergisi yükü altında ezilmektedir. Kısacası devlet işçi sınıfının sırtından finanse edilmekte, işçi sınıfının paralarıyla oluşturulan fonlar sermayeye akıtılmakta, siyasi iktidarın politikaları eşitsizliği arttırmakta ve işçiler kölece çalıştırılmaya, açlık ve yoksulluğa sürüklenmeye devam etmektedir. Bu koşullarda işçilerin bir sosyal yaşamı olduğundan bahsetmek zordur. Nitekim işçilere en sık gerçekleştirdikleri “sosyal faaliyet” sorulduğunda iki işçiden biri “televizyon izleme”, üç işçiden biri “spor karşılaşması izleme” cevabını vermektedir. Metal işçileri arasında yapılan araştırmada “Yıllık izninizi genel olarak nasıl geçiriyorsunuz?” sorusuna işçilerin %24’ü hiç yıllık izin kullanmadıklarını belirterek yanıt vermiştir. İşçilerin %47’si yıllık iznini evinde geçirdiğini belirtmektedir. Yüzde 29’u ise memleketine ve köyüne gitmektedir. Tatil amacıyla bir otel, pansiyon ve benzeri bir mekânda konaklayanların oranı sadece %23’tür. Yani günümüzün “Büyük Türkiye”sinde işçiler yoksulluk içinde, iş-ev sınırları arasında yaşamaya mahkûm edilmiş, yalnızlaştırılmıştır. Sonuç olarak; zamanla bu ağır tablonun işçi sınıfının öfkesini körüklememesi, çözüm arayışlarını arttırmaması düşünülemez. Nitekim işçi sınıfının bağrında mücadelesini sürdüren sınıf devrimcileri tam da bu öfkeyi büyütmeye, çözüm arayışlarına cevap olmaya çalışmaktadır.

Anlatılan senin hikâyendir…

Başlarken şöyle demiştik: “Çürüme çağındaki kapitalizm altında zaman, işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesinin önünde engel teşkil eden faktörleri hızla aşındırarak, yok ederek, yükselişleri mayalayan birikimleri sıçramalı biçimde büyüterek ilerlemektedir. Türkiye işçi sınıfı açısından da durum tastamam budur. Zaman geçmişin gölgelerini silerek, paslı prangaları kırarak, keskin mücadeleleri mayalayarak ilerlemekte, Türkiye işçi sınıfı gelişip olgunlaşmaya devam etmektedir.” Rakamların diliyle ortaya koymaya çalıştığımız tablonun ağırlığına rağmen sınıf devrimcilerinin odaklandığı nokta budur. İşçi sınıfının büyüyüp kentlerde birikmesi, işçi ailelerinin yapısındaki değişim, kadınların evin yalıtıklığından kurtularak toplumsal yaşamın her alanında var olmaya başlaması, işgücüne katılması, kent yaşamının tüketim kalıplarını değiştirmesi, geleneksel önyargıları aşındırması, küreselleşmenin ve Türkiye kapitalizminin geldiği düzey, artan hoşnutsuzluk elbette yarını belirleyecektir. Bu dönüşüm hem AKP’nin itaatkâr, kanaatkâr, muhafazakâr ve kindar toplum projelerinin altını oymakta hem de sermaye sınıfına karşı verilecek büyük mücadelelere zemin döşemektedir. Öte yandan her biri bir öncekinden daha ağır yaşanan ekonomik krizler sorunları muazzam ölçüde ağırlaştırmakta, tüm çelişkileri daha görünür kılmaktadır. İşçi sınıfının bugünkü örgütsüzlüğü, dağınıklığı, sessizliği, bu saydığımız dinamiklerin etkisiyle derinlerde gerçekleşen mayalanmayı, birikimi görmeye engel değildir. Bugün işçi sınıfının yakıcı sorunları çözüm beklemektedir, örgütlenme ihtiyacı kendini dayatmaktadır ve geçmişin dersleri ortadadır. İşçi sınıfının saflarına örgütsüzlük ve dağınıklığın hâkim olduğu, işçi sınıfının yenilmiş göründüğü uzun suskunluk yıllarını her zaman fırtınalı yükselişler takip etmiştir. 1960’lı yılların ardından yükselen sınıf mücadelesi, bu gerçeğin Türkiye’deki örneklerindendir. Türkiye işçi sınıfına göre çok daha uzun bir tarihi ve keskin mücadele deneyimleri olan dünya işçi sınıfının tarihindeyse sayısız örnek bulmak mümkündür. Dünya işçi sınıfının isyanları Türkiye işçi sınıfının geleceğinin resmidir. Dolayısıyla karamsarlığa yer yoktur, önemli olan işçi sınıfının büyüyen saflarında geleceğin mücadelelerini, devrimlerini mayalamaya devam etmektir.
[1] Birleşik Metal-İş, Üye Kimlik Araştırması, 2008
[2] Ferit Serkan Öngel, Metal İşçisinin Kimliği Üye Kimlik Araştırması 2017
[3] DİSK-AR, Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü, İşçilerin Çalışma ve Yaşam Koşulları ile Kanaat, Deneyim ve Tutumları Alan Araştırması, 2017
[4] age
[5] Hacettepe Ünv. Arş. Gör. Birgül ÇİÇEK, Prof. Dr. Zeynep Çopur, Bireylerin Kadınların Çalışmasına ve Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Tutumları, Nisan 2018
[6] DİSK-AR, Emek Araştırmaları 2016-2019
[7] age

9 Mayıs 2020
İşçi Hareketi
Share

Kaynak URL:https://marksist.net/ezgi-sanli/rakamlarin-diliyle-turkiye-isci-sinifi