sınıf mücadelesinde Marksist Tutum sitesinde yayınlanmıştır (https://marksist.net)

Anasayfa > Dünya Ekonomisini Kimler Kontrol Ediyor?

Dünya Ekonomisini Kimler Kontrol Ediyor?

1.bölüm

image.png

Lenin’in emperyalizmi kapitalizmin en üst aşaması olarak tahlil etmesinin üzerinden 100 yıla yakın bir süre geçti. Ondan önce de Marx başta Kapital olmak üzere çeşitli çalışmalarında sermayenin merkezileşme eğilimini toplumsal sonuçlarıyla birlikte ortaya koymuş, kapitalizmin dünya pazarını nasıl yarattığını anlatmış ve bunun tekelleşmeyle başbaşa gittiğini vurgulamıştı. Geçen yıllar boyunca kapitalizmin gösterdiği gelişim Marx’ın ve Lenin’in tahlillerini fazlasıyla doğrulamış, en büyük mali sermaye gruplarından oluşan birkaç yüz şirket dünya ekonomisine yön verir hale gelmiştir. Üstelik de insanlığın çoğunluğunun sefaleti, artan yoksulluk ve işsizlik, çevre felaketleri ve savaşlar pahasına. Kapitalizmin içine düştüğü küresel ekonomik krizle birlikte, mali sermayenin egemenliğinin toplumsal sonuçları o kadar katlanılmaz hale gelmiştir ki, burjuva ideologlarının bir kesimi bu tabloyu ortaya koymaktan kaçınamamakta ve fakat bir avuç asalağın milyarlarca insanın kanını emdiği bu sömürü düzenini “sürdürülebilir” kılmak adına çareler aramaktadırlar. BM, IMF veya Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar, üniversitelerdeki akademik çevreler ve hatta Marksizm enstitüleri böylesi “uzman”larla doludur. Bu “uzman”lardan üçünün 2011 yılında ortaya koyduğu bir çalışmada yer alan çarpıcı veriler, tekelleşmenin ulaştığı muazzam boyutları ve mali sermayenin küresel egemenliğinden başka bir şey olmayan emperyalizmin ulaştığı düzeyi ayan beyan gözler önüne sermektedir. Buna göre hepitopu 147 şirket –ki bunların üst sıralarını da Barclays, JP Morgan, Deutsche Bank gibi devasa sermaye grupları oluşturuyor– dünya ekonomisini kontrol edebilmektedir. Bu şirketler, sahip oldukları ekonomik güce dayanarak sadece kendi ülkelerindeki değil, dünyanın pek çok bölgesindeki hükümetleri ve devletleri çıkarları doğrultusunda yönlendirebilir hale gelmişlerdir. Çalışmayı yürüten uzmanların amaçları “küresel sistemin daha istikrarlı hale gelmesi için gereken bilgileri sağlamak” olsa da, çıkan sonuç açıktır: Dünya ekonomisini, gittikçe daha az sayıda elde toplanan mali sermaye kontrol etmektedir.

“Şirketlerin küresel kontrol ağı”

İsviçre’nin Zürih kentindeki Federal Teknoloji Enstitüsü’nde sistem analizi konusunda uzmanlaşmış bu üç akademisyenin (S. Vitali, J. B. Glattfelder, S. Battiston), Şirketlerin Küresel Kontrol Ağı adlı 3 yıllık çalışması önce The New Scientist dergisinde, ardından da Fortune Global ve Le Monde gibi burjuva medya organlarında yer almıştır. Sermayenin merkezileşmesinin ulaştığı düzeyi ve mali sermayenin egemenliğinin boyutlarını gösteren araştırma sonuçları, aslında burjuva medya açısından da yeni bir olgu değildir. Fakat araştırmayı yürüten akademisyenlerin de belirttiği gibi, gittikçe “sürdürülemez” hale gelen bu durumun sonuçları karşısında sistemin istikrar kazanması için neler yapılması gerektiğine dair ciddi ve somut veriler içermektedir. Mevcut kriz koşullarında burjuva ideologlarının ve bilim insanlarının önemli bir kısmının sistemi çöküşten kurtaracak formüller arayışında olduğu göz önüne alındığında, çalışmanın bu çevreler açısından önemi de anlaşılacaktır. Çalışma, OECD’nin ORBIS adlı raporlarına dayanmaktadır. Mikro düzeydekiler de dahil olmak üzere OECD’ye kayıtlı şirketlere ait çeşitli bilgileri içeren bu veri programının 2007 tarihli pazar araştırması raporunu baz alan çalışma, öncelikle 194 ülkede 37 milyon ekonomik aktörün (kişi veya tüzel kişilikler) varolduğunu saptıyor. OECD’de kaydı olmayan şirket sayısı –ki sonuçları etkileyecek bir oran teşkil etmiyorlar– ise ihmal edilmiş. Bu 37 milyon şirketin içinde, çalışmanın hedef grubunu oluşturan ulus-ötesi şirketler kapsamına giren firma sayısı ise 43 bin 60 ve bunlar toplam 116 ülkeye yayılmış durumdalar. Bu ulus-ötesi şirketlerin hepsinin çevresinde kendilerine direkt veya dolaylı bağlarla bağlı bir şirketler ağı bulunuyor. Ayrıca ulus-ötesi şirketlerin hisse sahipleri arasında da yoğun ve karmaşık ilişkiler mevcut. Ulus-ötesi şirketler ve çevrelerindeki bağlantılı şirketlerden oluşan ağ üç katmanda kategorize ediliyor; en üst katmanda 77 bin 456 hissedar, orta katmanda 43 bin 60 ulus-ötesi şirket ve en alt katmanda da 479 bin 992 bağlantılı şirket bulunuyor. Tepedeki hissedarlar grubu, ulus-ötesi ve bağlantılı şirketler aracılığıyla dünya çapında 1 milyon 6 bin 987 firmayı kontrol edebiliyor, yani ekonomik faaliyetlerine yön verebiliyor. Araştırma derinleştikçe, tepede yer alan 77 bin 456 hissedarın aslında 1318 “bağlantı noktası”nı temsil ettiğini görüyoruz ki “bağlantı noktası” kavramıyla kastedilen çeşitli sermaye ortaklıklarıdır. Araştırmaya göre bu dev sermaye grupları, birbirleriyle de çeşitli türden ortaklıklar gerçekleştirmekte ve bu sayede “küresel işletme gelirlerinin”[1] toplamının %60’ını kontrol altında tutmaktadırlar. Toplam 43 bin 60 ulus-ötesi şirketin 15 bin 491’i ise diğerlerinden açık ara daha büyükler ve “küresel işletme gelirleri”nin %94’ünü kontrol ediyorlar. Ulus-ötesi şirketlerin büyükbaşları diyebileceğimiz bu 15 bin 491 şirketin içinden 737 tanesi, 43 bin küsur şirketin toplam varlıklarının %80’ini kontrol ettiği gibi, bunların içinden 147 tanesi de toplam varlığın %40’ını kontrol ediyor. Bu 147 şirketin 110’unu da bankalar ve benzeri finans kuruluşları oluşturuyor. Özet olarak denilebilir ki, küresel ekonomi, tepesinde devasa büyüklükte mali sermaye kuruluşlarının bulunduğu piramit şeklindeki bir mali oligarşi tarafından yönetilmektedir. Ekonomik faaliyetin öznesi olarak kabul edilen şirketler “görünmez iplerle” (aslında “kalın zincirlerle” demek belki daha doğru olur) birbirine bağlıdır ve ipler bu 147 sermaye grubunun elindedir. Bu 147 şirketi burada tek tek sıralamak gereksizdir, fakat fikir vermesi bakımından bazı örnekler verilebilir. Örneğin aşağıdaki tabloda yer alan ilk 50’nin tamamına yakını mali sermaye kuruluşudur.[2] 24’ü ABD, 8’i İngiltere, 5’i Fransa, 4’ü Japonya, 2’şer tanesi İsviçre, Hollanda ve Almanya, birer tanesi de Çin, İtalya ve Kanada kökenlidir.   Çalışmaya göre, son zamanlarda yaşanan mali krizlerin giderek şiddetlenmesinin ve anında küresel düzeyde yayılmasının temelinde bu kontrol mekanizması yani “şirketlerin küresel kontrol ağı” yatıyor. Ama piramidin tepesinde bulunanlar kontrol ağının bozulmasını istemiyorlar ve bu amaçla da ortak hareket ediyorlar. Çünkü ağın üzerindeki yük olağanüstü artmış durumda ve en ufak bir yırtığın tüm sistemi çökertebileceğinden korkuyorlar. Kriz derinleşse de çıkarlarının ve kârlarının azalmasını istemeyen tepedeki şirketler, faturayı giderek artan oranda ağın alt tabakalarındaki şirketlere ödetiyorlar. Güçleri oranında tüm hükümetleri kamu harcamalarını kısmaya ve kendi açıklarını finanse etmeye “teşvik” ediyorlar. Benzer şekilde tüm dünyada “istihdam” paketlerinin yürürlüğe girmesini (yani ücretlerin düşürülmesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini, sosyal güvenlik sistemlerinin güdükleştirilmesini vb.), kârlı özelleştirmelerin hızlandırılmasını, dolaylı vergilerin arttırılmasını sağlamaya uğraşıyorlar. Bu amaçla da ellerindeki tüm mali, ticari ve siyasi olanakları kullanıyorlar. Çalışmada, sermayenin merkezileşme düzeyine ve tepedeki mali sermaye grubunun dünya ekonomisini kontrolüne dair genel veriler aktarıldıktan sonra, asıl olarak bu mekanizmanın nasıl işlediğine dair ayrıntılı anlatımlar bulunmaktadır. Bu durumun küresel ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde son derece sınırlı oranda durulmakta, bu olumsuz etkilerin nasıl giderileceğine dair çözüm önerileri ise hiç yer almamaktadır. Bundan maksat, çalışmayı yürütenlerin ifadesine göre, mekanizmanın iyileştirilebilmesine odaklanılması ve bunun için olabildiğince veri sunulmasıdır. Ancak bizim derdimiz bu “mekanizmanın” yani mali oligarşinin dünya ekonomisi üzerindeki egemenliğinin nasıl işlediğini burjuva iktisatçılardan öğrenmek olmadığından, çalışmadan aktaracaklarımızı burada sonlandırmak ve Marksizmin emperyalizm tahlilleriyle konuya devam etmek gerekiyor.

Sermayenin merkezileşme eğilimi

Yukarıda özet olarak aktarmaya çalıştığımız rapor, aslında Marksizmin uzun yıllar önce ortaya koyduğu sermayenin merkezileşme eğiliminin ve emperyalizm tahlilinin güncel bir doğrulanışından öte bir anlam taşımamaktadır. Ama bu doğrulamayı son derece çarpıcı ve somut verilerle yapması önemlidir, çünkü içinden geçtiğimiz kriz ve savaş koşullarında işçi-emekçi sınıflardaki genel hoşnutsuzluk giderek artmakta ve bu bağlamda sorunların sistemin kendisinden kaynaklandığını göstermeye yarayacak her türlü teşhir malzemesi önem kazanmaktadır. Rapora dair bu kaydı düştükten sonra, Marksizmin konu hakkındaki temel açılımlarının bizzat kaynaklarından alıntılarla hatırlatalım. Çünkü Marksizmin emperyalizmin ne olduğuna yönelik tahlillerinin amacı, burjuva “uzman”larınki gibi sistemi iyileştirmek veya sürdürülebilir kılmak değil, onu yıkma ve yerine sosyalizmi kurma mücadelesinde işçi sınıfına yol göstermektir. Bize gereken de budur. Yüz elli yıla yakın bir süre önce Marx, sermayenin küreselleşme, yoğunlaşma ve merkezileşmesine ve bunun sonucu olarak tekelci hâkimiyetin ortaya çıkışına dikkat çekmişti. Sermayenin merkezileşmesinin, giderek daha büyük oranda varlığın daha az sayıda kapitalistin eline geçmesi yoluyla gerçekleştiğini açıklamıştı. Bu tekelleşmenin rekabeti ortadan kaldırmadığını, aksine çok daha şiddetli bir rekabete yol açtığını da ifade etmişti. Üstelik Marx, ilerletici etkilerinin yanı sıra, sermayenin merkezileşmesinin ve tekelleşmenin son derece tahripkâr toplumsal sonuçlarına da değinmişti. Marx Kapital’de konuyu ele alırken, kapitalizm kendi ayakları üzerinde duracak hale gelir gelmez büyük kapitalistlerin daha küçükleri mülksüzleştirmeye başlamasından bahsederek sermayenin merkezileşme eğiliminin kaçınılmazlığını ortaya koyar: “Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. Emek sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarı ağına sokulması ve böylelikle kapitalist rejimin uluslararası karakteri, bu merkezileşmeyle ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesiyle elele gider.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., s.782) Marx böylece sermayenin merkezileşme eğiliminin daha en başından beri kapitalizme içkin olduğunu ifade etmektedir. Kapitalizmin ileriye doğru her adımı ve kapitalizm altında üretici güçlerin her gelişmesi bu merkezileşmeye hız vermektedir. Kapitalizmin temel dinamiklerinden rekabet, sermayenin merkezileşmesini, yani büyük balığın küçükleri yutmasını da zorunlu kılmaktadır. Kapitalizm altında, küçük balıklardan oluşan sürülerin büyük balıklardan sürekli kaçmasına ama yem olmaktan kurtulamamasına benzeyen bir süreç işler: “Rekabet savaşı, meta fiyatlarının ucuzlatılmasıyla verilir. Meta fiyatlarının ucuzluğu, ceteris paribus [diğer tüm koşullar sabitken –KD], emeğin üretkenliğine ve bu da, üretimin boyutlarına bağlıdır. Bunun için büyük sermaye daha küçüğünü yener. Ayrıca, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, bu işi normal koşullar altında yürütmek için gerekli asgari bireysel sermaye miktarında bir yükselme olacağı da unutulmamalıdır. Bu yüzden, küçük sermayeler, büyük sermayenin henüz yalnızca yer yer el attığı ya da bütünüyle ele geçiremediği üretim alanlarına akar ve buralarda toplanırlar. Burada rekabet, birbirine düşman sermayelerin sayılarıyla doğru, büyüklükleriyle ters orantılı bir şiddetle devam eder. Ve bu savaş, daima, sermayelerinin bir kısmı kendilerini yenen kapitalistlerin eline geçen, bir kısmı da yok olup giden birçok küçük kapitalistin batıp gitmesiyle sona erer. Bundan başka, kapitalist üretimle birlikte tamamen yeni bir güç sahneye çıkar «kredi sistemi»; bu sistem ilk aşamalarında birikimin alçak gönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine girer ve büyük ya da küçük miktarlarda toplum yüzeyine dağılmış bulunan para kaynaklarını, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çeker; ama çok geçmeden, rekabet savaşında yeni ve müthiş bir silah halini alır ve ensonu sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal mekanizmaya dönüşür.” (Marx, age, s.790) Nispeten erken diyebileceğimiz tarihlerde Marx, sermayenin merkezileşmesinde kredi sisteminin rolünü görmüş ve bugün dünya ekonomisini bir ahtapot gibi sarmış olan mali sermayenin, bankalar ve kredi mekanizması aracılığıyla gerek bireyleri, gerek şirketleri ve gerekse de devletleri nasıl kontrol ettiğinin de ipuçlarını vermiştir. Rekabet ve kredi mekanizmaları el ele vererek sermayenin merkezileşmesini hızlandırmakta, üretimdeki genişlemenin zorunlu kıldığı sermaye birikim düzeylerinin oluşması için zemin hazırlamaktadırlar: “Kapitalist üretim ve birikimin gelişmesi ölçüsünde, merkezileşmenin en güçlü iki mekanizması da gelişir; rekabet ve kredi. Birikimdeki ilerleme, aynı zamanda, merkezileşmeye elverişli malzemeyi, yani bireysel sermayeleri de arttırır; bu sırada, kapitalist üretimin genişlemesi, bir yandan toplumsal gereksinimleri yaratırken, öte yandan da, başarılmaları için daha önceki bir sermaye birikimini gerektiren dev sanayi kuruluşları için zorunlu teknik araçları sağlar. Bu nedenle, bugün, bireysel sermayeleri biraraya toplayan çekim gücü ve merkezileşme eğilimi her zamankinden daha kuvvetlidir.” (age, s.791) Marx’ın Kapital’i yazdığı yıllardaki kapitalizmin gelişkinlik düzeyi günümüzle karşılaştırıldığında, Marx’ın ortaya koyduğu bu eğilimlerin aslında tam olarak bu çağda hayata geçtiği söylenebilir. Ama bu eğilimi 150 yıl önce görebilmek, herhalde ancak Marx gibi bir dehaya mahsus olabilirdi. Bu yüzden, son dönemlerde ortaya çıkan bazı burjuva ideologların küreselleşme, emperyalizm, tekelleşme vb. konular üzerine yazıp çizdiklerini yepyeni keşifler olarak selamlayan kimi solculara da dönüp Marksizmin özkaynaklarına bakmalarının daha aydınlatıcı olacağını bir kez daha söylemiş olalım. Marx’ın bu öngörülerini tamamlayan ve sermayenin merkezileşmesinde borsanın ve hisse senetlerinin rolünü ortaya koyan da Engels olmuştur: “(...) kitabın yazıldığı 1865’ten beri, bugün borsaya, önemli ölçüde artan ve sürekli büyüyen bir rol yükleyen bir değişiklik olmuş, sınai ve tarımsal tüm üretimin, tüm ticaretin, ulaştırma ve iletişim araçlarının olduğu kadar değişim işlevlerinin de borsa yöneticilerinin elinde toplanmasına doğru bir gelişme görülmüş, ve böylece, borsa, bizzat kapitalist üretimin en seçkin bir temsilcisi halini almıştır. Bunu, sanayiin giderek hisse senetli girişimlere dönüşmesi izledi. Sanayi kolları birbiri ardına bu kadere kurban gitti. … Bundan sonra ortak yönetim altında dev girişimler yaratan tröstler… Sıradan bireysel firmalar, gitgide artık, o alandaki işi kurulabilecek düzeye getiren, yalnızca birer geçici aşama. Tarım alanında da aynı şey. Özellikle Almanya’da, türlü türlü bürokratik adlar altında dev boyutlara ulaşan bankalar, gitgide daha fazla ipotekler üzerinde hak sahibi oldular; hisse senetleri ile, toprak mülkiyetinin fiili sahipliği borsaya geçti; çiftlikler alacaklıların eline düştüğü zaman, bu, daha da gerçekti. Burada, bozkırların işlenmesiyle tarımsal devrim çarpıcıdır; eğer böyle sürüp giderse, yakın bir gelecekte, İngiltere ile Fransa’nın topraklarının da borsanın eline geçeceği söylenebilir. Şimdi bütün yabancı yatırımlar, hisse senedi biçiminde. ... Sonra sömürgeleştirme. Bugün bu, borsanın gerçek bir yardımcısı; onun çıkarı için Avrupa’nın güçlü devletleri birkaç yıl önce Afrika’yı paylaştı, Fransa, Tunus ile Tonkin’i elegeçirdi. Afrika, doğrudan doğruya şirketlere kiralandı … ve Mozambik ile Natal’ı, Sir Cecil Rhodes, borsa için ele geçirdi.” (Kapital, c.3, “Ek”, Sol Y., s.795) Engels’in bu anlatımları da ortaya koymaktadır ki, 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde büyük sermaye gruplarının oluşturduğu tekeller; bankalar, kredi mekanizması ve borsa sistemi aracılığıyla dünya ekonomisinin baş aktörleri haline gelmeye başlamış; mali sermayenin küresel egemenliğinin temelleri atılmıştır. 20. yüzyılla birlikte kapitalizmin en son ve üst aşaması olan emperyalizmin tahlilini yapmak ise Lenin’e düşmüştür. (devam edecek)


[1]   “İşletme geliri” ile kastedilen, bir işletmenin gerek kendi faaliyetleri gerekse de faaliyet dışı yollarla (örneğin faiz gelirleri) elde ettiği gelirlerin toplamıdır. İşletme kârından farkı, içinden henüz giderlerin düşülmemiş olmasıdır. Ciro kavramıyla yakın anlam içerse de tam karşılığı değildir.
[2]   Tablodaki sıralama, şirketlerin sermaye büyüklüklerine göre değil, “ağ içindeki şirketleri kontrol etme” kapasitelerine göre yapılmıştır.

1 Ağustos 2013
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 101, Ağustos 2013
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Dünya Ekonomisini Kimler Kontrol Ediyor? /2

2.bölüm

image.png

Emperyalizm mali oligarşinin küresel egemenliğidir

Marx ve Engels sermayenin merkezileşmesi ve uluslararasılaşmasına, borsaların piyasa üzerindeki hâkimiyetlerine daha o dönemde dikkat çekerken, Lenin de tekellerin ekonomi üzerindeki kontrollerini, mali sermayenin oluşumunu ve hegemonyasını nasıl kurduğunu açıklıyordu. Çünkü Lenin dönemine gelindiğinde, sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gitgide daha büyük işletmeler içinde son derece hızlı yoğunlaşması süreci, kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden biri haline gelmiş bulunuyordu. Tekelleşme olgusu daha 20. yüzyılın başlarında Lenin tarafından en gelişmiş kapitalist ülkelerden verilen örneklerle somutlanıyordu. Örneğin Almanya’ya dair şunları söylüyordu: “İşletmelerin yüzde 1’inden azı, toplam buhar ve elektrik gücünün dörtte üçünden fazlasını elinde bulundurmaktadır. Toplam işletmelerin yüzde 91’ini oluşturan 2,97 milyon küçük işletme (en çok beş ücretli işçi çalıştıranlar) toplam buhar ve elektrik gücünün sadece yüzde 7’sine sahiptir! Birkaç on bin büyük işletme her şeydir; milyonlarca küçük işletme ise hiçbir şey.” Lenin, üretimin yoğunlaşmasının Amerika Birleşik Devletleri’nde daha da hızlı gerçekleştiğini belirterek şöyle devam etmektedir: “Ülkedeki bütün girişimlerin toplam üretiminin neredeyse yarısı, toplam işletmelerin yüzde birinin elindedir! Ve bu üç bin dev işletme, 258 sanayi dalını kapsamaktadır. Buradan açıkça, yoğunlaşmanın, gelişmesinin belli bir aşamasında, deyim yerindeyse kendiliğinden neredeyse tekele yol açtığı sonucu çıkmaktadır. Çünkü birkaç düzine dev işletmenin kendi aralarında anlaşması kolaydır, öte yandan işletmelerin dev boyutu rekabeti zorlaştırmakta ve böylece tekele doğru bir eğilim doğurmaktadır. Rekabetin tekele dönüşmesi, bugünkü kapitalist ekonominin en önemli görüntülerinden biridir –eğer en önemlisi değilse– ...” (Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm”, Seçme Eserler, c.5, İnter Y., s.24-25) Lenin’in tekelleşme sürecine dair anlatımındaki önemli noktalardan birisi, tekelleşme hızının ekonomik kriz dönemlerindeki sıçramalı artışıdır. Lenin’in bu tespiti, Marx’ın kapitalizmin krizlerine ilişkin tahlilleriyle de örtüşmektedir. Buna göre 1900-1903 bunalımından itibaren tekeller artık tam anlamıyla kapitalist ekonominin baş aktörü haline gelmiş, kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür. Artık dev karteller, tröstler veya tekeller birbirleriyle satış yahut ödeme durumları üzerinde anlaşmakta, pazarları bölüşmekte, fiyatları ve üretilecek ürün miktarını belirlemekte, kârları da kendi aralarında bölüştürmektedirler. Burjuva uzmanların raporundan farklı olarak Lenin, tekellerin hangi yöntemlerle piyasaları ve şirketleri kontrol altına aldıklarını da son derece sarih bir dille ve basitçe açıklamıştır, çünkü onun derdi işçi sınıfına emperyalizmin ne menem bir belâ olduğunu anlatabilmektir. Kapitalistlere akıl veren burjuva uzmanların aksine Lenin, tekelci kapitalizm için bir ahlâkın söz konusu olmadığını, her yolun mubah olduğunu ve tekelci rekabetin çok daha şiddetli ve üst düzey bir rekabet olduğunu açıkça göstermiştir: “Tekelci birliklerin «örgütlenme» için günümüzdeki modern, uygar mücadelede başvurdukları yöntemlerin listesine şöyle bir göz atmak yararlı olacaktır: (1) hammadde engellemesi («… kartele katılmaya zorlamanın en önemli yöntemlerinden biri»); (2) «ittifaklar» yoluyla işgücü engellemesi (yani kapitalistlerle işçi örgütleri arasında işçilerin sadece kartelleşmiş işletmelerde çalışabilecekleri yönünde anlaşmalar yapılması); (3) sevkiyatın engellenmesi; (4) sürümün engellenmesi; (5) alıcıların tekelci maddelerle, yani yalnızca kartelleşmiş firmalarla iş ilişkilerine girmeye izin veren anlaşmalarla bağlanması; (6) tekel dışı işletmeleri yıkmak için planlı biçimde fiyat düşürme; malları belirli bir süre maliyet fiyatlarının altında satmak için milyonlar harcanmaktadır (benzinde fiyatlar 40 marktan 22 marka, yani neredeyse yarı-yarıya düşürülmüştü!); (7) kredi engellemesi; (8) boykot. … Burada söz konusu olan artık küçük ve büyük işletmeler arasındaki rekabet mücadelesi değildir. Tekele, onun baskısına ve zorbalığına boyun eğmek istemeyenler tekelciler tarafından boğulmaktadır.” (age, s.33) Bu ifadeler, burjuva iktisatçıların veya “sistem analistleri”nin tumturaklı kavramlarından, gösterişli formüllerinden, etliye sütlüye dokunmayan yorumlarından binlerce kez daha açık, doğru ve tutarlıdır. O yüzden bir kez daha söyleyelim ki, şimdilerde sosyalist hareket içinde dahi moda, “teoriyi” burjuva ideologların veya sözde solcu akademisyenlerin çalışmalarından öğrenmek olsa da, asıl bakılması gereken kaynak Marksizmdir. Bu sözde teorisyenlerin “yeni teoriler” icat ederek Marksizmin apaçık ve net biçimde ortaya koyduğu gerçekleri çarpıtma girişimlerine karşı son derece uyanık olunmalıdır. Lenin sanayi sermayesiyle banka sermayesinin iç içe geçerek mali sermayeyi meydana getirdiğini belirterek, mali sermayenin tüm dünyayı nasıl egemenliği altına aldığını şöyle açıklamaktadır: “Bankacılık geliştiği ve az sayıda kuruluşun elinde yoğunlaştığı ölçüde, bankalar mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, bütün kapitalistlerin ve küçük girişimcilerin bütün para sermayelerini ve belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin üretim araçlarını ve hammadde kaynaklarının büyük kısmını ellerinde tutan güçlü tekellere dönüşürler. Çok sayıda mütevazı aracının böyle bir avuç tekelciye dönüşmesi, kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini oluşturur... Aynı zamanda bankaların en büyük sanayi ve ticari işletmelerle, deyim yerindeyse bir çeşit kişisel birliği, bu kişinin hisse senetleri, banka müdürlerinin ticaret ve sanayi işletmelerinin denetim (ya da yönetim) kurullarına girmesi (ya da tersi) yoluyla bir kaynaşması gerçekleşir. ... Büyük kapitalist tekellerin oluşması ve gelişmesi «doğal» ya da «doğal olmayan» yollardan büyük bir hızla sürüyor. Modern kapitalist toplumun birkaç yüz finans kralı arasında sistematik bir şekilde bir çeşit işbölümü ortaya çıkıyor. ... Sonuç, bir yandan giderek daha büyük bir kaynaşma, ya da N. İ. Buharin’in isabetli ifadesiyle banka sermayesinin sanayi sermayesiyle içiçe geçmesi, öte yandan bankaların gerçekten «evrensel nitelikli» kuruluşlar haline gelmesidir.” (age, s.37-49) Bu tahlille birlikte Lenin, 20. yüzyılda eski kapitalizmin yerini yeni bir aşamaya bıraktığını, genel olarak sermayenin egemenliğinden mali sermayenin egemenliğine geçildiğini ortaya koyar. Üretimin yoğunlaşmasının tekelleri doğurduğunu, tekel düzeyine yükselmiş sanayinin bankalarla kaynaşmasının da mali sermayeyi oluşturduğunu anlatır. Mali sermaye gittikçe daha az elde toplanarak fiilen tekelleşme eğilimini hızlandırmakta, mali oligarşi egemenliğini sürekli güçlendirerek bütün toplumu tekelciler yararına haraca kesmekte, aşırı kârlar elde etmektedir. Büyüme dönemlerinde tatlı ve muazzam kârları cebe indiren mali sermaye, kriz dönemlerinde de batmaktan başka şansı olmayan işletmeleri çok düşük fiyatlara satın alır ya da bunların hisse ortağı olup holdingler oluşturur. Zarar eden işletmelerin hisselerinin, “sağlamlaştırma” adı altında düşük fiyatlarda tutulması, bu yutma operasyonlarının önünü açar. Bu sayede kriz dönemlerinde dahi tekeller kârlarını arttırmanın ve piyasayı daha fazla denetim altına almanın yollarını yaratmış olurlar. Tekeller ya da mali sermaye kuruluşları, verdikleri krediler-borçlar karşılığında, bu paranın nereye ve nasıl harcanacağına karar verme hakkını da elde ederler. Lenin’in emperyalizm tahlilinin önemli bir ayağını da sermaye ihracı olgusu oluşturmaktadır. Lenin, emperyalizm çağının ayırt edici niteliğinin sermaye ihracı olduğunu, bunun meta ihracını ortadan kaldırmayıp tersine arttırdığını vurgulamakta ve sermaye ihracının, mali sermayenin dünya hegemonyasını kurmada önemli bir araç olduğunu belirtmektedir. Böylece Lenin’in emperyalizm tanımına geliriz: “Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlanmış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (age, s.91) Bu tanımın ardından Lenin emperyalizmin çürümüş kapitalizm olduğunu işaret eder ve fakat bunun kapitalizmin geriye gidişi anlamına gelmeyeceğini de ekler: “Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların, zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi –bütün bunlar emperyalizme, onu asalak ve çürüyen kapitalizm olarak nitelememize yol açan özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin artan ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve «kupon kırpmak»la yaşadığı «rantiye-devlet», tefeci-devlet, giderek daha belirgin biçimde, emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini dışladığını sanmak yanlış olur; durum kesinlikle böyle değildir. Emperyalist dönemde bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı kesimleri, bazı ülkeler, bu eğilimlerden kâh birini kâh ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir, ne var ki bu gelişme sadece genellikle gittikçe daha eşitsiz hale gelmekle kalmıyor, eşitsiz gelişme kendini, sermaye bakımından en zengin güçlerin (İngiltere) çürümesinde de özellikle gösteriyor.” (age, s.126) Ve şu soruları sorar, “reformlar yoluyla emperyalizmin temellerini değiştirmek olanaklı mıdır? Emperyalizmdeki çelişkileri arttırmak ve derinleştirmek için ileriye mi; yumuşatmak için geriye mi gitmek gerekir?” Lenin’e göre bunlar emperyalizm eleştirisinin temel sorularıdır. Mali oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her alanda artan gericilik ve artan ulusal baskılar emperyalizmin siyasi karakterini oluşturmaktadır. Bu gerici karakter de hemen bütün emperyalist ülkelerde 20. yüzyılın başlarından itibaren bir demokratik küçük-burjuva muhalefeti yaratmıştır. Bu küçük-burjuva muhalefetin temel eğilimi de geriye, “güzel günlere” dönmektir ve bu anti-tekel söylemlerde ifadesini bulmaktadır. Ama Lenin bu küçük-burjuva çizgiye prim vermez. Yapılması gerekenin geriye dönmek değil, emperyalizmin çelişkilerini arttırmak ve derinleştirmek için ileriye atılmak olduğunu söyler. Tıpkı bugün olduğu gibi Lenin döneminde de küçük-burjuva demokratların, burjuva devletlere anti-tekel yasaları çıkarttırarak, tekellere karşı küçük işletmeleri veya devlet işletmelerini savunarak tekelci kapitalizme karşı beyhude bir savaşım verdiğini geçerken belirtelim. Küçük-burjuvazinin yel değirmenlerine karşı umutsuz mücadelesi o gün bugün sürmektedir. Troçki’nin I. Dünya Savaşı ve sonrasına dair gözlemleri, Lenin’in emperyalizm tahlillerini doğrulayan ve devam ettiren bir niteliktedir. Troçki de, Zamanımızda Marksizm adlı makalesinde, ABD ekonomisine dair örnekler üzerinden tekelleşmenin ve sermayenin merkezileşmesinin nasıl hızlı bir şekilde arttığını anlatmaktadır. Buna göre 1929 yılında ABD’de 300 binden fazla kayıtlı şirket arasından 200 tanesi, bu şirketlerin sahip oldukları mal varlıklarının %49,2’sini kontrol ediyordu. 1933’te bu oran %56’ya yükselecekti. Hatta Troçki, bu 200 şirket içindeki 12 tanesinin kararlarının tüm sanayi kolları için tam bir direktif anlamına geldiğinden bahsederek, merkezileşmenin göründüğünden daha da ileri düzeyde olduğunu vurguluyordu. Troçki sermayenin merkezileşmesinin ve tekellerin ekonomi üzerindeki egemenliklerinin sadece “barış” dönemlerine özgü olmadığını, ekonomik krizlerle atbaşı yürüyen savaş dönemlerinde bu eğilimin daha da kuvvetlendiğini belirtiyordu: “Kapitalizmin çeşitli aşamaları boyunca, konjonktürel çevrim evrelerinden, her tür politik rejimden, barış dönemlerinden olduğu kadar silahlı çatışma dönemlerinden de geçerek, tüm büyük servetlerin giderek daha az sayıda elde yoğunlaşması süreci devam etti ve bitmeksizin sürecek de. Büyük Savaş yılları sırasında, uluslar kan içinde can çekişirken, burjuvazinin tüm politik aygıtı ulusal borçların ağırlığı altında ezilmiş yatarken, hazine sistemleri orta sınıfları da peşinden sürükleyerek uçuruma yuvarlanmışken, tekeller bu kan ve pisliğin içinden eşi görülmemiş kârlar elde ediyorlardı. Birleşik Devletler’in en güçlü şirketleri mal varlıklarını savaş yılları sırasında ikiye, üçe, dörde ve hatta daha da fazlasına katladılar ve kâr hisselerini yüzde 300, 400, 900 ve daha fazla arttırdılar.” (Troçki, Zamanımızda Marksizm, www.marksist.com) Tıpkı Lenin gibi, emperyalizmin krizlerden ve savaşlardan azade olamayacağının altını çizen Troçki, çürüme çağındaki kapitalizm anlamına gelen emperyalizmi hayatta tutmak için uygulanan politikaların kaçınılmaz olarak siyasi gericiliği ve baskıcı rejimleri geliştireceğini, savaşları daha da kızıştıracağını hatırlatarak bunun en bariz kanıtının da tüm 30’lu yıllar boyunca hızlı biçimde yükselen faşizm olduğunu gösteriyordu. Troçki’nin faşizmle mali sermayenin egemenliği arasındaki bağı kuran tahlilleri son derece önemlidir. Ona göre faşizm mali sermayenin demir yumruğuydu; proletaryanın sınıf mücadelesinin yeniden canlanışının önüne geçmek için işçi örgütlerinin yıkılması, sosyal reformların yok edilmesi ve demokratik hakların tümden imhası üzerine kuruluydu. Emperyalizm çağındaki kapitalizmin çürümekte olduğunu belirten Troçki, onca teknik gelişmeye rağmen maddi üretici güçlerin gelişiminin neredeyse durduğunu ve hükümetlerin savaşa yatırım yapmaktan başka çıkış yolu bulamadıklarını ifade ediyordu.

Emperyalizm: çürüyen kapitalizm

Tüm bunlar da göstermektedir ki, Marksizmin emperyalizm tahlili, gerek sermayenin merkezileşme eğilimini, gerekse de mali sermayenin, tekellerin küresel egemenliğini ve bunların sonuçlarını oldukça isabetli ve detaylı biçimde ortaya koymuştur. Şimdi burjuva uzmanların yap(a)madıklarını yapalım ve yazımızın girişinde yer verdiğimiz araştırmanın ortaya koyduğu verileri nasıl yorumlamak gerektiği üzerinde duralım. Bu noktada başvuracağımız en temel kaynak Elif Çağlı’nın son derece işlevli açılımları olacaktır. Çağlı’nın dikkat çektiği ilk nokta, Marksizmin kurucularının erken tarihlerden itibaren kullandıkları dünya ekonomisi kavramının bugünün dünyasında çok daha fazla ete kemiğe büründüğü ve artık kapitalist üretim tarzının tüm unsurlarının (üretici güçler, üretim ilişkileri, işbölümü, artı-değerin üretilmesi ve bölüşülmesi, pazarlar, fiyatların oluşumu vb.) uluslararası ölçekte kavranmak zorunda oluşudur. Çağlı, Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Gelişme adlı kitabında 1980 dönemecinden sonra dünyada mal, hizmet ve sermaye dolaşımının önündeki yasal engellerin ortadan kaldırılması sürecinin hızlandığını, finans piyasalarının küreselleşmesinin de aynı süreçte sıçramalı bir gelişim kaydettiğini, dünya borsalarındaki sıcak para hareketlerinin inanılmaz ölçülerde hızlandığını ve büyüdüğünü aktararak, bileşenlerini çeşitli uluslardan tekellerin oluşturduğu ve bu nedenle kimilerince ulus-ötesi diye de adlandırılan çokuluslu şirketlerin dünya ekonomisi içindeki nicel ve nitel öneminin arttığını ifade etmektedir. “Öyle ki” der Çağlı, “dünya ekonomisi artık birkaç yüz dev çokuluslu şirket tarafından yönlendirilmektedir. En büyük 200 çokuluslu şirketin küresel mal ticaretinin yarısını kontrol ettiği söyleniyor. Bu kapsamdaki şirketler giderek dev boyutlara ulaşmakta, sadece bazılarının yıllık ciroları pek çok ulus-devletin GSYH’sini geçmektedir.” (age, s.10) Çağlı devamla, boyutları küreselleşen büyük tekellerin yatırım, üretim ve dağıtım planlarının da küresel ölçekte ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Çünkü tekil ulus-devlet kapitalist ekonominin yönetiminde geçmişe oranla önemini yitirmekte, çokuluslu üst kuruluşlar ve bölgesel iktisadi birlikler öne çıkmaktadır. Kapitalist hükümetlerin ihtiyaç duyduğu ve uygulamaya koyduğu makro ölçekli iktisadi ve sosyal politikalar, ulusal olmaktan çıkıp küresel karakter kazanmaktadır. Ve en önemlisi de, sermaye hareketleri, üretim ve ticari faaliyet bakımından piyasalar küreselleşmektedir. Ancak sermayenin bu uluslararası yapılanması çeşitli krizlere gebe olan çok çelişkili bir süreçtir. Bu çelişkilerin başında da sermayenin uluslararası karakterinin ulaştığı düzeye eşlik eden ulus-devlet olgusu gelmektedir: “Bir yandan sermaye, gerek yapılanmasının tarihsel kökleri ve gerekse de icabında sığınacak güvenilir bir liman arayışı nedeniyle, sırtını bir ulus-devlete yaslama güdüsünden kendisini büsbütün kurtaramaz. Ama öte yandan, devasa yatırımlara ortaklaşa giren farklı ülke sermaye gruplarının varlığı da çok somut bir gerçekliktir. Ayrıca, büyük kriz dönemlerinde zor duruma düşen sermaye gruplarının, sermayenin vatanı yoktur prensibinden hareketle kendilerine daha güçlü «yabancı» ortaklar aramaları kapitalist işleyişin dayattığı bir zorunluluktur. Tekelci kapitalizm, tekelci evlilikler demektir. Ve bu türden evliliklerde de «gelin» ya da «damat»ın ulusdaş olması değil, ekonomik çıkarlar önemlidir.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.43) Çağlı’nın altını çizdiği ikinci çelişki de, serbest rekabetçi dönemden emperyalizm dönemine geçilirken, tekelleşmenin getirdiği muazzam ekonomik büyümeye göreli olarak bir durgunlaşma eğiliminin eşlik etmesidir. Kapitalizmin 50’li ve 60’lı yıllarda yaşadığı olağanüstü büyüme döneminin özgüllüğü bir tarafa bırakılacak olursa, 70’lerden bu yana yaşanan süreç bunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Çağlı’ya göre Lenin’in emperyalizmi çürüyen ve asalaklaşan kapitalizm şeklinde tanımlamasının nedeni de budur. Bu tespit, pek çok alanda etkisini hissettiren gelişme eğilimleri tarafından doğrulanmış bulunmaktadır. Örneğin yatırım alanlarını kontrol eden büyük tekeller teknolojik gelişmeyi tamamen kendi kâr güdülerinin emri altına sokmuşlardır. O yüzden de pek çok olumlu teknik dönüşümü frenleyebilmektedirler. Yahut toplumun ihtiyaçları açısından hayatiyet taşıyan bazı yatırım alanları, yeterince kârlı olmadığı gerekçesiyle tekeller tarafından terk edilebilmektedir. Özellikle kriz dönemlerinde kendini daha bariz biçimde açığa vurduğu gibi, sermayenin giderek daha büyük bir kısmı üretim sürecinden ziyade “paradan para kazanmak” diye tabir edilen alanlara yatırılmakta, sermaye daha fazla oranda spekülatif alanlara kaymaktadır. Çağlı bu tür faktörlerin, kapitalizmin bir zamanlar sahip olduğu devasa atılım gücünü kısıtlayıcı eğilimler olduğunu dile getirmektedir. Çağlı’nın dikkat çektiği bir diğer nokta da, artan tekelleşmenin getirdiği eşitsizliktir. Emperyalizm çağıyla birlikte dünya ekonomisi bir bütün olarak tekelci bir karakter kazanmış, fakat bu tekelci gelişimin getirisi her bir kapitalist ülke için aynı düzeyde olmamıştır. Gelişmekte olan kapitalist ülkelerde işçi sınıfının yarattığı artı-değerin önemli bir bölümü, çokuluslu tekellerin büyük ortağı konumundaki emperyalist ülkelere transfer edilmektedir. Bu nedenle tekelleşmenin sonuçları da eşitsiz biçimde dağılmış olmaktadır. Ancak Çağlı, bu eşitsizliğe bileşik bir gelişimin eşlik ettiğini de söylemektedir. Bir yandan eşitsizlikler her düzeyde artar ve yayılırken, diğer yandan dünya ekonomisi bir bütün olarak ilerlemektedir. En geri Afrika ülkeleri bile 50 yıl önce bulundukları noktada değillerdir, ama açlık ve sefalet bu kıtada hâlâ artan oranda hüküm sürmektedir. Çağlı emperyalizm çağıyla birlikte çeşitli ülke sermaye gruplarının, aralarındaki rekabet asla ortadan kalkmaksızın, giderek küresel ölçekte birlikte iş görmeye koyulduklarını belirtmektedir. Dünyadaki güçlü finans kapital grupları, büyük tekeller yerküremizin pek çok noktasını son derece karmaşık ilişkiler ağıyla sarmaladıkça, rekabet içinde birliktelik olgusu da çok daha derin ve çelişkili bir karakter kazanmıştır. Birbirine binbir ilişki ile bağlı çeşitli kapitalist ülkelerin aynı zamanda kendi çıkarlarını maksimize etme hırsıyla davranması, organik bir bütünü zıt yönlere çeken eğilimlerin çatışmasını da beraberinde getirmiştir. Çağlı’nın bu açılımının doğru kavranması, tekelleşmenin ve sermayenin merkezileşmesi olgusunun yarattığı güncel tablonun anlaşılabilmesi için son derece önemlidir. Marksizmin bazı doğrularını dogmatik bir biçimde alıp şablonlaştıran ve buradan ürettiği sloganlarla gelişmeleri açıklamaya çalışan kimi sosyalistlerin aksine, Çağlı’nın yaklaşımı, süreci Marksizmin diyalektiğiyle ele almakta ve mevcut çelişkilerin üzerinden atlamak yerine onları ortaya çıkartıp altında yatan nedenleri açıklamaktadır. Zaten içinde yaşadığımız emperyalist-kapitalist sistemi anlamaya çalışanların yapması gereken de gerçekliği bu çelişkili haliyle kavramaktır. Çünkü sürecin nasıl ilerleyeceğini belirleyen temel eğilimlerin tespiti ancak bu şekilde mümkündür. Gerek araştırma sonuçlarına gerekse de küresel ekonominin durumuna bu mantıkla baktığımızda görürüz ki, kapitalizmin emperyalist aşaması, kapitalizmin ulus-devlet­ler biçimindeki örgütlenmesine rağmen sermayenin global hareketinin yaygınlaşması ve derinleşmesi anlamına gelir. Çeşitli ülke ekonomilerinin dünya kapitalist sistemine artan entegrasyonu bir yandan sermayenin dolaşımını kolaylaştırır ve egemenliğini pekiştirirken, diğer yandan kapitalizmin krizleri eskiye oranla çok daha geniş alanlara sirayet eder. İşte burjuva uzmanların çözüm bulmaya çalıştıkları bu son olgu ve ona eşlik eden emperyalist savaş süreci, 21. yüzyıl dünyasını şekillendiren iki ana faktördür.

Mali sermaye dizginlenebilir mi?

Marksizmin tahlillerinin ortaya koyduğu belki de en önemli sonuç, emperyalist-kapitalist sisteme içkin olan hastalıkların tedavisinin mümkün olmadığıdır. Dolayısıyla burjuva uzmanların bu yöndeki çabaları da boşunadır. Mali sermayenin egemenliğinin ve hırsının dizginlenmesi mümkün değildir. Burjuva uzmanların “kontrol ağı” dedikleri şey, mali sermayenin egemenliğinin ta kendisidir ve bu sistemin tepesinde yer alan finans kuruluşları, dünya ekonomisinin dizginlerini daha da sıkılaştırmakta, giderek artan oranda daha küçük şirketlere baskı yapmakta, iflaslar sürekli artmaktadır. Hatta 2008 krizinin gösterdiği gibi, küçük şirketler bir yana, yüz yıllık mazisi olan koca finans kuruluşları, bankalar veya sanayi devleri dahi iflas bayrağını çekip başka tekellere yem olmaktadırlar. Kapitalizmin küresel krizinin ve tekellerin basıncının etkisiyle bu iflaslara yoğun işten çıkartmalar eşlik etmekte, işçilerin ücretleri düşmekte, çalışma süreleri uzamakta, sosyal hakların gasp edilmesine yönelik saldırı paketlerinin çıkartılması ve kamu harcamalarının kısılması için hükümetlere sürekli baskı yapılmakta, yatırım harcamalarındaki kısıntılar durgunluk eğilimini daha da körüklemektedir. Mali sermayenin egemenliğinin yol açtığı bu durum kriz koşullarında katmerlenerek ilerlerken, kapitalizmin en önemli can simidi olan kredi mekanizması da barutunu tüketmek üzeredir. Çünkü tüketicilere verilen bireysel kredilerin de kapitalistlerin aldıkları kredilerin de geri dönüşü ciddi oranlarda kesintiye uğramaktadır. Çağlı’nın dediği gibi, giderek katlanan ve içinden çıkılmaz bir hâl alan borçlar sorunu günümüzde küresel kapitalizmin adeta alâmeti fârikası haline gelmiş bulunuyor. Kapitalizm artık bu durgunluk eğilimiyle başedememekte, burjuva uzmanlarsa umutsuzca çare peşinde koşmaktadırlar: “Günümüzde kapitalist sistem durgunluk eğilimiyle bir türlü baş edemiyor. Çıkışsızlık sermaye dünyasında da yeni tartışmaları ve kamplaşmaları gündeme getiriyor. Mevcut durum kaçınılmaz olarak emperyalist güçler arasındaki rekabeti kızıştırıp askerî harcamaları körüklemektedir. ... Sosyal harcamalar sürekli kırpılırken askerî harcamalardaki bu artışın dünya üzerinde yoksulluktan kaynaklı sorunları büsbütün tırmandıracağından duyulan şikâyetler bizzat burjuva çevrelerde dillendirilmeye başlanmıştır. Bazı uzak görüşlü burjuva ideologlar, sosyal harcamaların arttırılmasının durgunluğa çare olabileceği hususunu yeniden öne sürüyorlar.” (age, s.41) Mali sermayenin egemenliği olan emperyalizm altında dünya ekonomisinin yapısal sorunlarının ve çelişkilerinin kısmen dahi olsa çözülebilmesi, sistemin “hastalıklı yanlarının iyileştirilebilmesi” hiçbir zaman mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Marksist analiz, aslında kapitalizmin anarşik doğasını, tekelci rekabetin insanlığa ve doğaya korkunç zararlar veren niteliğini, ekonomik krizleri sürekli biçimde ve daha derin bir şekilde topluma musallat edişini, tüm bunlardan beslenen ve bu süreçleri besleyen nüfuz kavgalarını, emperyalist paylaşım savaşını da ortaya koymaktadır: “Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası sermayenin küreselleşmesini ve büyük iktisadi birliklerin oluşumunu hızlandırırken, yanı sıra daha da büyük bir eşitsizlik ve kızışan bir rekabet üretiyor. İktisadi temelden kaynaklanan birlik eğiliminin, yine aynı kaynaktan beslenen rekabet eğilimiyle çatışarak yol almaya mahkûm olduğu çok açık. Nitekim günümüzdeki gelişmeler de ifadesini, büyük kapitalist güçlerin kendi iktisadi egemenlik alanlarını genişletme çabasında, rakip güçlerin nüfuz alanlarında üstün bir pozisyon sağlama ve yeni nüfuz alanları oluşturma hırsında bulmaktadır. Emperyalizm hiçbir zaman dünyaya bir barış dönemi getirmedi, bundan sonra da getirmeyecek. Küresel kapitalizmin saldırgan yüzü, dünyadaki verili dengelerin altüst olduğu ve ciddi hegemonya krizlerinin yaşandığı tarihsel kesitlerde iyice açığa çıkmaktadır. Kapitalizm, dünyadaki nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak veya rakip güçlerin yükselişini engellemek ya da onların gücünü zayıflatmak amacıyla çeşitli emperyalist savaşlara başvurmadan yol alamaz.” (age, s.96-97) Tarihin bir cilvesi olarak, emperyalizmin beslediği bu gelişmelerin altında, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından son derece önemli olanaklar da gizlidir. Kapitalizm küreselleştiği ölçüde dünya ekonomisini çok daha organik bir bütün haline sokarak ve krizleri de küreselleştirerek sistemin kırılganlığını iyice arttırmakta, diğer yandan da işçi sınıfının mücadelesini küreselleştirmekte ve dünya devriminin nesnel koşullarını hazırlamaktadır. Son yıllarda Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Arap coğrafyasından Asya’ya kadar dünyanın her yerinde patlamalarla kendini açığa vuran toplumsal hareketlerin yayılma ve birbirlerinden etkilenme hızı, bunun apaçık kanıtıdır. Burjuva uzmanların yapmaya çalıştığı gibi, kapitalist işleyişte onun asla sahip olmadığı ve olamayacağı bir rasyonalite aramak boşunadır. Bu yüzden de tek çare, kapitalist sistemi yıkıp tarihin çöp sepetine atmaktır.

1 Eylül 2013
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 102, Eylül 2013
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Kaynak URL:https://marksist.net/kerem-dagli/dunya-ekonomisini-kimler-kontrol-ediyor?qt-diger_makaleler=1