sınıf mücadelesinde Marksist Tutum sitesinde yayınlanmıştır (https://marksist.net)

Anasayfa > Kapitalizm Gençliği Uyuşturuyor

Kapitalizm Gençliği Uyuşturuyor

1.bölüm

uyusturucu.jpg

Son dönemde medyada, uyuşturucunun pençesine düşen ve hayatları mahvolan gençlerle ilgili haberler yine artmaya başladı. Bunları, Kürtlerin ve Romanların yoğun olarak yaşadıkları mahallelere yapılan polis baskınlarıyla ilgili haberler takip ediyor. Arkasından da “kahraman” polisin uyuşturucu tacirlerini sınır boylarında nasıl da kıskıvrak yakaladığı anlatılıyor. Ve nedense uyuşturucu kaçıranlar genelde Kürt kökenli, uyuşturucu baskınları da daha ziyade Kürt illerinde yahut semtlerinde yapılıyor. Özellikle büyükşehirlerde varoşlara mahkûm edilen Kürt gençleri arasında uyuşturucu kullanımı ve satıcılığının ne kadar yayıldığına ilişkin haberler de gazetelerin üçüncü sayfa manşetlerinden düşürülmüyor. Örgütsüz ve bilinçsiz bir işçinin fazla dikkatini çekmeyen, hatta “ne var bunda şaşılacak, her zaman böyle değil miydi, yalan mı söylüyorlar” demesine sebep olacak bu haberler, elbette maksatlı ve taraflıdır. Uyuşturucu ticaretiyle, kaçakçılıkla veya her türden mafyatik işlerle sürekli Kürtlerin bağını kurmak, bu yolla Kürt özgürlük hareketini ve bizatihi Kürtlerin kendisini küçük düşürmeye çalışmak, Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrar eden egemenlerin öteden beri sürdürdüğü bir politikadır. Başta medya olmak üzere her yol bu amaç için rahatlıkla kullanılabilmektedir. Televizyonlardaki dizilerde bu tür işlerle sadece Kürtlerin uğraştığı yollu bir imaj yaratılmaya çalışılmaktadır. Tabii tüm bu kasıtlı çabalar gerçekliğin ifadesinden ziyade taraflı, bilinçli ve kasıtlı bir çarpıtmanın, ideolojik propagandanın ürünüdür. Geçmişte Ermenilere, Rumlara, Romanlara yahut devrimcilere, komünistlere karşı toplumda düşmanlık yaratmak için işletilen yalan tezgâhları bir süredir de Kürtlere yönelik olarak kullanılmaktadır. Üstelik bu propaganda aracılığıyla bir taşla üç-beş kuş birden vurulmaktadır. Irkçı karalama kampanyalarının bir parçası olan bu propaganda sayesinde burjuva devlet, bir yandan başta Kürtler olmak üzere muhalif gençliği uyuşturarak pasifize etmek için çevirdiği dolapların üstünü örtmüş olmakta, diğer yandan da toplum nezdinde tepki toplayan bu tür haberler aracılığıyla kendi baskıcı politikalarına zemin hazırlamaktadır. Kuşkusuz bunlar sadece Türkiye’de yaşanan olaylar değildir. Gerek Türkiye’de gerekse de dünyada, özellikle de 15-35 yaş arası kuşakta uyuşturucu madde kullanımının ve bağımlılığının arttığı bir gerçekliktir. Bu olgu, çürüyen kapitalizmin toplumu nasıl yozlaştırdığının da en bariz kanıtlarındandır. Ama daha da önemlisi, kapitalizmin, insanlığın başına sardığı uyuşturucu belâsını kendi bekası için kullanmakta oluşudur. Bizzat kapitalist devletlerin ve istihbarat örgütlerinin kontrolünde yürüyen uyuşturucu madde üretimi ve ticareti, toplumdaki muhalif kesimlerin bertaraf edilmesinde öteden beri önemli bir araç olarak kullanılmaktadır.

Kapitalizmin insanlığın başına sardığı belâ

Uyuşturucu belâsını küresel ve toplumsal düzeyde bir sorun haline getiren kapitalizmin ta kendisidir. Geçmişte “keyif verici maddeler” olarak da anılan afyon vb. uyuşturucu maddelerin çok eski çağlardan beri kullanıldığı bilinmektedir. Ancak 19. yüzyılın başlarında, tam da kapitalizmin gelişmesine koşut olarak kimya bilimindeki ilerlemeler sayesinde afyondan morfin gibi daha saf türevler elde edilmesiyle birlikte uyuşturucu madde kullanımı milyonlarla ifade edilebilecek kitleler nezdinde yaygınlaşmaya başlamış ve bir toplumsal sorun haline gelmiştir.[1] Bu gelişimin temel itici gücü de, yine kapitalizmin özellikle işçi ve emekçi sınıflarda yarattığı fiziksel ve ruhsal sıkıntılar olmuştur. Sanayi devrimiyle birlikte geniş yığınları proleterleştiren ve vahşi bir sömürünün kucağına atan kapitalist üretim koşulları altında, günde 15-16 saat çalışan, buna rağmen aldığı düşük ücret nedeniyle çok kötü şartlarda barınan ve beslenebilen, hatta çoğu zaman yarı aç yarı tok gezen işçi sınıfı için afyon, bu ölümcül koşullara katlanabilmenin bir aracı olmuştur. Vahşi kapitalizm altında posaları çıkartıldığı yetmiyormuş gibi, burjuvaların birbirleriyle giriştikleri savaşlarda da kurbanlık koyunlar gibi cepheye sürülen bu işçiler, savaşların yol açtığı sakatlanmalardan kaynaklı ağrıları ve acıları dindirmek için de afyonu yahut morfini düzenli olarak kullanmak zorundaydılar. Dolayısıyla Avrupa ve ABD’nin büyük kentlerinde, daha 19. yüzyılın başlarından itibaren ciddi bir bağımlılar kitlesi oluşmuş durumdaydı. Sadece ABD kentlerindeki bağımlıların sayısının o dönemde bile 200 binin üzerinde olduğu dikkate alınırsa, işin vahameti daha iyi anlaşılacaktır. Burjuva devletler, afyonun ve morfin, eroin gibi türevlerinin zararlı etkilerini çok iyi bildikleri halde duruma seyirci kalıyor, hatta kullanımın yaygınlaşmasını bizzat körüklüyorlardı. Morfin ve eroin, sakinleştirici, ağrı kesici ve keyif verici bir “ilaç” olarak, üstelik de “mucize ilaç” gibi sıfatlarla hem tıpta yaygın olarak kullanılıyor, hem de eczanelerde reçetesiz olarak satılıyordu. Bu sayede kitlelerin, onlara yaşattığı cehennem hayatına rağmen kapitalizme karşı ayaklanmaması, kendilerini uyuşturarak avutmaları hedefleniyordu. Burjuvaziye sağladığı bu avantajın yanı sıra uyuşturucular, son derece kârlı birer metaydılar ve uluslararası ticaretin de konusuydular. Örneğin bu ticarette başı çeken İngiltere, bir numaralı afyon üreticisi olan Osmanlı devletinden ve Hindistan’dan afyonu alıyor, sonra da başta Çin olmak üzere Güneydoğu Asya pazarına sunuyordu. Çin’i sömürgeleştirmekle meşgul olan İngiltere, hem bu devasa pazardan kazandığı tatlı kârları kaybetmemek, hem de kitleleri pasifize edici etkisinden faydalanmak için, afyon ticaretini engellemeye kalkan Çin devletiyle savaşa bile girişti. 1839’dan 1860’a kadar süren bu savaşı Çin kaybetti ve İngiltere, afyon ticareti konusundaki imtiyazlarını arttırdığı gibi Çin’in birçok önemli limanını da ele geçirdi, örneğin Hong Kong’u sömürgeleştirdi. I. Dünya Savaşıyla birlikte, uyuşturucu kullanımında da adeta bir patlama yaşandı. Burjuvazi, askerler arasında morfin ve eroin kullanımına izin veriyor, askerler de evlerine döndüklerinde bu alışkanlıklarını çevrelerine taşıyarak toplumdaki bağımlı kitlesinin artmasına yol açıyorlardı. Hatta Japonya gibi bazı emperyalist güçler, eroini savaşta bir silah olarak kullanmakta beis görmediler. Yıkıcı toplumsal etkisini pekâlâ bilen Japonya, eroini bol miktarda üreterek Çin’e ve Asya’ya sürüyordu. Savaşla birlikte işgal ettiği Çin topraklarında da, resmi bir devlet politikası olarak eroin kullanımını yaygınlaştırmaya uğraştı. Çin’i büyük bir afyon çiftliğine ve eroin cehennemine dönüştürdü. Bu amaçla işgalci Japon devleti, kontrolü altında tuttuğu hastanelere gelen hastalara, ilgili veya ilgisiz mutlaka eroin “ilacını” veriyordu. Böylece bağımlı kitlesi genişletilmeye çalışılıyordu. Benzer taktikleri II. Dünya Savaşı sırasında Almanya da uygulayacaktı. Alman fabrikalarında üretilen “kaliteli ve ucuz” eroin, el altından ve büyük partiler halinde Fransa’ya sürülüyordu. Bu düzenli sevkiyatlarla amaçlanan şey cephe gerisindeki Fransız direnişini zayıflatmaktı. Savaş yılları sona erdiğinde, 1920’lerin sonuna doğru, bağımlılar kitlesindeki artış korkunç düzeylere ulaşmıştı. Sadece ABD’deki kullanıcı sayısı 4 milyona dayanmıştı. Avrupa’da da durum farklı değildi, özellikle İngiltere’de afyon kullanımı çok artmıştı. Çin’deki rakamlar 1 milyonu aşmıştı. Mısır ve İran’da da yarım milyona yakın insan uyuşturucunun pençesine düşmüş vaziyetteydi. İlaç şirketleri (en başta da Alman kimya sanayii) bu kârlı sektör için deli gibi üretim yapıyor, afyon ticareti patlamalı biçimde gelişiyordu. Bugün isimleri iyi bilinen pek çok meşhur banka afyon ticaretini finanse ediyor ve iyi paralar kazanıyordu. Ancak burjuvazinin kitleleri pasifize etmek için başvurduğu bu araç, dönüp kendisini de vurma noktasına geldi. Uyuşan işçiler nihayetinde fabrikalarda ya da cephelerde iş göremezlerdi. Uyuşturucu kullanımının belli bir oranın üstüne çıkması, işgücünün de ağır bir tahribata uğraması demekti. Dahası, kamuoyunda da bu konuda giderek artan bir duyarlılık oluşmaya başlamış, uyuşturucu karşıtı kampanyalar ses getirir hale gelmişti. Bu işten büyük kârlar elde eden ilaç şirketlerinin ve bankaların direncine rağmen, burjuva devletler, uluslararası düzeyde uyuşturucu ticaretini ve kullanımını yasaklayıcı girişimlerde bulunmak zorunda kaldılar. Ancak bu son derece ikiyüzlü bir tutumu da beraberinde getirdi. Girişimlerin başını çeken ve uyuşturucu karşıtlığının şampiyonluğunu kimselere kaptırmayan ABD ve İngiltere, gerçekte en büyük üreticiler, dağıtıcılar ve alıcılar konumundaydılar. Bu iki ülkenin basıncıyla oluşturulan uluslararası komisyonların faaliyetleri çok uzun süreler kâğıt üzerinde kaldı. Hatta bizzat bu komisyonlarda yer alanlar eliyle uyuşturucu ticareti koordine edilmeye devam etti. Sonuç olarak gelinen noktada uyuşturucu üretimi, dağıtımı ve kullanımı tüm dünyada güya katı yasaklar ve kurallara bağlanmış olsa da, ne bu işten para kazananların ne de kullananların sayısı azaldı. Aksine uyuşturucu kullanımı dalgalar halinde toplumları sarsan bir belâ haline geldi. Bu dalgaların yükseldiği dönemler de özellikle ilginçti; 30’lar, 60’lar ve 80’ler. Yani tüm dünyada toplumsal muhalefetin ve huzursuzluğun yükseldiği yıllar. Bugünkü rakamlar, küresel düzeyde yaklaşık 200 milyon insanın, genç nüfusun da yaklaşık %5’inin uyuşturucu kullandığını ortaya koymaktadır. Gelişmiş kapitalist toplumlarda bu oranlar çok daha yüksektir. Ve tüm bu veriler, uyuşturucu belâsını üretenin de, topluma yayanın da kapitalizmin kendisi olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Dahası, uyuşturucu ticareti, ki diğer yeraltı işleri ve kaçakçılık faaliyetlerinden ayrı düşünülmemesi gerekir, toplamda ve küresel bazda 1 trilyon dolarlık bir pazar boyutuna ulaşmıştır. Bunun yarıya yakınını tek başına uyuşturucu ticareti oluşturmaktadır. Böylesine kârlı ve büyük bir pazarın kapitalistler tarafından terk edileceğini düşünmek bile boşunadır. Nasıl ki insanlığı toptan yok edebilecek denli tehlikeli nükleer silahların üretilmesi, satılması ve kullanılmasında ilkesel bir sorun görülmüyorsa, uyuşturucu maddeler de kapitalizmde birer metadırlar. Çünkü kapitalist kâr edebileceği her şeyi üretir, alır ve satar. Uyuşturucu madde kaçakçılığının burjuva hukukuna göre “yasadışı” olması çok da bir şey değiştirmez. Tersine metanın fiyatını, dolayısıyla da kapitalistin kârını arttırır. Uyuşturucu kaçakçılığı gibi “yasadışı” işleri bildiğimiz anlamda kapitalistlerin yapmadığı, mafya babalarının ve “organize suç örgütleri”nin işin içinde olduğu söylenerek, bu arızi yan öne çıkartılmak istense de, gerçek durum pek de öyle değildir. Bu tür işler hiç de öyle sanıldığı gibi devletlerin yahut anlı şanlı sanayici vb. kapitalistlerin dışında olup biten şeyler değildir. Aksine, genelde kaçakçılık ve özelde uyuşturucu ticareti tam da istihbarat örgütleri tarafından kontrol edilmekte, bankalar tarafından finanse edilmekte ve elde edilen kara para da yine sistem aracılığıyla aklanmaktadır. Yani narko-ekonomi denilen olgu, kapitalizmin arızi değil basbayağı asli bir unsurudur.

Uyuşturucuyla finanse edilen kontr-gerilla faaliyetleri

Bu devasa pazardan beslenen sermaye grupları, bu paraları birçok başka alanda da kullanmakta ve böylece hem kazandıkları “kara parayı” aklamakta hem de “narko-ekonomi” adıyla anılan ve kapitalizmin diğer sektörleriyle iç içe geçmiş bir sektör yaratmış olmaktadırlar. Burjuva medya bu sermaye gruplarını “mafya” olarak adlandırsa da, gerçekte herhangi bir sermaye grubundan farkı olmayan ve bankalar aracılığıyla finans kapitale eklemlenmiş olan bu sermaye grupları, narko-ekonomiden kazandıkları paralarla özelleştirme ihalelerine girmekte, bankalar kurmakta, televizyon kanalları ve gazeteler satın almakta, yağlı devlet ihaleleri kapmaktadırlar. Bazılarının hükmettiği meblağlar pek çok ülkenin bütçesinin üzerindedir. Mafya diye tabir edilen sermaye gruplarının kontrol ettiği toplam sermayenin 8,4 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Üstelik bunun %70’ini de ABD kontrol etmektedir. Bu durum, narko-ekonominin emperyalist sistemin ve finans kapitalin içsel ve asli unsurlarından biri haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.[2] Bu gerçekliğe rağmen burjuvazi, uyuşturucu ticaretini sadece “mafya” denilen ve güya kendisinin de karşı çıktığı “yasadışı” kesimlerin yürüttüğünü savunuyor. Kuşkusuz bu ve benzeri yalanlar, burjuvazinin toplum nezdinde kendini ve sistemini aklamak için sürdürdüğü ideolojik propagandanın gereğidir. Ama gerçeklik farklıdır. Burjuva devletler bu konuda ürettikleri sahte argümanlar aracılığıyla gerçekleri ve pis işlerini gizlemeye çalışmaktadırlar. Bu duruma verilebilecek en iyi örnek, tüm dünyada narko-ekonomiyi kontrol altında tutan istihbarat örgütlerinin, başta kontr-gerilla faaliyetleri olmak üzere pek çok “yasadışı” faaliyetlerini uyuşturucu ticaretinden elde ettikleri paralarla finanse etmeleri, çoğu faşist çetelerden oluşan mafya örgütlenmelerini de bu işlerde kullanmalarıdır. Meselâ daha II. Dünya Savaşı yıllarında, ABD, ülkenin bir numaralı mafya patronu “Lucky” Luciano aracılığıyla (30 yıllığına tıkıldığı hapisten özel bir afla çıkarılarak), Sicilya kıyılarına yapacağı çıkartma harekâtı öncesinde bölgedeki direniş hareketinin kırılmasını sağlamıştır. Tabii bu ilişki sonraki yıllarda da sürmüş, Küba’ya yönelik sabotaj ve kontr-gerilla faaliyetlerinde de aynı mafya gruplarıyla birlikte çalışılmıştır. Benzer biçimde ABD ve İngiltere, yine savaş yıllarında, Nazilere karşı direnişi örgütleyen Fransız Komünist Partisine karşı yürüttükleri karşı-devrimci faaliyetlerde de Marsilya ve Korsika’daki mafya çetelerinden epeyce faydalanmışlardı. Ve bu mafya grupları da, kendilerine göz yumularak Marsilya’nın uyuşturucu trafiğinin ana üssü olmasına izin verilmesi yoluyla ödüllerini almışlardı. Bu ödül karşılığında aynı çete mensupları, Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü haksız savaşta da önemli görevler üstlendiler. Uyuşturucu mafyasıyla istihbarat örgütlerinin işbirliği, savaş yıllarından sonra da artarak devam etti. Aynı çeteler ve örgütlenmeler bu kez de komünizme ve devrimci, özgürlükçü hareketlere karşı kullanıldılar. Mafya ve istihbarat örgütleri iyice iç içe geçmeye başladı. İlk dönem Vietnam Savaşı sırasında Fransa gizli servisinin bölgedeki operasyonlarını yürüten kişi, aynı zamanda ABD’nin sayılı uyuşturucu kaçakçılarından biriydi ve Vietnam’da da afyon kaçakçılarıyla ortak işler çeviriyordu. Bayrağı Fransızlardan devralan ABD, Vietnamlı afyon tacirleriyle ilişkilerini devam ettirdi. Ne de olsa bu tacirlerin en büyük alıcısı kendisiydi. Onlardan aldığı uyuşturucuyu, Vietnam halkına karşı girişilen katliamlar yüzünden sinirleri bozulan ve sürekli isyanlar çıkaran askerleri zaptetmek için kullanıyordu. ABD’nin icraatları, Vietnam Savaşından sonra da devam etti. Sırada Nikaragua’nın devrimci Sandinista hareketi vardı. Meşhur İran-kontra skandalının patlak vermesiyle ABD emperyalizminin kirli çamaşırları bir kez daha ortalığa saçıldı. CIA, bizzat ABD’nin ambargo uyguladığı İran’a, aralarında Ülkücü mafyadan Türklerin de bulunduğu kaçakçılar aracılığıyla silah veriyor, karşılığında eroin alıyor, sonra da bunun satışını organize ederek elde ettiği paralarla Nikaragua’daki paramiliter grupları destekliyordu. Bu skandalın patlak vermesiyle birlikte imajı sarsılan ABD, birdenbire uyuşturucuya karşı şaşaalı kampanyalar açmaya, diğer ülkeleri de kampanyalara dâhil olmak yönünde sıkıştırmaya başladı. Dönemin ABD başkanı, “Sovyet müttefikleri olan Küba ve Nikaragua gibi ülkelerle uluslararası uyuşturucu ticareti ve terörizm arasındaki bağlantı gittikçe açığa çıkmaktadır. Bu ikiz şeytanlar, uyuşturucu ticareti ve terörizm, günümüzde yarıküreye yönelik en tehlikeli ve sinsi tehditlerdir” şeklindeki yalanları savurmaktan geri durmadı. Bu arada uyuşturucu ticaretinden kazanılan paralar, Katolik Kilisesinin bankaları aracılığıyla aklanıyor ve Polonya’daki rejim muhaliflerini desteklemek üzere harcanıyordu. Kontr-gerilla faaliyetlerinin uyuşturucu parasıyla finanse edilmesi yöntemi, başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere sol muhalefetin geliştiği bütün ülkelerde kullanıldı. Bu amaçla ABD, Peru, Bolivya ve Kolombiya gibi ülkelerdeki uyuşturucu kartelleriyle işbirliği yapıyor, bu ülkeleri yöneten diktatörlükleri destekliyordu. Bu arada cunta orduları uyuşturucuyla savaş adı altında sendikaları ve muhalefetin içinde yer alan kitle örgütlerini basıyor, devrimci ve ilerici insanları tutukluyor, işkence ediyor, öldürüyordu. CIA danışmanları da güya uyuşturucuyla daha iyi mücadele edebilmeleri için Kolombiya’nın kontr-gerilla çetelerine eğitim ve destek veriyor, kokainin uluslararası piyasaya sürülmesine muhafızlık ediyorlardı. Aynı yıllarda, tam bir ikiyüzlülük ve pervasızlık örneği olarak, Panama’nın askeri diktatörü Noriega, uyuşturucu ticaretine yardımcı olduğu gerekçesiyle tutuklandı. ABD ordusu, bu küçük ülkeyi bombaladı, binlerce masum insanı öldürdü ve Noriega’yı tutuklayarak 40 yıl hapse mahkûm etti. Oysa aynı Noriega, yakın zamana kadar ABD’nin gözde adamlarından biriydi. CIA kendisine 30 yıl boyunca milyonlarca dolarlık yardımda bulunmuş, birlikte Sandinista gerillalarına karşı faaliyet yürütülmüştü. En tuhafı da, kendisi de uyuşturucu ticaretinin içinde olan Noriega’nın bir zamanlar ABD eliyle Interpol’un uyuşturucuyla mücadele komitesinin başkanlığına getirilmiş olmasıydı. ABD emperyalizmi bu pis işleri kotarırken, tüm dünyada uyuşturucu ticaretinin hacmi giderek büyüyor, çoğunluğunu işçi ve emekçi sınıflardan gençlerin oluşturduğu bağımlıların sayısı da hızla artıyordu. Milyonlarca insanın hayatına malolan bu belâ büyüdükçe, uyuşturucudan elde edilen kârlar da artıyor, işin çapı genişliyordu. Denilebilir ki tüm “Soğuk Savaş” yılları boyunca ABD, rakip bloka karşı giriştiği savaşta uyuşturucu ticaretinden önemli ölçüde faydalandı. Ve SSCB’nin çöküşüne giden süreçte önemli etkisi olan Afganistan işgali boyunca, Rus ordusuna karşı savaşan Afgan mücahit gruplarını (Pakistan gizli servisi ISI ve Rus mafyasıyla da işbirliği yaparak) yine uyuşturucu parasıyla örgütledi ve destekledi. Bugün dünya afyon üretiminin %90’ını gerçekleştiren Afganistan’a afyonun girişi de bu yıllarda gerçekleşti. Yaygın kanının aksine ve tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi, bu ülkeleri uyuşturucu ticaretinin ağına sokanlar emperyalist güçler olmuştur; ilkinde İngiltere, ikincisindeyse ABD. Afganistan’ın yanı sıra CIA, Bosna’da, Kosova’da ya da Çeçenistan’da da desteklediği grupları uyuşturucu parasıyla finanse ediyordu. (devam edecek)



[1]   Çok eski tarihlerden beri keyif verici ve ağrı kesici etkisi bilinen afyondan ilk kez 1803 yılında morfin elde edildi. Amaç, afyonun yan etkilerinden arınmış bir mucize ilaç elde etmekti. Ancak kısa süre sonra morfinin de ciddi yan etkileri olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine devam eden araştırmalar neticesinde, ünlü Bayer ilaç firmasının kimyagerleri 1898 yılında afyonun daha saf bir türevi olan eroini ürettiler. Yaklaşık 15 yıllık bir süre boyunca eroin, “bağımlılık yapmayan morfin” adı altında Bayer firması tarafından tüm dünyaya pazarlandı.
[2]   Bu gerçekliğe verilebilecek tarihi bir örnek, meşhur HSBC bankası ve Rio Tinto madencilik tekelidir. Rio Tinto, 1873 yılında Avrupa’nın köklü burjuva ailelerinden Rothschild’in büyük hissedarı olduğu (diğer hisseler de İngiliz Kraliyet ailesine aitti) J. Matheson firması tarafından kurulmuştu. J. Matheson firması daha sonra yine aynı aileye ait başka şirketlerle birleştirilerek J.P. Morgan denilen (ve bugün de dünyanın sayılı finans kurumlarından biri olan) afyon karteli oluşturuldu. Bu kartel aracılığıyla Rothschild ailesi neredeyse tüm küresel afyon ticaretini kontrolü altında tutuyordu. Meşhur Afyon Savaşlarının ardından, İngilizlerin Hong Kong’u ele geçirmesiyle birlikte, bu kartel HSBC (Hong Kong Shangai Bank Corporation) bankasını kurarak afyon ticaretini bu banka üzerinden finanse etmeye başladı. İşte Rio Tinto isimli madencilik tekeli de, bu bankanın sermayesiyle, yani uyuşturucu ticaretinden elde edilen paralarla kurulmuştu. Rio Tinto, bugün dünyanın bir numaralı maden şirketidir ve tek başına madencilik üretiminin %12’sini gerçekleştirmektedir.

1 Haziran 2010
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 63, Haziran 2010
Kapitalist Çürüme, Yolsuzluk, Vurgun, Yağma
Kapitalizm ve Sağlık
Marksizm ve Gençlik
Mafya
Share

Kapitalizm Gençliği Uyuşturuyor /2

2.bölüm

uyusturucu.jpg

“Üretici değil satıcıyız” ve “köprü ülke Türkiye” masalı

Uyuşturucu belâsını insanlığın başına saran ve ondan her yolla faydalanmaya çalışan burjuvazinin, bir yandan da sözde “uyuşturucuyla mücadele” kampanyaları düzenlemesi boşuna değildir. Bu sayede hem kendi pisliğinin üzerini örtmekte, hem de güya bu tür yasadışı işlerle uğraşan mafyatik ve “terörist” örgütlenmelere karşı mücadele adına en bariz polis devleti uygulamalarını hayata geçirmektedir. Sahte argümanlarla yürütülen ideolojik propagandanın bu noktada önemli bir işlevi vardır. Bu işlerde en az ABD kadar deneyimli ve maharetli olan TC devletinin icraatları ve yalanları bunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Gazeteler her fırsatta Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinde transit hattı oluşturduğunu, Avrupa’da en çok uyuşturucunun Türk polisi tarafından yakalandığını yazarlar. İşte yalanlar dizisi buradan başlamaktadır. Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinde sadece “köprü ülke” olduğu apaçık bir yalandır. Bu yalanla burjuvazi, uyuşturucu müptelâlarının klasik lafı olan “satıcı değil kullanıcıyım” misali, esas suçun uyuşturucuyu üreten ülkelerde olduğunu ima ederek kendini temize çıkarmaya çalışmaktadır. Bu zehri üretmekle satmak arasında ne gibi bir günah farkı olduğu tartışmaya bile değmez bir konudur. Ama daha önemlisi, Türkiye’nin dünyanın sayılı uyuşturucu üreticilerinden biri olduğu gerçeğinin gizlenmesidir. Zamanında Osmanlı devleti dünyanın bir numaralı afyon üreticisi ve ihracatçısı durumundaydı ve en kaliteli afyon da (morfin oranı en yüksek anlamında) Anadolu topraklarında yetişiyordu. Osmanlı’nın daimi müşterileri İngiltere ve Almanya, hammadde niteliğindeki afyonu Osmanlı’dan alıp işliyor ve satıyorlardı. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Türkiye, bu konudaki dünya liderliğini korumaya devam etti. Yaklaşık 40 vilayette afyon üretimi yapılıyor ve dönemin toplam yıllık üretimi olan 800 tonluk miktarın yaklaşık 550 tonu Türkiye’den dünyaya ihraç ediliyordu.[1] Üstelik bu miktarın tıbbi amaçlarla kullanılan kısmı 400 tonu geçmiyordu. Afyonun, morfinin ve eroinin üretimi ve satışı, o yıllarda halen yasal olduğu için tam anlamıyla anarşik bir üretim söz konusuydu. Bu durum fiyatların da düşük seyretmesine yol açıyor, bu da kullanıcı sayısının hızlı biçimde artmasını sağlıyordu. 20’li yılların sonlarına doğru, asıl kârın eroin üretimi ve satışında olduğunu gören Türkiye, Avrupa ve ABD’de yasaklamaların başlamasını da fırsat bilerek İstanbul’da birbiri ardına eroin fabrikalarının açılmasına izin verdi. Fabrikalar o kadar iyi para kazanıyordu ki, yabancı yatırımcılar bile ruhsat almak için sıraya girmeye başlamışlardı. Sadece ilk etapta kurulan 4 fabrikanın yıllık cirosu bile, bugünün rakamlarıyla 90 milyon lirayı buluyordu. 30’lu yıllara gelindiğinde, Milletler Cemiyeti’nin hazırladığı ve uyuşturucu madde üretimini ve ticaretini yasaklayan/sınırlayan anlaşmayı imzalamayan tek ülke Türkiye idi. Eroin ticaretinden elde edilen kârlar, Türkiye’nin büyük bunalım yıllarını atlatmasında önemli bir rol oynamıştı. Bu yüzden de İstanbul tüm dünyanın uyuşturucu merkezi haline gelmişti. Türkiye dünyanın morfin ve eroin ihtiyacının %65’ini tek başına karşılıyordu. Nüfusu 1 milyon civarında olan İstanbul’da uyuşturucu bağımlılarının sayısı 100 bini geçmişti. Eczanelerin yanı sıra bakkallardan kahvelere kadar her yerde eroini rahatlıkla bulmak mümkündü. Hastaneler eroin bağımlılarıyla dolup taşıyordu ama ne gam, burjuvazi tatlı ve kolay yoldan gelen paraların tadını çıkartıyordu. O kadar ki, dönemin CHP’sinin önemli isimleri, bakanlar, meclis başkanları ve kimi gazete patronları bile (dönemin meclis başkanı Hasan Saka, önce içişleri sonra dışişleri bakanı olan Şükrü Kaya, Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi, başbakan Celal Bayar vb.) işin içindeydiler. Ya fabrikalara ortaktılar yahut işin ticaret kısmıyla ilgileniyorlardı. Bu yüzden de artan uluslararası baskıya rağmen, uyuşturucu üretimi ve satışıyla ilgili uluslararası anlaşmalar bir türlü imzalanmıyor, denetleyici tedbirler hayata geçirilmiyordu. Amerika’da içki yasağının tam gaz sürdüğü dönemde Amerikan mafyasıyla işbirliği içindeki İstanbul, tüm dünyayı eroine boğuyordu. TC’nin İstanbul merkezli bu faaliyetleri 30’lu yılların sonuna kadar sürdü ve nihayetinde uluslararası baskıya dayanamayan devlet, afyon üretimi ve satışını tekeline almayı kabul etti ve eroin fabrikalarını kapattı. Tabii el altından kaçak üretimi ve satışı organize etmeyi de ihmal etmeyerek. Öyle ki, BM istatistiklerine göre tüm dünyada 1945-51 yılları arasında basılan 17 yasadışı laboratuvardan 7’si Türkiye’deydi. İlerleyen yıllarda Türkiye’nin afyon üretimi azalarak devam etti, hatta 12 Mart döneminde ABD’nin basıncına dayanamayan Nihat Erim hükümeti tarafından kısa bir süreliğine tamamen yasaklandı. Fakat ardından gelen Ecevit hükümeti üretimi tekrar başlattı. Morfin ve eroin imalatı ise kaçak yollardan devam ediyordu. 30’lu yılların eroin fabrikalarında çalışmış kalifiye işçiler, şimdi yeraltına çekilerek kaçak imalathanelerde üretimi devam ettiriyorlardı. 60’lı ve 70’li yıllarda, ABD’nin izinden giden TC, uyuşturucu ticaretini istihbarat birimlerinin kontrolüne soktu. Bu amaçla, faşist çetelerden teşekkül eden Ülkücü mafya bizzat devlet eliyle derlendi ve uyuşturucu piyasasında bu kesim hâkim kılındı. Bu döneme ilişkin, devlet ve Ülkücü mafya işbirliğini gösteren pek çok örnek vermek mümkündür. 1972 yılında MHP Niğde senatörü Kudret Bayhan, Fransa-İtalya sınırında yakalandı ve aracından 146 kilo baz morfin çıktı. Başlayan soruşturmada işin içinde yine MHP’li vekil Sami Binicioğlu’nun ismine ulaşıldı. Aynı yıllarda MSP Diyarbakır vekili Halit Kahraman da Almanya’da uyuşturucu taşırken yakalandı. AP’li vekil Zekeriya Kürşat da İsviçre sınırında paçayı ele verecekti. MHP’nin Avrupa örgütlenmesinden sorumlu olan Lokman Kondakçı, 1978 yılında içişleri bakanlığına verdiği ifadesinde eroin kaçakçılığını organize biçimde yaptıklarını, MHP Bakırköy ilçe teşkilatının başkanının işleri yürüttüğünü, partinin de yardımcı olduğunu anlattı. Eroinden elde edilen parayla faşist çeteler besleniyor, silah alınıyor ve devrimci güçlere yönelik kanlı eylemler tezgâhlanıyordu. Tabii tüm bu işler devletin ilgisi ve bilgisi dâhilinde yürüyordu. MİT ajanları işin içinde, hatta çoğu durumda başındaydı. Abuzer Uğurlu gibi mafya babaları hem MİT adına çalışıyor ve böylece piyasanın kontrolünü sağlıyor, hem kendi işlerini görüyor, hem de kontr-gerilla faaliyetlerini finanse ediyorlardı. 12 Eylül’ün MGK üyesi Tahsin Şahinkaya’nın bile bu kişilerle ciddi bağlantıları vardı ve tarihe de dünyanın en zengin hava kuvvetleri komutanı olarak geçti.

Ülkücü mafya ve MİT elele

80’li yıllar ise uyuşturucu ticareti başta olmak üzere her türlü kaçakçılığın sıçrama yaptığı bir dönem oldu. 12 Eylül’ün faşist cuntası devrimcileri, ilerici ve demokratları, işçi önderlerini idam sehpasına yollayıp, hapislerde, işkence tezgâhlarında ezerken; mafya babaları göstermelik olarak alınıp kısa sürede serbest bırakıldılar. 24 Ocak kararlarıyla yaratılan liberal ortam, kara para akışını ve kaçakçılığın finansmanını da kolaylaştırdı. Dönemin gündemi haline gelen hayali ihracat teşvikinden mafya patronları da önemli ölçüde yararlandılar ve pıtrak gibi çoğalan bankerlerle ciddi ilişkiler geliştirdiler. Mafyanın büyümesi, finansman sıkıntısının aşılması için hisseli işleri de beraberinde getirdi. Hayali ihracatçılar, altın kaçakçıları, döviz ve silah kaçakçıları, hammadde ve elektronik eşya kaçakçıları artık ortaktılar. Mafya patronları bu işlerden elde ettikleri büyük paralarla yasal işlere girişiyorlar ve böylece hem parayı aklıyor hem de sisteme dâhil oluyorlardı. Sanayi ve finans kesiminin önde gelen patronları ve yöneticileri ile yasadışı işlerin patronları arasında güçlü ilişkiler kuruluyordu. Türkiye’nin ekonomik gücü arttıkça, Türk mafyası da dünyada önemli bir güç haline geliyordu. Bu arada devlet de, istihbarat örgütleri ve kontr-gerilla örgütlenmeleri aracılığıyla Türk mafyasının önünü açıyordu. Uyuşturucu kaçakçıları içindeki Ermeni, Rum, Yahudi veya yabancı kökenliler özellikle afişe edilerek ve bunların Türk düşmanı oldukları lanse edilerek bir yandan uyuşturucu kaçakçılığının “dış kaynaklı bir komplo” olduğu propaganda ediliyor, öte yandan da Kürt mafyasının safdışı edilmesine yönelik hazırlıklar yapılıyordu. Faşist cuntaya göre, 1980 öncesinde “terörün”, yani devrimci hareketin yükselmesinin sebebi de yabancı silah kaçakçılarının tezgâhıydı. Özellikle güneydoğudaki Ermenilerin silah, uyuşturucu ve altın kaçakçılığını ASALA ile birlikte organize ettikleri ve “Kürt ayrılıkçı hareketini” de finanse ettikleri tezi işleniyordu. Cuntaya göre ’80 öncesinde silahlı hareketlerle amaçlarına ulaşamayan şer odakları, şimdi de gençliği uyuşturucu vasıtasıyla ele geçirmeye çalışıyor ve böylece de terörü canlandırmaya çalışıyorlardı. 12 Eylül faşizminin popüler adamlarından İstanbul emniyet müdürü Şükrü Balcı, mafya babalarıyla yakın ilişki içerisinde hem trafiği kontrol ediyor hem de kaçakçıları haraca kesiyordu. Bu şahıs, aynı zamanda, polis içinde rüşvet mekanizmasını kurumsallaştıran ve bir sisteme bağlayan kişi olarak da biliniyordu. Rüşvetler bir havuzda toplanıyor ve rütbelerine göre polislere dağıtılıyordu. Balcı, ABD’de uluslararası polis akademisini bitirmiş, kontr-gerilla eğitimi almış, 12 Mart döneminde de solculara yapılan ağır işkenceleri organize etmişti. Kendisinden sonra adamları bu ekolü emniyet teşkilâtı içinde devam ettirdiler, örneğin Ünal Erkan ve Mehmet Ağar da kendisinin yetiştirdiği “güzide” devlet adamlarındandı. Nitekim 90’lı yıllarla birlikte, Kürt özgürlük hareketindeki yükselişe de paralel olarak, hızlı bir operasyona girişildi ve Kürt babalar birbiri ardına öldürülerek “ortalık temizlendi”. Bu operasyona zemin sağlamak amacıyla medyada, Türkiye’deki uyuşturucu ticaretini PKK’nin yaptığına dair haberlerde olağanüstü bir artış yaşandı. Operasyona paralel olarak yoğun bir karalama kampanyası da yükseltilmişti. İktidarı ANAP’tan devralan Çiller-Ağar hükümeti döneminde MGK’nın stratejisi, Kürt hareketine karşı kontr-gerilla faaliyetlerini yükseltmek ve bunu da uyuşturucu parasıyla finanse etmekti. Bu iş için, başını İbrahim Şahin, Korkut Eken gibi kontracıların çektiği özel birimler oluşturuldu. Cem Ersever gibi JİTEM’ciler bizzat bu ticareti yönetiyordu. JİTEM elemanları, dokunulmazlıklarını da kullanarak bizzat resmi plakalı araçlarla uyuşturucu taşıyorlardı. Bir yandan Kürtlere yönelik seri cinayetler işleniyor diğer yandan da JİTEM kontrolünde gerçekleştirilen uyuşturucu sevkiyatı PKK’nin üzerine yıkılmaya çalışılıyordu. Koruculuk sistemi de bu işler için sıklıkla kullanılıyordu. Tüm bu çabaların en doğrudan sonucu, 90’lı yıllardan itibaren uyuşturucu kullanan gençlerin sayısındaki hızlı artış oldu. Devlet, her ne kadar sorunun kaynağını “yozlaşmış Batı kültürü”, “yozlaşmış gençlik”, “terörist suç örgütleri” olarak göstermeye çalışsa da, durum apaçık ortadaydı. Egemen güçler, bir yandan gençlik içinde uyuşturucu madde kullanımının önünü açıyor, diğer yandan da bunun sonucu olan insanlık dramlarını afişe ederek, kendi polis devleti uygulamalarına gerekçe haline getiriyorlardı.

Düzen güçlerinin hedefi muhalif gençliktir!

Gelinen noktada burjuva devletin bu bilinçli politikaları sonuç vermiş, uyuşturucu madde kullanımı önemli boyutlara ulaşmıştı. 80’ öncesinde gençliğin yaygın biçimde politik hareketler içinde örgütlü olması ve devrimci kültürün uyuşturucu madde kullanımı ve benzeri yoz alışkanlıklara geçit vermemesi uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasının önünde önemli bir engeldi. Sonrasında ise uyuşturucular gençliğin içindeki muhalif damarı bastırmak için özellikle kullanıldı. Devlet uyuşturucu satıcılarına hem göz yumuyor hem de önlerini açıyordu. Mafya zaten Ülkücü hareketle ve polis-devlet aygıtıyla iç içe geçmiş olduğundan bir taşla iki kuş vurulmuş olunuyor, hem gençliğin muhalif hareketlere kanalize olmasının önüne geçilmiş olunuyor hem de ciddi paralar kazanılıyordu.[2] Özellikle 17-25 yaş kuşağı içinde ve üniversiteli gençlik, işsizler ve genç işçiler içinde uyuşturucu kullanım oranı hızla artmaya başlamıştı. 1985 yılından itibaren hedef daha da genişletilerek liseli gençliğe de el atıldı. Uyuşturucu kullananların yaklaşık %40’ını 15-19 yaş arası gençler oluşturuyordu. Bugünkü veriler gençliğin %3’ünün herhangi türde bir uyuşturucu maddeyi kullanır hale geldiğini göstermektedir. Bu oran, gelir grubunun alt sıralarına inildikçe, işsizlikle paralel olarak artmaktadır. Toplumun dışlanmış ve lümpen kesimlerinde ise %57’ye kadar çıkmaktadır. Polisin elindeki verilere göre uyuşturucu kullanma yaşı 11’e kadar düşmüş, ilkokul çağındaki çocuklar bile okul tuvaletlerinde esrar çeker hale gelmiştir. Örneğin işçi semtlerinden Zeytinburnu’ndaki bir ilköğretim okulunda yapılan araştırmada sigara kullanma oranı %87, alkol kullanma oranı %72, esrar kullanma oranı ise %32 çıkmıştır. Yeşilay’ın 40 ilde yaptığı anket çalışması da sigara kullanma yaşının 10’a, alkole başlama yaşının 11’e, uyuşturucuyla tanışma yaşının da 12’ye indiğini gösteriyor. Çeşitli araştırmalar İstanbul’daki liselerde uyuşturucu kullanan öğrenci sayısının son 3 yılda %300 arttığını, eroin kullanımının da %100 arttığını göstermektedir. Hemen her okulun yakınında ve çevresinde uyuşturucu satılmakta ve kullanımı teşvik eden yerler bulunmaktadır. Uyuşturucular arasında insanı en hızlı tüketen ve genellikle kesin bir ölüme götüren eroinden kaynaklı ölüm vakalarında da ciddi bir artış sözkonusudur. Ölüm olaylarının en fazla olduğu İstanbul, Gaziantep, Van, Elazığ ve Antalya, aynı zamanda bu zehrin en çok üretildiği yahut ticaretinin yapıldığı bölgelerdir. Ayrıca 2009 yılı istatistiklerine dayanılarak hazırlanan bir rapora göre uyuşturucu kullananların %73’ünü 16-30 yaş grubu, yani genç kesim oluşturmaktadır. Bu rapor uyuşturucu belâsının asıl olarak 11-17 yaş grubunu hedef aldığını da açıkça göstermektedir. Bir diğer dikkat çekici unsur ise, kullanıcıların sınıfsal konumlarıdır. Yaygın kanının aksine, çocukları uyuşturucu kullanan ailelerin yarısından fazlası düşük gelirli aileler, yani emekçi aileleridir. Bu tablo tastamam 12 Eylül faşizminin ürünüdür ve asıl hedefin işçi sınıfından gençler olduğu apaçık ortadadır. Çeşitli araştırma raporlarını biraz daha derinlemesine incelediğimizde bu olgu daha da güçlenmektedir. Örneğin İstanbul’da uyuşturucu kullanımının yaygın olduğu semtlerin başında Gazi Mahallesi gelmekte ve onu, Küçükçekmece, Tarlabaşı, Zeytinburnu, Mustafa Kemal (eski adıyla 1 Mayıs) Mahallesi, Gülsuyu, Tuzla, Ümraniye gibi semtler takip etmektedir. Gazi Mahallesinin başı çekmesi, işin özünü net biçimde deşifre etmektedir. Amaç topluma muhalif olan kesimlerden ve sınıflardan gençleri uyuşturucuya alıştırmak ve böylece pasifize etmektir. Sol ve devrimci düşüncelere potansiyel olarak yatkın olduğu düşünülen işçi gençliği, Alevi kesim, Kürtler vb. hedef tahtasındadır. Düzenin egemen güçlerinin yegâne amacı gençliğin devrimci mücadeleye veya muhalif hareketlere kaymasını engellemektir. Bu uğurda sönen hayatların, genç yaşta düşen fidanların hiçbir önemi yoktur.

İşçi gençliğin yeri devrimci mücadelenin saflarıdır!

İşsizliğin ve yoksulluğun hızlı artışı, milyonlarca genç için hayatı her gün daha da katlanılmaz hale getirmekte ve geleceğe dair en küçük bir umudu kalmayan bu gençler, çareyi uyuşturucu maddelerin verdiği geçici avuntularda arayabilmektedirler. Gittikçe çürüyen ve çürüdükçe toplumu yozlaştıran kapitalizm, hayatla yeni tanışmaya başlayan genç bedenler ve zihinler üzerinde dayanılması gerçekten güç acılar ve gerilimler yaratmaktadır. Bireyciliğin, bencilliğin ve acımasız bir rekabetin hâkim olduğu kapitalist toplumda yaşayan genç, kolaylıkla umutsuzluğa ve çıkışsızlığa düşebilmekte, üzerindeki baskının yarattığı iç sıkıntısıyla ya intihara sürüklenmekte ya da geçici bir rahatlama ve mutluluk sağlayan uyuşturucunun tuzağına düşmektedir. Örgütsüz ve bilinçsiz oldukları için gerçek çıkış yolunu göremeyen, büyük kentlere savrulmuş Kürt gençlerinin yahut varoşlara sıkışmış hayatlar yaşayan işçi gençlerin çok fazla seçeneği yoktur. En iyi ihtimalle fabrikalarda uzun çalışma saatlerinde ömürlerini tüketecek, kötü ihtimalle ise onu bile yapamayarak sefaletin pençesine düşeceklerdir. Üstelik buna bir de polis ve devlet terörünü, baskıcı uygulamaları eklemek gerekir. İşte gençlerin tam da kendilerini yalnız ve boşlukta hissettikleri bu koşullarda devreye burjuva devletin bilinçli politikaları girmektedir. İçinde yaşadıkları bu bozuk düzene isyan edebilme potansiyelini taşıyan işçi gençlerin devrimci mücadeleye kanalize olmasından korkan devlet, gençliği pasifize etmenin bir aracı olarak uyuşturucu zehrini devreye sokar. Her okulun, her kahvenin ve sokağın köşe başında kolaylıkla bulunabilecek uyuşturucu satıcıları, bizzat polis eliyle işçi gençlerin yaşadıkları semtlere sokulur ve himaye edilirler. Başlangıçta bedava mal verilerek tuzağa düşürülen gençlerin bu bataktan kurtulması oldukça zordur. Uyuşturucu kullanan kişi ne politikayla ne de çevresiyle ilgilenir. Varını yoğunu bir sonraki “krizi” atlatmak için tüketir. Erkekler satıcı olur, kızlar fuhuşa sürüklenir. Bu da yetmez, Kürt illerinde sıkça yaşandığı gibi, ajanlaştırılmaya çalışılırlar. İşçi gençliğin başına bu belâyı saran bizzat kapitalist düzen olduğundan, kurtulmanın yolu da düzene karşı mücadele veren devrimci hareketin saflarına katılmaktır. Örgütlü bir biçimde devrimci mücadeleye katılan genç, bilinçlendikçe içinde yaşadığı düzenin çelişkilerini ve bu düzenin yıkılması zorunluluğunu fark edecektir. Yaşadığı sıkıntıların asıl kaynağının kapitalist sistem olduğunu görecek ve bu sisteme karşı mücadele vermedikçe gerçek kurutuluşun olmayacağını kavrayacaktır. Ve bu mücadele, onun kendi benliğini bulmasını sağlayacak, aslında devasa bir sınıfın üyesi olduğunu, dolayısıyla da yalnız olmadığını fark etmesine vesile olacaktır. Mücadelenin kolektif karakteri içerisinde yalnızlığını unutan ve kendisi gibi kardeşleri tarafından sarıp sarmalanan gençler, umudun tükenmediğini, başka bir dünyanın pekâlâ mümkün olduğunu da yaşayarak anlayacaklardır. Tüm insanlığın kurtuluşu uğruna fedakârca kavga vermek, hayatlarının boşa akıp gitmemesini, aksine dolu dolu ve olabilecek en anlamlı biçimde geçmesini sağlayacaktır. Demek ki, işçi sınıfının gençlerinin önünde gerçekte tek bir seçenek vardır; devrimci mücadelenin saflarına katılmak ve her türlü pisliğin kaynağı olan kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömmek için bir an önce harekete geçmek!  


[1] Fikir vermesi bakımından belirtmek gerekirse, bir bağımlının günlük tüketimi ortalama 50 miligramdır. 800 ton afyon demek, yaklaşık 160 ton eroin demektir. Bu da yaklaşık olarak 8 milyon kullanıcının yıllık eroin kullanımına denk bir miktardır ve bu rakam, bahsi geçen dönemdeki kullanıcı sayısına göre bakıldığında çok yüksek bir değerdir.
[2] Türkiye’de uyuşturucu kaçakçılığından ve onunla bağlantılı yer altı ekonomisinin toplam yıllık cirosu 100 milyar dolar civarında seyretmektedir. Bu cironun yarıya yakını da uyuşturucu ticaretinden sağlanmaktadır.

1 Temmuz 2010
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 64, Temmuz 2010
Kapitalizm ve Sağlık
Marksizm ve Gençlik
Share

Kaynak URL:https://marksist.net/kerem-dagli/kapitalizm-gencligi-uyusturuyor?qt-diger_makaleler=3