
Geçtiğimiz günlerde yapay zekâ şirketi OpenAI, Sora adlı yapay zekâ programını tanıttı. Bu program, henüz kısa metinler için söz konusu olsa da, yazılı metinleri neredeyse gerçekle eşdeğer ölçüde videoya dönüştürebiliyor. Daha önce ChatGPT ile yankı uyandıran şirketin bu projesi de büyük ilgi gördü. Kimileri yapay zekâ alanındaki ilerlemelerden yola çıkarak yine liberal hayaller satmaya koyuldu. Bu “teknoloji düşkünü” tayfa, kangrene dönüşmüş toplumsal sorunların yüksek teknolojilerin üreteceği akılcı ve kapsayıcı çözümlerle giderileceğini müjdeliyor. Onlara göre dünya, teknolojideki “devrimlerle” birlikte çok daha gelişmiş bir topluma kavuşacak. Bu gibiler, yapay zekânın insanlık tarihinde yeni bir çağ başlattığını, teknolojideki bu gelişmeler sayesinde hem çok daha gelişmiş bir topluma geçiş sürecinin hızlanacağını hem de insanlığın mutlu mesut yaşayacağını söylüyorlar. Toplumsal sorunlara yol açan kapitalizm tasfiye edilmeden bunun nasıl hayata geçirilebileceğine dair ise tek kelâm etmiyorlar. Aksine tam da böylesi teknolojileri insanlığın hizmetine sunan (biz bunu burjuvazinin hizmetine sunması olarak okuyalım) kapitalizmin mevcut haliyle dahi en akılcı sistem olduğunu pazarlamaya çalışıyorlar. Yapay zekânın sadece teknolojinin gündelik yaşamdaki kullanımında değil, ülkelerin yönetilmesinde, askeri ve sivil diplomaside, yerel yönetimlerde, sivil toplumun karar alıcı mekanizmalarında da belirleyici rollere sahip olması gerektiğini savunuyorlar. Hem tek tek devletlerin hem de uluslararası kurumların bir an önce yasal düzenlemeleri hayata geçirip bu “devrime” öncülük etmesi çağrısında bulunuyorlar. Bu çağrıların ezici çoğunlukla bizzat teknoloji firmalarının sahipleri ya da bir biçimde onlarla ilişkide olan zevattan yükseldiğini de belirtelim. Kimileri ise robotların ve yapay zekâların yönetmeye başlayacağı bir dünyada büyük felâketlerin ve varoluşsal tehditlerin kapıda olduğunu söylüyor. Hatta bu iddiaları kanıtlamak adına “bilimsel” çalışmalar, simülasyonlar yapılıyor. Mesela ABD üniversitelerinden oluşturulan bir ekibin yaptığı çalışmada çeşitli yapay zekâ modellerinin savaş oyunu senaryosunda birbirlerine karşı nasıl davranacakları araştırıldı. Sonuçlar son derece ürkütücü. Çalışmada kullanılan yapay zekâlar nükleer savaş başlatıyorlar. Stanford Üniversitesi, Georgia Teknoloji Enstitüsü, Northeastern Üniversitesi ve Hoover Wargaming and Crisis Simulation Initiative tarafından yürütülen çalışmanın sonuç kısmında yapay zekâların askeri ve dış politika karar alma süreçlerinde kullanılmasının henüz tam olarak anlaşılmamış risklerle dolu olduğu ifade ediliyor. Egemen sınıfın temsilcileri tarafından üretilen ütopik ve distopik temalarla bezeli bu iki yaklaşım, farklı görünse de esasen aynı kapıya çıkıyor. Her iki yaklaşım da yapay zekâ özelinde bilim ve teknolojiye kerameti kendinden menkul bir anlam ve misyon biçiyor. Dahası her ikisinde de kapitalist üretim tarzının adı dahi geçmiyor. Halbuki kapitalist üretimin işleyiş yasalarıyla zincirlenmiş ve topluma yabancılaştırılmış bir bilim ve teknoloji gerçekliği var karşımızda. Gelişmelerin seyri ve sonuçları bu temel gerçekten arındırıldığında ortalığı her hâlükârda abartılı, fantastik yorumlar kaplıyor. Dediğimiz gibi her iki yaklaşım da burjuvazinin çıkarlarını gözetme ve kitlelerin psikolojisini etkilemeye dönük amaçlar içeriyor. İkinci yaklaşımda teknolojinin bugünkü kullanım şeklinden kaynaklanan korkular bilinçli bir biçimde köpürtülüp paranoya derecesine vardırılıyor. Öyle ki bu alan muazzam bir endüstriye dönüşmüş durumda. Sinema televizyon sektöründen edebiyata, sosyal medyadan popüler kültürün üretildiği bir dizi başka mecraya dek bu paranoyanın üretildiği binlerce içeriğe rastlamak mümkün. Sistemin akıldışı ve çelişkilerle yüklü doğasının, toplumun akıl ve ruh sağlığını bozduğu günümüzde böylesi korku temalarının rağbet görmesi ve bunlara inanılması tesadüf değil. “Peki neden bu korku bu denli kolaylıkla yaygınlaşabiliyor? Bu sorunun cevabını, robot teknolojisi alanındaki gelişmelerin gerçekten de varoluşsal bir tehdit boyutuna ulaşmasından ziyade insanlığın içine sürüklendiği toplumsal durumda aramak çok daha sağlıklı olacaktır. Kapitalizmin içine sürüklendiği tarihsel kriz, tüm toplumda bir çıkışsızlık, geleceksizlik ve güvencesizlik hissini besliyor. Küçülen ya da büyüyemeyen ekonomiler, kaybedilen işler ve çığ gibi büyüyen işsizlik, ağırlaşan çalışma koşulları, kötüleşen yaşam koşulları, dev sanayi kentlerinin giderek hayalet kentlere dönüşmesi ve sefalet manzaralarının yaygınlaşması gibi olgular bu hissiyatı her gün tazeleyip daha üst boyutta yeniden üretiyor. Dahası kapitalist üretimin anarşik doğasından kaynaklı olarak dünya, başta küresel ısınma gibi bir iklim felâketinin yanı sıra, azalan temiz su kaynakları, kirlenen hava, yok olan yeşil alanlar gibi doğal yaşamı yok oluşla tehdit eden bir noktaya doğru sürükleniyor. Birçok ülkede otoriterleşme eğilimi artarken, alışılagelmişin dışında gözüken «çılgın», megaloman, ne yapacağı öngörülemez liderler iktidara geliyor ve bu liderlerin icraatları toplumun önemli bir kesiminin psikolojisini bozarak onları daha da büyük bir çaresizlik duygusuna sürüklüyor. Tüm bunların üzerine bir de emperyalist paylaşım kavgasının doğurduğu savaşları ve bununla birlikte tekrar büyüyen bir nükleer savaş tehdidini ekleyin. Hayatın giderek artan ölçüde bir kâbusa dönüştüğü ve işlerin çok daha kötüye doğru gideceği hissiyatı dalga dalga topluma yayılıyor.”[1] Oktay Baran’ın resmettiği tablodan görüldüğü üzere, piyasa tanrısının varlığı insanlığı derin endişelere sevk ediyor. İşsizlik, sefalet ve geleceksizlik kaygısının yarattığı bu haklı endişeler pek çok insanda teknoloji düşmanlığına yol açıyor. Ancak sorun yapay zekânın ya da ileri teknolojinin kendisinden değil, onun toplumsal kullanılma biçiminden kaynaklanıyor. Gelişen teknoloji ile insanların daha az çalışarak kendine daha çok zaman ayırabileceği imkânlar varken ve bunların çok daha fazla gelişeceği biliniyorken, kapitalizmin işleyiş yasaları sebebiyle teknolojik gelişmeler, işçiler için daha çok işsizliğe ve düşük ücretlere yol açıyor. Oysa kapitalizm, yüz yıl öncesine göre teknolojideki gelişmeler sayesinde emek verimliliğini muazzam ölçüde arttırmış durumda. Üretici güçlerdeki gelişmenin mevcut düzeyi dahi, işsizliğin kökünü kazımak bir yana, tüm insanlığın yiyecek, giyecek, barınma, ulaşım, temiz su, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılamanın olanaklarını barındırıyor. Yapay zekâ ve robot teknolojisi başta olmak üzere, bugünkü teknolojik gelişmelerin gerçekten hayata geçirilmesi ve sanayiden tarıma, ulaşımdan lojistiğe tüm sektörlerde yaygın bir biçimde kullanılması halinde, çok daha az emekle çok daha fazla mal ve hizmet üretilebilir ve üretilenler dünyanın her yerine kolaylıkla ulaştırılabilir. Böylece küresel ölçekte bolluğun artması, çalışma saatlerinin tahminlerin ötesinde azalması ve işsizliğin ortadan kalkması mümkün olabilir. Ancak kapitalizm bunların hiçbirine izin vermiyor. Örneğin insanı bedenen ve ruhen tüketen uzun çalışma saatleri, bugün hâlâ dünya işçi sınıfının yaşadığı en büyük problemlerin başında geliyor. 8 Mart’ı uğurladığımız ve 1 Mayıs’a yaklaştığımız şu günlerde, 1800’lü yılların ikinci yarısında başlayan mücadelelerle 1900’lü yılların başlarında pek çok ülkede yasalaşan 8 saatlik işgünü, ne yazık ki bugün işçi sınıfının büyük çoğunluğu için hâlâ hayal olmayı sürdürüyor. Bırakalım 8 saatlik çalışmayı işçiler arasında derin yoksulluktan kurtulmak amacıyla fazla mesai savaşları veriliyor. OECD ülkelerinde dahi fiili çalışma saatleri 12 saati bulabiliyor. İnsanlığın sahip olduğu mevcut potansiyellerle 3-4 saatlik işgünü bugün bile mümkünken, milyonlarca insan işsiz bırakılıyor, iş bulabilenler ise uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve ağır çalışma koşullarına mahkûm ediliyor. Bu akıldışı durum kapitalizmin çelişkili doğasından kaynaklanmaktadır. Kapitalizm teknolojinin barındırdığı olanakların tam tersi istikamette yol almakta, insanlığı yok oluşa sürüklemektedir. Elif Çağlı’nın belirttiği üzere “üretici güçler, burjuvaların son dönemlerde çok hoşlandıkları kavramla dile getirecek olursak, global açıdan düşünüldüğünde insanlığın artık son derece düşük çalışma saatleriyle yaşamlarını örgütlenmelerini olanaklı kılabilecekken, ne olanaklar gerçekliğe dönüşebilmekte ne de eşit bir biçimde dağılmaktadır. Ancak kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarını kavrayamayan ya da kavramak istemeyen bir mantalite, makineleşmenin ilerleyişine ve teknolojik gelişmelere, salt onların içerdiği genel teknik potansiyel bakımından yaklaşır. Oysaki örneğin potansiyel olarak iş saatlerini kısaltma olanağı sağlayan makineleşme, sermayenin hizmetindeyken, bunun uzamasına bile neden olabilmektedir. Keza çalışmayı hafifletebilecekken, sermayenin emrine koşulduğunda, kapitaliste işin yoğunluğunu alabildiğine arttırma fırsatı sunmaktadır. Marx’ın deyişiyle, «kendi başına, o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde insanı bu kuvvetlerin kölesi haline getirmektedir.»”[2]