Erdoğan’ın Diyarbakır programında Adalet Bakanı Bekir Bozdağ
Diyarbakır Cezaevini ziyaret ettikten sonra cezaevinin kapısına kilit vurdu ve
buranın artık “bilim, kültür, ibret ve iyilik merkezi” olacağını, Türkiye’de
bir dönemin kapandığını, geçmişte kötü muamele ve hak ihlalleriyle anılıp faal
halde bulunan bir cezaevi kalmayacağını söyledi. Bu değişiklikleri ortaya koyma
iradesi ve kararlılığından dolayı da Erdoğan’a şükranlarını sunup “tüm
sorunların tek çözüm mercii” olarak Erdoğan’ı işaret etti. Oysa Erdoğan’ın
tepesinde bulunduğu AKP 20 yıldır iktidardaydı ve Diyarbakır zindanında
yapılanları bolca ağzına almasına rağmen Kürt halkının, sosyalistlerin ve
demokratların bu zindanın kapatılıp insan hakları müzesine dönüştürülmesi
talebi karşısında hiçbir adım atmamıştı. Üstelik son yıllarda, diğer
zindanlarda olduğu gibi burada da 12 Eylül faşizminin pek çok uygulamasını
hortlatmıştı.
Eski ismi 5 No’lu Askeri Cezaevi olan Diyarbakır Cezaevinin
yapımına 1972 yılında başlandı ve 1980 Temmuzunda açıldı. ’80 darbesi
sonrasında faşist askeri rejime devredilerek işkence üssü haline getirildi.
[*] Bu dönemde 100 bin civarında insan “örgüt üyesi” olduğu gerekçesiyle
yargılandı. Faşist rejim tarafından ülkedeki bütün cezaevlerinde baskı, işkence
ve yıldırma politikaları uygulandı. Diyarbakır Cezaevinde ise çoğunluğu Kürt
olan tutsaklar eşi benzeri görülmedik insanlık dışı uygulamalara maruz
bırakıldı. 1980-84 döneminde bu cezaevinde tutsak olanlar, sistemli
işkencelerin yapıldığı bu toplama kampının kurbanlarıydılar. Burada uğradığı
işkenceler sonucunda 53 kişi hayatını kaybetti, birçok kişi de sakat bırakıldı
ve hayatları boyunca kalıcı sağlık sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldı.
Bunların arasından cezaevinden çıkar çıkmaz hayatını kaybedenler de oldu. Bu
cezaevi, yaşanan işkence ve kötü muameleler nedeniyle The Times tarafından
dünyanın en kötü şöhretli 10 cezaevi arasında gösterilmişti.
Diyarbakır Zindanında insanın insanlıktan çıkması için her
şey yapılmıştı: elektrikli işkenceler, kalaslarla dövülmeler, mahkemeden
dönerken koğuşlara kadar atılan dayaklar, sık sık her bahaneyle çırılçıplak
soyularak atılan kaba dayaklar, mahkûmların başlarının lağımlara sokulması,
dışkı yedirmeler, kışın havalandırmada buz kütlesinin üzerine yatırılmalar,
görüşte tek kelime Türkçe bilmeyen annesiyle Kürtçe konuşanlara atılan
dayaklar, veremlilerden toplanan balgamların yemeklere atılması... Diyarbakır
Zindanı mağdurları burayı “insanlığın bittiği, yaşamla ölümün bir pamuk
ipliğine bağlı olduğu yer” olarak nitelendiriyorlar. O dönem sermaye sınıfı,
askeri faşist rejim aracılığı ile Kürtlere ve devrimcilere olan sınıf kinini
burada adeta kustu! Diyarbakır Cezaevi zulümle, işkenceyle, insanlık dışı
muamele ile anılıyor ama diğer yandan bu yapılanlara karşı direnenlerle de
anılıyor. En insanlık dışı uygulamalarla iradeleri kırılmak, bilinçleri teslim
alınmak istenen siyasi mahkûmlar burada zaman zaman çeşitli direnişler
gerçekleştirdiler. Açlık grevleriyle olsun, bedenini ateşe verenlerin
eylemleriyle olsun, hem yaşananların kamuoyuna taşınmasını sağladılar hem
cezaevindeki kimi uygulamaların değişmesine yol açtılar.
Erdoğan 9 Temmuz 2021’de Diyarbakır’ı ziyaret ettiğinde, o
dönemin anılarının unutulması gerektiğini, buranın kültür merkezi olarak
hizmete sunulacağını duyurmuştu. Ama aradan geçen 15 ayda bu yönde herhangi bir
adım attırmamıştı. Oysa cezaevinin müze olmasını isteyenler cezaevinde olup
bitenlerin unutulmasını değil, belgeleriyle ortaya çıkmasını, faillerinin hem
yargı yoluyla hem toplum vicdanında yargılanmasını talep ediyorlar. Buranın
İnsan Hakları Müzesi yapılmasını savunan cezaevi mağdurlarından yazar Edip
Polat, DW’ye verdiği bir röportajda “orada tam bir insanlık suçu işlendi ve ne
yazık ki bunu yapanlar cezasız kaldı. Yaşananlar vahşetti. Tam bir vahşetti.
İnsanlar gözümüzün önünde öldürüldüler, bunun her zaman hatırlanması için müze
yapılmalıdır. Ama aslına uygun müze yapılmalıdır. O dönemdeki işkenceler bir
şekilde yansıtılmalı, o hafıza ortadan kalkmamalıdır” diyordu. Binlerce Kürt
gencinin işkence gördüğü bu zindanda hapis yatmış olan mağdurlar tüm
yaşananların korunması, yeni nesillere taşınması, toplumsal hafızayı diri
tutarak böylesi olayların önüne geçmek için duyarlılığın sağlanmasını
istiyorlar.
Kürtlerin muhalefete desteğini zayıflatmak ve onlardan oy
koparabilmek için her yolu deneyen, hatta Selahattin Demirtaş’ın Kürt
olmadığını bile iddia eden Erdoğan, Diyarbakır Cezaevini müzeye dönüştürme
sözüyle kapattırdı. Diyarbakır Cezaevini kapatma şerefinin kendisine yettiğini
söyleyen Bekir Bozdağ ise burayı kapatan irade olarak Erdoğan’ı gösterip ona
şükranlarını sundu. Oysa buranın kapatılması ve müze olması için yıllardır
verilen mücadelelerin önündeki en büyük engel Erdoğan’dır!
Diyarbakır Cezaevinin müze yapılmasını isteyenler başta HDP
ve Kürt hareketi olmak üzere çeşitli sivil toplum örgütleriydi. “Çözüm süreci”
denen süreçteki göstermelik çalışmalardan biri de Diyarbakır Askeri Cezaevinde
yaşanan gerçeklerin ortaya çıkarılmasıydı. Aralarında akademisyen, yazar ve
sanatçıların olduğu Diyarbakır Askeri Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet
Komisyonunun girişimiyle bir rapor hazırlanmış ve bu TBMM’ye sunulmuştu. O
dönemde bu zindanda tutulan 1500 civarındaki siyasi tutsak suç duyurusunda
bulunmuştu. Komisyonun taleplerinden biri de cezaevinin İnsan Hakları Müzesine
dönüştürülmesiydi. Buranın olduğu gibi korunması, yaşanmışlıkları sergileyen,
mağdurları onurlandıran, toplumu eğiten, dolayısıyla toplumsal hafızanın olumlu
ve yapıcı yönden yeniden kurulmasına katkıda bulunan bir barış ve kardeşlik
sembolü olması isteniyordu. Bunun üzerine Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı bu
cezaevindeki baskı, işkence ve ölümlerle ilgili bir soruşturma açmıştı. Ancak
“çözüm süreci” bitirildikten sonra bu mesele hasıraltı edildi ve zaman aşımı
gerekçesiyle soruşturma da sonlandırıldı. 2013 yılında CHP milletvekili Sezgin
Tanrıkulu Diyarbakır Cezaevinin müze olması için yasa önerisi sundu ama bu
öneri o dönem bizzat AKP oylarıyla reddedildi. Buranın İnsan Hakları Müzesi
yapılmasını isteyen 78’liler Derneği öncülüğünde de 2014 yılında 100 bin imza
toplandı ve Meclise gönderildi. Yine bir sonuç çıkmadı. Diyarbakır Büyükşehir
Belediyesi Eş Başkanlığını yaptığı dönemde bu öneriye olumlu bakan Gültan
Kışanak, 19 yaşındayken ağır işkenceler gördüğü bu cezaevinin müze yapılması
için bir dizi çalışma başlattı. Ancak 2016’da görevden alınarak yeniden zindana
kapatılıp yerine kayyum atandıktan sonra bu proje de rafa kaldırıldı.
12 Eylül faşizmi sayısız cezaevinde ve özel olarak da
Diyarbakır Cezaevinde devrimcilere, öncü işçilere, sosyalistlere, Kürtlere
olmadık işkenceler yaptı; bugünkü faşist rejim de başta Kürtler olmak üzere tüm
muhalifleri cezaevlerine dolduruyor. Diyarbakır Cezaevine kilit vurmakla
övünenler, binlerce Kürdü, onların siyasi temsilcilerini içeri doldurmuş
durumdalar. Başta HDP milletvekilleri, belediye başkanları olmak üzere Kürt
siyasi hareketinin 4000 civarında üyesi hapsedilmiş durumda. HDP eski Eş
Başkanı Selahattin Demirtaş, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinden gelen salıverilme kararlarına rağmen tutuklu bulunuyor. Faşist
rejim ikiyüzlülükte aklın sınırlarını zorluyor. Bir yandan Kürtlerin oylarından
bir kırıntı koparmak için Diyarbakır Cezaevini kapatmayı “şeref saydığı”ndan
dem vuruyor, diğer yandan başta Kürtleri ve muhalifleri içine tıkıp, toplumu
zapturapt altına almak için yeni cezaevleri yapmakla övünüyor!
Tıka basa dolu hapishaneler, yeni hapishane inşaatları
Türkiye’de ekonomi tepetaklak aşağı giderken rejim cezaevi
inşaatına milyarlarca lira yatırmaktan geri durmuyor. Son 16 yılda 228, son 6
yılda ise 127 cezaevi açan iktidar neredeyse ülkenin tamamını cezaevine
çevirecek! Uydu görüntüleri Temmuz 2016 ile Mart 2021 arasında başlayan 131
cezaevi inşaatını ortaya koyuyor. 2021’in ilk üç ayında Adalet Bakanlığı 6 yeni
tesis için sözleşmeleri tamamlamıştı. Basına yansıyan bilgiler rejimin 100 ek
tesisi daha planladığını ortaya koyuyordu. Cezaevleri sadece sayı olarak
artmıyor, boyut olarak da büyüyor. Daha geniş alanlara inşa edilen cezaevleri
iki kat yerine üç katlı bloklar olarak inşa ediliyor. İktidar işi öyle bir
noktaya getirmiştir ki, Aksaray’da olduğu gibi bazı kentlerde en büyük yatırım
olarak büyük bir cezaevi inşa etmekten övünç payı çıkarmaktadır. Rejimin 20
yılda ülkeyi getirdiği nokta budur! İktidarı altında yarattığı karanlıkta ışık
arayanları parmaklıklar ardına atmayı bile ekonomik kazanç kapısı haline
getirmek isteyen bir rejim bulunmaktadır karşımızda!
Bu rejimden kurtulmak isteyenler, tepkilerini çeşitli
şekillerde gösterenler giderek arttıkça, beka mücadelesi veren rejimin
saldırganlığı ve yeni zindanlara ihtiyacı da artıyor. Erdoğan faşizmi cezaevi
yapımında dünya liderliğine doğru gidiyor! Avrupa Konseyi verilerine göre
Avrupa’da en fazla vatandaşı cezaevinde olan ülke Türkiye. Her 100 bin kişinin
357’si cezaevinde. İktidar zaman zaman çeşitli vesilelerle aralarında mafya
unsurlarının, katillerin, tecavüzcülerin, uyuşturucu satıcılarının olduğu
mahkûmları serbest bırakıp, cezaevlerinde onlardan kalan boş yerlere
siyasilerin yanı sıra toplumda çeşitli düzeyde muhalif saflarda yer alanları
dolduruyor. 2016’dan bu yana Adalet Bakanlığı daha fazla rejim muhalifini içeri
tıkabilmek için iki ayrı afla yaklaşık 190 bin adli mahkûmu serbest bıraktı.
Yine de cezaevi nüfusu oldukça yüksek düzeyde kaldı. İlk affa rağmen kapasitesi
233 bin civarında olan cezaevlerinin nüfusu 2020’nin ilk yarısında yaklaşık 300
bin civarına ulaşmıştı. “Covid affı”ndan sonra bile cezaevi nüfusu resmi
rakamlara göre 288 bin civarındaydı.
Giderek genişleyen hapishane ağına baskı ve insan hakları
ihlalleri eşlik ediyor. Erdoğan 2021 yılının başlarında yargı reformu ve
cezaevi koşullarında iyileştirme sözü vermesine rağmen, hapishanelerde baskı,
taciz, dayak, işkence ve kötü koşullar giderek artıyor. Özellikle 2016’dan
sonra hapishanelerde işkence olaylarında artış yaşanıyor. Gardiyanlar
tarafından atılan dayaklar, tehditler, cinsel saldırı ve tecavüzler, kadın
mahkûmlara dönük çıplak arama ve aşağılayıcı tutumlar sistematik uygulamalar
haline gelmiş durumda. Yanı sıra cezaevi nüfusundaki yoğunluktan kaynaklı
sorunlar, tıbbi tedavinin durdurulması, kronik hastalığı olan mahkûmların ilaca
erişiminin zorlaştırılması, aile bireylerinin desteğine ihtiyaç noktasına
gelmiş hastaların cezaevinde tutulması, mahkûmların avukatları ve aile
bireyleriyle iletişimlerine ciddi kısıtlamalar getirilmesi gibi birçok hak
ihlalleri yaşanıyor.
Erdoğan Diyarbakır Cezaevini kapatırken orada yaşananlarla
beterin beterini hatırlatıp bugüne razı ederek toplumu susturmak istiyor adeta!
Ama ömrü uzadıkça saldırganlaşan bu rejimin karşısında da her geçen gün daha
fazla insan tepki vermeye başlıyor. Bıraktık işçileri, gençleri, ilkokul
çocukları bile yaşam koşullarına isyan ediyor, sokak röportajlarında okula aç
gidip geldiklerini, artık yeni bir şey alamadıklarını, geçinemediklerini, bunun
sebeplerini sorguladıklarını söylüyorlar. Bunun karşısında rejimse yaşam
koşullarına sesini çıkaranı, gerçekleri söyleyeni de susturmak için yasalar
çıkarıyor. Sokakta ya da sosyal medyada ekonomik ve toplumsal gerçekleri
söyleyenleri içeri tıkmakla tehdit edip insanları dilsizleştirmek istiyor.
Bu koşullardan kurtuluşun yolu susmak değil elbette! Çünkü
kitleler sustukça rejim geri adım atmayacak, tersine eli rahatlayacaktır. Bunun
için sorunları daha fazla konuşmak, daha fazla paylaşmak, dayanışmak, işçi
sınıfının, emekçilerin birbirine güvenmesini, bir araya gelmesini,
örgütlenmesini sağlamak gerekiyor. Muhalif kitleleri burjuva muhalefetinin
sandık pasifikasyonundan kurtarıp hem faşist rejime hem kapitalizme karşı
mücadeleyi örgütleyip büyütmek gerekiyor.
[*] Selim Fuat,
Diyarbakır Cezaevi: 12 Eylül’ün Auschwitz’i (Ekim 2007),
marksist.com