Seçim atmosferine giren Türkiye’de faşist rejim, muhalefeti
felç etmek için her türlü aracı seferber etmiş durumda. Bu araçlardan biri de,
“sosyal medya yasası” ya da “dezenformasyon yasası” olarak anılan sansür yasası.
Geçtiğimiz Mayıs ayında açıklanan fakat yükselen tepkiler nedeniyle dondurulan
söz konusu yasa teklifi Meclis açılır açılmaz görüşülmeye başlandı. Daha önce
de yazdığımız gibi, bu yasayla Cumhuriyet tarihinin en ağır sansür ve
oto-sansür mekanizmasının kurulması hedefleniyor.[1] Bağımsız internet haber kanallarını ve sosyal
medyayı boğma, muhalif tüm fikirleri susturma amacı taşıyan bu yasanın “halkı
yanlış bilginin yıkıcılığından korumak”, “doğru haber alma hakkının gasp
edilmesinin önüne geçmek”, “kişilik haklarının ihlal edilmesini engellemek” için çıkarıldığını savunarak aslında rejim
dezenformasyonun ta kendisini yapmaktadır.
Sansür Yasası
Halkın “doğru haber alma hakkının gasp edilmesinin önüne geçilmesi” ve “yanlış bilginin yıkıcılığından korunması”
için bu rejimden acilen kurtulmak gerektiğini görmek için bu yasaya bakmak bile
yeterlidir.
Basın Kanununa ve diğer bazı kanunlara yeni maddelerin
eklenmesini öngören bu yasa teklifinin
[2] bir bölümü internet haber sitelerinin “süreli yayın” statüsüne sokularak Basın
Kanunu kapsamına alınmasına ilişkin düzenlemeleri içeriyor. Bu haber
sitelerinde çalışan medya mensuplarına “basın kartı verme”, internet haber
sitelerinin “resmi ilan alabilmelerinin önünü açma” gibi bahanelerle yapılan bu
değişikliğin amacı, üzerinde Demokles’in kılıcını sallandırarak muhalif
internet haber sitelerinin sesini kesmektir.
Çıkarılmak istenen yasada internet haber siteleri süreli
yayın statüsüne sokulup, bu yüzden künye bilgilerine (sahibi/sorumlu müdürü,
telefon, adres, e-mail bilgileri vb.) görünür bir şekilde yer vermeleri zorunlu
tutuluyor. Böylece rejimin sopasının adresine kolaylıkla ulaşabilmesi
amaçlanıyor.
İnternet haber sitelerindeki herhangi bir içeriğe ilişkin
şikâyetlerde tarihin kolaylıkla tespit edilmesi için tüm içeriklerin üzerinde
“internette ilk kez sunulmaya başlandığı tarihin” belirtilmesi zorunlu hale
getiriliyor. İçerikleri iki yıl süreyle erişilebilir kılarak muhafaza etmek de
öyle. Ayrıca haber siteleri, içerik çıkarma ve erişim engeli kararından sonra
düzeltme ve cevap metnini bir hafta süreyle yayınlamak ve bunu 24 saat ana
sayfada tutmak mecburiyetinde bırakılıyor. Bu durumlarda mahkeme kararının
posta yoluyla tebliğ edilmesinde geçen süreye bile tahammülü olmayan siyasi
iktidar, basın duyurularının ve yayın yasağı kararlarının hızlı bir şekilde
tebliğ edilmesi için elektronik posta adreslerinin kullanılmasını hükme
bağlıyor.
Sansür Yasasının bam telini oluşturan 29. maddeye gelecek
olursak… Burada artık internet haber sitelerini aşıp, sosyal medyada Whatsapp
gruplarına kadar genişleyen bir alanın baskı ve denetim altına alınması söz
konusudur. Bu maddeyle “
halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak
saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili
gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli olacak şekilde
alenen yaymak”, 1 yıldan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılacak bir suç olarak tanımlanmaktadır! Ayrıca “suçun, failin gerçek
kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi”
durumunda cezada yarı yarıya arttırım öngörülmektedir. Kuşkusuz tüm bu cezalar,
yazdıkları her satırda, attıkları her tweette, yayınladıkları her videoda bu
suçu işleyen rejim sözcüleri, medyası ve trolleri için değil muhalifler için
uygulanacaktır. Zira gerçeği kendi prizmasından geçirerek tanımlayan iktidar,
“gerçeğe aykırı” bilgiyi de yine aynı perspektifle tanımlamakta, bu bilgiyi
paylaşmayı, hatta beğenmeyi bile suç sayarak engellemeye çalışmaktadır. İşine
gelmeyen her türlü haberi, eleştiriyi ve eylemi “
halk arasında endişe,
korku veya panik yaratmak”, “kamu düzenini ve barışını bozmak”, “terör”,
“organize suç” kategorisinde değerlendirmek
faşist
rejimin doğasına işlemiştir. Bu tür suçlamalarla haklarında dava açılanların ve
ceza alanların sayısı düşünüldüğünde, internet haberciliği ve sosyal medya
kullanıcısı milyonlarca insan için nasıl bir ortam yaratılmak istendiği daha
net anlaşılacaktır.
Yeni düzenleme, yurtdışı kaynaklı sosyal ağ sağlayıcılarına
(yani Whatsapp, Instagram, YouTube, Twitter gibi sosyal medya platformlarına),
Türkiye’den erişimin günlük 10 milyondan fazla olması halinde, Türkiye’de
şirket şeklinde şube açma ya da gerçek kişi şeklinde temsilci bulundurma
zorunluluğu getiriyor. Temsilcinin gerçek kişi olması halinde bu kişinin Türkiye’de
ikamet etmesi ve Türk vatandaşı olması zorunlu kılınıyor. Böylece sosyal ağ
sağlayıcıları istendiği takdirde kullanıcı bilgilerini devlete vermek, “bu
kanun kapsamındaki suçlara ilişkin içerikler ile başlık etiketlerinin
yayınlanmamasına ilişkin gerekli tedbirleri almak”, uygunsuz bulunan içerikleri
çıkarmak, erişim engellemesi kararını yerine getirmekle mükellef olacaklar.
Ayrıca bu şirketler “kamu güvenliğini ve kamu sağlığını etkileyen olağanüstü
durumlara ilişkin kriz planı oluşturmak ve Elektronik Haberleşme Kurumuna
bildirmek”le sorumlu tutulacaklar. Tüm bu yükümlülükleri yerine getirmeyen
sosyal ağ sağlayıcılarının internet trafiği bant genişliğinin yüzde elli ilâ
doksan oranında daraltılması, reklâm verilmesinin altı aya kadar yasaklanması gündeme
gelecek, yani bu platformlar işlemez hale getirilecek! Grevleri bile “kamu
güvenliğini ve kamu sağlığını etkileyen olağanüstü durum” kapsamına sokabilen
bir iktidarın, kendisine tehdit olarak gördüğü her durumda bu maddeyi işletip
internet trafiğini fiilen durdurmasının son derece kolaylaşacağı açıktır.
Yasada “şebekeler üstü hizmet sunan” diye geçen internet
üzerinden sesli, görüntülü ve yazılı haberleşme hizmeti sunan yabancı
şirketlere de (Whatsapp, Telegram, Signal vb.) Türkiye’de şirket kurarak Elektronik
Haberleşme Kurumundan yetki alma zorunluluğu getiriliyor. İstenen şartları
yerine getirmeyenler, bant genişliği daraltmanın yanı sıra 1-30 milyon TL para
cezası verilmekle tehdit ediliyor.
Yasa maddelerinden birisi ise Milli İstihbarat Teşkilatının
faaliyetleri ve personeline yönelik “suç” teşkil eden içerikleri “katalog suç”
kapsamına dahil ederek, bu suç isnadının yöneltildiği kişileri doğrudan
tutuklamanın önünü açıyor. Meşhur “MİT tırları” haberini yapan gazetecilerin
casuslukla suçlanıp onlarca yıl hapis cezasına çarptırıldığı düşünüldüğünde,
böyle bir maddenin nelere yol açabileceği daha rahat tahayyül edilebilecektir.
Daha yasa Mecliste görüşülürken Cumhurbaşkanlığı İletişim
Başkanlığının, şimdiye dek gayri resmi olarak yürüttüğü kimi dezenformasyon
çalışmalarını “resmi” hale getiren bir adım atarak haftalık Dezenformasyon
Bülteni çıkarmaya başladığını da belirtelim. Bu bültenin ilk sayısında yer alan
“yalan haber”lere ve iddia edilen “hakikat”lere bakıldığında
[3] karşımıza çıkan durum,
bunun gerçekten de bir dezenformasyon bülteni olduğunu gösteriyor! Çapsız rejim
memurlarının seçtiği konular bir yana iddialarını savunurken “sirkatlerini
söyleme”nin ötesine geçememeleri, rejimin içinde bulunduğu durumu da çarpıcı
bir şekilde yansıtıyor. Bültende iktidarın dezenformasyonlarına yer verilseydi,
her sayı birkaç ciltten oluşurdu. Ama Erdoğan’ın, rejim sözcülerinin ve her
türden aparatın ağızlarından çıkan deste deste yalanların “dezenformasyon”
sayılması elbette mümkün değildir!
Halen onlarca gazeteciyi zindanda tutan, yüz binlerce habere
ve siteye erişim engeli getiren ve RTÜK eliyle televizyonlara cezalar
yağdırarak muhalif medyayı suskunluğa boğmaya çalışan faşist rejim “basın
özgürlüğü”nden dem vururken de aslında dezenformasyon suçunun âlâsını işlemektedir.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün hazırladığı 2022 Dünya Basın Özgürlüğü
Endeksine göre Türkiye 180 ülke içerisinde 149. sırada yer alıyor. Ülkeyi
2005’ten bu yana 98. sıradan buralara taşıyan “özgürlükçü” AKP iktidarı bu
yolda gerçekten de durmak bilmiyor!
2014-2021 yılları arasında
sadece Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla ceza alanların sayısı 3500’ü
geçmiştir. Bu suçlamayla hakkında soruşturma ve dava açılanların
sayısıysa 200 bine yaklaşmıştır. Ama tüm bunlar
muhalefeti sindirmeye yetmediği için, rejim daha etkili araçlar bulma telâşı
içindedir. Aslında bu bile AKP-MHP-Vatan Partisi-Ergenekon ittifakıyla
şekillenen bu rejimin ne denli sıkıştığının açık bir göstergesidir.
Ne zaman hak ve özgürlüklerden bahsetse altından bir çapanoğlu
çıkan faşist rejim, bir başka cinliği de ceza-infaz yasasına yönelik değişiklik
paketiyle devreye sokuyor. Mahpus sayısı 330
bine yaklaşarak tarihi rekorlar kırmaya devam eden cezaevlerini kısmen boşaltıp
asıl “suçlu”lara, yani muhaliflere yer açmak ve olası bir seçimde oya tahvil
etmek üzere büyük bir cüruf grubunu salıvermek için infaz yasasını bir kez daha
değiştirmeye girişiyor. Çoğunluğu faşist aygıtın bir parçası olan katillerin,
tecavüzcülerin, uyuşturucu tacirlerinin, satıcılarının, hırsızların, dolandırıcıların
serbest bırakılması, bu hazırlığın bir yönünü oluşturuyor. Ama bu yapılırken,
tümüyle tezat görünen bir biçimde, cezası iki yılın altında olan bazı suçların
erteleme kapsamından çıkarılması da gündeme getiriliyor ve bu suçlar arasında
“hakaret suçu”nun da bulunması iktidarın gerçek niyetini açık ediyor. Gerekçe
olarak “suçluların hapse girmemesinin adalet duygusunu zedelediğini, toplumda
infial uyandırdığını” söyleyenlerin, kimleri “suçlu” kategorisinde
değerlendirdikleri iyi biliniyor. Yukarıda saydığımız cürufu serbest bırakmak
üzere kapı üstüne kapı açanlar, sıra muhaliflere geldiğinde her türlü ifadeyi
“terör”, “hakaret”, “kişilik haklarına saygısızlık” kategorisine sokup hapis
cezaları yağdırıyorlar. Bugün Türkiye zindanları, yazılı ya da sözlü ifadeleri
“terör” suçu kapsamına sokularak onlarca yıl ceza almış binlerce Kürtle,
sosyalistle, demokratla dolu. Ancak rejime bu kadarı yetmiyor, eleştiren,
sorgulayan bütün beyinler parmaklıklar arkasına atılmak isteniyor.
Alevi sorununun faşist çözümü:
Cemevlerine kayyum atamak!
Sansür Yasasıyla ve diğer uygulamalarla muhalefetin üstüne
kalınca bir beton tabakası dökmeyi hedefleyen faşist rejimin, bir yandan da
umut tacirliğiyle ve her türden manipülasyonla kitleleri boş beklentilere
sürükleyip tabanındaki erimeyi durdurmak için hummalı bir çalışma içinde olduğu
görülüyor. EYT düzenlemesi vaadi, sosyal konut projesi aldatmacası, esnafa
düşük faizli kredi tuzağı, Alevilerin sorunlarının çözüleceği ve hak ve
özgürlükleri genişleten yeni bir anayasa yapılacağı yalanları bunun parçalarını
oluşturuyor. Ama emekçilerin büyük çoğunluğu rejimin gerçek yüzünü görmüş
durumdadır ve artık bu yalanlara kanmamaktadır. Zaten rejimin korkusu ve
saçmalayarak çırpınması da bu yüzdendir. Faşist rejimin sultanından
danışmanına, bakanından bürokratına, medyatöründen tarikat CEO’larına tüm
temsilcileri, izcileri ve yancıları, halkı ahmak yerine koyarak hareket etmekte
birbirleriyle yarışmaktadırlar. Bu aynı zamanda zihinsel çöküşü de göstermektedir.
Erdoğan’ın “
cumhuriyetimizin ikinci asrını Türkiye Yüzyılı haline
getirecek yeni bir atılımın hazırlığı içindeyiz” diyerek duyurduğu
Alevi “reformu” bunun son örneklerinden biridir.
Bilindiği gibi, rejim kendi Kürdünü, Kürt partisini yaratmak
için yıllardır çırpınıyor ama bu konuda bir arpa boyu yol alamıyor. Aksine
kendi tabanındaki Kürtleri de büyük ölçüde yitirmiş bulunuyor. Aynı oyunları
Aleviler üzerinde oynamaya hız veren Erdoğan, geçtiğimiz günlerde bu
doğrultudaki bir adımın “müjde”sini verdi: “Alevi-Bektaşi vatandaşlarımızın bir
araya geldiği mekânların tüm meselelerinin devlet nezdinde takibini ve
yürütmesini yapacak kurumsal bir yapı kuruyoruz. Kültür ve Turizm Bakanlığımız
kendi bünyesinde kuracağımız
Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı cemevlerinin
tamamının yönetimini yürütecektir.
Cemevi hizmetlerinden eğitim
faaliyetlerine kadar tüm çalışmalar bu kurumsal yapı
altında kamu
güvencesi, desteği ve
denetimiyle yürütülecektir. Böylece
cemevlerinin aydınlatma, içme ve kullanma suyu, yapım, onarım, bakım
giderlerinin karşılanması ve imar planlarındaki yeriyle ilgili tüm sorunlar
çözülmüş olacaktır. Aynı şekilde cemevlerinde erkân hizmetlerini yürütmekten
sorumlu Alevi-Bektaşi inanç önderlerinden talep edenlere de bu kurumsal yapı
bünyesinde kadro verilebilecektir.
Ülkemizin demokratikleşme
reformlarının en önemlilerinden biri olduğuna inandığım bu adımların
ülkemize, milletimize, Alevi-Bektaşi kardeşlerimize hayırlı olmasını
diliyorum.”
Erdoğan’ın sözleri yapılmak isteneni gayet net özetliyor.
Alevilerin eşit yurttaşlık, zorunlu din derslerinin kaldırılması, cemevlerinin
ibadethane olarak tanınması ve anayasal güvence altına alınması, Diyanet İşleri
Başkanlığının lağvedilerek inançların özgürleştirilmesi ve devletin tüm
katliamlarla yüzleşmesi gibi yakıcı demokratik taleplerini yerine getirmeye
asla yanaşmayan rejim, Alevi kurumlarına ve cemevlerine kayyum atayarak bu
kurumları etkisiz hale getirmeye, bedava elektrik, su, bina ve dedelere maaş
rüşvetiyle Alevileri sindirip rejime entegre etmeye çalışıyor. Rejim aparatları
da Alevilere “eldeki kuş, daldaki kuş” hesabı yaparak bu düzenlemeyi
bağırlarına basmalarını salık veriyor. Oysa bunun anlamı Alevilerin “kafesteki
kuş”a dönüştürülmesidir ve Alevi emekçilerin buna boyun eğmeleri mümkün değildir.
Öyle görünüyor ki faşist rejim, içine girilen seçim
atmosferinde gerilimi alabildiğine tırmandırmayı ve süreci şu ya da bu şekilde
kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirip kullanmayı tasarlamaktadır. Bunun
için kutuplaştırma siyasetini körükleyeceği gibi, Yunanistan, Suriye veya
Kıbrıs üzerinden tezgâhlanacak bir savaş oyunu da dâhil her türlü araca
başvurabilir. Olası bir seçim durumunda çevrilecek bin bir dolaptan söz etmek
bile gereksizdir. İşte böylesi kritik bir süreçte medyayı ve sosyal medyayı susturmak
rejim için hayati öneme sahiptir. Öfkeyle, kararlılıkla ve cesaretle birleşen
işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin boynuna borç olansa, örgütlü güç
karşısında hiçbir engelin duramayacağını ona göstermektir. Bu bağlamda, sosyalistleri,
emek örgütlerini, sendikaları kucaklayarak mücadeleyi yükseltmesi gereken emek
cephesi yakıcı bir önem kazanmış bulunuyor.
[1] Yılmaz Seyhan,
Rejimin Sosyal Medya Atağı: “Dezenformasyon Yasası” (Haziran 2022)