Emperyalist paylaşım savaşları dünyayı köklü biçimde değiştirmezler
sadece, aynı zamanda değişen dünyanın, değişen dengelerin, kimi dünya güçlerinin
bu değişen dengelere göre yeniden konum alma isteğinin sonucudurlar da. Birinci
ve ikinci emperyalist paylaşım savaşları bunun açık örnekleridir. Ve çoğu kimse
halen yürümekte olduğunun farkında olmasa bile üçüncüsü de bu gerçeğe dair pek
çok veri sunuyor. Almanya’nın yeni şansölyesi Scholz’un Ukrayna savaşını
“milat” olarak görmesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Silahlanma
bütçesini arttıracaklarını söyleyen Scholz, ilk iki emperyalist paylaşım
savaşının yenik gücü Almanya’nın daha militarist bir politika izleyeceğinin
sinyallerini verdi.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı, endüstriyel gelişmelerini
hızlı bir tempoyla tamamlayan ülkelerin dünyayı yeniden paylaşma ihtiyaçlarının
kendini dayattığı koşullarda gerçekleşti ve savaşı resmen başlatan Almanya
yenildi. Ancak bu paylaşım kavgası Rusya’da patlak veren işçi devrimi nedeniyle
gerçekte yarım kaldı ve bu yüzden kısa sayılacak bir süre sonra emperyalist
güçler yeniden kozlarını paylaşmaya giriştiler. İlk yenilginin ve Versailles
Antlaşmasının ağır şartlarından sonra Almanya şansını tekrar denedi ama yine
yenildi. Bu savaş, sahneye yeni emperyalist bir güç olarak çıkan ABD’nin
hegemonyasını kapitalist dünyaya net bir şekilde kabul ettirmesiyle sonuçlandı.
Fakat bu savaştan sonra oluşan uluslararası dengeler yarım yüzyıl sonra SSCB’nin
dağılmasıyla birlikte bozuldu. Önce Batı’da Almanya ve Fransa, sonrasında ise
Doğu’da yükselen yeni emperyalist güçler Rusya ve Çin ABD’nin tartışmasız
hegemonyasını tehdit etmeye başladılar. Buna karşılık ABD ise aşınan hegemonyasını
tahkim etmek ve sürdürebilmek için daha saldırgan bir politika izlemeye
başladı.
Günümüz dünyasını şekillendiren kapitalizmin tarihsel krizi
ve ona eşlik eden uzatmalı hegemonya krizidir. Ukrayna savaşı ve sonuçları da
bu tablonun bir parçasıdır. ABD’ye rakip büyük emperyalist güçlerin ortaya
çıktığı, aynı blokta yer alan güçlerin farklı çıkarlar nedeniyle farklı
politikalar yürüttüğü, dünya ekonomisinin iyice girift bir hal aldığı, rakiplere
zarar vermek üzere uygulanan politikaların bumerang etkisi yarattığı günümüz
dünyasında hegemonya krizinin çözülmesi değil derinleşmesi beklenir. Bugün ABD
ve İngiltere’nin başını çektiği Batı blokunun bir parçası olan Almanya ve
Fransa’nın Ukrayna savaşında birebir aynı tutumu sergilememeleri bu gerçeğin
ifadesidir.
Ukrayna savaşının Üçüncü Dünya Savaşı sürecinde yeni bir evre
olduğunu daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Nitekim sayısız yaptırımla
Rusya’nın köşeye sıkıştırılmaya çalışılması, Ukrayna’ya Batı’nın askeri desteği,
Almanya’nın Rusya’dan uzaklaştırılması, Çin’i Rusya’ya karşı net tutum almaya
zorlama çabaları gibi gelişmeler bunun ifadesidir. Bu bağlamda özellikle de
Almanya’daki gelişmeler dikkate değerdir. Bundan dolayı burada Almanya’nın
pozisyonu üzerinde duracağız.
Almanya
İlk iki emperyalist paylaşım savaşında başat bir rol oynayan
Almanya’nın, şu anda yürüyen emperyalist savaşta da son derece kritik bir rol oynama
kapasitesi ve potansiyeli vardır. Bunu anlayabilmek için biraz geriye gitmemiz
gerekiyor:
“Stalinizmin çöküşünü takiben Almanya’nın Doğu ve Batısının
birleşmesi onu ekonomik bakımdan büyük bir potansiyel güç haline getirdi. AB
içinde yürümekte olan hegemonya mücadelesinde Alman emperyalizmi atağa geçerek,
Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovenya, Slovakya’da vb. önemli bir rol
üstlenmeye koyuldu. Rus pazarında da diğer rakiplerini geçmeye çalıştı. […] Almanya
[…] İkinci Dünya Savaşı deneyimi nedeniyle kendi emperyalist tutkularını ancak
bütünsel bir Avrupacılık kılığına bürüyerek genişletebileceğinin bilincindedir.
Alman emperyalizminin ekonomik gücünü politik, diplomatik ve askeri bakımdan da
geliştirmeye ihtiyacı vardır. Rusya ile yakınlaşma çabaları, NATO dışında bir
Avrupa Ordusu oluşturma planları, Avrupa federasyonunun kurulabileceği
propagandası bunun sonucudur.”
[1]
Nitekim ilerleyen yıllarda Almanya kendi etki alanında olan
Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasını sağlayarak AB’nin hegemon
gücü haline geldi. Diğer yandan kapitalizme entegrasyonunu tamamlayıp yükselen
yeni güç haline gelen Rusya ile de ilişkilerini geliştirdi. Ne var ki,
hegemonyasını korumak için “önleyici atağa” geçtiği bir dönemde Rusya ve
Almanya’nın giderek yakınlaşması ABD’nin çıkarlarını baltalıyordu.
“ABD’nin özel olarak ilgilendiği hususlardan biri
Almanya-Rusya yakınlaşmasıdır. Almanya ile Rusya arasındaki ekonomik ve siyasi
ilişkilerin geldiği düzey ABD’yi ziyadesiyle korkutmaktadır. ABD, bu
yakınlaşmayı sabote etmek için her fırsatı kullanmaktadır. Ukrayna meselesinde
alınan tutumlarda bu politikaların izleri rahatlıkla görülecektir. Örneğin
Almanya, Ukrayna’nın AB üyeliğine yeşil ışık yakarken NATO üyeliğine karşı
çıkmıştır. Benzer şekilde Gürcistan’ın NATO üyeliğine de destek vermemiştir.
Oysa bu iki ülke, ABD’nin Rusya’yı çevreleme siyasetinde kilit öneme sahip
ülkelerdendi. Bu nedenle de ABD, Ukrayna’nın Almanya’nın kontrolündeki bir
AB’ye girmesini ve bu temelde Rusya ile AB arasında daha da yakınlaşma
yaşanmasını engellemek için Ukrayna’da 2013 sonundaki karışıklıkların
çıkmasında aktif rol oynamıştır. Sonuçta da Rusya’nın AB ve NATO’yla
ilişkilerinde derin kırılmalar yaşanmış, olası bir Almanya-Ukrayna-Rusya
ekseninin önü şimdilik kesilmiştir. Bugün Ukrayna, bizzat ABD tarafından silah
ve cephane almak için borçlandırılmakta, adeta silah deposu haline getirilerek
Rusya’yla olası bir çatışmanın zemini döşenmektedir.”
[2] 2018’de yazılan bu satırlar Ukrayna savaşının duru gökte çakan bir şimşek
olmadığını çok net bir şekilde gösteriyor ve aynı blok içinde olan güçlerin
farklı tutumlar almalarının nedenine ışık tutuyor.
ABD, Ukrayna işgalinin şu aşamasında Almanya’yı Rusya’dan
uzaklaştırmış görünüyor. Almanya, ABD’nin Rusya’ya dönük yaptırımlarına büyük
ölçüde katılmış durumda ve yakında bir yaptırım paketi daha açıklayacak. Almanya’nın
enerjide Rusya’ya bağımlılığı ise yumuşak karnını oluşturuyor. Almanya doğalgaz
ihtiyacının yüzde 55’ini, kömür ihtiyacının ise yüzde 50’sini Rusya’dan
sağlıyor. Yeni koşullar, Almanya’nın enerji politikasında değişiklik yapacağına
işaret ediyor. Daha önce yenilenebilir enerjilerin yaygınlaştırılması kararı
alınmış, nükleer santrallerin kapatılması planlanmıştı. Şimdiyse Rusya’ya
bağımlılıktan kurtulabilmek için Yeşillerin de içinde bulunduğu koalisyon
hükümeti nükleer politikasını gözden geçirmeyi düşünüyor. Yeşiller Partisinden
Ekonomi Bakanı Robert Habeck’in “hiçbir fikir tabu değil” demesi Yeşillerin
çevre politikalarını yeni konjonktürde “müzakere edebileceği” anlamına geliyor.
Daha önceki plana göre 2022 sonunda nükleer santrallerin kapatılması
gerekiyordu ama görünen o ki bu santraller çalışmaya devam edecek. Habeck
enerji sorununu çözmek üzere BAE ve Katar ziyaretlerini ise “Siyaset,
gerçekliğe göre pozisyon almak ve ellerinizi kirletmektir. Ve işe giriştiğinde
ellerin kirli olduğu için şikâyet etmemektir...” diye savundu. Çevre ve insan
hakları önemli ama önce “istikrar ve güvenlik”! Yani önce çıkarlar!
Merkel döneminden sonra Yeşillerin koalisyonda dışişleri ve
iklim bakanlığını üstlenmesi, insan hakları ve demokrasi endeksli barışçıl bir
dış politika ve çevreci politikalar beklentisi yaratmıştı. Koalisyon partileri
Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller ve Hür Demokrat Parti (FDP) bugüne kadar
bütçeden silahlanmaya ayrılan payın arttırılmasına karşı çıkmıştı. Şimdiyse
bunun aksine, bütçeden silahlanmaya ayrılan pay arttırıldığı gibi, nükleer santrallerin
kapatılması da erteleniyor. Bu, mali sermayenin hangi parti iktidarda olursa
olsun kendi çıkarlarına uygun politikalar izlettirebildiğini ortaya koyuyor.
Almanya, Ukrayna savaşı nedeniyle bazı açılardan zor duruma
düşse de, bir yandan da oluşan yeni siyasal koşulları kendi emperyalist
hedeflerine ulaşabilmek için fırsata çevirmeye çalışıyor. 90’lı yıllarla açılan
yeni dönemde nüfuz alanlarını genişletse de, sırtında bir kambur gibi taşıdığı geçmişin
yükü daha atak bir politika izlemesini engellemiştir. Mesela, Almanya önemli
bir silah üreticisi olmasına rağmen güya “prensipte” çatışmalı bölgelere silah
ihracatı yapmadığını iddia ediyor. Elbette, bu çoğu kez belgelendiği üzere doğru
değil ama silah ticaretini el altından yapmak zorunda kalıyor veya kılıfına
uydurmaya çalışıyor. İkinci Dünya Savaşında yenilmiş ve askeri gücünü kaybetmiş
Alman emperyalizminin silahlanmamasının ve uluslararası siyasette askeri olarak
pasif konumda kalmasının nedeni, koşulların yeterince olgunlaşmamasıydı. Bu
koşulların bir boyutunu uluslararası siyasal konjonktür, diğer bir boyutunu ise
savaşın getirdiği yıkımı ve Hitler faşizminin doğurduğu utanç duygusunu yaşamış
Alman halkının olası tepkisi oluşturuyordu. Fakat Ukrayna savaşı Alman
emperyalizminin bu engeli aşması için büyük bir fırsat oldu. Rusya’nın Ukrayna
sınırına askeri yığınak yaptığı günlerde, Almanya, Ukrayna’nın silah talebine
“kriz bölgelerine silah ihraç etmeme” prensiplerini gerekçe göstererek olumsuz
karşılık vermişti. Belli ki, Merkel döneminde Rusya ile geliştirilen siyasi ve
ekonomik ilişkileri Ukrayna için bozmak istemiyorlardı. En azından Rusya’yı
karşılarına alacakları bir dış politika konusunda Alman egemen sınıfının o
zaman henüz netleşmediğini söylemek mümkün. Savaş başladıktan sonraysa öyle koşullar
oluştu ki, Ukrayna’ya tanksavar ve Stinger füzeleri gönderilerek bu prensip bir
kenara bırakıldı. Yani, başka bir deyişle, Merkel dönemi politikalarının da üstü
çizildi. Savaş, Yeşiller iktidarı altında daha militarist politikalar
güdülmesinin bahanesi haline getirildi. Nitekim son haftalarda birbiri ardına Almanya’nın
savaştan etkilenmesinin faturasını Merkel’e kesen açıklamalar geliyor.
Scholz, 27 Şubatta Federal Mecliste yaptığı konuşmada Ukrayna
savaşı sonrası ortaya çıkan durumu “milat” olarak değerlendiren bir konuşma
yaptı. Bu konuşmada 2022 bütçesinde bir kereye mahsus olmak üzere savunma
harcamaları için 100 milyar avroluk ek fon ayrılacağını söyledi. Ayrıca, gayrisafi
yurt içi hasılanın yüzde 1,5’i düzeyinde olan yıllık savunma bütçesinin
NATO’nun kararlaştırdığı gibi artık %2’ye çıkarılacağını belirtti. Hemen
ardından da atom bombası taşıma kabiliyetine sahip 35 adet F-35 jeti alınması
gündeme geldi.
Silahlanmada başı çeken ülkelerin askeri bütçelerine
baktığımızda 100 milyar avro çok büyük bir meblağdır. Dünyanın bir numaralı
askeri gücü olan ABD, silahlanma bütçesini %4,4 artışla 2020’de 778 milyar
dolara çıkardı. Bu, dünyadaki toplam askeri bütçenin %39’u anlamına geliyor.
Ardından gelen Çin’in askeri bütçesi ise 252 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Bunlardan
sonra gelen ülkelerin askeri bütçeleri ise şöyle: Hindistan 72,9 milyar dolar,
Rusya 61,7 milyar dolar, İngiltere 59,2 milyar dolar, Almanya 52,8 milyar dolar.
Ek fon kararı Almanya’yı askeri güç bakımından dünyanın ikinci büyüğü olan
Çin’in arkasına yerleştirmektedir.
Askeri bütçeleri ABD ve Çin’in oldukça gerisinde kalan
Avrupalı emperyalistler, son yıllarda silahlanmaya ayırdıkları payı dünya
ortalamasının üzerinde arttırmaya başladılar. SIPRI’nin (Stockholm Uluslararası
Barış Araştırmaları Enstitüsü) 2017-2021 ile 2012-2016 dönemlerini ele alan
raporunda bu veriler dikkat çekiyor. Dünya genelindeki silah ve askeri teçhizat
satışlarının dönemsel olarak karşılaştırıldığı bu rapora göre dünya çapında
silah ticareti %4,6 azalırken, Avrupa ülkelerinde askeri harcamalar %19
oranında artmıştır.
Fransa ve ABD medyasının Scholz’un yeni kararlarını açıklamak
üzere mecliste yaptığı konuşmayı öne çıkarmaları ve “yeni bir dönem” tanımlaması
yapmaları da dikkat çekicidir. Gerek silahlanma ve silah gönderme gerekse
enerji politikalarında yapılan değişiklikler bu tabirin yerinde olduğunu
gösteriyor. Almanya gibi sanayisi gelişkin, ekonomisi güçlü, dünyanın üçüncü büyük
ihracatçısı olan bir ülkenin silahlanmasının önündeki engelleri kaldırmaya
başlaması dünya savaşının seyri bakımından son derece önemli bir gelişmedir.
Tarih tekerrürden ibaret değildir ama doğru bir yöntemle analiz
edilirse bugünkü gelişmelerden doğru sonuçlar çıkarabilmemizi sağlar. Almanya’nın
tarihine baktığımızda bugün ne kadar önemli bir güç olabileceğini
anlayabiliriz. Modern Almanya’nın kurucusu sayılan Bismarck şansölye ilan
edildiğinde şu meşhur sözleri sarf etmişti: “Prusya’nın Almanya’daki konumu
liberalizmiyle değil, gücüyle belirlenecek [...] Prusya, daha önce birkaç kez kaçırdığı
elverişli an için gücünü birleştirmeli ve yoğunlaştırmalıdır. […] Günün en
büyük sorunlarına konuşmalarla ve çoğunluk kararlarıyla karar verilmez –bu 1848
ve 1849’un büyük hatasıydı– demir ve kanla!” Nitekim Bismarck kan, zulüm ve
şiddet politikası ile Almanya’yı birleştirmiş ve Fransa ile savaşa girerek
yenmiş, bu savaşın sonucunda Bonaparte rejimi çökmüştü. Bismarck bundan sonra
büyük bir savaşa girmekten kaçınmış olsa da, Almanya’nın emperyalist
temellerini atmıştı. Emperyalistleşen Almanya ise gücü oranında dünya
pazarlarından pay ve nüfuz alanları elde etmek üzere dünyanın yeniden
paylaşılması için Birinci Dünya Savaşını başlatan ülke oldu. Ne var ki, ağır
bir yenilgi aldı.
Bu yenilginin acısıyla ve üst üste gelen ekonomik ve siyasi
krizlerle sarsılan Almanya’da Nazilerin yükselişi ve militarist politikası
yaklaşan ikinci savaşın ayak sesleriydi. Naziler savaşa hazırlığın bir parçası
olarak Versailles Antlaşması ile yasaklanmış olan askerlik hizmetini 1935’te 1
yıl, 1936’da ise 2 yıl olarak yeniden yürürlüğe soktular. Yeni savunma yasasına
göre kadın erkek bütün Almanlar savaş durumunda askerlik hizmeti ile yükümlü
hale geldi. Alman halkının çiğnenen gururunu onarmak için savaşın ve kesin
zaferin gerekli olduğu propagandasına hız verildi. Bugün hız verilen silahlanma
da benzer şekilde savaşı daha da yaygınlaştırma hazırlığı olarak görülmelidir.
Ya diğerleri?
Kuşkusuz Almanya’nın askeri harcamalarını arttırdığı koşullarda
diğer emperyalist güçler bunu elleri kolları bağlı seyretmiyorlar, seyretmeyeceklerdir.
Derinleşen hegemonya krizinde silahlanma yarışının giderek hız kazanması
eşyanın tabiatı gereğidir. Diğer emperyalist güçler de fırsattan istifade
askeri güçlerini arttırmaya çalışacakları gibi, emperyalist rekabet bunu daha
da kızıştıracaktır. Mesela, İkinci Dünya Savaşında atom bombalarıyla tarumar
edilen ve ABD dayatmaları nedeniyle askeri gücü sınırlanan Japonya, ekonomisini
büyütmeye odaklanıp dünyanın üçüncü büyük ekonomisi oldu. Şimdiyse militaristleşmenin
önündeki engelleri kaldırmaya çalışıyor.
Japonya Anayasası 1947’de kabul edildi ve bugüne kadar
herhangi bir değişikliğe uğramadı. Bu anayasanın ayırt edici özelliği egemen
bir devletin savaşma hakkından feragatini içermesidir. Anayasanın 9. maddesi
Japonya’yı savaştan, uluslararası uyuşmazlıklara karşı tehdit ve kuvvet
kullanmaktan ve kara, deniz, hava kuvvetleri ya da başka herhangi bir savaş
kuvveti oluşturmaktan alıkoyuyor. İkinci Dünya Savaşını sona erdiren
antlaşmalarla birlikte bu maddeyle, emperyalist Japon militarizminin önü
kesilmişti. 2012’den 2020’ye kadar başbakanlık görevini yürüten Şinzo Abe, emperyalist
rekabette frenleyici bir rol oynayan anayasayı değiştirmek istedi. Ne var ki,
Mecliste üçte iki çoğunluğa ulaşamadığı gibi ülke çapında anayasa değişikliğine
karşı protesto eylemleri de gerçekleştirildiği için emeline ulaşamadı. Ama anayasanın
etrafından dolaşarak Öz-Savunma Kuvvetlerinin yetkilerini genişleten yasal
düzenlemeler gerçekleştirdi. Silah ticaretinin önündeki bazı yasal engelleri de
hafifletti.
Ukrayna savaşı nasıl ki Almanya için bir milat olmuşsa, Tayvan
da Japonya için böylesi bir potansiyeli barındırmaktadır. Ukrayna’nın
işgalinden sonra yapılan bir ankette Japon halkının dörtte üçünden fazlasının
Çin’in Tayvan’ı işgal edebileceğine inandığı sonucu çıktı. Bu olur veya olmaz
ama egemenlerin silahlanmanın önündeki engelleri hafifletebilmeleri,
emekçilerin savaş ve silahlanma karşıtı sesini bastırmaları için önemli bir
kaldıraçtır. ABD’nin Ukrayna’da izlediği taktiği burada da izlediğini
söyleyebiliriz. ABD, Japonya ve Avustralya’yı yanına alarak Çin üzerinde baskı
oluşturmaya çalışıyor. Kuzey Kore ve Tayvan sorunu üzerinden bölgeyi daha fazla
silahlandırmaya çalışıyor. Biden’ın Şubat başlarında yayınladığı Hint-Pasifik
Strateji Belgesinde ABD’nin çıkarlarını korumak amacıyla bu bölgede daha fazla
askeri operasyon yapacağı, Japonya, Hindistan ve Avustralya ile askeri,
ekonomik ve siyasi işbirliğinin geliştirileceği belirtiliyor.
AB’nin diğer büyük gücü Fransa da kendine alan açmaya
çalışıyor ama başarılı olamıyor. Macron 2019’da NATO’nun beyin ölümünün
gerçekleştiğini söylemişti. Bu hem Fransa’nın NATO’dan bağımsız bir Avrupa
ordusu isteğinin dışavurumuydu hem de İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan
uluslararası yapının artık yıprandığının dile getirilmesiydi. Macron’un NATO’ya
itirazının muhatabı doğal olarak ABD’ydi. ABD, 2021 Eylülünde AUKUS (Avustralya,
Birleşik Krallık, Birleşik Devletler) Paktı ile Fransa’ya cevap verdi. Bu pakt
ile Avustralya, ABD ve İngiltere’yle nükleer başlıklı denizaltılar almak için
sözleşme imzalamış ve daha önce Fransa’yla imzaladığı denizaltı anlaşmasından
çekilmişti. Bu, Fransa ile ABD arasında bir krize yol açmıştı. Şimdi bir hamle
de Almanya üzerinden geldi. Fransa, Almanya’nın ABD’den F-35 alma kararından da
benzer şekilde rahatsız. Hâlihazırda hiç ABD teknolojisi kullanılmaksızın savaş
uçakları üretmek üzere Almanya, Fransa ve İspanya ortak bir proje (FCAS Future
Combat Air System) yürütüyor. Fransa hem bu projenin sekteye uğramasından hem
de ABD’nin AB içinde etkisinin artmasından endişe ediyor.
Sonuç olarak, gelinen aşamada militarizm dünya genelinde
giderek yükseliyor. “İnsanlığın İkinci Dünya Savaşından ve faşizmden ders
çıkardığı” iddiası burjuvazinin genel bir safsatası iken, Almanya’nın bundan
ders çıkardığı iddiası ise Alman sermayesinin ideolojik manipülasyonudur. Hiroşima
ve Nagazaki’yi yaşadığı için Japonya’yı bir anayasa maddesinin
durdurabileceğine inanmak ise saflık olur. Başta da belirttiğimiz gibi günümüz
dünyasını şekillendiren kapitalizmin tarihsel krizi ve devam eden emperyalist paylaşım
savaşıdır. Emperyalist rekabette askeri güç çok önemlidir. Askeri güç için
ekonomik güç, gelişkin sanayi gerekir. Ve bunlar karşılıklı olarak birbirini besler
ve büyütür. Bismarck “demir ve kan” derken tam da bunu kastediyordu. Ondan 80
sene sonra Goebbels “tereyağı yerine top” derken farklı bir şey demiyordu.
Bunları konuşturan ise Krupp’lardı. Ve bugün krizini aşmaya çalışan kapitalizm yine
militarizm ateşini harlıyor, yeryüzüne çağırdığı savaş tanrılarına emekçilerin
dua etmesini, kurban vermesini istiyor. Ama unutulmasın ki yeryüzünü cehenneme
çeviren bu sistemi tarihin çöp sepetine gönderecek isyan ateşleri de
harlanıyor.
[1] Elif Çağlı,
Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Nisan 2003,
marksist.com
[2] Kerem Dağlı,
Hegemonya Krizi, Almanya ve “Hasta Adam” Türkiye, marksist.com