
Amerikan askerlerinin Afganistan’dan tahliye edildiği günlerde büyükelçilik binasından ve havaalanından yansıyan görüntüler, politik yelpazenin çok çeşitli kesimleri tarafından, Afganistan’ın ABD için “yeni bir Vietnam bataklığı” olduğunun kanıtı olarak yorumlandı. Çin ve Rusya gibi rakip emperyalist güçler kontrol ettikleri medya aracılığıyla ABD’nin ikinci Vietnam’ı yaşadığı düşüncesini pompalarken, çeşitli sol çevreler de bu görüntülerden yanlış sonuçlar çıkardılar. Kabil’deki büyükelçilik binasından yansıyan kareyle Saygon büyükelçiliğindeki tahliyeyi gösteren meşhur fotoğraf arasında benzerlik kuranlar, Vietnam halkının kazandığıyla Afgan halkının kaybettiği arasındaki büyük farkı görmezden gelerek, Amerikan emperyalizminin içine düştüğü durumu “bozgun”, “hezimet” gibi kavramlarla ifade etmeyi tercih ettiler. Daha ileri gidip Taliban’ı işgalcilere karşı yurdunu savunan ve onu bozguna uğratan muzaffer bir güç olarak niteleyen ve hatta ona anti-emperyalist bir vatan savunucusu payesi verenler de eksik olmadı. Aslında “bataklık”, “bozgun” benzeri iddialar savaşın başlangıcından bu yana geniş bir kesim tarafından yinelenmektedir. Bilindiği gibi ABD Afganistan ve Irak’ı işgal ederken, bu ülkelere “özgürlük ve demokrasi götürmek”, “istikrara kavuşturmak”, “terörizmi yok etmek” gibi argümanlarla bu savaşı meşrulaştırarak, ittifak cephesini genişletmeye çalışmıştı. Ancak bu argümanların gerçeklerle en ufak bir ilgisinin olmadığı daha baştan belliydi. Komünistlerin bu savaşın niteliğini doğru bir şekilde saptamak ve işçi sınıfını bu temelde tutum almaya yöneltmekle yükümlü oldukları açıktı. Nitekim enternasyonalist komünistler olarak, Afganistan’da başlatılan savaşın emperyalist bir savaş olduğunu daha en baştan tespit ederken şöyle demiştik: “Bugün sürmekte olan Afgan savaşı, iddia edildiği gibi ne terörizme karşı bir savaştır, ne Hıristiyan dünyasının İslam’a karşı bir savaşıdır, ne bir kültürler çatışmasıdır ne de özgürlük ve demokrasi savaşıdır. Bunların hepsi, bugünkü savaşın ABD açısından emperyalist bir savaş olduğu gerçeğinin üstünü örten koca yalanlardır.”[1] Yine aynı yazımızda, bu savaşın ABD’nin kendi kamuoyunu ve askeri gücünü emperyalist savaşın sonraki aşamalarına hazırladığı gerçekçi bir tatbikat özelliği de taşıdığını belirterek şunları vurgulamıştık: “Özellikle Amerikan kamuoyunun militarizme ikna edilmesi, ABD yönetimi açısından belirleyici bir önem taşıyor. Bunun ise birkaç boyutu var: Birincisi, ABD’nin stratejik-askeri hedeflerine ulaşabilmesi için kamuoyunda çok yaygın olan Vietnam Sendromunu artık aşması gerekiyor. İkincisi, krize doğru yuvarlanan durgunluk ortamında, son yıllarda tüm ileri kapitalist ülkelerde canlanan işçi hareketinin bastırılması, küreselleşme karşıtı diye anılan hareketin ezilmesi gerekiyor. Üçüncüsü, 11 Eylül saldırısı bahane edilerek tüm demokratik hakların kısıtlanması gerekiyor. Bu saldırılardan sonra Kongre kararlarıyla başkan Bush’a tanınan yetkiler, II. Dünya Savaşı sırasında Roosevelt’in sahip olduğu yetkileri bile daha şimdiden geride bırakmış durumda. Amerika’nın liberal gazeteleri, zanlıların sorgulanması sırasında işkencenin meşru bir yöntem olması gerektiğini bile dile getirmeye başlıyorlar. Tüm bunlar, yaklaşan yeni savaşlara Amerikan yönetiminin, kendi cephe gerisini güçlü tutmaya dönük adımlarıdır.” İşçi hareketinin ve sosyalist hareketin zayıflığı koşullarında ABD ne yazık ki bu hedeflerine ulaşmakta zorluk çekmeyecek ve Afganistan’ın sadece bir sıçrama tahtası olarak kullanıldığı bu savaşta çok geçmeden Irak da namlunun ucuna yerleştirilecekti. Bu süreçte Avrupa şehirlerinde ve İstanbul’da gerçekleştirilen bombalı saldırıların ardından yaptığı analizlerde Elif Çağlı, burjuvazinin “terör saldırıları” olarak nitelendirdiği bu saldırıların da emperyalist paylaşım savaşının parçası olduğunu tespit edecekti. ABD’nin stratejik yöneliminiyse içine girilen yeni dönemin özellikleriyle sıkı bağlantısı içinde ortaya koyacaktı: “Sovyetler Birliği’nin ve sözde sosyalist blokun çöküşü, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve «soğuk savaş» olarak adlandırılan dönem boyunca dünyada oluşmuş denge durumuna son verdi. Böylece ABD, kapitalist sistemin hegemon gücü olarak çeşitli nüfuz alanlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirmek üzere atağa geçti. ABD’nin yeni dönem stratejisi, yakın bir gelecekte yükselebilecek Rusya ve Çin gibi yeni güçlere karşı hegemon pozisyonunu şimdiden takviye edebilmek, gelecekte üstünlüğü başkalarına kaptırmamaktır. Bu olgu ABD emperyalizmi karşısında rakip emperyalist güçlerin yer almayacağı ya da ABD’nin sahip olduğu devasa savaş aygıtına dayanarak dünyanın her bir köşesinde canının istediği her şeyi yapabileceği anlamına gelmiyor. Ne var ki, Amerikan emperyalizminin dünya dengelerini etkileyici gücü, ona yeni dönemde tüm nüfuz alanlarında fütursuzca köşeler kapabileceği cesaretini vermiştir. “ABD emperyalizminin Bush yönetimi altında kalkıştığı atak gelip geçici bir hevesten değil, nüfuz alanlarının yeniden yapılandığı bir dönemde üstünlüğü elde tutma ve pekiştirme ihtiyacından kaynaklanıyor. Dönemin stratejik zorunluluklarını yerine getireyim derken, Bush ekibinin tamamen yanlış yollar izlemesi, işleri yüzüne gözüne bulaştırması, pek çok taktik hata yapması pekâlâ mümkündür. Ve işte bu nedenle de ABD yönetimi, gerek içteki muhalifleri ve gerekse diğer emperyalist güç odakları tarafından eleştiri bombardımanına tutulacaktır. Ne var ki bu tür somut gelişmeler, dipte yatan stratejik gerçekleri değiştirmez. Afganistan’daki ya da Irak’taki savaşın gösterdiği gibi, ABD’nin niyeti savaşa tutuştuğu devletleri haritadan silmek ya da işgal ettiği toprakları sömürgesi ilan etmek değil, bu yerlerde kendi emelleri doğrultusunda rejim değişiklikleri yapabilmektir. İşbaşına uzlaşmacı iktidarları getirip, sonra da başka alanlara sıçrayabilmektir. Bunu ne ölçüde başarabileceği sorusu ise bizzat yürüyen emperyalist savaşın gidişatı tarafından yanıtlanacaktır.”[2] O dönemde, gerek Afganistan ve Irak’a yönelik savaş kararını, gerekse buralarda çabuk başarı elde edilememesini Bush’un aptallığıyla, iş bilmezliğiyle açıklama eğilimi yaygındı. Elif Çağlı bu hususta da önemli bir uyarıda bulunarak şöyle demekteydi: “Olayların gidişatındaki kısa süreli iniş ve çıkışlara bağlı olarak günübirlik yorumlar yapmak burjuva basının tarzıdır. Bu tarz, taktik zigzagların peşinden koşarken genel stratejinin gözden yitirilmesine sebep olur. Gerçekte aynı tarzın uzantısı olan, fakat dünya olaylarına dair daha ciddi ve kapsamlı görünen yorumlarıyla sol liberal basın ise sosyalist harekete her zaman burjuva etkisini taşır.” “İşçi sınıfının kapitalist düzene karşı mücadelesinde asıl bilinç bulandıranlar, Bush örneğinde olduğu gibi, emperyalist sistemin gerçeklerini açıkça dile getiren «aptallar» değildir. Tam tersine, kendilerini iyi yürekli demokratlar olarak lanse edip kapitalist sistemin sivri yönlerini kamufle etmeye çalışan zeki politikacılar ve ideologlardır. Çünkü bunlar sistemin işçi ve emekçiler tarafından açıkça görülebilen tüm kötülüklerinin suçunu Bush gibilerin üzerine yıkıp, ABD’nin Clinton benzeri başkanlar tarafından yönetilmesi halinde dünyanın bir barış cennetine dönebileceği yalanını yayarlar. Böylece kapitalist sistemin çarklarının uzun yıllar boyunca dönüp durmasını sağlamaya hizmet ederler. Bugün ABD Irak’ta emekçi kitlelere tamamen haksız görünen bir savaşı ve işgal durumunu mu sürdürüyor, dişinizi sıkın ey emekçiler, çok yakında seçimlerde aptal Bush ekibi yenilgiye uğrayacak ve böylece bugün çekilen acılar sona erecektir! İşte Amerikan emperyalizminin gerçekten akıllı stratejistleri, dünyadaki işçi ve emekçi kitlelerin kapitalist sisteme isyanını böylesi papaz hileleriyle önlemeye seferber olmuşlardır. ABD’nin tahterevalli oyunu benzeri iki partili sözümona demokrasisi, dünya işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve ezilen halkların canını fena halde yakan işsizlik, yoksulluk ve savaş canavarını tesirsizleştirecek bir çare olarak sunuluyor. Bundan büyük yalan olabilir mi?” (age) Nitekim Afganistan ve Irak savaşlarının ilk dönemlerinde bu türden bir savaş karşıtlığı yaygınlık kazanıp milyonlar sokağa dökülmüş, ancak bu hareketin hükmü fazla uzun sürememişti. Hemen hatırlatalım ki, emperyalist savaşı Suriye’ye yayarak cehennem ateşini harlama başarısını gösteren de “zeki, barışsever, siyah bir Demokrat” olan Obama olacaktı! Savaşın gelişimi içinde ABD bir cepheden çekilirken diğer cephelere ağırlık vermek ya da yeni cephelere yönelmek gibi pek çok taktik değişikliğe gitti. Ancak bunların hiçbiri temel stratejiyi değiştirmedi. Bu noktada, Üçüncü Dünya Savaşı olarak adlandırdığımız bu emperyalist paylaşım savaşının, daha önceki iki büyük emperyalist savaştan farklılığını gözden kaçırmamak son derece önemlidir: “Vaktiyle büyük emperyalist savaş cehenneminin alevleri Avrupa ülkelerini yaladığında bu dönemler Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olarak adlandırılmıştı. Günümüzde ise emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. … Yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb., çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabilir.”[3] Bu savaşın gidişatı içinde çeşitli cephelerde gördüğümüz bu gerçeklik, farklı bir biçimde de olsa bugün Afganistan bağlamında karşımıza çıkıyor. ABD, savaşın startını verdiği bu ülkeden askerlerini çekerken, Taliban 20 yıl önceki pozisyonuna geri dönmüş durumda. Ancak şu aşamada, bu durumun ne kadar süreceğine dair herhangi bir öngörüde bulunmak mümkün değildir. Yürüyen savaşın karakteri düşünüldüğünde, ABD’nin fitilini çekip Afganistan sahasına fırlattığı Taliban’la ve yeniden güçlendirilmesi olası görünen El Kaide-IŞİD gibi örgütlerle bölgeyi iyice istikrarsızlaştırıp, rakiplerini bu yolla zayıflatma yöntemine başvurması, hatta sonrasında bir şekilde geri dönmesi de olasılıklar dâhilindedir. Peki böylesi bir kaotik durumda Vietnam benzetmeleri yapmak ne anlama gelmektedir?