
Ortadoğu’da çelişkilerin alabildiğine keskinleşip emperyalist eksenlerin çok daha kalın çizgilerle çizilmeye başlandığı bugünlerde, Türkiye ile İsrail arasındaki buzlar da erimeye başladı. Tam da Suudi Arabistan öncülüğündeki Sünni savaş cephesinin (“Teröre Karşı İslam İttifakı”) kuruluşunun ilan edildiği günlerde, Erdoğan ve hükümet temsilcilerinden, peşpeşe, İsrail’le ilişkilere yönelik ılımlı açıklamalar gelir oldu. 17 Aralıkta ise medyaya, Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi için ön anlaşma sağlandığı haberleri düştü. İsviçre’de gizlice yürütülen görüşmelerde varıldığı söylenen ön anlaşmanın maddeleri medyaya şu şekilde yansıdı: İsrail Mavi Marmara saldırısında ölenler ve yaralananlar için 20 milyon dolarlık tazminat ödeyecek; büyükelçiler yeniden görevlendirilecek; Türkiye, Mavi Marmara saldırısına katılan İsrail askerlerine karşı açılan bütün davaları kapatacak ve parlamentodan geçirilecek bir yasayla yeni davaların açılmasını engelleyecek; Hamas üyesi Salah Aruri Türkiye’den sınırdışı edilecek ve Hamas’ın Türkiye’deki aktivitelerine sınırlama getirilecek; anlaşmanın imzalandığı andan itibaren Türkiye ve İsrail doğalgaz arama çalışmalarında işbirliği yapmayı, Türkiye İsrail’den doğalgaz alımını ve doğalgazın Avrupa’ya taşınması için boru hattı inşasını kabul edecek. Bilindiği gibi AKP hükümeti, Mavi Marmara saldırısının ardından İsrail’in önüne üç şart koymuştu: Özür, tazminat ve Gazze’ye ablukanın kaldırılması. İsrail 2013 yılında özür dilemiş ve tazminat ödemeyi kabul etmişti. Ne var ki ablukanın kaldırılması konusunda müzakereye yanaşmamıştı. Gazze konusu şimdi de ön anlaşma maddeleri arasında yer almadı. Tam da bu yüzden, Mavi Marmara kriziyle birlikte diplomatik ilişkileri askıya alan ve bu süreçte sert açıklamalarla İsrail’e yüklenmekten geri durmayan AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın böylesi bir adımla birdenbire çark etmesi, kendi tabanında bile bu anlaşmanın sorgulanmasına yol açtı. Ancak Rusya’yla yaşanan kriz nedeniyle doğalgazın kesilebileceği söylentilerini de fırsat bilen Erdoğan, “Türkiye gerektiğinde doğalgazı çok farklı yerlerden temin yoluna da gidebilir, icabında farklı alternatiflere yönelir” diyerek, adını koymadan da olsa İsrail’le ilişkileri düzeltmenin zorunlu olduğunu geniş halk kesimleri nezdinde kabul edilebilir kılmaya çalıştı. Belli ki, medyaya çekilen ayar sonucunda, bu mesele bir süre soğumaya bırakıldı. 2 Ocakta ise Erdoğan, Suudi Arabistan ziyareti dönüşünde bu meseleye dair şu açıklamayı yaparak, yakında İsrail’le el sıkışılabileceğinin mesajını vermiş oldu: “Şartlarımız belli; özür, tazminat ve ambargonun kaldırılması. Ambargo noktasında, «Türkiye üzerinden mallar, inşaat malzemeleri girebilir» dediler. Yazılı metni göreceğiz ki iş sağa sola sapmasın. … İsrail, bölgede Türkiye gibi bir ülkeye muhtaçtır. Bizim de İsrail’e ihtiyacımızın olduğunu kabul etmemiz lazım. Bu, bölgenin bir gerçeği. Karşılıklı samimiyet çerçevesinde bu adımları atmayı başarabilirsek, normalleşme beraberinde gelir.” Görüldüğü gibi, gerek Erdoğan gerekse hükümet sözcüleri, “zaten özür dilendi, tazminat da ödenecek” diyorlar ve ambargo meselesini apaçık bir şekilde gargaraya getirerek dikkatleri bu noktadan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Peki, şimdiye dek büyük devlet pozlarında esip gürleyen, Filistin halkının hamisi havalarında İsrail’e posta koyan Erdoğan, neden birden “İsrail’e ihtiyacımız var” demeye başladı? Şunu vurgulayarak belirtelim ki, bunun ardındaki sebepler de tıpkı daha önce takınılan tutumda olduğu gibi, empeyalist çıkarlar, niyetler ve planlardır. Biraz açmak için, İsrail’le yaşanan problemin başlangıç noktasına geri dönerek kısa bir hatırlatma yapalım. Bilindiği gibi İsrail’le Türkiye arasındaki gerginlik Erdoğan’ın 2009 Ocağında Davos’ta yaptığı “one minute” çıkışıyla patlak vermişti. 2009 yılbaşında İsrail’in Gazze’ye saldırarak 450’ye yakını çocuk, 100’ü kadın olmak üzere 1300’ü aşkın Filistinliyi katletmesinden birkaç hafta sonra toplanan Davos zirvesinde Erdoğan, İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres’le birlikte “Gazze: Ortadoğu’da Barış” başlıklı bir panele katılmıştı. Bu panelde Erdoğan Peres’in konuşmasının ardından söz almak istemiş ve kendisine söz verilmeyince “one minute” diyerek araya girip, Peres’e “öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz, plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum” deyip toplantıyı terk etmişti. Bu gerginlik sürerken, bir buçuk yıl sonra, bu kez Mavi Marmara saldırısı gündeme gelmiş ve ipleri koparan olay da o olmuştu. 2010 Mayısında, İsrail’in abluka altında tuttuğu Gazze’ye insani yardım malzemesi götürmek üzere yola çıkan Mavi Marmara gemisi İsrail’in saldırısına uğramış ve bu saldırıda 9 kişi yaşamını yitirmişti. AKP hükümeti, olası bir saldırının Erdoğan’ın ve Türkiye’nin İslam dünyasındaki prestijini daha da arttıracağı hesabıyla, İsrail’in tüm uyarılarına rağmen Mavi Marmara’nın gidişine onay vermişti. İsrail ise bu saldırıyla hem “one minute” çıkışının intikamını almayı hem de emperyalist çabaları hız kazanan Türkiye’yi hizaya getirmeyi hedeflemişti. Ancak bu hamlesi ters tepecek ve AKP’nin hesabı tutacaktı. AKP hükümeti bu kanlı saldırının ardından İsrail’in önüne üç şart koydu: Özür, tazminat ve Gazze’ye ablukanın kaldırılması. Sonuçta Türkiye, bu üç koşulu yerine getirmeyen İsrail’le resmi ilişkileri kesti. Aslına bakılacak olursa, o günkü şartlarda en azından Gazze koşulunun yerine getirilmeyeceği apaçık belliydi. Ama Erdoğan’ın niyeti de tam da bu konu üzerinden gerginliği muhafaza edip, “İsrail’e kafa tutan lider” imajını güçlendirmekti. Çok açık ki, Erdoğan’ın ne o günkü ne de sonraki çıkışları Filistin halkına olan sevgi ve sempatisinden kaynaklanıyordu. Mazlum Filistin halkını savunma görüntüsü ise sadece bir şovdan ibaretti.[1] O günlerde Ortadoğu’da ve genel olarak Müslüman coğrafyada Erdoğan’a, Filistin halkına sahip çıkan, İsrail’a kafa tutan bir kahraman gözüyle bakılıyordu ve bu ilgi ve destek Erdoğan ve AKP’nin Ortadoğu’nun efendisi olma hayallerini besliyordu.[2] Erdoğan İsrail’e her yüklenişinde hedef kitlesinden alkış sesleri yükseliyor, o da kendini dev aynasındaymışçasına “dünya lideri” olarak görüp şişindikçe şişiniyordu. 2011 yılında patlak veren Arap isyanları da ilk dönemlerinde Erdoğan ve AKP’nin elini güçlendirecek bir atmosfer doğurmuş gibi görünüyordu. Oysa kısa bir süre sonra tüm planları suya düştü. İlk dönemlerde Mısır’da Mursi’nin iktidara gelmesiyle Müslüman Kardeşler’le ittifak halinde Suriye’den Tunus’a geniş bir coğrafyada kendi borusunu öttüreceğini ve İsrail’e de haddini bildireceğini düşünen AKP, İhvan’ın Mısır’da askeri darbeyle iktidardan indirilmesiyle ve Suriye planlarının çökmesiyle tek başına kaldı. Erdoğan içeride ve dışarıda izlediği saldırgan politikayla Müslüman halklar nezdindeki saygınlığını da yitirdi ve Türkiye çoktandır “rol model” olmaktan çıktı. Özellikle Suriye’deki gelişmelere paralel olarak Ortadoğu’daki dengelerin allak bullak olması, Rusya’nın aktif bir şekilde devreye girmesi, İran’ın nükleer müzakerelerde ABD’yle anlaşması ve bölgede giderek güç kazanması, gerek İsrail’e gerekse Türkiye’ye, ilişkileri değişen şartlar altında yeniden gözden geçirmeyi dayatmış bulunuyor. Alabildiğine şiddetlenen savaş konjonktüründe Ortadoğu’daki gelişmeler başdöndürücü bir hızla ilerliyor. İsrail-Türkiye görüşmelerinin anlaşmayla sonuçlandığı günlere bakalım. Aynı günlerde, Türkiye Rus uçağını düşürmüş ve Rusya’yla büyük bir kriz patlak vermiş, İsrail’in stratejik ortaklarından Suudi Arabistan öncülüğünde bir Sünni savaş ittifakı oluşturulmuş, Türkiye de bu ittifaka dahil olmuştur. Gelinen noktada, emperyalist kutuplar keskinleşirken ve konumlar netleşirken, aynı safta bulunan Türkiye ve İsrail’in mevcut krizi devam ettirmeleri, her iki emperyalist gücün de kirli planlarına ve hesaplarına ters bir durum yaratmaktadır. Tüm bunlara ek olarak, büyük ekonomik çıkarlar anlamına gelen doğalgaz meselesi de her iki devleti yakınlaşmaya itmektedir. Hatırlayacak olursak, Kıbrıs açıklarında bulunan ve bir kısmı İsrail’in karasularına denk gelen doğalgaz yataklarının işletmeye açılmasının somut olarak gündeme gelmesiyle birlikte, ABD ve AB de Kıbrıs’ı birleştirme çabalarının yanı sıra İsrail ile Türkiye arasındaki problemi ortadan kaldırma çabasına hız vermişlerdi. Bu çabada doğalgaz meselesi elbette tek faktör değildi. Büyük bir paylaşım savaşının yaşandığı Ortadoğu’da, iki güçlü müttefikinin düşman pozisyonlarda bulunması ABD emperyalizminin hiç de işine gelmiyordu ve bu nedenle o da bu krizin son bulması için devreye girmişti. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 2013 Martında Erdoğan’ı telefonla arayarak, Mavi Marmara gemisinde katlettiği insanların ailelerine tazminat ödemeyi kabul etmesi ve özür dilemesi de aslında bu sürecin bir parçasını oluşturuyordu. O dönemde İsrail, doğalgazı hangi kanallarla Avrupa’ya nakledeceği konusunda net bir karara varamamıştı. Türkiye’ye güvenemediği için, çok daha pahalıya mal olacak seçenekleri de değerlendiriyordu. Ancak öyle görünüyor ki, bugün Türkiye konusunda tereddütleri biraz daha azalmış ve bu nedenle çıkarılacak doğalgazın, en ucuz yol olan Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesi seçeneğini dikkate alma noktasına daha bir yaklaşmıştır. Kuşkusuz Türkiyeli egemenler de bunu kendi çıkarlarına görmektedirler. Hem İran ve Rus doğalgazına alternatif yaratmış olmakta hem de doğalgaz hattının Türkiye’den geçmesinin getireceği ekonomik faydadan yararlanma fırsatı doğmaktadır. İşte AKP hükümetinin İsrail’le ilişkileri düzeltmek için attığı adımların gerisinde bu emperyalist çıkarlar ve hesaplar yatmaktadır. Her iki devlet de, burjuva çıkarları ve bölgeye yönelik kirli planları temelinde birbirine yakınlaşma ihtiyacı hissetmektedir. Erdoğan’ın “o bize muhtaç, biz de ona ihtiyaç duyuyoruz” demesinin ardında yatan gerçeklik budur.