Kapitalizm çürümeye devam ediyor!
Bataklığa dönüşmüş kapitalizm altında kanla ve katliamlarla dolu bir yılı daha geride bıraktığımız şu günlerde, ideolojik aygıtları ellerinde bulunduran egemen sınıflar yalan makinesini çalıştırmaktan yine geri durmayacaklar. Görüntülü iletişim aygıtlarında boy gösteren Devlet Başkanları emekçi yığınların gözünün içine bakarak savaşsız, özgürlük dolu, ekonomik sıkıntıların geride kaldığı bir dünya istedikleri yalanını pişkince terennüm edecekler. Barış ve özgürlük elçisi kesilmekte onların üstüne yoktur!
Oysa gerçeklik hiç de pembe tabloların ardına saklanabilecek kadar çelişkisiz, çatışmasız ve sorunsuz değildir. Gerçekler katıdır. Kapitalist sistemin küresel ideolojik aygıtları gerçekliği ne kadar çarpıtırsa çarpıtsın emperyalist sistemin çelişkileri keskinleşmekte ve derinleşen çelişkiler bir krize dönüşmektedir. Her şeyden önce, yürüyen emperyalist hegemonya savaşı dünyayı kana boğmaktadır. Dünyanın her köşesinde çatışmalar ve savaşlar yaşanıyor. Irak, halkı ve şehirleriyle haritadan silinecek kadar bombalandı. Bir kısmı açığa çıkan işkence fotoğrafları ve kamera görüntüleri, yozlaştıkça çürüyen kapitalizmin gerçek yüzünü açığa vuruyor. Haftalardır bombalanan ve binlerce kişinin öldürüldüğü Felluce’de seyreltilmiş uranyumun kullanıldığı tespit edilmiş bulunuyor; bir kez daha bilim ve teknolojinin sermayenin elinde kaldıkça insanlığın yararına kullanılamayacağı ve hatta insanlığı yok edecek bir silaha dönüştüğü görülmüş oldu. Doğa kapitalizmin erozyonuna uğruyor…
Ezilen Filistin ve Kürt ulusları hâlâ boyunduruk altında tutuluyor. İsrail devletinin Filistin halkına yönelik katliamının korkunçluğu tahayyül sınırlarını aşmaktadır. Dünya çapında işçi sınıfı yoğun baskılara maruz kalmaktadır. İçine gömüldüğü derin ekonomik krizden nasıl çıkacağını bilemeyen dünya burjuvazisi, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına saldırmakta ve sosyal hakları birer birer budamaktadır. Keskinleşen çelişkileriyle kapitalizm, sorunları kendi yöntemiyle yani savaşla çözüm yoluna gitmektedir. Dünya çapındaki emperyalist hegemonya savaşı son sürat yürürken, burjuvazi her ülkede anti-demokratik yasaları yürürlüğe sokuyor, emekçi kitlelerin demokratik kazanımlarına el koyuyor. Kafalarına sürekli bir terörizm tehlikesi çalınarak bilinçleri bulandırılan emekçi yığınlar akıl tutulması yaşıyor. Baskı ve korku, sosyal-psikolojik sinmişlikle iç içe yürüyor. Bunlara baktığımızda dünyanın bir özgürlük ve refah vahası olmadığı, gerçekte bir cehennem olduğu çok açık!
2004 yılı boyunca yaşlı kapitalizm çürümeye ve ortalığa kokular yaymaya devam etti. Kapitalizm ömrünü tamamlamış durumda ve göçüp gitmek istemediği için de dünyayı kan ve irine boğmaktadır. Savaşlar, ekonomik krizler, işsizlik, açlık ve sefalet, artan ölümler, içinde yaşadığımız dünyanın bir gerçekliği; kaçıp kurtulamayacağımız bir pranga! İki seçeneğimiz var; ya prangayı parçalayacak, yaşlandıkça iğrençleşen kapitalizmi tarihe gömeceğiz ve böylelikle sömürüsüz bir dünyanın yolunu açmış olacağız, veya prangalara bağlı kalarak kapitalizmin bataklığında boğulacağız!
Yeni bir yıla girerken, daha umutlu ve daha coşkulu olmamız gerekiyor. Kapitalizmin yarattığı toplumsal yabancılaşma, yozlaşma, işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve dağınıklığından dolayı mücadelenin diplere vurmasının yarattığı moral bozukluğuna kapılmamak gerekiyor. İnatla akıntıya karşı yüzmeliyiz. Durup dinlenmeden çalışmalı ve örgütlü mücadeleyi yükseltmeliyiz! Geleceğin büyük ateşini yakacak küçük alazlar bizlerin elinde! Dün ve bugün için dünya proletaryasının krizi enternasyonalist devrimci bir önderlik krizine indirgenmiştir. Devrimci bir enternasyonalin örgütlenmesi sorunu aciliyetini koruyor. Dünyada rüzgârlar tekrar işçi sınıfından yana esmeye başlayacaktır ve derin altüst oluşların yaşanması demek olan devrimlerin başarısı için proletaryanın devrimci önderliğinin inşası ertelenemez. Kuşkusuz sağlam teorik görüşler ve keskin öngörüler olmadan sağlam örgütler de inşa edilemez. Geçen yıllar, yaşanan olaylar, teorik-politik görüşlerimizin sınandığı, öngörülerimizin ne ölçüde doğrulandığını ortaya koyan sınavlardır aynı zamanda. Tam da bu bağlamda geçen yıl içinde yaşananları gözden geçirmek gerekiyor. Böylelikle hem hafızamızı tazelemiş olacağız ve hem de gelecekteki gelişmelerin ipuçlarının geçmişte yattığını göreceğiz.
Savaş ve Ekonomi
2003 yılının ilk çeyreği savaş karşıtı gösterilere sahne olmuştu. Daha sonra ise savaş geldi ve hareket geri çekildi. O günlerde genellikle yanlış bir şekilde lanse edilen bir konu bilinçleri çarpıtmaya ve manipülasyona yol açıyordu. Sanki savaşın kaynağında ABD başkanı Bush gibi pek zeki olmayan, zalim bir kişi veya kişiler vardı! Gerek savaş öncesi ve gerekse savaşın başlamasından sonra liberaller savaşın gerçek nedenini teşhir etmedikleri gibi, meseleyi kişilere bağlamaya devam ettiler. Sol liberal reformistler burjuva liberal kampın bu safsatasını işçi sınıfı içine tez zamanda taşımakta gecikmediler. Sanki daha zeki, daha ılımlı birileri olsaydı savaş çıkmayacaktı gibi bulanık bir hava yayıp durdular.
Oysa savaş, emperyalist-kapitalist sistemin derin çelişkilerinin patlamalı şekilde su yüzüne vurmasıdır. Emperyalist sistem, bir sara hastası gibi, geçirdiği kriz (savaş) sonrasında geçici de olsa bir rahatlama yaşar; ama hastalık devam ettiği için yeni krizler daha bir dayanılmaz olur ve ağır tahribatlara yol açar. İkinci Emperyalist Savaşta ölenlerin sayısının 55 milyon olduğu ve bunun Birinci Savaştakinin yaklaşık beş katı olduğu hatırlanırsa gerçekliğin ne olduğu daha iyi kavranacaktır. İşte savaş budur ve savaşı yaratan dünya kapitalizminin dipten gelen krizleridir.
Ancak bir gerçeği önemle hatırlatmak gerekiyor; savaş asla çat-kapı gelmez. Toplumu derinlerden sarsan savaş depremi önce öncü sarsıntılarla kendini hissettirir ve depremin şiddeti gittikçe daha sarsıcı olur. 1990’da başlayan ve yerel sarsıntılar düzeyinde hissedilen savaşın 11 Eylül sonrası önce Afganistan’a, sonra Irak’a sıçrayarak boyutlarının genişlemesi, öncü şokların giderek şiddetlendiğini ortaya koymaktadır.
İçine düştükleri ekonomik kriz, emperyalistleri savaş alanlarına sürükleyen esas faktördür. Daha önceleri de yazdığımız gibi dünya ekonomisi
[1] genel anlamda eşzamanlı bir gerilemenin basıncı altındadır. Avrupa ülkelerindeki ekonomik büyüme oldukça cansız. Japonya 10 yıldır büyüme grafiğini tek bir puan dahi yukarı çekemedi. Her ne kadar savaş süreci Amerikan ekonomisine kısmi bir canlanma getirdiyse de bu, çok ciddi bir durgunluğun içine düşmüş ekonominin canlanmasını uzun vadeli kılmaya yetmedi. Bugünlerde büyük Amerikan gazetelerinde, burjuvazinin önde gelen ekonomistleri ABD ekonomisinin ciddi bir resesyona girdiğini ve yaşanacak bir finansal krizin çöküş demek olduğunu bağırıp duruyorlar. Kullandıkları; “erime”, “mahşer”, “muz cumhuriyeti” gibi kavramlar hiç de gerçekliğin dışında değildir. ABD’nin dış ticaret açığı hızla büyüyor. 2004 verilerine göre dış ticaret açığının 1 trilyon dolar olması bekleniyor. Bu rakam geçen sene 549 milyar dolardı. Ve ABD bu açığını kapatabilmek için dış piyasalardan yılda 550 milyar dolar borç alıyor. Federal hükümetin bu seneki bütçe açığı 500 milyar dolar oldu. 2010 yılına kadar 3 trilyon bütçe açığı tahmini yapılıyor. Dolar uluslararası piyasalarda keskin bir düşüş yaşıyor. Birçok ülke Merkez Bankası rezervlerini dolar üzerinden değil, euro olarak tutacağını açıklamış bulunuyor. Petrol üreticisi ülkelerin örgütü OPEC doların düşmesini dikkate alarak euro’ya geçeceğini açıkladı. Dünyanın en güçlü parası olan dolar, bir itibar kaybetme süreci yaşıyor. ABD Merkez Bankası başkanı euro’ya keskin bir geçiş olduğu takdirde ciddi krizlerin olabileceğini açıkladı.
Bunun yanında, Avrupa ülkelerinin durumu da iç açıcı değil. AB bünyesindeki ülkelerde işsizlik oranı hızla artıyor. AB normlarına göre, üye ülkelerin bütçe açıklarının GSMH’lerinin yüzde üçünü aşmaması gerekiyor. Ama nafile; başta AB’nin lokomotifi Almanya ve Fransa’nın bütçe açıkları kriterleri delmeye devam ediyor. 1994-2004 yılları arasında Alman ekonomisi durgunluktan çıkamadı. Son verilere göre işsizlerin sayısı 4 milyon 400 bine yükselmiş bulunuyor. Bu rakamlar işsizlik oranının yüzde 10 olduğunu gösteriyor. Alman ekonomisinin büyüme oranının 2005’de ne düzeyde gerçekleşeceği belli değil. Konunun uzmanları 2004 yılı içindeki %1,7’lik büyümenin aldatıcı olduğunu ve 2005 yılında %0,9’luk bir büyümenin zor belâ olabileceğini söylüyorlar. Bu, krizin derinleşmesi, artan yoğun tensikatlar ve sefalet demek. Kâr oranları düşen sermaye, çevre ülkelere kaymaya çalışıyor. Almanya’nın AB içinde genişleme taraftarı olmasının sırrı da böylece anlaşılmış bulunuyor. İşgücünün ucuz olması nedeniyle çevre ülkelere kayan sermaye, belki bir dönem kâr oranlarını yükseltecektir; ama gerçek çelişkiler çözülmediği gibi, uzlaşmaz sınıf çatışmaları çevre ülkelerde de yoğunlaşmış olacaktır. Önümüzdeki yıllarda merkez ve çevre ülkelerden aynı anda mücadelenin yükselmesine tanık olduğumuzda buna şaşmamak gerek.
Başta ABD olmak üzere dünyanın her köşesinde işsizlik hızla artıyor. Amerikan halkının hane halkı borcu GSYİH’nin yüzde 85’ine ulaşmış durumda. Amerikalı işçiler, sermayenin tüketimi kışkırtmasıyla, borçlanma yoluyla yoğun bir tüketim içindedirler. Evlerinden arabalarına kadar birçok şey bankaların ipoteğinde. Yaşanacak bir krizle Amerikalı emekçiler ellerindeki tüm olanakları kaybetmekle kalmayacak, bir de finans şirketlerine borçlanmış olacaklar. Önümüzdeki süreçte tensikatların ve yoksulluğun artacağını öngörebiliriz. Yine rüyalar ülkesi ABD’de yoksulların sayısı 50 milyonun üzerine çıkmış bulunuyor. 50 milyon kişi (nüfusun neredeyse yüzde 20’si) hiçbir sağlık sigortasına sahip değil. 22 milyon insan karne ile geçiniyor. Döne döne Manhattan’ın gökdelenli manzarasını gözlerimizin içine sokan burjuva medya, nedense Amerikan emekçilerinin yaşadığı bölgeleri ve buralardaki açlık ve sefaleti göstermiyor. Oysa kapitalizm emekçi yığınları hızla yoksulluğa sürüklerken, burjuvalara akıl almaz bir sefahat yaşatıyor. Varsıllar ile yoksullar arasındaki uçurum tahayyül edilemeyecek derecede açılmaktadır. Dünyadaki en zengin 200 kişinin sahip olduğu servet, dünyadaki 2,5 milyar insanın toplam gelirinden daha fazla. 1970’te Amerika’da en üst gelir grubundaki %1’lik kesimin toplumsal gelirden aldığı pay %20 iken, bugün bu oran %40’ın üzerinde. Ayrıca 3 ABD’li dolar milyarderinin toplam serveti yoksul 48 ülkenin GSMH’sinden daha fazla. Bu 48 ülkenin dünya üretimindeki yeri ise yüzde 1’i bile geçmiyor.
6 milyarlık dünyada her sene 100 milyon yeni işgücü piyasa çıkıyor, buna karşın sadece 50 milyon kişinin iş bulduğu resmi rakamlara yansıyor. Yine resmi rakamlara göre dünyada işsizlerin sayısı 1 milyar. Bu rakamlara muhtelif biçimlerde varlığını sürdüren gizli işsizler eklenmiş değildir. Bir diğer gerçeklik de, hâlâ köylülüğün olduğu ülkelerde, tarımda kapitalizmin gelişmesiyle birlikte köylülüğün çözülmekte oluşudur. Böylece eskinin küçük toprak sahibi köylüsü kentin yolunu tutmaktadır. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle birlikte, daha geri ülkelerde yaşanan kapitalist gelişme kentlerde de yansımasını bulmakta ve küçük-burjuva kitleler dükkânlarını kapatarak işsizler ordusunun saflarına katılmaktalar. Latin Amerika’da ve Türkiye’deki son gelişmeler bunun açık örneklerini sunmaktadır. Demek oluyor ki her sene işsizler ordusunun saflarına milyonlarca yeni işsiz katılıyor.
Kapitalistlerin kendi örgütlerinin kaygılarını buraya yansıtarak gerçek durumun daha iyi anlaşılmasını sağlayalım. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün raporlarına göre açlık hızla artıyor. Rapora göre son iki yılda günlük besin maddelerini temin edemeyenlerin sayısı 18 milyon artmış bulunuyor. Böylelikle aç insan sayısı 842 milyona yükselmiştir. Raporun açıklamalarına göre savaş ve iç savaşlar özellikle açlık ve sefalete neden oluyor. Dünyanın her köşesinde yerel savaşlar oluyor. Afrika’da siyah kabileler emperyalist ülkelerce birbirlerine kırdırılıyor. Kara Afrika’nın insanları açlığa yatarak ölümü bekliyorlar. Yeterli beslenemeyen çocuklar, salgın hastalıklara kurban gidiyor. Günde bir dolar bulamadığı için ölen çocukların sayısı yılda 11 milyonu buluyor. Bir tarafta böylesine bir yoksulluk ve sefalet, diğer taraftan tasavvur dahi edilemeyen bir bolluk ve refah içinde yüzen egemen sınıflar. İşte kapitalizm bu! BM Gıda ve Tarım Örgütü raportörü Jean Ziegler; “Açlığı tamamen ortadan kaldıracak kapasitede ve bugüne kadar olmadık kadar zengin bir dünyada yaşıyoruz. Açlığın nasıl yok edileceği bir sır değil. Bu konuda yeni teknolojilere ihtiyaç yok. Sadece zengini daha zengin yapan, yoksulu ise daha yoksullaştıran mevcut politikalara karşı bir siyasi iradeye ihtiyaç var” diyor. Oysa Ziegler’in bilmesi gereken şey, savaşların, ölümlerin, açlığın, yoksulluğun ve işsizliğin nedeninin yanlış politikalar değil, o politikaları zorunlu koşan kapitalist kâr düzeni olduğudur. Politikaları değil kapitalist sistemi değiştirmek gerek; o vakit söz konusu politikalar da olmayacaktır.
ABD emperyalizmi kendi yolunda yürüyor
Nüfuz alanları üzerinde söz sahibi olma yarışı, emperyalist ülkeler arasında kıran kırana bir kavganın yaşanmasına neden oluyor. Sermaye, sürekli rekabeti kışkırtmakta ve savaş borularını çalmaktadır. Bilinmelidir ki, tüm yaşananların altında yatan gerçek neden kapitalist tekellerin dünya pazarlarını ve yatırım alanlarını yeniden paylaşmak, petrol ve doğalgaz yataklarına ulaşmak istemesidir. İnsanlığın gereksinimleri için doğanın bahşettiği ürünler, kapitalist sistemde insanlığın boynuna vurulmuş boyunduruğa dönüşmektedir.
2003 nasıl ki emperyalist ülkeler arasında bir hegemonya mücadelesine sahne olduysa, 2004 yılı da, emperyalist çelişkilerin daha da keskinleştiği, nüfuz alanları üzerinde kavganın kızıştığı bir yıl oldu. 2004 yılı boyunca ABD emperyalizmi bir taraftan Irak’ta ve Afganistan’da mevzilenmeye çalışırken öte yandan da kendi planlarını hayata geçirmeye çalıştı. ABD emperyalizmi Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya uzanan bölgeyi yeniden düzenlemek ve kendi egemenliğini tesis etmek istiyor. Bu bağlamda geliştirilen ve 2004’de tedavüle sokulan “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” bu bölgelerin ABD emperyalizminin hegemonyasına verilmesini içeriyor. Arap ve eski Sovyet ülkelerinin çoğunlukta olduğu bu bölgenin petrol kuşağı olduğunu özellikle belirtmek gerekiyor. Fakat mesele enerji yataklarına el koyma ile sınırlı değildir; bu bölgelerdeki ekonomilerin emperyalist dünya sistemiyle derin entegrasyonu da hedefleniyor. Böylece yeni yatırım alanları ve pazarlar yaratılmış olunacaktır. Lakin bölge bir yüzyıldır paylaşımın konusu durumunda ve yüklü sorunlarla dolu. Eskiden Ortadoğu’daki bazı Arap devletleri SSCB’ye karşı bir tampon bölge oluşturduklarından, derin ekonomik dönüşümlerin ve entegrasyonun engellenmesine neden olan despotik-totaliter Emirler yönetimine izin veriliyordu. Ama artık, gelinen aşamada bu kastlaşmış yapılar sermayenin önüne bir engel olarak dikilmiş bulunuyor. ABD, “BOP” vesilesiyle hem derin entegrasyonun önünü açmak ve hem de kendi egemenliğini pekiştirecek siyasal yönetimleri işbaşına getirmek istiyor. İşte “BOP”, ABD emperyalizminin böylesine uçsuz bucaksız nüfuz alanları üzerinde egemenliğini tesis etmek amacıyla geliştirilmiş bir savaş stratejisi, gerekirse 15 yıl sürecek bir savaş stratejisidir.
Savaşın gerekirse 15 yıl süreceğini açıklayan bizzat Bush, Rumsfeld ve şürekasıdır. Amerikan emperyalizmi çok uzun bir planı hayata geçirmeye çalışıyor. Bu uğurda ne gerekiyorsa yapmaya hazır olduğunu anlatmak isteyen Amerikan tekelci finans sermayesi Bush’u ikinci kez başa getirerek eğilimini ortaya koymuş oldu. Fakat yanılsamalara mahal vermemek gerekiyor; özellikle sol liberal gevezelerin ortalığa sürdüğü reformist-pasifist görüşleri mahkûm etmek gerek. Ve solun küçük-burjuva reformist kanadının liberallerden devralarak işçi sınıfı içine taşıdıkları çarpıklıkları da teşhir etmeliyiz. ABD seçimleri sırasında Bush’a karşı parlatılan Kerry, sanki savaşa karşıymış gibi sunuldu. Emekçi yığınların bilinçlerini bulandırmak isteyen liberaller özellikle kişi olarak Bush’u ve onun aptallıklarını öne çıkardılar. Böylece emperyalist-kapitalist sistemin derin çelişkilerinin bir tezahürü olan savaşın gerçek sorumlusu, aptal Bush derekesine indirilmek istendi. Böylece aptal Bush gidecek ve akıllı Kerry’in gelmesiyle savaş bitmiş olacaktı! Amerikan emekçilerini bu şekilde aldatan burjuvazi sol liberalleri de yedekleyerek bu masalı tüm dünya emekçilerine yutturmaya çalıştı. Türkiye solu içerisinde kimi çevrelerin açıktan kimilerinin ise utangaçça Kerry’nin kaybetmesine üzüldüğünü dikkate alırsak, ABD burjuvazisinin ne derece başarılı olduğunu görmüş oluruz.
Oysa gerçek hiç de böyle değildir. ABD emperyalizmi derin ekonomik sarsıntılar yaşamakta ve emperyalist hiyerarşideki sarsılan konumunu yeniden tesis etmek amacıyla savaşa girmiş bulunmaktadır. Demokratlar ve onların Vietnam Gazisi Kerry asla savaşa karşı değildir; bilakis onlar savaşı kendilerinin daha iyi yürüteceklerini ve bunu daha başarılı bir şekilde yapacaklarını söylemektedirler. Gözü dönmüş Amerikan tekelci kapitalistler sınıfına seslenen Kerry, ağır olunması ve işin incelikli yanlarının düşünülmesi gerektiği öğüdünü veriyor. Avrupalı emperyalist ülkelerin ağzına bir parmak bal çalıp, Almanya ve Fransa’yı karşılarına değil yanlarına alırlarsa savaşı daha rahat, daha kapsamlı yürüteceklerini düşünüyor Demokratlar. Bu şekilde geniş emekçi kitlelerin önüne sürülen alternatif Bush’a karşı Kerry oluyor. Böylelikle gelişebilecek işçi sınıfı hareketi Demokratlar eliyle boğulacaktır. Amerikan burjuvazisi, Demokratların ve Kerry’in sırasının henüz gelmediğine karar vermiştir. İş bölümüne giden burjuvazi savaş görevini Cumhuriyetçilere ve onun başı Bush’a, işçi ve emekçi sınıfların gelişecek hareketini boğma görevini de Demokratlara havale etmiş bulunuyor. Bu görevler değişse de, öz aynı kalacaktır. Burada eksik olan işçi sınıfının bağımsız politik hattını örerek, Cumhuriyetçiler ve Demokratların gerçek yüzünü teşhir edecek enternasyonalist komünist bir önderliktir. Modern işçi sınıfı içinde kök salmış böyle bir parti, gelecekteki patlamalı olayları örgütleyebilecek ve gerçeğe gözleri açılan emekçilerin öfkesini kapitalizmin temellerine yönlendirebilecektir.
Avrupa Birliği veya Almanya-Fransa ekseni
ABD emperyalizmi etrafında toplanmış kapitalist güçler ile Almanya-Fransa etrafında toplanmış güçler, bir üçüncü odak olarak Rusya nüfuz bölgelerinde sürekli bir didişme içindedirler. AB’nin omurgasını oluşturan Almanya ve Fransa, Avrupa kıtası ve onu çevreleyen coğrafyadaki ülkeleri kendi çekim alanına sokarak devasa bir iç pazar yaratmış bulunuyor. 450 milyonluk AB pazarında Alman ve Fransız tekellerinin ürünleri gümrüksüz dolaşırken, tek pazar olması nedeniyle ABD ürünleri gümrüklere takılmakta ve AB, ABD karşısında rekabet gücünü artırmaktadır. Fakat işler her alanda tıkırında yürümüyor. ABD’nin uluslararası arenada bindirdiği basınca karşı durmaya çalışan Almanya ve Fransa birçok alanda sıkışıyor ve durmaksızın, istemeden de olsa ABD’nin yürüdüğü yoldan koşarak ona yetişmeye, onu engellemeye çalışıyor. Irak savaşında ABD’nin karşında olan bu ülkeler asla savaşa karşı değillerdir. Onlar kendi nüfuz alanlarına girilmesine karşıdırlar. Ve unutmamak gerekiyor ki, şimdi ABD’nin fink attığı Irak pazarlarını, petrol işletmelerini ellerinde tutanlar Almanya ve esas olarak da Fransa idi. Demokrasi ve barış havarisi kesilen Almanya ve Fransa bir gün ABD karşısında askeri olarak kendilerini hazır hissettiklerinde savaş borularını daha açıktan çalmakta gecikmeyeceklerdir. Avrupa Güvenlik Savunma Kimliği olarak örgütlenmek istenen AB silahlı gücünün nedeni işte budur. Euro’nun doların karşısına dikilmesi de bu yolda atılmış önemli bir adımdır. Yaşananlar gelecekteki sürecin daha bir çetin, çelişkilerle yüklü ve çatışmalı olacağını gün gibi ortaya koymaktadır.
AB’nin genişleme tartışmaları Aralık ayının gündemi olmuştu. Türkiye’nin de müzakere tarihi aldığı AB zirvesi, bir strateji olarak genişlemeyi seçmiştir. AB içinde ABD’nin çizgisinde olan İngiltere ve İtalya adeta ABD’nin truva atını oynuyorlar. AB içindeki bir kesim ülkeleri yanına çekerek Almanya ve Fransa ekseninin planlarını baltalayan ABD, genişlemeyi savunarak ve özellikle etkili olduğu ülkelerin üye olmasını sağlayarak AB’yi sulandırmak, gevşek bir yapıya, dolayısıyla da güçsüz ve takatsiz bir yapıya dönüştürmek istemektedir. AB’nin motor gücü Almanya ve Fransa ise kontrolü kendi ellerinden bırakmamak kaydıyla bir genişlemeden, her alana müdahale edebilecek bir güce kavuşmadan yanalar. Onların da ABD karşısında tek çareleri genişlemek!
Türkiye’nin AB yörüngesine daha sıkı bir şekilde bağlanmasının önemi ve aciliyeti artmış bulunuyor. ABD karşında rekabet gücünü artırmak, Ortadoğu ve Kafkasya’da mevzi tutmak isteyen Alman-Fransız ekseni, bu bölge ile Balkanlar arasında bir köprü oluşturan Türkiye’yi kaptırmak istemiyor. Ancak Türkiye karmaşık sorunları ve büyüklüğüyle her an Almanya ve Fransa’nın elinden çıkıp AB içinde ABD’nin bir oyuncağı haline gelebilir. Bununla da kalmaz, mevcut yapıyı çatırdatabilir. Son tahlilde AB bir ekonomik birliktir ve ulus-devletler toplamıdır. Siyasi bir birlik olmayan AB, bir ulus-devletin esnekliğine, iç bütünlüğüne ve manevra gücüne sahip değildir. Farklı sermayelerin ulus-devletlerinin bir araya gelmesi ve iradi olarak birleşmek istemeleri tüm çelişkileri ortadan kaldırmaz. Kapitalizmin normu ulus-devlettir; bıraktık ulus-devletin aşılmasını, her devlet öncelikle kendisinin güçlenmesini başa almaktadır.
Irak savaşı sürecinde sekiz ülkenin ABD’nin yanında yer alması ve Polonya gibi bir ülkenin bile dizginlenememesi durumun ciddiyetini ortaya koyuyor. Lakin tarihin zorunluluğu da bir taraftan başka bir şeyi dayatmaya devam ediyor; Alman-Fransız ekseni ya rekabet edecek ve ayakta kalacaktır veya yenilgiye uğrayacaktır! AB’nin ABD emperyalizmi karşısında başarısızlığı onun dağılarak parçalanması anlamına geliyor. Demek ki AB’nin geleceği belli değildir. Birbirinin ayağına çelme takan, farklı çıkarlara sahip ulus-devletlerin çelişkilerle yüklü bir toplamı olan AB’nin geleceğini emperyalist rekabet belirleyecektir.
Burjuvazinin bağıra çağıra ilân ettiği, sol liberal-pasifistlerin ise burjuvazi adına emekçilere umut olarak sunduğu AB projesi, gerçekte hiç de bir barış ve refah projesi değildir. Öte yandan ulus-devletler aşılıyor gibi boş hayaller yayarak yanılsamalar yaratmak Marksistlerin işi olamaz. Ne felâket tellalıyız, ne de boş hayallerin pompalayıcısı! İşçi sınıfının bağımsız politik hattını örmeye kararlı enternasyonalist komünistler geleceği doğru bir biçimde okumaya, sağlam öngörülerde bulunmaya çalışıyorlar. Geleceğe yönelik doğru öngörüleri olmayan bir işçi sınıfı ve onun önderliği asla kapitalizmi yıkmaya muktedir olamaz. İşçi sınıfının enternasyonalist çıkarlarını savunurken bu yolda Marksizm her zaman fenerimiz olacak.
Emperyalist hegemonya kavgası her alanda sürüyor
ABD-İngiliz ekseni ile Almanya-Fransa ekseni BM ve NATO gibi örgütler içinde sürekli karşı karşıya gelmekten geri durmadı 2004 yılı boyunca. 28 Haziran 2004’de İstanbul’da yapılan NATO zirvesinin başlıca konusunu “BOP” ve NATO’nun yeniden düzenlenmesi meselesi oluşturmuştu. ABD emperyalizmi NATO üzerindeki etkisini pekiştirmek, NATO’nun yapı ve kapsamını değiştirerek kendi stratejisini hayata geçirmek istedi. Soğuk savaş sürecine göre örgütlenmiş ve konuşlanmış NATO, ABD’nin “BOP” harekâtıyla birlikte yeni bir kalıba sokulmak istendi. Ancak yeni NATO pek ABD’nin istediği gibi olamadı; Almanya-Fransa ve Rusya ekseni NATO’yu ABD’nin denetiminden mümkün mertebe uzak tutmaya çalıştılar.
2004 yılında yeni bir sıcak savaşın patlak vermemiş olması bizleri savaş bitti yanılsamasına sürüklemesin! Emperyalist ülkelerin arasındaki sorunlar olduğu gibi dururken, her emperyalist kamp nüfuz bölgelerinde kendince stratejiler geliştiriyor. Öte yandan sene başında bir dizi ülkede bombalar patlamış ve başta İspanya’da olmak üzere yüzlerce insan ölmüştü. O günlerde şunları yazmıştık: “Patlatılan bombaların ortaya çıkardığı dehşet, emperyalist bir kampın, bölgedeki ülke devletlerinin ya da bu ülke burjuvalarının bir kesiminin çıkarlarını yansıtan yeni bir savaş tarzıdır. Şimdilik düzenli ordu ve açık cephelere genişletilmeyen emperyalist paylaşım, bu savaş yöntemi ile hem savaşın eşitsiz ve bileşik gelişimine işaret ediyor, hem de diplomasi için bulunmuş yeni bir ifade aracı oluyor. Hegemonya savaşının bu yöntemi, altta derinden yürüyen bir kavganın, üstte ise burjuva kesimlerin çıkarlarının savaş diplomasisine uyarlanmasıdır.” “Emperyalist hegemonya kavgasına açıktan dahil olmaya cüret edemeyen burjuva kesim ya da devletler emperyalist hegemonya savaşının taraflarının birinin yanında yer alarak ve bu tarz savaş örgütlerini devreye sokarak gelişmelerin dışında kalmamaya çalışıyorlar. İspanya’da patlayan bombaların hem Almanya-Fransa burjuvazisinin çıkarları ile ve hem de El-Kaide’yi destekleyen çeşitli ülke burjuvalarının (ve bu arada) Rusya’nın çıkarları ile örtüşmesi, ABD etrafında toplananların ise bundan zarar görmesi oldukça anlamlıdır.”
[2]
ABD emperyalizmi Kafkasya’da daha agresif-savaşkan bir strateji izlemeyi amaçlıyor. Buna Almanya, Fransa ve Belçika eksenli Avrupa direniyor. Rusya ve Çin’i de, yürüyen kavgada ABD’nin karşısına koymak gerekiyor. ABD emperyalizmi Kafkasya’da Rusya’nın tüm egemenlik alanlarına sızma peşindedir. Eski Sovyet ülkelerini Rusya’dan yalıtmak ve kendi nüfuz alanına alarak hem Rusya’yı ve hem de AB’yi sıkıştırmak, onları bu bölgedeki pazar ve yatırım alanlarından dışlamak istemektedir. Önce Gürcistan’da başlayan ve Rusya’nın etkisindeki iktidarların iş başından uzaklaştırılması stratejisi şimdilerde Ukrayna’da uygulanmaya konulmuş bulunuyor. Ukrayna gerçek anlamıyla ikiye bölünmüş durumda. ABD ve Rusya yanlısı güçlerin kapışması şimdilik uzlaşmayla sonuçlanmış gözükse de, Ukrayna üzerindeki emperyalist rekabet devam edecek ve gelecekte daha büyük gelişmelere yol açacaktır. ABD emperyalizmi Kafkasya’daki nüfuz bölgelerine yönelirken, buralarda, bu ülke burjuvazisinin bir kesimini kendi yanına alarak, yani içerden bir gücün üzerine basarak stratejilerini yaşama geçirmeyi hedefliyor. Buralarda da demokrasi havarisi kesilen ABD emperyalizmi, burjuva parlamenter rejime dahi sahip olmayan ve genellikle bürokratik, totaliter devlet aygıtına sahip bu ülkelerde çıkarlarını liberal söylemlerin arkasına saklamaktadır.
Gürcistan’daki iktidar değişimine “Kadife Devrim” ve Ukrayna’daki değişikliğe ise “Turuncu Devrim” adı verildi. Pentagon menşeli bu nitelemelerle ABD emperyalizmi toplumsal dönüşümlerin öncüsü ve demokrasi savunucusu pozlarına bürünüyor. Tarihin ironisi olsa gerek, kadife “devrim” dünyayı sarsmış ve tarihsel gidişatı kökten değiştirmiş Sovyet devriminin yaşandığı topraklar üzerinde dillendiriliyor. Yoğun bir ideolojik saldırı altında olan emekçi kitleler, böylelikle devrim denen o muazzam alt-üst oluşu kadife veya turuncu olarak algılayabilmekte, devrim imgesi bilinçlerde çarpılmaya uğramaktadır. Ama bir gün gerçek devrim gelecek ve kapitalist düzeni tüm çivilerine kadar söküp paramparça edecek. Bu kızıl Devrimin yangını dünyayı tutuşturacak ve kapitalist sistem devrimin ateşinde yanarak son bulacaktır.
Irak’taki emperyalist işgale karşı proleter devrim bayrağını yükselt!
Gözlerini kâr hırsı bürümüş tekellerin devlet aygıtı ABD, Irak’a sözümona özgürlük ve demokrasi götürecekti! ABD emperyalizmi öylesine bir “özgürlük” götürdü ki Irak’a, savaşın başlamasından bugüne kadar tam 100 bin insan öldürüldü; onbinlercesi sakat kaldı. Ülke ekonomisi tamamen çöktü, işsiz ve aç kalan emekçiler yıkılan ve yok edilen kentlerle birlikte bir de evsiz kaldılar. ABD emperyalizmi girdiği Irak’ta tutunabilmek ve kapitalist tekellerin çıkarlarını garanti altına alabilmek amacıyla sivil halkın üzerine açıkça bomba yağdırmaktan geri durmadı. Irak ülkesi şehirleriyle birlikte haritadan silinecek düzeyde topa tutuldu. Yıkım ve yok etme, işkenceler kapitalizmin ne kertede barbarlaştığını ortaya koymaktadır.
ABD emperyalizmi büyük bir katliam ve baskı sonucunda Irak’a yerleşmiş gözüküyor. ABD emperyalizmi esasında Irak’a yerleşmek, buradaki mevzilerini güçlendirerek Suriye ve İran’ın süngüsünü indirerek Kafkasya’ya doğru ilerlemek istemektedir. Afganistan’daki varlığı ile de bu bölgeyi kıskaca alacaktır. Nitekim “BOP”un merkezi Ortadoğu ve Ortadoğu’nun merkezi olarak Irak seçilmiştir. Bu bağlamda, ABD için Irak oldukça stratejik bir konuma sahiptir ve egemenliğini pekiştirmek için ne gerekiyorsa yapacaktır.
Hatırlatmak gerekiyor ki, Irak’ta yürüyen direniş emperyalistler arası kavganın dışında değildir. Iraklı çeşitli grupların arkasında farklı burjuva kesimler var. Bu burjuva kesimlerin arkasında ise dolaylı olarak diğer emperyalist güçler! Irak’ta yürütülen direnişin muhtevasını özellikle açığa çıkartmak gerekiyor. Üzerinde yaşadığımız topraklarda ve Asya kıtasının genelinde emperyalizme ve özelde ise ABD emperyalizmine haklı bir tepki birikmiş durumdadır. Ancak emperyalizm kapitalizme dışsal değil, bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin doğrudan bir sonucu olarak ona içseldir. Kitlelerin bilincindeki emperyalizm fikri daha ziyade küçük-burjuva ulusalcı bir imgedir. Küçük-burjuva sosyalizmi kitlelerin geri bilinçlerine seslenerek bu çarpıklıkları pekiştirir.
Üzerinde yaşadığımız topraklarda Stalinistlerden Troçkist çevrelere kadar geniş bir yelpaze Irak’ta yürütülen direnişi anti-emperyalist olarak ilân etmekte geri durmadı. Hatta Saddam Hüseyin yakalandığı vakit kimileri karalar bağladı. Irak’ta yürüyen direnişin içeriği sorgulanmadan Vietnam benzetmesi yapıldı. Onlara göre Irak ABD için yeni bir Vietnam bataklığı anlamına geliyordu. Eğer yaşananların doğru bir tahlilini yapamazsak, gelecekteki tüm savaşımlarımızda da başarısız olacağız demektir. Tarihsel analojileri dikkatli yapmak gerekir. Aksi, gelişmelerin karmaşık bağıntısını gözden kaçıran şabloncu, kaba bir yaklaşım olur. Kimi zaman ise analojiler gerçeği başa aşağı çevirmekle sonuçlanır.
Vietnam’daki direnişin başarılı olmasını sağlayan dünya konjonktürü ile şimdiki dünya konjonktürü arasında asla bir benzerlik kurulamaz. O günlerde Amerika’nın karşında SSCB vardı ve ulusal bağımsızlıkçı her hareket SSCB’ye sırtını yaslayarak mücadelesini yürütüyordu. Ulusal kalkınmacı burjuva bir programa sahip olan bu hareketler SSCB’den destek alabilmek amacıyla kendilerini sosyalizm yağına bulamaktan ve anti-emperyalizm lafları etmekten geri durmuyorlardı. Sözde sosyalist SSCB ise, hegemonya savaşında bu hareketleri ABD’ye karşı kullanıyordu. Geride bıraktığımız yıl şunu yazmıştık: “İkinci husus ise işgal karşıtı direniş hareketinin güç ve potansiyelleri açısından mevcut olan farktır. Vietnam’daki hareket esasen ikiye bölünmüş bir ülkenin parçalarından birinde varlığını sürdüren devletin (Kuzey Vietnam) uzantısı niteliğindeydi. Yani Vietnam ulusal kurtuluş hareketi doğrudan doğruya Kuzey Vietnam’ın Güney’deki emperyalist işgale karşı mücadelesini yürüten bir hareket idi ve Kuzey Vietnam önce Çin’den sonra da Sovyetler Birliği’nden yardım almıştı. Vietkong’u (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) oluşturan da, sürdüren de Kuzey Vietnam’daki devlet iktidarının sahibi Vietnam Komünist Partisiydi. Hareket bugün Irak’taki hareketle karşılaştırılamayacak ölçüde merkezi ve örgütlüydü. Yine bu bağlamda, bugünkü Irak’taki gibi hareketi zayıf düşürücü dinsel, mezhepsel, etnik ya da aşiretsel ayrışmalar ve çok başlılık söz konusu değildi.”
[3] Daha öncesinde ise şöyle yazmıştık:
“Dahası “Irak halkı” diye yekpare bir bütün söz konusu değildir. Irak’ta esas olarak iki ulus vardır. Kürtleri bir tarafa bıraktığımızda bile Araplar kendi içlerinde egemenlerin çıkarları ve iktidar kavgaları temelinde bölünmüş bulunuyor. Şii Araplar ile Sünni Araplar birbirlerine karşı sürekli kışkırtılmakta ve ayrılık tohumları ekilmektedir. Şiilerin başında bulunan dinsel maskeli burjuva egemenler Irak’ta daha çok söz sahibi ve iktidar olmak istemekteler. Bu yönde ABD’yi sürekli sıkıştırıyorlar ve Şii kitleleri koz olarak kullanıyorlar. Önceki Baas rejiminin arkasını dayadığı Sünni Arap azınlığı ise tüm süreçlerden dışlanmış gözüküyor. En azından Baas rejiminin çeşitli düzeylerinde örgütlenmiş kesimi iktidar nimetlerinden men edilmiştir. Sünni Arap burjuvazisinin bir kesimi ise, hükümet içinde iktidar oyunlarına tutuşmuş bulunuyor. Arap halkı egemenler tarafından parçalanmış durumdadır ve bu parçalanmayı ortadan kaldıracak proleter bir alternatif yoktur. Ulusal düzeyde yürüyen bir direnişten söz etmek de mümkün değildir. Bugün, işgalci askerlere saldırılar düzenleyenlerin bir kısmının eski Baasçılar olduğu ve bunların temel kaygılarının eski ayrıcalıklarını geri almak ve yeni iktidarda da söz sahibi olmak olduğu apaçıktır. Elbette bunların dışında ve kendi çaplarınca ABD’yi Irak’tan kovmak üzere harekete geçmiş gruplar vardır. Ne var ki, bunların önemli bir bölümü İslamcı gruplardan oluşmakta geri kalanlarıysa küçük-burjuva bir milliyetçilikten bir adım öteye gidememektedir. Dolayısıyla, Irak’ta ABD’ye karşı girişilen silahlı saldırıların temel özelliği, bu saldırıların dağınık, merkezi bir önderlikten yoksun ve gerici ideolojilerin belirleyiciliği altında yürütülüyor oluşudur.”
Hemen altını çizmek gerekiyor ki, işçi sınıfı örgütsüz ve dağınıksa yaşanacak tüm süreçlerden burjuvazi kazançlı çıkacaktır. Bağımsız bir politik hatta sahip olamayanlar, Irak’ta yaşananların da gösterdiği üzere gelişen her hareketin kuyruğuna takılmaya mahkûmdurlar. ABD’nin karşısında olan her harekete anti-emperyalist payesi verilemez. Sırf ABD emperyalizmine karşı koyuyorlar diye burjuvazinin çeşitli kesimlerine destek sunmak işçi sınıfının gözlerini bağlayarak, ipleri burjuvazinin eline vermek demektir. ABD emperyalizmi yürüyen hegemonya savaşında Irak’ta başarısız da olabilir ama, eğer bu başarısızlık proleter bir devrimle taçlandırılamazsa kapitalist düzen olduğu gibi yerinde kalacak ve büyük olasılıkla AB emperyalizmi Irak üzerinde daha etkin bir konuma gelecektir.
Ancak ABD emperyalizminin kazandığı mevziler gözden kaçırılmamalıdır. Egemen sınıfların büyük bir kesimini yanına alan ABD emperyalizmi, Irak’taki varlığını uluslararası burjuva hukuk çerçevesinde meşrulaştırarak çözmüş gözüküyor. Görünürde yetkinin Iraklı egemen sınıflara verilmesi ve seçimlere gidilmesi işgalin burjuva hukuk düzeyinde meşrulaşması demek. Bununla birlikte Irak’a sömürge demek doğru olmayacaktır. Zira Irak devleti ilhak edilmediği gibi, bölgede egemen bir ulus-devlet olarak varlığını sürdürmektedir. Emperyalist devletler için önemli olan nüfuz bölgelerinin denetim altına alınmasıdır; bunun için savaş yalnızca bir araçtır. Eğer nüfuz alanları kontrol altına alınmış ise siyasal yönetimin yerli egemen sınıflara bırakılması bir sorun oluşturmadığı gibi, bilakis çıkarlarını yerli egemen sınıfların ulus-devleti ile örteceklerinden bunu özellikle isterler.
Tüm Iraklı egemen sınıflar gibi, direniş yürütenler de ezilen Kürt halkının boyunduruk altında tutulmasından yanadır. Kürdistan’a yönelik bombalama ve intihar eylemleri düzenleniyor. ABD’ye karşı direnirken bir taraftan da Arap emekçilerini Kürt halkına karşı kışkırtmaktan geri durmuyorlar. Irak’taki direnişe methiyeler düzen Türk solu her nedense ABD’ye karşı direnen bu burjuva kesimlerin Kürt halkına karşı savaşına ses çıkartmıyorlar. Oysa sapla samanı birbirinden ayırmak, işçi sınıfının bağımsız politik hattını örmek gerekmektedir. Geçen sene yazdığımız üzere:
“Irak işçi sınıfının gerçek kurtuluşu, yeni bir Irak kapitalist devletinin inşasından geçmiyor. Irak işçi sınıfının önünde ikili bir görev durmaktadır. Irak proletaryasının tarihsel kurtuluşu, bir taraftan yerli Irak kapitalistlerine (Şiisinden, Sünnisine kadar) karşı mücadele etmekten ve öte yandan ise ABD emperyalizmine karşı savaş açarak devrim bayrağını yükseltip, kapitalizmi yerle bir ederek kendi siyasal iktidarını kurmaktan geçiyor. Emperyalist güçlerin işgaline uğrayarak ulusal bağımsızlığını kaybetmiş bir ülkede, kitlelerin haklı tepki ve öfkelerini toplumsal bir devrim kanalına akıtmak tek gerçek Marksist çizgidir. Burada komünistlerin başlıca tarihsel kalkış noktası Paris Komünü olmalıdır. Paris Komünarları bir taraftan Paris’i Almanya’nın kanlı diktatörü Bismarck’a açmış ve Versailles’a kaçmış Thiers burjuva hükümetine yani burjuva sınıfına karşı savaş açarken, öte yandan ise Paris’i işgale gelen Almanya’ya karşı ayaklanarak siyasal iktidarı ellerine almışlardı. Bu tarihsel perspektifle değerlendirecek olursak eğer, Saddam yakalanmasaydı olsa olsa bir Thiers olurdu.
“Tüm Ortadoğu’da ve Irak’ta gerçek çözüm, mücadeleyi burjuva ufukla sınırlamamak ve toplumsal devrime ilerletmekten geçer. İşçi sınıfı siyasal iktidarı ellerine almadan kapitalizmin getirdiği belâlardan kurtulamaz. Bölgeye barışın gelmesinin ve emperyalizmin bölgeden defedilmesinin biricik yolu proletaryanın sovyetik iktidarını kurmasından geçmektedir. Irak işçi sınıfının iki cephede başlatacağı bir mücadele sovyetik iktidarın kurulmasıyla sonuçlanabilir ve bu gelişme tüm Ortadoğu Sovyetler Cumhuriyeti’nin yolunu açabilir. Kapitalist-emperyalizme karşı başlayan mücadele gerek Filistin gerekse Kürt halkına gerçek özgürlüğü de sunacaktır. Irak işçi sınıfı emperyalist-kapitalizme karşı mücadele ederken Kürt halkının özgürlüğünü tanımalı, onun taleplerini savunmalı ve Kürt ulusal mücadelesini sınıf mücadelesiyle birleştirerek toplumsal devrime doğru ilerletmelidir. Bu mücadelede Paris Komünü ve 1917 Ekim Devrimi yolumuza ışık tutacaktır. O halde, Irak’ta savaş sloganlarımız “yerli ve yabancı kapitalistlere, emperyalistlere karşı proleter devrim bayrağını yükselt!” olmalıdır.”
[5]
Filistin Halkına Özgürlük!
2004’e girildiğinde Filistin sorununu çözmek amacıyla yeni bir “barış” planı tartışılıyordu. ABD emperyalizminin planına karşı AB kendi planını ileri sürmüştü. AB’nin “yol haritası”na
Cenevre Girişimi
adı verilmişti. Bu plan asıl olarak sivil toplum örgütleri üzerinde yükseliyordu ve hemen hemen ABD emperyalizminin sunduğu “yol haritası” ile aynı temellere sahipti. Fakat ileri sürülen “yol haritaları”nın sayısının bir hayli çoğalmasına karşın çözüm hâlâ gelmiş değildir. 2003 yılı boyunca gündemde olan “yol haritası” 2005 yılında Filistin’de bir devlet kurmayı içeriyor olmasına karşın birçok yönden eksik ve yetersizdi. Söz konusu bu plan ne Yahudi yerleşim yerleri sorununa ne de Kudüs meselesine bir çözüm getiriyordu. Bununla birlikte ABD emperyalizmi ve İsrail planı görüşmek üzere Filistin’e dayatmalarda bulundu; Mahmut Abbas Arafat’a karşı öne çıkartıldı ve başbakan olarak atanması zorunlu kılındı. Ancak işler istendiği gibi yürümediğinden Abbas da görevinden alınarak onun yerine Ahmet Kurey getirildi. Sonuçta ise değişen pek bir şey olmadı. Kurey, Mısır’da 13 Filistinli örgütle görüşerek ateşkes çağrısında bulundu ve Şaron ile Abbas’ın onayladığı üzere “terörist örgütlerin dağıtılması, teröristlerin tutuklanması ve kanun dışı silahlara el konulması”nı içeren 14 maddelik bir anlaşmayı kabul etmiş oldu.
Fakat Filistin’de çözüm adına hiçbir gelişme olmadı. Katil İsrail devleti her zamankinden daha da şiddetli bir harekât yürüttü. Emekçi yığınların içerde kolu kanadı kırıldıkça, İsrail daha bir saldırganlaştı. Batı Şeria ve Gazze’de düzenlenen katliamların haddi hesabı yok. Yüzlerce Filistinli yaşamını yitirdi. Batı Şeria’yı ikiye bölen ve Filistinlileri tamamen birbirinden ayırarak yalıtan duvar inşaatı durmadı. Yoksulluk içinde kıvranan emekçi yığınlar bulundukları bölge içerisinde serbest dolaşma haklarını da yitirerek açlık ve sefalete terkedilmiş bulunuyorlar. Aynı şekilde İsrail’de çalışan Filistinli işçiler İsrail’e sokulmadıkları için işlerini kaybettiler. Yine geçen sene Hamas’ın lideri Şeyh Yasin bir suikastla öldürüldü. Ve Arafat’ın ölümü ile 2004 sayfası kapandı.
Filistin sorunu Ortadoğu’daki tüm diğer sorunlar gibi karmaşık bir yapıya sahiptir ve çözülmeden olduğu gibi ortada durmaktadır. Yürüyen emperyalist hegemonya kavgası, bu bölgede adeta her küçük sorunu devasa, uluslararası bir sorun haline getiriyor. Filistin’de ulusal sorun ile emperyalist hegemonya kavgası iç içe geçmiş bulunuyor. Buna din sorunu ve yerleşik birçok sorunu da eklemek mümkün. ABD emperyalizmi ile diğer emperyalist ülkelerin Ortadoğu’daki çıkarları sürekli çatışmakta ve bu çatışma ilk elden kendini İsrail-Filistin sorununda bulmaktadır. İsrail egemen sınıfları bölgede egemenliklerini sürdürmek istiyorlar ve bunu sürekli bir savaş haline borçlular. Bir taraftan bölgedeki çıkarlarını ABD’yi de yanlarına alarak garanti altına almış oluyorlar, öte yandan İsrailli emekçileri sürekli Arap emekçilere karşı kışkırtıp, şovenizmi yükselterek işçi sınıfını siyonizm ideolojisiyle zehirleyerek pasifize ediyorlar. Böylelikle içerdeki sömürüyü derinleştiriyorlar.
Filistin cephesinde ise karmaşa sürüyor. Arafat’ın ölmesi ile birlikte liderlik tartışması kızışmış bulunuyor. Arafat’ın öldüğü mü yoksa öldürüldüğü mü ise belli değildir. El-Fetih içindeki burjuva kesimler mevcut konumun devam etmesinden yanadırlar. Bu kesimler bugüne kadar kurulan “devletçik” sayesinde ayrıcalıklar elde ettiler, sermayelerini büyüttüler. Ayrıca bu “devletçik” sayesinde bir bürokrasi de oluşmuş bulunuyor. Bunlar meselenin uluslararası hukuk çerçevesinde kalınarak çözülmesinden yanalar. ABD’nin “yol haritası”nı destekliyorlar ve güdük de olsa çıkarlarını garanti altına alacak bir Filistin devletinden yanalar. İntifadadan uzak, mücadeleden uzak, görüşmelerle, diplomasi ile meseleyi çözmek istiyorlar. Örgütsüz ve devrimci bir önderlikten yoksun Filistin emekçileri, önümüzdeki yıllarda eğer bu duruma bir son vermezse, burjuvazinin kendi iç çatışmalarını izleyecek ve bölünerek bu kesimlerin peşinden sürüklenecektir.
Filistin sorunu karmaşık bir yapıya sahiptir ve burjuvazinin “barış”a yönelik tüm çözümleri son tahlilde başarısızlığa mahkûm olacaktır. Önümüzdeki yıllarda Filistin sorunu emperyalist hegemonya savaşına bağlı olarak gelişecek ve biçimlenecektir. Filistin’de ulusal soruna bir burjuva çözüm üretilemez mi? Elbette böyle bir çözüm mümkündür. Hiç kimse emperyalist hegemonya kavgasının dengelerinden bir Filistin devletinin çıkabileceği ihtimalini yadsıyamaz. Bununla birlikte emperyalist nüfuz alanlarının göbeğinde, Ortadoğu’da, böyle bir devletin yanı başında İsrail devletiyle barış içinde yaşaması ve Filistinli kitlelerin gerçek sıkıntılarının çözüm bulması mümkün değildir. Dengeler değiştiğinde yara tekrar kanayacaktır. Oysa gerçek çözümü, Ortadoğu’ya barışı ancak işçi sınıfı getirebilir. Bunun için öncelikle Ortadoğu’nun emperyalist savaş alanı olmaktan çıkartılması gerekiyor. İşçi sınıfı siyasal iktidarı almadan ise bu mümkün değildir. Bunun için ise İsrail ve Arap işçi sınıfları burjuvaziye karşı birleşerek mücadele vermek zorundadırlar. Nasıl ki Türkiye işçi sınıfı Kürt halkının özgürlüğünü savunmalıdır, aynı şekilde İsrail işçi sınıfı da Filistin halkının özgürlüğünü savunmalı ve bunun için savaşmalıdır. “Tüm halkların ve ezilen azınlıkların ayrılma hakları da dahil olmak üzere bütün demokratik haklarını güvence altına almış, gönüllü birlik temelinde oluşturulmuş bir Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunun kurulmasına yol açacak bir Ortadoğu devrimi olmaksızın, bölgedeki sorunlar yumağına kalıcı, yaşanabilir, adil ve demokratik bir çözüm bulmak olanaksızdır… Her iki halkın ve tüm bölge halklarının en büyük özlemlerinden biri olan savaşsız ve sömürüsüz bir düzen, ancak işçi sınıfı bunun için savaşırsa gelecek!”
[6]
Türkiye ve Kürdistan
Türkiye’de 2004 yılına damgasını basan, burjuvazinin içindeki bölünme ve çatlaklardı. Buna karşın egemen sınıflar Kürt halkı ve işçi sınıfı karşısında yekpare davranmaktan geri durmadılar. Emperyalistlerin şemsiyesi altında bölgede hegemonik bir güç olma rolüne soyunan ve emperyalistleşme hayalleri besleyen TC, gerek içte yaşadığı sorunlar gerekse geçmişinin getirdiği sorunlar altında ezildi. Egemen sınıflar içteki yüklü sorunlara farklı çözümler getirdikleri için de sürekli karşı karşıya geldiler. AB’ye giriş sürecinde liberal parlamenter sistemin işlerlik kazanmasını ve devletin kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesini isteyen tekelci burjuvazi, Kıbrıs, Kürt sorunu ve azınlıklar meselesinin önünde engel oluşturmasını istemiyor. Ordunun da içinde bulunduğu “ulusalcı”, “devletçi” kesim ise bu sorunlar karşısında daha sert bir tutum içindedir. Zira bu kesimin sözcülüğüne soyunan sivil-asker bürokrasi, ayrıcalığını devletin idari mekanizmalarında tutuğu konumundan elde ediyor; siyasal meseleler üzerindeki ağırlığını kaybederse ayrıcalıklarını da yitireceğinden, başta Kıbrıs olmak üzere birçok sorunda çözümsüzlüğü dayatıyor. Kürt meselesine gelince egemen sınıflar farklı renk tonlarını kullanıyor olsalar da, gerçekte Kürt halkının özgürlüğüne karşıdırlar.
Geçtiğimiz Aralık ayında AB, TC’ye tam üyelik görüşmeleri için şartlı da olsa müzakere tarihi verdi. 2005’in Ekiminde görüşmeler başlayacak. Türkiye’nin AB macerasının sonucunu şimdiden kestirmek güç; fakat uluslararası düzeyde yürüyen emperyalist hegemonya kavgası ve TC egemen sınıflarının iç bölünmesi kesin olarak sürece damgasını basacak ve belirleyecektir. Ne AB’nin geleceği ne de TC’nin AB’ye girişi belli değildir. AB içindeki Almanya ve Fransa burjuvazisi ikircikli bir tutum içindedir. Bir taraftan TC’yi Ortadoğu’da ve Kafkasya’da kullanmak istiyorlar ve öte taraftan TC’nin Avrupa’ya taşıyacağı sorunlardan korkuyorlar. Tekelci burjuvazi AKP hükümetiyle birlikte daha cesur politikaları hayata geçirmeye başlamış olsa da, geleceğin neyi göstereceği hiç belli değildir. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist paylaşım önümüzdeki dönemde birçok gelişmeyi belirleyen ana etmen olacaktır. Geçen sene Kıbrıs sorununda daha ileri bir adım atmış bulunan ve önümüzdeki sene içinse taahhütlerde bulunan TC, gelişmelere bağlı olarak gerisin geriye çark edebilir.
Sözümona demokratikleşme paketleriyle ne kadar demokratikleştiğinden övünerek söz eden egemen sınıflar, devrimci ve Kürt hareketinin en küçük demokratik istemlerine bile saldırıyor ve dağıtmakta sakınca göstermiyorlar. Her şey göstermelik! Kürt sorununa hiçbir çözüm getirilmediği gibi, çözümsüzlük sürece yayılarak Kürt halkının örgütlü yapısı çürütülmeye ve dağıtılmaya çalışılıyor. TC hâlâ Kürtleri terörist olarak görüyor, Kürt halkının demokratik taleplerini bölünme istemi olarak sayıyor. Kürt dilinin öğrenilmesi için açılmak istenen kurslara bile binaların kapıları ve pencereleri bilmem kaç santim kısa diye uzun bir süre izin verilmedi. Sürekli ayak oyunlarıyla mesele tavsatılmaya çalışıldı. Ve bir kez daha ortaya çıktı ki, Kürt halkı için özgürlüğün tek santimetresi bile ancak mücadeleyle kazanılabilir. O gün için şunları yazmıştık: “Çünkü bugün Kürtçe üzerindeki yasakların koşulsuz ve sınırsız bir şekilde kaldırılması, Kürtçe eğitim ve öğretimin önündeki engellerin tümüyle kaldırılması, Kürtçe yayın yapan radyo ve televizyonun önünün açılması gibi konular, ezen-egemen Türk burjuvazisi tarafından değil, ezilen Kürt halkının mücadelesi tarafından gündeme getirilmektedir. Yani bunlar, ezen-egemen Türk burjuvazisinin Kürt hareketini ıslah etmek üzere gündeme getirdiği reform önerileri değil, bizzat Kürt hareketinin mücadele hedefi durumundadırlar… Kürdistan’ın diğer bölgelerindeki mücadele tarihi de şu noktayı defalarca gözler önüne sermiştir: En güdüğünden en genişine böylesi kültürel haklar ancak mücadeleyle kazanılabilir, ve ayrılma hakkının elde edilmesi temelinde gerçek bir çözüme ulaşılmadığı sürece, bu tür kültürel haklar her daim ezen-egemen burjuvazinin tehdidi altındadır.”
[7]
Nitekim 2003’te KADEK’in ve 2004’te ise Kongra-Gel’in ileri sürdüğü çözümü TC elinin tersiyle itmiş bulunuyor. Bununla da kalmayan TC, dağdaki Kürt gerillalarına karşı sürekli operasyonlar düzenledi. Nitekim bunun üzerine Kongra-Gel, 2004 Haziranında, gerillaların kendilerini savunacaklarını ve ateşkesi kaldırdıklarını duyurdu. Gelinen aşamada ise pek bir ilerleme yok. TC Kürtleri düzenin içine çekme, ehlileştirme taktiklerine devam ederken, bir taraftan da Kürt halkı ile onun örgütlü yapısı arasına duvarlar örmeye çalışıyor. AB sürecinin bir parçası olarak serbest bırakılan eski DEP milletvekilleri daha serbest bırakılır bırakılmaz tehdit edilmeye başlandı, gözdağı verildi. DEP’lilerin Kürdistan’da bir dizi miting yapmasına pek bozulan burjuvazi, bunun yerine evlerinde oturmalarını ve nedamet getirmelerini istiyordu. Sözde demokratikleşen Türk burjuvazisi, Leyla Zana ve arkadaşlarının hâlâ uslanmadığını, 10 yıl içeride kalmalarına rağmen akıllanmadıklarını ifade ederek, üst perdeden tehditler savurdular. Yani anlaşılacağı üzere TC, havuç-sopa oyunu oynuyor. Bir havuç bir sopa! Mengene önce azıcık yavaşlatılıyor ve sonra var güçle sıkıştırılıyor. Ve soruluyor: “Bir daha yapacak mısın, tövbe et bakalım!..”
Leyla Zana ve arkadaşları Demokratik Toplum Partisi adında yeni bir parti kurmak için harekete geçtiler. AB sürecinden yararlanmak isteyen Kürt burjuvazisi, esasında Kürt sorununun anayasal çerçevede çözülmesinden yanadır. Yeni partinin programı gerçekte Öcalan’ın daha önce önerdiği çözümlerden farklı bir içeriğe sahip değil. Bu programa göre Kürt halkı TC’nin kurucu unsurlarından biri sayılacak, Kürt halkının tüm demokratik hakları anayasal teminat altına alınacak, Kürtçe ikinci dil sayılacak ve Kürtler bulundukları bölgede kendi yönetim haklarını elde edecek. Kısmi otonomi içeren, tek devletli bir çözüm öneriliyor. Tek devlet içinde demokratik temellerde bir çözümü içeren bu program, üst kimlik olarak da Türk yerine Türkiyeliliği öneriyor. Ancak TC’nin bu düzeyde bir çözüme bile tahammülü yok. Aralık ayındaki AB zirvesi öncesinde Avrupa gazetelerine bir ilan veren Zana ve Kürt aydınları, TC’nin Kıbrıs için talep ettiği hakları aynen Kürtlere de tanımasını istediler. Fakat bir kasaba büyüklüğü kadar olan Kıbrıs için milli dava diyerek hamaset nutukları atan şovenist TC, iş Kürtlere gelince imha ve inkârcı kesiliveriyor.
Türkiye burjuvazisi tarihsel olarak bir bölünme sendromuna tutulmuş bulunuyor. Bunu körükleyen bir başka faktör de Güney Kürdistan’da yaşanan gelişmelerdir. Güney Kürdistan’da 10 yıldır, resmi olarak tanınmasa da tüm kurumlarıyla bir ulus-devletin iskeleti oluşmuş bulunuyor. Federe de olsa bir Kürt devletinin mevcudiyeti bölgedeki tüm Kürtleri etkileyecek ve buralardaki Kürt halkını da harekete geçirecektir. Bunu bilen Türkiye, Suriye ve İran, Kürtler karşısında domuz topu gibi birleşmekten geri durmadılar. Nitekim 2004’ün Mart ayında Güneybatı Kürdistan’da (Suriye) bir futbol maçı sırasında patlak veren kavga bir noktadan sonra basit bir kavga olmaktan çıkarak Kürt halkının bölgedeki ayaklanmasına dönüşmüştü. Qamışlo’da başlayan ayaklanma, İran Kürdistan’ının başkenti olan Mahabat’a kadar yayılmıştı. Düne kadar “düşman” olan Suriye ve Türkiye, Güneybatı Kürdistan’daki ayaklanma ile birlikte birden bire dost oluverdiler! TC Dışişleri Suriye devletine akıl öğretmekten geri durmadı.
Kürt halkı öylesine özgürlüğe susamış bulunuyor ki, en küçük bir demokratik hakkın elde edilmesi dahi onu coşturmaktadır. Çok cılız da olsa açılan yoldan, özgürlüğe susamış bir halk, dalgalar halinde akmaktadır. Dört parçada Kürtleri boyunduruk altında tutan ezen-egemen devletler bunu bildikleri için tek bir adım bile atmaktan korkuyorlar. Zira atacakları her adımın daha büyük gelişmelerin önünü açacağını biliyorlar. Ayrıca Kürt sorununun çözülmesine dönük her adım, ulusal sorun içindeki sınıfsal ayrışmayı da açığa çıkartabilecek ve Kürt emekçilerinin gözbağının çözülmesi söz konusu olabilecektir. Böylelikle Kürt emekçileri ezilmelerinin kaynağında yalnızca Kürt olmalarının yatmadığını ve gerçekte bir de kapitalist sömürüye maruz kaldıklarını öğreneceklerdir. İşte bu vakit, eğer başlarında komünist bir önderlik varsa, burjuvaziden kopan Kürt emekçi yığınları kapitalizmin temellerine yönelerek burjuva çözümleri bir kenara itebilecektir. Egemen sınıflar istemeden de olsa bir soruna çözüm üretirken sistemi toptan tehlikeye atmak istemiyorlar.
Bu bağlamda Kürt burjuvazisi de devreye girmiş bulunuyor. Kürt burjuvazisi sorunu sadece kültürel haklarla sınırlı tutarak mücadeleyi ayrılma noktasına kadar vardırmıyor. Zira mücadelenin ayrılma noktasına kadar vardırılmasıyla mücadele genel bir hal alabilir ve Kürt burjuvazisini de süpürüp atabilir. Kültürel haklar asla sorunun çözülmesine yetmeyecektir ve bunun için bile savaşmak gerekmektedir. Komünistlerin görevi gerek Güney Kürdistan’da özgürlüğü ABD’nin bir armağanı gibi sunan, Kürt emekçilerini Arap emekçilerine karşı kışkırtan ve gerekse Kuzey Kürdistan’da mücadeleyi kültürel haklarla sınırlamak isteyen Kürt burjuvazisine karşı Kürt işçi ve emekçilerini uyarmak ve onları burjuvaziden bağımsız olarak örgütlemektir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin AB’ye girmesiyle ne Kürt halkı özgürlüğüne kavuşacaktır ve ne de Türkiye işçi sınıfı sol liberal-reformistlerin öngördükleri haklara kavuşacaktır. AB gerçekte burjuvazinin iç sorunudur ve işçi sınıfı ile ezilen Kürt halkı burjuvazinin bir ya da diğer kanadının kuyruğuna takılarak sorunlarına bir çözüm üretemez. AB Kürtleri çok sevdiği için TC üzerinde baskı kurmuyor, TC üzerindeki siyasi etkisini güçlendirmek amacıyla Kürtleri koz olarak kullanıyor. Ve bu işi gördükten sonra ise Kürtleri unutup TC ile kol kola girmekten çekinmiyor. Kürt halkının pratiği ortaya koymuş bulunuyor ki, ya mücadele edilir ve haklar böyle kazanılır veya mücadele edilmez kölelik devam eder. Türkiye, Irak, İran ve Suriye işçi sınıflarının görevi Kürt halkının ayrılma hakkını desteklemek, bunun için egemen sınıflarla savaşmaktır. Kürtlere özgürlük, işçi sınıfının özgürlüğünün önündeki engellerden birinin daha kalkması demektir. Zira başkalarını ezenler özgür olamazlar! Kürt sorunun çözülmesi, Kürt işçi sınıfının diğer ulustan işçilerle kaynaşmasının önü açmış olacaktır. Egemen sınıfların korktuğu budur ve onların yüreğindeki bu korkuyu gerçeğe dönüştürmek için: Kürtlere Özgürlük!
Dünyada ve Türkiye’de sınıf mücadelesi aynasına yansıyanlar
2003 yılı dünya ölçeğinde savaş karşıtı gösterilerle açılmıştı. ABD önderliğindeki emperyalist koalisyon Irak’a savaş hazırlıklarını sürdürdüğü sıralarda başta Avrupa olmak üzere dünyanın her köşesinde ve Türkiye’de savaşa karşı sesler yükseliyordu. Milyonlarca insan sokaklara dökülmekten geri durmamıştı. Fakat örgütsüz ve önderliksiz kitleler bu şekilde savaşı durduramadılar; 2003’ün Mart ayında savaşın başlamasıyla birlikte sokağa dökülen milyonlar kendi kabuklarına çekildiler. Bir kez daha gördük ki, işçi sınıfı örgütsüz ve enternasyonalist komünist bir önderlikten yoksunsa, kendiliğinden gelişecek hareketler kapitalizmin temellerine yönelmeye muktedir olamazlar!
Tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da ve ABD’de de işçi sınıfının sosyal kazanımlarına dönük saldırılar devam ediyor. Ne ABD’de ne de Avrupa’da ekonomi istendiği gibi büyüyebiliyor. Kapitalist ekonomi krizin içine düşmüş bulunuyor. Kâr oranları hızla düşen kapitalist tekeller çareyi işçi sınıfına saldırmakta buluyorlar. İş saatleri yükseltiliyor, çalışma saatlerinde esnekleşmeye gidiliyor, ücretler düşürülüyor, emeklilik yaşı yükseltilirken emeklilik sigortasının prim günleri uzatılıyor. İşsizlik sigortasına dönük saldırılar devam ediyor. Örneğin Almanya’da 32 ay olan işsizlik sigortası 12 aya düşürüldü. Almanya’da, Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da, Yunanistan’da sosyal kazanımlara dönük kapsamlı saldırılar sürdürülmeye devam ediyor.
Kuşkusuz işçi ve emekçi yığınlar tüm bunlara karşı seslerini yükseltmekten geri durmuyorlar. Almanya’da Pazartesi Yürüyüşleri adı altında giderek kitleselleşen yürüyüşler düzenleniyor. Burjuvazi, Berlin duvarının yıkılmasına giden yürüyüşlerinde aynı isimi taşıması nedeniyle Pazartesi yürüyüşlerine ismen de karşı çıkıyor. Egemen sınıflar mücadeleyi hatırlatan her şeye karşıdırlar. Ekim ayında General Motors’un Avrupa çapında 12 bin işçinin iki yıl içinde işine son verileceğini açıklamasıyla, Almanya’da işçiler grev kararı aldılar. General Motors işçileri 14 Ekimde greve çıktılar; bunun üzerine polisin izinleri kaldırıldı ve yoğun güvenlik önlemleri alındı. Egemen sınıflar kıvılcıma yol açabilecek ani bir olayın işçi sınıfının geneline yansıyabileceğini ve mücadelenin genel bir hal almasıyla nelerin olabileceğini çok iyi biliyorlar. Ama korkunun ecele faydası yok! Bugün olmasa yarın mutlaka olacak şeyi, kapitalistlerin polis gücüyle durdurmalarının imkânı yok.
Dünyanın ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde işçi sınıfı mücadeleyi yükseltiyor. Grevler ve genel grevlerin sayısı hızla artıyor. Afrika’da, İsrail’de, Belçika’da, Hindistan’da, İtalya’da, İspanya’da ve daha birçok ülkede milyonlarca işçi genel greve gitti. Özellikle İspanya ve İtalya’da 2-3 milyona varan işçi kitleleri meydanlarda burjuvaziye ecel terleri döktürdü.
11 Mart 2004’te İspanya’da patlayan bombalar vesilesiyle 10 milyondan fazla insan sokaklara döküldü. Belki kitleler burjuvazinin istediği doğrultuda protesto ediyorlar patlatılan bombaları ve savaşı. Ama yarın sınıf mücadelesi şiddetlendiğinde tüm yanılsamalar ortadan kalkacak ve o gün işçi sınıfı kendi çıkarları için sokağa çıkacaktır. Savaşın ve patlayan bombaların arkasında emperyalist-kapitalist sistemin olduğu o vakit gün gibi açığa çıkacaktır.
Asya’da Çin, Hindistan, Pakistan ve Kore işçileri mücadele bayrağını yükseltiyorlar. Bürokratik düzen çözüldükçe kapitalist sömürü Çin’de daha açık bir hal alıyor ve mücadele şiddetleniyor. İşçi sınıfını sözde bir sosyalizm masalıyla uyutan ve gerçekte korkunç bir sömürüye tabi tutan Çin bürokrasisinin proleter kitlelerin zihninde yarattığı yanılsamalar, kapitalizme geçişle açığa çıkıyor. Sosyalizmin devletli ve bürokrasili belletildiği ve yaşadıkları sistemin sosyalizm olduğu yolunda tam bir bilinç çarpılmasına uğratılan işçi sınıfı, şimdi aynı “sosyalist düzenin” kendilerini kapitalistlerin kucağına nasıl attığını gözleriyle görüyor, yaşıyor. Çin’de 120 milyon işsiz var, bununla birlikte 30 milyon insan açlık düzeyinde yaşıyor. Özelleştirme furyasının daha da hız kazanmasıyla birlikte işsizlik, açlık ve sefalet kat be kat artacaktır. Önümüzdeki yıllarda Çin’de kapitalizme tam entegrasyonla birlikte sınıf savaşımı daha da keskinleşecektir.
Türkiye’ye baktığımızda ise işçi sınıfının üzerindeki ölü toprağını hâlâ atamadığını görüyoruz. 1980 darbesiyle kesilen sınıf mücadelesi halkası bugüne bağlanmış değildir. İşçi sınıfı hareketi diplerde sürünüyor, kitlelerdeki politik gerileme devam ediyor. Sendikal örgütlülük oranı hızla düşüyor ve işçi sınıfı bu alanda da mevzi kaybediyor. Fakat her yeni devrimci yükseliş bir karanlık dönemin içinden çıkarak gelişir. O gün geldiğinde Türkiye işçi sınıfı elbet tüm acılarının hesabını soracaktır burjuvaziden. Zira unutmamak gerekiyor ki, Türk egemen sınıfı koyu bir askeri faşist diktatörlüğü iş başına getirerek işçi sınıfının tüm sendikal ve siyasal örgütlerini dağıtmasına, yüzlerce devrimciyi öldürmesine, on binlercesini hapishanelere atmasına rağmen Türkiye’de devrimci geleneğin köklerini kurutamadı. Baskı, zorbalık, işkenceler ve ölümlere rağmen devrimci damar Türkiye’de yeniden ve yeniden filizlenmeye devam ediyor. Sorun şu ki, işçi sınıfı hareketi yeniden yükselişe geçtiğinde, geçmişteki tüm hatalardan dersler çıkartmış enternasyonalist komünist bir önderliğin hazır olması gerekmektedir. Bunun için de küçük-burjuva devrimciliğine ve her türden reformizme karşı devrimci Marksizmin enternasyonalist bayrağını işçi sınıfı içinde yükseltmek gerekiyor.
Yanılsamalar işçi hareketine her zaman zarar vermiştir ve hatta onun gelişimini çoğu zaman sekteye uğratmıştır. Stalinizmin hâlâ zemin bulduğu bu topraklarda küçük-burjuva devrimciliği ve reformizm işçi sınıfının bilincini bulandıracak yanılsamalar üretmeye devam ediyor. 2004 yılı 1 Mayısı öylesine bir şekilde abartılarak sunulmuştu ki, sanki devrimci yükseliş öncesinde bir ayrışma oluyor rüzgârları estirilmişti. 1 Mayıs’ın iki farklı alanda kutlanması sendikaların rekabeti olarak değil de, devrimciler ile reformistlerin ayrışması olarak sunuldu. DİSK’in Saraçhane’de alanlara çıkması gelişen işçi hareketinin tezahürü olarak okundu. Saraçhane’de katılanlar DİSK’i överek devrimci bir işçi hareketinin geliştiği müjdesini verirken, Çağlayan’dakileri ise reformizmle suçluyorlardı. Çağlayan’da Türk-İş ile mitinge katılan kimi reformist partiler ise DİSK’i ve Saraçhane’deki devrimcileri işçi hareketini bölmekle itham ediyorlardı.
Oysa sonraki süreç işçi hareketinde özel bir hareketlenme olmadığını göstermiştir. “Bölünme”nin alttan gelen zorlayıcı ve etkili bir sınıf baskısının ürünü olmadığı ortaya çıkmıştır. Ve elbette “bölünme”ye büyük anlamlar yüklemenin ve buradan büyük sonuçlar çıkarmanın temelsizliği de görülmüştür.
Yanılsama sadece bu alanda üretilmedi. NATO zirvesinin İstanbul’da yapılıyor olmasına binaen irili ufaklı Türk solu, NATO zirvesi etrafında büyük bir yanılsama halesi oluşturdu. Zirve gereğinden fazla abartıldı ve her şey zirveyi engellemeye bağlandı; eğer zirve durdurulamazsa her şey küllî tufan!.. Oysa ne zirve engellenebildi ne de bu yüzden kıyamet koptu! Yine kampanyalar sırasında, içerideki NATO unutularak, Kürt halkını ezen, işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtan, NATO’nun üçüncü ordusu TSK gözlerden ırak tutularak, NATO dışarıda arandı. Dışarıdaki emperyalizme karşı çıkarken, içerideki finans kapitalin düzenine ses çıkartılmadı; emekçilerin gözünde tekelci burjuvazi teşhir edilmedi. Oysa emperyalizm bir dünya sistemidir ve Türkiye de bu sistemin bir parçasıdır. Kapitalizme karşı çıkmadan emperyalizme karşı çıkılamaz.
Latin Amerika’daki devrimci dinamikler
Latin Amerika’nın her köşesi devrimci kitlelerin ayak sesleriyle inliyor. Arjantin’de başlayan olaylar hızla Latin Amerika’nın tamamına yayıldı. Bolivya, Peru, Paruguay ve son olarak Venezuela’da devrimci durumlar baş gösterdi. Brezilya ve birçok ülkede esen sol rüzgârlar sol partilerin iktidara gelmesiyle sonuçlandı. Venezuela’da süren devrimci durum, proletaryanın enternasyonalist komünist bir önderliğe sahip olmamasından ötürü, milliyetçi burjuva önder Chavez’in ellerine bırakılmış bulunuyor. Sözümona devrimci ve sosyalist birçok parti, burjuva önder Chavez’in kuyruğuna takılarak sınıfın bağımsız politik çıkarlarını ayaklar altına almışlardır. Onlara göre Chavez gerçek devrimci bir önder ve emperyalizmin düşmanı! Ulusal ve uluslararası arenada Stalinistinden Troçkistine kadar birçok çevre Chavez’i destekliyor. Kimileri ise Venezuela’nın Küba ile birlikte ABD’ye karşı anti-emperyalist bir kuşak oluşturduğu vaazını veriyor. Nasıl oluyorsa, kapitalist Venezuela anti-emperyalist bir kuşağın öncüsü oluyor! Bilinç bulanıklığının bu kadarına pes doğrusu.
Bugün devrimin önüne dikilen gerçek engellerin başında Chavez ve onun temsil ettiği burjuva reformculuğu gelmektedir. Chavez Venezuela’nın Kerenski’si durumundadır. 1917’nin Şubatında Kerenski ve Menşevikler burjuvazi ile birlikte iktidardaydılar. Ancak proleter devrimin önündeki gerçek engel başta Kerenski ve Menşeviklerdi. Zira emekçi yığınlar sol görünümlü Kerenski-Menşevik hükümetini kendisinin hükümeti olarak görüyor ve sorunlarının çözüleceğini sanıyordu. Lenin önderliğindeki Bolşevikler Kerenski ve Menşeviklerin devrimin önüne dikilmiş bir baraj olduğunu ve eğer bu baraj yıkılamazsa yüklü soruların çözülemeyeceğini ve karşı-derimin üstün geleceğini söylüyorlardı. Bolşeviklerin sloganı “Bütün iktidar Sovyetlere!” idi. Nitekim Kornilov darbesiyle birlikte karşı-devrim hortladığında kitleler Kerenski’nin ve Menşeviklerin peşinden gitmenin ne denmek olduğunu anladılar ve Bolşeviklerin önderliğinde iktidarı fethettiler.
İşçi sınıfının bağımsız politik hattı örülmeden ve kitlelerin bilincindeki yanılsamalar dağıtılmadan proletarya iktidarı fethedemez. Bütün iktidar İşçi Konseylerine! Devrimci yığınlar burjuva milliyetçi Chavez’in peşinden kopartılıp, mevcut devrimci durum gerçek bir proleter devrime dönüşmezse, işçi sınıfının bir süre sonra derin bir umutsuzluk içine düşmesi ve sürecin bir karşı-devrimle sonuçlanması olasılığı çok yüksektir. Bu takdirde Latin Amerika işçi sınıfı onlarca yıl gerilere sürüklenecek ve başlayacak karanlık dönemle birlikte tüm mevziler kaybedilecektir.
Fakat Venezuela’da işçi sınıfı eğer iktidarı almaya muktedir olursa, devrimin gecikmeksizin Latin Amerika’nın tamamına yayılması pek muhtemeldir. Latin Amerika’da proletaryanın devrimci iktidarıyla kapitalizme son verilmesi ve bu kıta parçasının emperyalist dünya sisteminden kopmasıyla birlikte, devrimci rüzgârlar Amerika kıtasının tamamını etkileyecektir. ABD’yi ve Kanada’yı da tutuşturarak ilerleyecek böyle bir devrim, dünya sosyalist devriminin de önünü açacaktır.
[1] Bu konuda bkz: Elif Çağlı,
">Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum
[2] Akın Erensoy,
“Büyük Ortadoğu” ya da Genişletilmiş Emperyalist Paylaşım
[3] Deniz Moralı,
Vietnam Işığında Irak Direnişinin Sınırları
[4] Akın Erensoy,
Irak’taki Emperyalist İşgale Karşı Proleter Devrim Bayrağını Yükselt!
[5] Akın Erensoy, agm
[6] Zeynep Güneş,
Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım
[7] Özgür Doğan,
Özgürlüğün Santimetresi