sınıf mücadelesinde Marksist Tutum sitesinde yayınlanmıştır (https://marksist.net)

Anasayfa > Ortadoğu'da İşçi Sınıfı ve Sol

Ortadoğu'da İşçi Sınıfı ve Sol

1.bölüm

_101116314_hi046500979.jpg

Arap halklarının diktatörlere ve baskıcı rejimlere karşı başlattığı isyan dalgası sürüyor. Emekçi kitlelerin Tunus’ta tutuşturduğu isyan ateşi, Cezayir’den Mısır’a, Bahreyn’den Yemen’e, Libya’dan Suriye’ye kadar Ortadoğu’nun neredeyse tamamına yayılmış durumda. Ancak bu isyan dalgası ne yazık ki bir devrime büyüyememiş, sınırlı burjuva demokratik reform süreci çerçevesine hapsolmuştur. Bu arada, dönüşüm sürecini başlatan emekçi ve işçi sınıflar giderek daha az belirleyici bir konuma sürüklenmekte, inisiyatifi burjuva muhalefet odaklarına kaptırarak emperyalist ve burjuva güçlerin çıkar çatışmaları arasına sıkışmaktadırlar. Örgütsüzlüğü ve buna bağlı olarak bağımsız sınıf politikaları geliştirmekteki zayıflığı açık olan Arap işçi sınıfının bu durumunun derin tarihsel ve siyasal nedenleri bulunmaktadır. Bölge ülkelerinin tamamı çok geç kapitalistleşmiş ve ulusal bağımsızlıklarını da oldukça geç tarihlerde elde etmişlerdir. Bu anlamda sanayinin ve işçi sınıfının oluşumu da gecikerek başlamış, işçi sınıfının “kendi hesabına” mücadele sahnesine atılması da ancak yakın tarihlerde gerçekleşmiştir. Arap işçi sınıfı, bugünkü gibi altüst oluş dönemlerinde, kendi bağımsız sınıf çıkarları için ileriye atılacak örgütlülükten yoksundur. Birçok bölge ülkesinin özgül durumu da bu nesnelliğe olumsuz anlamda katkı yapmaktadır. Özellikle petrol zengini ve ihracatçısı ülkelerde (Körfez ülkeleri ve Libya gibi) işçi sınıfının önemli bir kısmını civardaki ülkelerden ithal edilen geçici göçmen ya da “misafir” diyebileceğimiz işçiler oluşturmakta, nüfusun önemli bir kısmı atıl durumda bulunmaktadır. Bu da, geçici göçmen işçilerin toplumsal muhalefete uzak durmalarına yol açmakta ve işçi sınıfının gücünü kırmaktadır. Özetle, geç kapitalistleşme ve özgül ekonomik koşullar birleştiğinde, bağımsız bir sınıf hareketinin gelişebilmesi açısından dezavantajlı bir nesnel arka plan ortaya çıkmaktadır. Bağımsız bir sınıf hareketinin gelişebilmesinin diğer koşulu olan öznel faktörler açısından da tarihsel süreç olumsuz örneklerle doludur. Neredeyse 60’lı yılların ortalarına kadar tüm siyasal mücadeleyi belirleyen faktör sömürgeci güçlerin defedilmesi ve ulusal bağımsızlığın elde edilmesi çabası olmuştur. Bu durum zaten son derece cılız olan işçi hareketine kaçınılmaz olarak milliyetçi bir nitelik katmış ve burjuvazinin işçi sınıfının mücadele potansiyelini kendi siyasetine yedekleyerek 80’lere kadar durumu idare edebilmesine olanak sağlamıştır. Bölge ülkelerinin çoğunda kurucu burjuva güçlerin devletçi ekonomi politikaları izlemeleri ve hatta bazılarının adı “sosyalist” olan otoriter rejimler kurmaları hem işçi sınıfının hem de sosyalistlerin kafasını karıştırmıştır. SSCB güdümündeki Komünist Partilerin bu baskıcı rejimleri desteklemesi ve SSCB’nin uluslararası alandaki politik manevralarına tâbi olmaları, gerek işçi sınıfının gerekse de halkın geniş kesimlerinin nezdinde solun itibar kaybetmesine sebep olmuştur. Sendikal hareketin yokluğu, zayıflığı ve/veya devlet güdümünde olması gibi etkenler de tabloya eklendiğinde, bugün gelinen noktada, yaşanan onca ayaklanmaya ve oluşan avantajlı atmosfere rağmen işçi sınıfının bu kadar az belirleyici bir konumda olması ve kimi yerlerde devrimci fırsatları kaçırması daha iyi anlaşılacaktır. Durumu tersine çevirmek ve hem yerli burjuva odaklara hem de emperyalist güçlere karşı mücadele için işçi sınıfının ve solun, tarihten çıkartılacak dersleri iyi özümsemesi ve geçmişin hatalarını tekrarlamaması gerekiyor. Arap halklarının uyanışını tamamına erdirmenin ve oluşan muazzam enerjiyi toplumsal kurtuluş mücadelesine kanalize etmenin yolu buradan geçmektedir. Komünistlere düşen görev, bu dersler ışığında, ortaya çıkmış olan devrimci potansiyelin heba olmasına ve işçi-emekçi sınıfların emperyalistlerle yerel burjuva güçlerin çıkar çatışmaları arasında ezilip gitmesine karşı mücadele vermektir.

Batı sömürgeciliği dönemi ve işçi sınıfının oluşumu

Sanayileşme sürecine ancak 50’li yıllardan sonra başlayabilen Arap ülkelerinde işçi sınıfının ilk nüveleri sömürgecilik döneminde oluşmaya başlamış, dolayısıyla işçi hareketinin ilk temelleri de bu dönemde atılmıştır. Tüm Arap coğrafyasında egemen olan Osmanlı’nın Asyatik-despotik üretim tarzı, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa merkezli kapitalizm karşısında hızla gerilemeye başlamış ve özellikle ticaret-liman kentlerinde Avrupalı tüccarlar fiilen etkin bir güç haline gelmeye başlamışlardır. Ağırlıklı olarak tarımsal üretime ve daha az oranda da şehirlerdeki zanaatkârların küçük üretimine dayalı kapalı bir ekonomik yapıya sahipken, Avrupa ile ticaretin gelişmesi, dışa dönük üretimin ve hammadde ihracatının arttırılmasına yönelik bir basıncın oluşmasını sağlamıştır. Bu dönemde, sömürgeciliğin ve Avrupa kapitalizminin baskısındaki Osmanlı yöneticileri ve bazı güçlü-yarı bağımsız yerel yöneticiler (Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve Lübnan’da Emir Beşir gibi), ticaretin ve özel mülkiyetin önünü açan yasalar çıkarmak zorunda kalmışlardı. Ortaya ihracata yönelik üretim yapan büyük çiftlikler çıkmaya başlamış ve köylülerin proleterleşmesinin önü de böylece açılmıştı. Bu gelişmeleri, 19. yüzyılın ortalarından itibaren ticaret ve liman kentlerinde ve bunların civarında Avrupalı yatırımcıların küçük işletmelerinin/atölyelerinin açılması izledi. Bu işletmeleri örnek alan yöneticiler de devletin ve ordunun ihtiyaçları doğrultusunda üretim yapacak, devlete ait küçük çaplı fabrikalar açmaya başladılar. Mısır’daki Mehmet Ali Paşa’nın “fabrikaları” bunların tipik örneklerindendir. Dolayısıyla az sayıda kentte küçük proleter kitleleri birikmeye başladı. Bu işçi kitlesi henüz köylülükten ve geri ilişkilerden kopmuş değildi. Örneğin sendikalar oluşmamıştı. Sadece erkek ve usta işçilerin üye olabildiği loncalar vardı. 19. yüzyılın sonlarına doğru taşımacılığın ve iletişimin gelişmesi, şehirlerde elektrik, gaz ve su işleri gibi modern kuruluşların ortaya çıkmaya başlaması, Mısır’da Süveyş Kanalının yapılmaya başlanması, demiryolu ve tramvay inşaatları, deniz ticaretinin gelişmesi vb. bölgede işçi sınıfının oluşumunu görece hızlandırmış ve ilk grevlerin patlak vermeye başlamasına yol açmıştır. Süveyş Kanalının inşasında çalışan işçilerin, demiryolu ve tramvay işçilerinin, liman işçilerinin, sigara ve tütün işçilerinin grevleri duyulmaya başlamıştır. Ancak bu ilk grevler, yarı köylü durumundaki işçilerin bağımsız sınıf çıkarları temelinde değil, sömürgecilik karşıtı yerel milliyetçi politikacıların yönlendiriciliğinde patlak veriyordu. 20. yüzyıla girilmesiyle birlikte, Arap kentlerindeki doğrudan yabancı yatırımlar artmaya, pazar genişlemeye ve Avrupa ile daha entegre olunmaya başladı. Avrupa’dan akan sermaye yeni ve daha geniş ölçekli yatırımlara yöneliyordu. Bu da daha fazla sayıda topraksız köylünün şehirlere çekilmesine ve ücretli işçi durumuna gelmesine yol açıyordu. Şehirli orta sınıflar içinde Batı tarzı eğitim görenlerin sayısı da artıyor, kalifiye işçiye duyulan ihtiyaç arttıkça işçilerin eğitilmesi de zorunlu hale geliyordu. Bununla beraber Avrupa’da ekonomik krizin derinleşmesi ücretlerin düşmesine, işsizliğin artmasına, kıtlığa, hayat pahalılığının artmasına yol açıyor ve sınıf mücadelesini körüklüyordu. Böylelikle ilk kez kitlesel grevler düzenlenmeye ve işçi sınıfı mücadele sahnesine çıkmaya başladı. Fas’tan Suriye’ye kadar Arap coğrafyasındaki büyük şehirlerin (liman ve ticaret şehirleri) neredeyse tamamını saran bu grevlerin ortak özelliği, ücretlerin arttırılması ve fiyatların düşürülmesi gibi ekonomik taleplerle sömürgeci emperyalistlerin ülkeden gitmesini savunan siyasal taleplerin iç içe geçmesiydi. Büyük işletmelerin çoğunun sahiplerinin Avrupalı kapitalistler oluşu da bu milliyetçi eğilimleri besliyordu. Ayrıca ulusal kurtuluş hareketlerinin liderlerinin ve önde gelen kadrolarının çoğu, eğitimlerini Avrupa’da yapmış, dolayısıyla da Avrupa’daki sol hareketlerden etkilenmiş kişilerdi. Bazıları Avrupa’daki sosyal demokrat partilerle ve/veya sendikalarla bağlarını sürdürüyorlardı. Bu gibi etkenlerin ve bağımsızlık amacı güden burjuva ya da küçük-burjuva önderlikli hareketlerin emekçi kitleleri kendi yanlarına çekme gayretlerinin bir sonucu olarak, milliyetçi ve sol söylem çoğu zaman iç içe geçiyordu. Burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi hareketlerle sol arasındaki bu etkileşim, 1917 Ekim Devriminden sonra daha da arttı. Dolayısıyla büyük oranda milliyetçi burjuva partilerin etkisi altındaki işçiler ve emekçiler içinde de sola karşı sempati oluşmaya başladı. Bunda, I. Dünya Savaşının halk üzerinde yarattığı ağır yıkıcı sonuçların ve Ekim Devriminin bu emperyalist savaşa son vermiş olmasının da büyük payı vardır. Ekim Devrimiyle birlikte Avrupa’da Komünist Partilerin popülaritesi de önemli ölçüde artmış ve bu durum, buralarda komünist hareketle tanışan Arap aydınlarının ülkelerinde Komünist Partilerin kurulmasına öncülük etmelerine vesile olmuştur. Örnek olarak 1921’de Mısır Komünist Partisinin ve onun etkisindeki birleşik sendikalar federasyonunun (Genel İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurulması verilebilir. Bu ilk dönemlerinde KP’ler işçi ve emekçi sınıflar içinde belirli bir güç elde edebilmiş ve birçok kitlesel greve öncülük etmişlerdir. 30’lara gelindiğinde ise başta Mısır olmak üzere hemen tüm Arap ülkelerinde burjuva milliyetçi önderlikler kitleleri sömürgeci emperyalistlere karşı seferber edebilmek için popülist söylemlere sarılmışlar, grevler ve ayaklanmalar örgütlemişlerdir. Bunlara örnek olarak Mısır’da burjuva liberal-milliyetçi Vafd partisinin 1924 yılında Nil Vadisinde ve İskenderiye’de örgütlediği kitlesel grevler; 1933’te Irak İşçileri Federasyonu’nun İngilizlere ait Bağdat elektrik şirketinde örgütlediği grevler; 1937’de Filistin ve Lübnan’da köylülerin kitlesel katılımının da sağlandığı grevler ve hatta silahlı ayaklanmalar verilebilir. İşçi sınıfının görece daha gelişmiş olduğu Mısır’da ise, bu grevler ve ayaklanmalar giderek yerli egemen sınıfları da hedef alan bir karaktere bürünmeye başladılar. 1929 krizinin etkisiyle borç açığının büyümesi ve vergilerin arttırılması, yoksul emekçi kitlelerin hayat koşullarını dayanılmaz kılacak denli ağırlaştırmıştı. Aynı dönem, devlete bağlı büyük işletmelerin de kurulmaya başladığı dönemdir. Bu işletmelere en iyi örnekler yine Mısır’dan verilebilir, bu anlamda Mısır’da sanayinin ve işçi sınıfının gelişimiyle diğer Arap ülkeleri arasındaki fark da ortaya konmuş olacaktır. 1920 yılında özel sermayeyle kurulmuş olan Mısır Bankasının kuruluş sloganı “sadece Mısırlılar için bir Mısır bankası” idi ve daha o yıllarda sonradan Nasır’ın yapmaya çalışacağı gibi “milli bir ekonomi” yaratarak yabancıların finansal egemenliğini kırmayı hedefliyordu. Mısır Bankası, 1927 yılında Mahalla al-Kubra’da ve 1938’de de İskenderiye’de iki büyük tekstil ve dokuma fabrikası kurdu. Bu fabrikaların her birinde, 50’li yıllara gelindiğinde 20’şer bin civarında işçi çalışıyordu. Bu fabrikalar Mısır işçi sınıfının ve hareketinin gelişmesinde son derece merkezi rol oynamışlardır. Bu fabrikalar ve onlara bağlı yan sanayi işletmeleriyle birlikte on binlerce köylünün işçileşmesi ve eğitilmesi sağlanmıştır. Tabii bu eğitim sadece teknik içerikle sınırlı bırakılmıyor, ulusal bir kimliğin yaratılması yönünde “milli şuur”un geliştirilmesi de gözetiliyordu. Her iki fabrikada da, 1946 ve 47’de, komünistlerin de etkisiyle iki büyük ve kitlesel grev yaşandı. Bunları 1952’deki grev dalgası takip etti. Tüm bu grevlerde sloganlar ekonomik koşulların düzeltilmesi ve yarı-sömürge durumunda olan Mısır’ın bağımsızlığının kazanılması gibi çifte talepler içeriyordu. İşçiler açısından bu iki talep örtüşür durumdaydı, çünkü bağımsızlık elde edildiğinde çalışma ve yaşam koşullarının da iyileşeceğine inanıyorlardı. Bu açıdan gerek Mısır’da gerekse de Suriye, Cezayir, Tunus, Libya gibi diğer Arap ülkelerinde işçi-emekçi sınıflar “tam bağımsızlığı” savunan ve genelde ordu içindeki orta rütbeli subaylarla temsil olunan, sol söylemli milliyetçi hareketleri destekliyorlardı. Tıpkı 60’lı yılların Türkiye’sinde olduğu gibi, bu ülkelerde de ordu diğer devlet kurumlarından ayrı tutuluyor ve bir kurtarıcı rolüne büründürülüyordu. Fakat sonuçlar işçilerin beklediğinden farklı oldu. İşçi sınıfının gelişimine benzer etkilerde bulunan bir diğer örnek de 1941’de Kahire’de kurulan Anglo-Amerikan Ortadoğu İkmal Merkezi’ne bağlı fabrikalar ve işletmelerdi. Bu merkeze bağlı işletmelerde, çoğunlukla imalat, taşımacılık ve yan sanayi sektörlerinde Mısırlı ve Filistinli işçiler istihdam edildiler. 1943’te sadece Mısır’daki işletmelerde 263 bin işçi çalışıyordu. 1945 yılına gelindiğinde, Mısır’da tarım dışı işlerde çalışan işçi sayısı 2,5 milyon civarındaydı ve bunun 623 bini sanayi işçisiydi. Ancak bu sayılar genel nüfusa oranla henüz azınlığı ifade ediyordu ve işçilerin büyük bir bölümü küçük işletmelerde çalışıyorlardı. Benzer oranlar Filistin için de geçerliydi, işçi sınıfının önemli bir kesimi ABD ve İngiltere ortaklığına bağlı bu tür askeri veya yarı-askeri işletmelerde çalışıyorlardı. Suudi Arabistan’da da, petrol kuyularının ve rafinerilerinin 30’lu yılların sonunda açılmaya başlanmasıyla belirli bölgelerde işçi sınıfı oluşmaya başladı. Bu proleterleşmeyi köylülerin topraksızlaşması ve şehre göç izliyordu. Ezilen sınıfların içindeki en büyük kitleyi ise halen az topraklı veya topraksız köylüler oluşturuyordu.

Arap milliyetçiliğinin yükselişi, otoriter rejimlerin kuruluşu ve büyüyen işçi sınıfı

II. Dünya Savaşından galip çıkan SSCB’nin kazandığı prestij, bu dönemde birçok aydının dikkatini Marksizm ve sol fikirlere çekmişti. Sol fikirlerden etkilenen bu aydınlarla şehirli işçilerin bağımsızlık talebi ortak paydasında etkileşimi, SSCB örneğinin de etkisiyle halkta, siyasi bağımsızlığa ve ekonomik gelişmeye ilişkin umut ve beklentilerin de artmasına yol açıyordu. Bunun sonucunda da Filistin’den Mısır’a, Irak’tan Sudan ve İran’a kadar pek çok ülkede milliyetçi ve sol radikalizm yükselmeye ve işçi sınıfı içinde de taban bulmaya başladı. Ancak bu süreç kendi içinde önemli çelişkileri de barındırıyordu. Çünkü milliyetçi burjuva ve küçük-burjuva kesimlerle işçi sınıfının sınıfsal çıkarları bir noktadan sonra ayrışmaya başlıyordu. Genel gidişat, anti-sömürgeci ve bağımsızlıkçı mücadele döneminde emekçi kitleler içinde şu veya bu düzeyde yer tutabilmiş komünist hareketin, sonrasında milliyetçi-sol bir çizgiye kayması ve akabinde de burjuva liderliklerin kuyruğuna takılması şeklinde cereyan ediyordu. Çoğu durumda bağımsızlığın elde edilmesine kadar süren birliktelik, sonrasında iktidarı alan burjuva veya küçük-burjuva milliyetçi liderliklerin işçi-emekçi sınıflara ve sol harekete yönelik baskı politikalarıyla devam ediyordu. Bu duruma farklı tonda örnekler vermek mümkündür. Bugüne ve geleceğe ışık tutması bakımından öne çıkartabileceğimiz örneklerden birisi Filistin’e ilişkindir. 40’lı yıllarda Filistin’de üç ayrı sendikal örgüt bulunuyordu. Yahudi işçilerin üyesi bulunduğu Histadrut, Histadrut’tan ayrılan Arap işçileri tarafından kurulmuş olan Filistin Arap İşçilerinin Derneği (FAİD), milliyetçi görüşleri nedeniyle Filistin Komünist Partisinden ayrılan bir grup aydın tarafından kurulmuş olan Arap Sendikaları ve İşçi Dernekleri Federasyonu (ASİDF). Bunlar liman ve demiryolu işçileri arasında, telgraf çalışanları içinde, petrol rafinelerinde ve İngilizlere ait askeri üslerde çalışan işçiler arasında örgütlüydüler. Hayat pahalılığının 1936’dan 1941’e üç kat artması ve sadece kamu çalışanlarına verilen geçim ödeneğinin tüm işçilere verilmesinin sağlanması için 1943 yılında Histadrut en kötü durumda olan askeri kamp işçileri arasında bir kampanya örgütlemeye girişti ve sonunda da greve gitti. Bir kısım Arap işçisinin katılımına rağmen, FAİD ve ASİDF’nin geri durması üzerine işçilerin çoğunluğu greve katılmadı ve grev başarısızlıkla sonuçlandı. Üstelik bu iki Arap sendikası içinde çalışan Filistinli komünistler de grevin kırılması yönünde çalışma yürüttüler. Bu durum FKP (Filistin Komünist Partisi) içinde de Arap ve Yahudi işçiler arasında bir bölünmenin başlangıcını oluşturdu. Bu gelişmeler Komintern’in Stalinist liderlik tarafından dağıtılmasıyla da çakışınca, özelde FKP’nin içinden ve genelde de sol hareket içinden pek çok aydın, öğrenci ve işçi, milliyetçi-sol bir yönelime girdiler ve sonrasında Ulusal Kurtuluş Birliği’ni (UKB) kurarak içinde yer aldılar. Sendikalar ve işçi birlikleri de UKB’yi desteklemeye başladılar. SSCB’nin İsrail devletini tanımasıyla birlikte FKP Arap işçilerinin gözünden tamamen düştü. SSCB’nin bu tutumu genelde tüm Arap kentlerinde aynı etkiyi yaptı ve milliyetçi burjuva-küçük burjuva hareketlerin elini güçlendirdi. İkinci örnek ise Mısır’dan verilebilir. II. Dünya Savaşının sonrasında 250 bin Mısırlı işçi –İngilizler ve Amerikalılar askeri işletmelerini kapattıkları için– işsiz kaldı. İşsizlik büyük işletmelerdeki artan makineleşmeyle birleşince sonuçları daha da ağır oldu. Hayat pahalılığı 1939-1952 yılları arasında üç kattan fazla artış gösterdi. Bu durum, tarım üretimindeki kriz, Filistin’deki askeri yenilgi, yönetimdeki yolsuzlukların ayyuka çıkması ve devam eden İngiliz işgaliyle birleşince, sendikal harekette ve milliyetçi seferberlikte hızlı bir radikalleşmeyi beraberinde getirdi. 1942’de, ülkenin ikinci büyük işletmesinin bulunduğu bölgedeki tekstil işçileri sendikası, bir grup komünist tarafından kuruldu. Bunu, sendika liderlerinin milliyetçi-solcu bir grup aydınla işbirliğine giderek Ulusal Özgürlük İçin İşçi Komitesi’ni kurmaları izledi. Bu grupların 1946’da düzenledikleri grevlere polis ve İngiliz askerleri şiddetli saldırılarda bulundular. Hatta iktidardaki Kral Faruk yönetimiyle işbirliği yaparak Müslüman Kardeşler de grevi kırmaya çalıştılar fakat başarısız oldular. Üniversite öğrencilerinin, Vafd partisinin sol kanadının ve diğer sol örgütlerin de desteğiyle grev büyümeye başladı. İşçi ve Öğrencilerin Ulusal Komitesi’nin çağrısıyla yapılan genel grev ve gösteriler ülke çapına yayıldı ve İngiliz işgalini hedef alması nedeniyle “Tahliye Günü” olarak adlandırıldı. Sendikal hareketle milliyetçiliğin bu birleşmesi sonucu, komünistlerin ve sol grupların da katılımıyla Mısır Sendikaları Kongresi ve Birleşik Federasyonu oluşturuldu. Bu federasyonun çağrısıyla ve tekstil işçilerinin taleplerinin (hükümetin işsizliğe karşı önlem alması, savaş sonrası işten atılmış işçilerin geri alınması ve Nil Vadisindeki tüm İngiliz kuvvetlerinin tahliyesi) yükseltilmesiyle bir genel greve daha gidildi. İngilizlerle işbirliği halindeki hükümet ise hem sendikal hem de milliyetçi hareketi ezmek için greve saldırdı. Federasyon liderleri ve tüm diğer sol grupların liderleri tutuklandı, ama grevler Mahalla al-Kubra işçilerinin katılımıyla daha da büyüdü. Bu yükselişe rağmen Mısır ordusunun 1948’de Filistin topraklarına girmesi ve olağanüstü hal ilan edilmesiyle grevler bir anda sona erdi. 1951’de grev dalgası ikinci kez yükseldi, bu kez Süveyş Kanalı işçileri de grevlere katıldılar, fakat hareketin başını çeken “komünist” liderliğin Nasırcı subayların darbesini desteklemesi yüzünden bir kez daha eylemlere son verildi. İşçiler ve hareketin önderleri Nasır’dan büyük beklentiler içindeyken, Hür Subaylar cuntasının ilk icraatı ülkedeki tüm grevleri yasaklamak ve işçi önderlerinden ikisini asmak oldu. Benzer süreçler Irak, Suriye, Cezayir, Tunus, Fas, Sudan ve Yemen’de de yaşanmıştır. Sendikal hareket içinde ulusal düzeyde örgütlenebilmiş olan Irak Komünist Partisi (IKP), pek çok başarılı ve kitlesel grev düzenlemiş olmasına ve gerek işbirlikçi monarşinin devrilmesi gerekse de 1958’de İngilizlerden tam bağımsızlığın elde edilmesi mücadelesinde önemli bir rol oynar hale gelmiş olmasına rağmen, inisiyatifi kendi eliyle ordu içindeki Nasırcı Hür Subaylar’a bırakmış ve bu yüzden de ağır baskılarla karşılaşmış, binlerce üyesi öldürülmüş ve sendikal hareket tasfiye edilmiştir. Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’de de Stalinizmin etkisindeki Cezayir Komünist Partisi’nin (CKP) bağımsızlığı “erken” ve “gereksiz” gören ihanet politikaları yüzünden, komünistler ulusal kurtuluş savaşı içerisinde etkisizleşmiş, böylece oluşan askeri-bürokratik klik 1962’de rahatlıkla iktidara el koyabilmiş ve devrimci fırsatlar heba edilmiştir. Bu fırsatlar kaçırıldığı gibi halkta, yegâne muhalefet olarak gördükleri İslamcı akımlara doğru bir yönelimin de doğmasına sebep olunmuştur. Bu süreçte CKP’yi yönlendiren Fransız Komünist Partisi de, Cezayir sorunu nedeniyle Fransa’da oluşan siyasi krizden devrimci bir şekilde yararlanmak yerine bir kez daha şovenizme teslim olmuştur. İşçi sınıfını ve sosyalist hareketi esir alan bu milliyetçi ideolojinin yanı sıra, kullandıkları “anti-emperyalist, kalkınmacı, devletçi, popülist ve yer yer sosyalist” söylem sayesinde, iktidarı alan burjuva önderlikler egemenliklerini rahatça kurabilmişlerdir. Nasır’ın model teşkil ettiği BAAS rejimleri, bu açıdan en bariz örnekleri oluşturmaktadır. Bu Bonapartist rejimler, bir yandan kendilerini sosyalist olarak yutturmaya çalışıyor, diğer yandan da işçi sınıfı hareketine en ağır baskıları uyguluyorlardı. Sahte sosyalizm söylemiyle birleştirilen Arap milliyetçiliği –yani burjuva sınıfın ideolojisi– bu Bonapartist diktatörlüklerin ideolojik çimentosunu meydana getiriyordu. Bu rejimlerin icraatlarının ortak yanları şöyle özetlenebilir; sendikaların devlete bağlı-güdümlü hale getirilmesi, devletin çizdiği sınırları aşan –ki bu sınırlar pek dardı– eylemlerin anında ve şiddetle ezilmesi, kitlelerin inisiyatifinin önüne geçilerek bir takım cüzi hakların dahi devletin “âlicenaplığının” ifadesi olarak bahşedilmesi. Mısır örneğinde açıkça görüldüğü üzere, pek çok Arap ülkesinde devlet güdümlü ve ithal-ikameci bir ekonomi politikası izleniyor, tarım reformlarına önem veriliyor ve kamu sektörü olabildiğince şişirilerek sosyal tepkilerin önüne geçilmeye çalışılıyordu, ki bazıları buna “Arap sosyalizmi” diyorlardı. Kamu sektöründe çalışan işçilerin devlet güdümlü veya devletin partisine bağlı sendikalara üye olması özendiriliyor, bağımsız sendikal hareketin önü kesiliyordu. Bu tür korporatist sendikalara üye olanlara sözde iş garantisi sağlanıyor, görece daha iyi ücret ödeniyor, çalışma koşullarına belli bir düzen getiriliyor, sağlık sigortası ve emeklilik güvencesi getiriliyor ve tüketici kooperatiflerine erişimleri sağlanıyordu. Bu göreli iyileştirmelerin karşılığında işçilerin de bağımsız ve demokratik sendika haklarından vazgeçmeleri bekleniyor, verilenlerin haricinde devletten ekonomik ve sosyal taleplerde bulunmamaları isteniyordu. Sendikaların neredeyse tek ve en büyük işveren olan devletle toplu sözleşme pazarlığına oturmaları bile söz konusu değildi. Çoğu sektörde grev hakkı yoktu. Toprak sahibi köylüler, şehirli orta sınıflar, beyaz yakalı işçiler vb. bu düzenden ayrıcalıklı bir biçimde yararlanıyor ve dolayısıyla da iktidarın toplumsal tabanını oluşturuyorlardı. Örneğin 1961-1974 yılları arasında Tunus’ta yaşanan “sosyalist deneyim” döneminde, başkan Habib Burgiba’nın sözde sosyalizme geçebilmek için yapmayı düşündüğü kesintilerin en ateşli savunucuları, kamu sektöründe çalışan beyaz yakalı işçilerdi. Çünkü kendileri ücret artışlarını düzenli olarak alırken, mavi yakalı işçilerin ücretleri sürekli düşüyordu. Bu eşitsizlik çoğu zaman mavi yakalı işçilerin “yasadışı” grevleriyle karşılanıyordu. 1968 yılında fosfat madeni işçileri, demiryolu işçileri ve liman işçileri direnişler-grevler düzenlediler. Aynı yıllarda, Mısır’da da işçiler düşük ücretlere, yolsuzluğa ve kamu sektöründeki kötü yönetime karşı protesto eylemlerine kalkışmışlardı. Takip eden 1971-72 yıllarında, kamu sektörünün geniş kesimlerinde (büyük tekstil ve dokuma fabrikalarında, demir ve çelik fabrikalarında, İskenderiye limanında) işçiler greve gittiler. Onları Kahireli taksi şoförleri, özel sektöre ait tekstil fabrikalarında çalışan işçiler izlediler. Talepleri ücretlerinin yükseltilmesiydi. İşçilerin giriştikleri bu eylemler genellikle sendikacılar tarafından organize edilmiyordu, çünkü onlar devlet memurları gibiydiler. Bu kendiliğinden gelişen ve eşzamanlı olarak ortaya çıkan gösterilerin ana hedefi korporatist sendikacılık ve Nasır’ın burjuva Bonapartist rejiminin eşitsiz uygulamalarıydı. İşçilerin bu tepkisi Nasır’ı, köylüleri ve işçileri Mısır ulusunun “asli bileşenleri” olarak tanımaya zorluyordu. O da sık sık yaptığı demagojik konuşmalarında bolca “milli kapitalistlerin, köylülerin, işçilerin ve ordunun birliği”nden bahsediyordu. Nasır’ınki gibi burjuva Bonapartist rejimler ve diğerleri, sürekli olarak, ulusal kalkınmanın işçilerin ve özellikle de köylülerin (çünkü 1960’ların sonunda dahi Ortadoğu nüfusunun %75’i köylülerden oluşuyordu) yaşam standartlarını yükselteceğini vaaz ediyorlardı. Milli burjuvazinin yaratılması ve kapitalist sanayileşmenin sağlanması için işçi-emekçi sınıfları ikna etmenin tek yolu buydu. Rejimlerin meşruiyeti ve otoriter yönetimlere karşı halkın göstereceği tolerans, bu hedefe doğru gerçek bir ilerleme sağlanmasına bağlıydı. 60’ların sonlarına doğru, köylülerin ve işçilerin yaşam koşullarındaki durgunluk ve düşüş, ithal-ikameci sanayileşmenin sınırlarını açıkça gösterdiğinde bile, bu genel politik söylem değişmemişti. Marksistler ve diğer sol gruplar ise otoriter rejimler tarafından politik olarak marjinalize edilmişlerdi. Yine de onca baskıya ve şiddete rağmen tüm Mısırlı komünist gruplar Nasırcı rejimin “Bağlantısızlar Blokuna” dahil olmasını, sözde anti-emperyalizmini ve milliyetçi Arap politikalarını destekliyorlardı. 1956’da Süveyş Kanalının millileştirilmesi ve 1958’de Suriye’yle Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasını kendilerine gerekçe olarak gösteriyorlardı. Bu birliğe Irak’ın da katılması gündeme geldiğinde, bu adımın kendisini zayıflatacağını veya tasfiye edeceğini düşünen Irak Komünist Partisi katılmayı reddetti. Bu konuda Mısır Komünist Partisi de onu destekledi ve Nasır’ın gadrine uğradı. Ardından da 1959’daki tutuklamalar ve baskı kampanyaları nedeniyle etkisi fiilen sona erdi. Mısır’daki iki komünist grup da 1964’te kendini tasfiye etti. Birçok bilinen komünist aydın Nasır’ın kurduğu Sosyalist Arap Birliğinin eğitim ve kültür dairelerinde önemli pozisyonlar üstlendiler; işçi sınıfından parti üyeleri ise genellikle rejim tarafından dışlandılar. Irak’ta da devlet başkanı (General) Abdülkerim Kasım, Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılmaya dönük muhalefetinden ötürü önceleri IKP ile ittifak kurmuş, ancak 1959 ortalarında, iktidarı paylaşmaya isteksiz olduğundan IKP’ye karşı dönmüş, sonrasında da yüzlerce komünisti katletmiş, 7000’den fazlasını hapse tıkmış ve IKP’yi fiilen tasfiye etmiştir. Suriye’de de benzer bir süreç yaşanmıştır. Kısacası, bu rejimler, kendilerini destekledikleri ve işçi sınıfını bu otoriter rejimlere yedekledikleri sürece komünistlere ve diğer sol gruplara göz yumdular. Bunun ötesine geçtikleri ölçüde ise saldırıp ezdiler. Bu otoriter rejimler, sosyalist aydın birikiminden de kendi çıkarlarına yararlanmayı ihmal etmediler. Sosyalist aydınlar, işçilerin ve köylülerin tarihini ve milli harekete katkılarını yazmakla görevlendirildiler. Bunların yazdıkları romanlar ve çektikleri filmler, bu devletlerdeki köylüleri ve işçileri yaşamlarından memnun, mutlu insanlar olarak gösteriyorlardı. Çoğu durumda da bu gibi projeler, radikal aydınları evcilleştirmekte rejim tarafından kullanılıyordu. Komünistlerin ve diğer sol grupların milliyetçiliğe bu denli kolay kaymasının altında yatan ideolojik-politik temel ise onların zihniyetine bulaşmış olan devletçi, kalkınmacı, ulusalcı sosyalizm anlayışıydı. İstisnasız tüm sol gruplar ve partiler, aşamalı bir sözde devrim anlayışını (önce milliyetçi ve “anti-emperyalist” mücadele ve sonra toplumsal ilerleme ve sosyalizm için mücadele) savunuyorlardı. Bu anlayışlarından ve SSCB’nin kurulan otoriter rejimleri müttefik kabul etmesinden dolayı, otoriter rejimleri desteklemeye devam ettiler. Oysa otoriter rejim onları ancak bağımsız politik çizgilerinden vazgeçtiklerinde benimsiyordu. Sonuç olarak çoğu durumda komünist ve diğer sol gruplar, bilerek veya bilmeyerek, bu rejimlerin işçileri ve köylüleri milliyetçi-devletçi politikalarla kandırmasına ortak olmuş oldular.

Mayıs 2011
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 74, Mayıs 2011
Ortadoğu
Devrimler Tarihi
Share

Ortadoğu’da İşçi Sınıfı ve Sol /2

2.bölüm

maj1.jpg

"Arap sosyalizmi"nden "açık-kapı" politikalarına geçiş

"Arap sosyalizminin" ve devletçi uygulamaların terk edilmeye başlanması, Ortadoğu'nun işçi-emekçi sınıflarında ciddi bir dönüşüme sebep olmuştur. Bu değişimin başlangıcını 70'lerin başına kadar götürmek mümkündür. Çünkü 70'lerin başından itibaren, çeşitli ülkelerdeki hızı ve derinliği farklı düzeylerde olmakla birlikte, bir önceki dönemin politikaları terk edilmeye başlanmıştı. Her bir ülkede farklı zamanlarda ve biçimlerde olsa da, toprak reformları geri çekilmeye, özelleştirmeler teşvik edilmeye başlanmış; yoksul ve zengin sınıflar arasındaki makas hızla açılır hale gelmiştir. Bu sürecin diğer bir karakteristik özelliği de, köylülüğün artan çözülüşüne karşılık şehirleşmenin ve proleterleşmenin artması ve şehirli emekçi yığınların ve işçilerin birleşik eylemliliğinin gelişmesidir. Tunus, 1969'daki ani politika değişikliğiyle beraber, devletçi kalkınma çizgisinden dönmeye başlayan ilk ülke oldu. Mısır da, daha 1968'de Nasır'ın ölümünden önce bile, "Arap sosyalizmi"nden vazgeçmeye başlamıştı. Ancak her iki ülkede de ideolojik ve siyasal üstyapılar daha uzun süre varlığını koruyacaktı. 70'lerin ortalarından itibaren, uluslararası gelişmeler, devletçi Arap rejimlerinde çözülmeyi hızlandırıyor; burjuva partilerin kendi içlerindeki siyasal çekişmelerin artmasını, ülke içinde yeni burjuvaların türemesini ve bunların güç kazanmasını beraberinde getiriyordu. Bir yandan uluslararası alandaki gelişmelerin, diğer yandan da içine girdikleri borç batağının baskısı altında kıvranan ve rejimlerini sürdürebilmek için giderek daha fazla IMF-Dünya Bankası programlarına bağımlı hale gelen otoriter Arap rejimleri, geleneksel olarak destek buldukları kesimleri yitirmeye başladılar. Beyaz yakalı işçiler, kamu sektöründe çalışan işçiler ve memurlar, şehirli küçük esnaf ve orta halli köylüler bunlara örnek verilebilir. Üstelik "açık-kapı"[*] politikalarıyla ülkeye çekilen dış yatırımlar da işsizliğin ve yoksulluğun azalmasını değil artmasını beraberinde getiriyordu. "Ekonomik istikrar", "yapısal düzenlemeler", "reform, liberalleşme, verimlilik, rasyonalizasyon" gibi kavramlarla ülkelere giren neo-liberalizm ve onun eşliğindeki mali sermaye, gerçekte, barınma, sağlık ve eğitimdeki kamu yatırımlarının kesilmesi, gelir dengesizliğinin ve eşitsizliğin artması, işçi ve köylü örgütlenmelerinin kırılması, özel sermayenin palazlanması ve tarım alanlarının kapitalistleşmesi gibi olguları hayata geçiriyordu. Proleterleşme sayesinde hızla artan şehir nüfusuna yeterli iş olanakları sunulamıyordu. Muazzam büyüklüklere ulaşan gecekondu semtleri, zaten zayıf olan sağlık, eğitim, barınma ve ulaşım hizmetlerinin daha da yetersiz hale gelmesine yol açmıştı. Örneğin Cezayir'de, tarım dışı istihdam hızla artarak 1984'te 2,5 milyona çıkmıştı. Ancak buna rağmen ekonomi yeni proleterleşen kitleleri istihdam etmekte yetersiz kalıyordu. Bu yüzden de işsizlik oranları 1977'de %22, 1984'te %18 ve 1990'da %24 gibi yüksek oranlarda seyrediyordu. Bir başka örnek olan Mısır'da da tarım dışı işgücü 1973'te 4,5 milyon iken 1986'da 7 milyonun üzerine çıktı. Orada da işsizlik had safhadaydı ve üstelik şehirlerin yeni sakinlerinin birçoğu "enformel sektör"lerde çalışıyor ve istatistiklerde işsiz nüfusa dahil edilmiyorlardı. Doğal olarak bu işsizlerin ve enformel sektörlerde çalışanların çoğunluğunun sendikalarla da ilişkisi yoktu. Bu kesimler, bir yandan devletlerin "açık-kapı" vb. politikalarına karşı çıkan, örgütlü siyasete fazla bulaşmayan, ama bıçak kemiğe dayandığında da şehir isyanlarının tabanını oluşturan emekçilerden oluşuyordu. Bu ekonomik ve sosyal koşulların önemli etkilerinden biri de emek göçündeki muazzam artıştı. İşsizlik, düşük ücretler, geçim sıkıntısı, topraksızlık, işçileri ve köylüleri iş aramak için göç etmeye zorluyordu. Özellikle 80'li yıllarda petrol ihracatçısı ülkelere doğru hızlı bir göç dalgası gerçekleşti. Mısır, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerden işçiler yığınlar halinde petrol ihracatçısı ülkelere akmaya başladılar. Bu geçici göçmen işçilerin kendi ülkelerine gönderdikleri paralar, ülke ekonomilerinde önemli bir döviz girdisi haline geldi ve işgücü ihracının milli politika haline gelmesine neden oldu. Bu durum, işgücü ihraç eden ülkelerdeki yüksek işsizliğin olumsuz etkilerini de belli ölçülerde azaltan bir işlev görüyordu. 1973-85 yılları boyunca yaklaşık 3,5 milyon Mısırlı, Körfez ülkelerine ve Libya'ya göç etti. Yemenli ve Ürdünlü göçmen işçilerin sayısı da az değildi. 80'lerin başında, Ürdünlü işçilerin dörtte biri ülke dışında çalışıyordu. 1988'de bu oran %37'ye ulaşmıştı. Yemenli yetişkin erkeklerin %30'u, 1970-80 arasında en az bir kez yurtdışına çalışmaya gitmişti. 80'lerin ortalarında toplamda 5 milyondan fazla Arap işçi petrol ihracatçısı ülkelerde, 2,5 milyonu da Avrupa'da çalışıyordu. Yemenli göçmen işçilerin ülkelerine gönderdikleri dövizler, Kuzey Yemen'de milli gelirin %20'sine ve Güney'de ise %50'sine tekabül ediyordu. Mısır'da da bu göçmen işçilerin yıllık döviz girdisi, 1988 rakamlarına göre 3,2 milyar dolardı. Bu rakam o yıllarda Mısır'ın milli gelirinin %12'sini oluşturuyordu. Bu yoğun emek göçünün işçi sınıfı üzerinde farklı etkileri olmuştur. Genel anlamda yoksulluğu ve işsizliği azaltıcı bir etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. En önemli etkisi ise kırsal nüfusun azalması ve gidenlerin kalifiye işçilere dönüşmesiydi. Örneğin tarım işçilerinin sayısı Mısır'da daha 1975-78 yıllarında %10 azalmıştı. Bu azalma oranı Suriye'de 1975-79 arasında %23, Irak'ta 1973-77 arasında %40'tı. Köylülerin proleterleşmesi anlamında olumlu etkisi olan emek göçü, örgütlenme yönünden ise önemli zorluklar yaratıyordu. Çalışmak için gittikleri ülkelerde bu işçiler neredeyse tamamen örgütsüz durumdaydılar. Hem kendi ülkelerinde hem de çalıştıkları ülkelerdeki sınıf hareketlerinin dışında kalıyorlardı. Neo-liberal politikaların ve emek göçünün bir diğer etkisi de kadın emeğinin işgücüne daha fazla katılması yönünde olmuştur. Arap devletlerinin bir kısmı, özellikle de "Arap sosyalizmi" uygulamalarını savunan rejimler, belli ölçülerde kadın haklarını yasalara geçirmişlerdi ve kadının işgücüne katılımının önünde en azından yasal engeller yoktu. Ancak gerek toplumsal geleneklerin ve kültürün engelleyici karakteri gerekse de yetersiz iş fırsatları, fiilen kadınların işgücüne katılımının sınırlı olmasını doğurmuştu. 80'lerin ortalarına kadar kadınların ücretli emek içindeki oranı Ürdün'de %3,3, Cezayir'de %4,4, Mısır'da %6,2, Tunus'ta %13,3'tü. Ancak neo-liberal açılımlar sonucu yabancı yatırımcıların kurdukları fabrikalar, ki Mısır'da bunlar genellikle tekstil üzerineydi, ucuz işgücü olması bakımından kadın emeğini tercih ediyorlardı. Ayrıca emek göçünün yarattığı boşluk da kadın emeğiyle doldurulmaya başlandı. Dolayısıyla 90'lara gelindiğinde kadınların işgücüne katılım oranı hemen hemen tüm ülkelerde ortalama 4 puan birden arttı. Ama kadınların sendikalara ve işçi eylemlerine katılım oranları halen sınırlıydı.

Kapitalist saldırıların körüklediği isyanlar ve modern sınıf hareketleri

90'lı yıllardan itibaren, kapitalist saldırıların daha da derinleştirilmesi anlamına gelen neo-liberal politikaların yıkıcı etkileri çok daha açıktan hissedilmeye başlandığında, işçi ve emekçi sınıflar bu saldırı politikalarına "hakların korunması" temelinde tepki göstermiş, çoğu zaman kendiliğinden ve patlamalı eylemlerle bu tepkilerini dışa vurmuşlardır. Bu eylemler ve yer yer ayaklanmalar, neo-liberal gidişatı ve siyasal yeniden yapılanmayı durduramamışsa da, hızını, zamanlamasını ve kapsamını değiştirmiş, kimi yerde sürecin yavaşlatılmasını beraberinde getirmiştir. Ama en önemlisi, küreselci ideologlar tarihin sonunu selamlayıp "başka alternatif yok, işçi sınıfı öldü" derken, şehirlerin çeperlerindeki yığınlar sahneye çıkmış ve bunun tersinin geçerli olduğunu göstermişlerdir. Arap dünyasında 70'lerden günümüze kadar uzanan süreçte yaşanan modern sınıf hareketlerine, özellikle Tunus ve Mısır'dan öğretici örnekler vermek mümkündür. Bu örnekler sınıf hareketinin karakteristik özelliklerinin, yapılan yanlışların ve kaçırılan fırsatların neler olduğunu görmemizi sağlayacaktır. Devletçiliğin terk edilmeye başlanması ve piyasa ekonomisine geçişin yaşanmasının erken örneklerinden birini veren Tunus, işçi sınıfının bu yeni politikalara tepki temelinde gelişen eylemliliği açısından da önemli deneyimlere sahne olmuştur. 1970'lerin başından itibaren, "sosyalist deneyim"den çark edilmesi üzerine, öğretmenler, banka işçileri, üniversite profesörleri ve beyaz yakalı işçiler yeni ekonomi politikalarının sonuçlarının açıklanması için bir kampanya başlattılar. Bu kampanya diğer emek örgütlerinde ve işçi sınıfı içinde de bir hareketlenmeye sebep oldu. Çünkü hayat pahalılığı oldukça can yakan bir sorundu. Kampanya çerçevesinde özellikle beyaz yakalı işçiler, 70'li yıllar boyunca, tek sendika federasyonu olan UGTT'nin liderliği tarafından kabul edilmeyen pek çok yasadışı grev düzenlediler. Sonunda, devlet güdümlü bir yönetime sahip olan UGTT ile hükümet arasında, hemen hiçbir maddesi yerine getirilmeyecek olan, ama grevleri kıran bir anlaşma imzalandı. UGTT yönetimi grevcileri sendikalardan ayıklamaya yönelik bir "temizlik" hareketine girişti. Bu girişim UGTT içindeki muhalif kanadın harekete geçmesine neden oldu. Muhalefet, ki temel sloganları "sosyalist deneyim" dönemine yani devletçi politikalara geri dönülmesiydi, sendika tabanında çalışmaya başladı ve tabandan hayat pahalılığına karşı bir genel grev ilan edilmesi yönünde sendika üst bürokrasisine bir basınç bindirilmesini sağladı. 26 Ocak 1978'de, şehirli yoksulların isyanının eşliğinde oldukça başarılı bir genel grev yapıldı. Polisle çıkan çatışmalarda en az 100 kişi katledildi, sendikadaki muhalefet liderleri tutuklandı, ama grevler devam etti. 1980-86 arasında başa gelen yeni hükümet ise muhalefetle çatışmaktan kaçınmaya çalıştı. Ancak 1983 sonbaharında ülkeye gelen IMF heyetinin baskısıyla temel tüketim maddeleri üzerindeki devlet desteği kesildi ve kamu harcamalarında kısıtlamalara gidildi. Bu politikalar sonucunda gıda fiyatlarında %70'e varan ani artışlar baş gösterdi ve Gafsa şehrinde ilk "gıda ayaklanmaları" patlak verdi. Diğer şehirler de onu takip etti. 1984'te isyan dalgası tüm ülkeyi sarmıştı. Fiyat artışları geri alınıncaya kadar süren isyanda yüzlerce kişi öldürüldü. İsyanların önünü alamayan hükümet, yükselen sınıf hareketini ezebilmek için 1985 sonuna doğru UGTT'ye karşı yeni bir baskı kampanyası başlattı. Muhalefet liderleri ev hapsine alındı, sendika şubeleri hükümete bağlı para-militer güçlerce işgal edildi. Sendika yöneticileri tüm 1986 yılı boyunca tutuklu kaldılar. Bu süreçte IMF ile stand-by anlaşması imzalandı, yeni borçlar alındı, devalüasyona gidildi, kamu harcamalarında kesintiler yapıldı ve özelleştirmelere hız verildi. Bu hükümetin ardından 1987'de darbeyle iktidara gelen Zeynel Abidin Bin Ali hükümetinin de birinci önceliği IMF'nin istikrar programını tamamlamaktı. Ancak takip eden 6 yıl içinde 2586 grev yapıldı. Bunların çoğu da UGTT merkezinin onayı olmadan ve yasadışı bir şekilde hayata geçirildi. Sendika üyelerine uygulanan tüm baskı tedbirlerine rağmen işçi sınıfı, hareketi devam ettirme kapasitesinin olduğunu gösterdi. Sınıf hareketindeki bu yükselişe, 80'lerin ortalarından itibaren İslamcı hareketlerin güçlenmesi de eklenince Bin Ali rejimi geri adım atmak zorunda kaldı. UGTT ile anlaşmaya gidilerek en azından kamu sektöründe çalışan işçilerin durumunda kısmi iyileştirmeler yapıldı. UGTT'nin çeşitli düzeydeki yönetici kadroları içinde İslamcılara yönelik bir temizlik operasyonu da bu anlaşmayı takip etti. Rejimin asıl tehdit olarak İslamcı muhalefeti görmesi, sendikalar ve sol ile uzlaşarak siyasi İslama karşı savaş açması, sosyalist solun da laiklik ve ilericilik adına buna cevaz vermesi, işçi hareketindeki yükselişin yarattığı fırsatın kaçırılmasına sebep oldu. Sendika yönetimi ile devlet arasında kurulan bu ittifak, işçi sınıfının rejime yedeklenmesini sağladı ve emekçi kitleler içinde sola karşı ciddi bir antipati yarattı. Rejim, devlet-sendikalar-işverenler arasında ortak ilişkileri geliştirmek amacıyla yeni bir çalışma başlattı. 1992'de UGTT'nin genel sekreteri hükümet destekli "rehabilitasyon" çalışmalarının başına getirildi. Genel sekreterin basın açıklamasında kullandığı ifadeler, yeni dönemde sendikalara biçilen rolü de özetliyordu: "Sendikamız, (…) uluslararası ekonomik sistemdeki değişikliklere, yapısal dönüşüm programına, yeni dünya düzenine ve pazar ekonomisine adapte olmaya uğraşmaktadır." Arap dünyasının en kalabalık işçi nüfusuna sahip olması ve kapitalist gelişme bakımından da görece gelişkin bir ekonomiye sahip olması bakımından Mısır, genelde olduğu gibi işçi sınıfı hareketleri açısından da bölgede önemli ve belirleyici bir yer tutmaktadır. Mısır'da yeni ekonomi politikalarının başlangıcı olarak, 1974'te Enver Sedat tarafından "açık-kapı" politikasının ilan edilmesi verilebilir. Bu ilan, sendikalardan ve soldan gelen örgütsüz tepkilerle anında yanıtlanmış ama kalıcı sonuçlar elde edilememiştir. 1975 Ocak ayında Nasırcıların ve solcuların başını çektiği işçiler Kahire'nin güneyiyle işçi semtlerini birbirine bağlayan tren istasyonunu işgal ettiler. Bu arada diğer işçi grupları da aynı bölgedeki demir-çelik işletmelerinde eyleme geçtiler. Kahire'nin diğer ucundaki Şubra el-Kayma tekstil fabrikasının işçileri de dayanışma grevine gittiler ve birçok işletmeyi işgal ettiler. Ekonomik taleplerine ek olarak işçiler başbakanın istifasını içeren politik sloganlar da yükseltiyorlardı. "Açık-kapı" politikasının uygulamalarını takip eden 1975-76 yılları boyunca başkent Kahire'de, meşhur sanayi kompleksi Mahalla al-Kubra'da, Helwan'da, İskenderiye'de, Port Said'de ve daha birçok kentte grevler ve eylemler yapıldı. Bu eylemler asıl olarak kamu işletmelerindeki işçiler tarafından organize ediliyor, diğer şehirli yoksullar da yer yer küçük isyanlarla bu eylemlere eşlik ediyorlardı. İşçi-emekçilerin ayağa kalkmasına rağmen Enver Sedat IMF programını uygulamaya devam etti. 1976 sonbaharında devletin ekmek, şeker, çay ve diğer temel gıda maddeleri üzerindeki desteği kaldırıldı, fiyatlar %25-50 arasında yükseldi. Bu pervasızlık, işçi-emekçi sınıflar tarafından 1977 yılından itibaren büyük gösteriler ve isyanlarla yanıtlandı. Eylemler, 1952'den beri yapılmış en geniş katılımlı ve güçlü protesto dalgasıydı. Protesto gösterileri İskenderiye ve Kahire'de yoğunlaşmıştı ama kısa sürede ülkenin tamamına yayıldı ve rejimi tehdit edecek güce ulaştı. Kamu işletmelerinde çalışan fabrika işçileri bu eylemlerde de başı çektiler ve onlara öğrenciler, işsizler ve diğer şehirli emekçi yığınlar katıldılar. Köylüler ise bu dalgadan uzak durdular. İktidara geldiğinde kendini Nasırcı rejimin anti-demokratik uygulamalarına karşı çıkan büyük bir liberal olarak tasvir eden Enver Sedat, bu dalgayı baskı tedbirlerini arttırarak karşılamaya çalıştı. Radikal İslamcılarca öldürüldüğü 1981 yılına kadar ülkede adeta terör estirdi. Protesto eylemlerine halkın geniş kesimlerinin katılmasına solun kendisi de çok şaşırmış olmasına ve eylemlerde fazla dahli olmamasına rağmen, baskılardan ilk nasibini alan yine sol oldu. Birçok sol yayın organı kapatıldı, sendikacılar ve liderler tutuklandı. Bu kitlesel protesto dalgasına katılan işçilerin çoğu kamu işletmelerinde çalıştığı için, temel talepleri Nasır döneminde elde ettikleri hakların ve işlerinin korunmasıydı. Bu eylemlerde sendikalı işçiler devletle iç içe geçmiş sendika bürokrasisinden kesinlikle destek alamıyor ve hatta çoğu durumda onlara rağmen harekete geçiyorlardı. Hareketin içinde yer alan diğer unsurlarda ise İslami duyarlılıklar daha öndeydi. Bu unsurlar çoğunlukla Müslüman Kardeşler gibi İslamcı örgütlenmelerin etkisi altındaydılar. Ancak sonuç olarak işsizlik, yoksulluk ve artan hayat pahalılığı hepsini aynı derecede etkilediğinden ve bunun sorumlusu olarak da mevcut rejimi gördüklerinden, kolayca bir araya gelebiliyor ve harekete geçebiliyorlardı. Sosyalist solun bu işçi ve emekçi unsurları birleştirebilecek bir programdan, örgütlülükten ve anlayıştan yoksun olması; hareketin ulusal düzeyde merkezileşememesi ve koordinasyonun sağlanamaması gibi eksikliklerle birleştiğinde ortaya çıkan tablo şuydu: İşçi ve emekçiler ellerinden geleni yapıyor ve çoğu durumda son derece radikal ve militan eylemlere girişiyor, ama kalıcı sonuçlar elde edemiyorlardı. 70'lerden 90'ların başına kadar geçen süreçte yaşanan bu eylemlerin ortak noktası, çoğu zaman kendiliğinden gelişmeleri ve asıl olarak da neo-liberal politikaların yıkıcı sonuçlarından, örneğin gıda fiyatlarındaki aşırı artışlardan bezen halkın galeyana gelerek isyan etmeleridir. Bu yüzden de IMF-DB tarafından "gıda ayaklanmaları" olarak adlandırılmışlardır. Diğer örnekler olarak 1981 Fas, 1985 Sudan, 1989-96 Ürdün, 1988 Cezayir ayaklanmaları verilebilir. Başlangıçta daha ziyade ekonomik taleplerle başlayan bu protesto gösterileri, 90'lara doğru giderek siyasal bir hal alıyor ve yer yer rejimi temsil eden kurumları hedef alan şiddet eylemlerine dönüşüyordu. 1988'de Cezayir'de ve 1989'da Mısır'da patlak veren isyanları buna örnek gösterebiliriz. Kamu işletmelerinde başlayan grevlere şehirli emekçilerin isyanı eşlik ediyor, olaylar giderek tüm şehre veya bölgeye yayılıyor ve başta karakollar olmak üzere devlet kurumlarının ateşe verilmesi gibi olaylarla yükseliyordu. Ancak hepsi de dağınık ve seyrek oluyor, birbirlerinden kopuk gerçekleşiyor, kısa süreli patlamalarla karakterize oluyorlardı. Bu eylemlerin içinde sadece fabrika işçilerininkileri görece daha örgütlü, disiplinli ve uzun süreli olabiliyordu. Bu yüzden genelde hükümet temsilcileri büyük işletmelerdeki bu işçilerin geri çekilmesini sağlayacak ekonomik tavizler veriyor ve onlar geri çekilince de isyan dalgası kendiliğinden sönümleniyordu. Bu sürecin bir başka boyutu da, solun güçsüzlüğünden yararlanan İslamcı akımların hemen her ülkede ana muhalefet güçleri haline gelmeleridir. İslamcı akımlar büyük kamu işletmelerindeki işçilerin nezdinde pek fazla ilerleme kaydedemeseler de, sendikal hareketin genelinde sınırlı olmak üzere, diğer meslek kuruluşlarında ve çeşitli demokratik kitle örgütlerinde önemli ölçüde yer edindiler. Ezilen sınıflara bir alternatif yaratmaktaki başarısızlığı ve genel olarak rejimle ittifak yaparak muhalif İslamcı hareketleri dahi karşısına alması yüzünden, sosyalist solun toplumsal tabanı sürekli eridi. Bu arada hemen tüm Arap ülkelerinde neo-liberal politikalar şu veya bu düzeyde hayata geçirilmeye devam ediyor, işçi-emekçi sınıfların durumu da artan oranda kötüleşiyordu. 90'ların başında Cezayir, Mısır, Suriye, Ürdün, Fas ve Tunus'ta imalat sanayindeki reel ücretler, 1970'deki seviyenin altındaydı. 1970-90 arası dönemde, örneğin Tunus'ta en zengin %20'lik kesimin milli gelirden aldığı pay %50'ye çıkmış, en yoksul %20'lik kesimin payı ise %5'e inmişti. Mısır'da da reel ücretlerde %40'lık bir düşüş yaşanmıştı. Tarımın milli gelirdeki payı %13,2'ye geriledi. Kiralar ve faizler %71 arttı. Aynı yıllarda, resmi işsizlik oranı Fas, Tunus ve Mısır'da %15; Ürdün, Yemen, Filistin ve Cezayir'de %20-25 düzeyindeydi. Mısır'da yoksulluk sınırının altındaki kesim (aylık kazancı 30 doların altında olanlar) %30 oranında artmıştı. Neo-liberal saldırıların hayata geçirilebilmesi ve yapısal dönüşümlerin gerçekleşebilmesi için işçi hareketlerinin bastırılması ve sermayenin önünün açılması gerekiyordu. Tıpkı Türkiye ve Tunus'taki darbelerin yaptığı gibi… Bu yüzden de, uluslararası sermaye kuruluşları, ekonominin belli bir forma sokulabilmesi ve sınıf hareketinin zapturapt altında tutulabilmesi için Arap ülkelerindeki otoriter rejimlerin sürmesini desteklediler. Ancak işçi sınıfı boş durmadı ve kolay lokma olmayacağını gösterdi. 1998-2009 arasında, sadece Mısır'da 2 milyonun üzerinde işçi 3 binden fazla fabrika işgali, grev, gösteri ve diğer eylemlere katıldılar. Yaklaşık son on yılı kapsayan bu süreçte, önceki dönemden farklı olarak, kentli işçi sınıfının ağırlığı ve oranı artmış ve bunun sonucu olarak da daha uzun süreli ve başarılı, toplumsal etkisi daha geniş grevler yaşanmıştır. Son dönemde gerçekleşen bu tür işçi eylemlerinin en güzel örneği, yine Mısır'daki Mahalla al-Kubra tekstil işçilerinin grevidir. Yeni dönemin ruhunu yansıtan 2004-09 arasındaki grev dalgasının adeta zirve noktasıydı bu grev. Mahalla al-Kubra'da (Büyük Mahalle) bulunan ve Mısır'ın kuruluş döneminin simgesi olan Mısır İplik ve Dokuma Şirketi'ne ait dev işletmeler bu bölgede bulunuyordu. Kamu sektöründeki tekstil-konfeksiyon işçilerinin dörtte birini oluşturan 25 bin işçi bu fabrikada çalışıyordu. 2006 Martında, bakanları ünlü büyük burjuvalardan oluşan "işadamları hükümeti"nin başbakanı Nazif, tüm kamu işçilerinin ikramiyelerinde 2 aylık maaş tutarında bir artış yapılacağını duyurdu. Ancak artış yapılmadığı gibi, vergilendirmeden dolayı mevcut ikramiyeler bile eksik ödenince işçiler ayağa kalktılar. 7 Aralıkta, giysi bölümündeki 3 bin kadın işçi bölümlerini terk ederek iş durdurdular ve tüm işletmeleri dolaşarak fabrikanın tamamının greve çıkmasını sağladılar. Güvenlik güçleri şehri ve fabrikayı kuşattı ama işçileri dağıtamadı. Tüm bölge halkının da grevcilere destek vermesi ve işçilerin fabrikayı işgal etmesi üzerine yönetim ve hükümet temsilcileri devreye girerek işçilere tavizler vermeye başladılar, ama onlar da işçileri ikna edemediler. Bunun üzerine işgalin 15. gününde hükümet görevlileri, 45 günlük ikramiye ödeneceğini ve fabrikanın özelleştirilmeyeceğini, ayrıca fabrika 15 milyon dolardan fazla kazanırsa kazancın %10'unun işçilere dağıtılacağını ilan etti. Bu zafer tüm tekstil sektörüne yansıdı. Takip eden 3 ay içinde 10 ayrı tekstil işletmesinde çalışan 30 bin işçi grevler düzenlediler, iş yavaşlattılar veya işverenleri eylem yapmakla tehdit ettiler. İşçiler Mahalla al-Kubra işçilerinin kazandıklarını istiyorlardı. Hükümet yine geri adım atmak zorunda kaldı ve işçilerin taleplerini karşıladı. Grevin başarıya ulaşmasının ardından grev komitesi işi burada bırakmayarak sendika yönetimini de teşhir etmek ve değiştirmek amacıyla bir kampanya düzenledi. Yerel sendika komitesinin işçileri desteklemediğini ve değiştirilmesi gerektiğini açıkladı. 13 bin işçinin imzaladığı dilekçe genel merkeze yollandı. Genel merkez istedikleri cevabı vermeyince de 3 bine yakın işçi sendikadan istifa etti. Ancak sendika genel federasyonu işçilerin istifasını kabul etmedi ve aidatlarını kesmeye devam etti. Grev komitesi 100 kişilik bir heyeti federasyon merkezine göndermek isteyince polis fiilen işçileri engelledi ve Kahire'ye gitmelerine izin vermedi. Bunun üzerine işçiler 2007'de tekrar greve gittiler ve kazandılar. İkinci grev çok daha militanca organize edilmişti. Hükümet işçilere 70 günlük ikramiye ve 130 günlük maaş tutarında kâr payı dağıtmayı kabul etti. İşçilerin nefret ettiği genel müdürü de işten attı. İşçiler için daha da önemlisi, federasyon yönetiminin ve hükümet yetkililerinin bizzat bölgeye gelerek grev komitesiyle görüşmek zorunda kalmalarıydı. İşçiler rejimle bir düelloya girdiklerinin farkındaydılar. Grevler boyunca Nazif hükümetinin ekonomik politikalarına muhalefet eden sloganlar ve pankartlar yükseldi. İşçiler grevde şöyle bağırıyorlardı: "Dünya Bankası tarafından yönetilmeyeceğiz! Sömürgeciler tarafından yönetilmeyeceğiz!" Grev komitesinin liderlerinden biri de şöyle diyordu verdiği röportajda: "Biz bu ülkedeki sendika sistemindeki hiyerarşinin ve yapının değişmesini istiyoruz. Sendikaların mevcut yapılanması tamamıyla yanlıştır, yukarıdan aşağıyadır. Gerçekte hükümet tarafından atandığı halde temsilcilerimiz seçilmiş görünmektedirler. (…) Tüm hükümetin istifa etmesini istiyorum. Mübarek rejiminin sona ermesini istiyorum. İşçi hakları ve siyaset birbirinden ayrılamaz." Mahalla al-Kubra grevinin toplumda ciddi etkileri oldu. Benzer hak talepleriyle sayısız grevler düzenlendiği gibi, işçiler giderek bağımsız sendikalar kurmak amacıyla eylemler düzenlemeye başladılar. Bunun ilk örneği vergi tahsildarlarının tüm ülkeye yayılan ve 55 bin memuru kapsayan grevleridir. 2007 sonbaharı boyunca süren grevden sonra vergi tahsildarları maliye bakanlığı önünde 11 gün süren bir oturma eylemi düzenlediler. Bu eylemler sonucu ücretlerine %325 oranında zam aldılar. Sonraki yıl bağımsız sendikalarını kurdular ve hükümet 2009'da bu sendikayı tanımak zorunda kaldı. Mahalla al-Kubra grevcilerinin mücadelesi ise henüz bitmemişti. Asgari ücretin ulusal düzeyde yükseltilmesi için grev komitesi 6 Nisan 2008'de hayata geçirilmek üzere bir genel grev çağrısı yaptı. Ama daha 2 Nisanda askeri birlikler ve polis bölgeyi ve fabrikayı işgal etti. Grev komitesine, genel grev çağrısını geri çekmeleri için muazzam baskı uygulandı. Bu arada şirket de işçilere yeni taahhütlerde bulunuyor ve çoğunluğun direncini kırmaya uğraşıyordu. Baskılara dayanamayan grev komitesi çağrısını geri çekse de, 6 Nisan tarihinde fabrika içinden binlerce işçi vardiya çıkışında sloganlar atarak şehir merkezine yürüyüşe geçtiler. Çoğunluğu genç işçilerden oluşan bu kalabalık ekmek fiyatlarındaki artışa karşı sloganlar atıyordu. Hükümet yanlısı para-militer güçlerce taş yağmuruna tutulan işçilere polis de gaz ve tazyikli suyla saldırdı. Şiddet artınca kalabalık da hükümet binalarını ateşe verdi ve olaylar büyümeye başladı. Bir gün sonra daha kalabalık bir işçi grubu gösterilere devam edince polis göstericilerin üzerine ateş açtı ve 15 yaşındaki bir çocuğu kafasından vurarak öldürdü. 331 kişiyi tutukladı, yüzlercesini yaraladı. Bunun üzerine hükümet bölgeye bir heyet göndererek göstericilerle uzlaşma yoluna girdi. Çeşitli tavizlerle (1 aylık ikramiye, daha iyi ulaşım, ucuz ekmek üretecek özel fırınlar, ucuz pirinç, gaz, şeker, un ve tıbbi malzeme tedariki için kooperatiflerin tekrar canlandırılması ve hastanenin iyileştirilmesi) uzlaşma sağlandı. Bu grevin ardından Mahalla al-Kubra işçileri bağımsız sendikalarını kurmak yönünde oldukça çaba sarf ettilerse de başarılı olamadılar. Bu olayları takip eden 2009 yılında da tüm Mısır'da 700'ün üzerinde eylem ve 432 grev gerçekleşti.

Arap işçi sınıfı hareketinin sınırlılıkları ve solun durumu

Tüm bu tarihsel örnekler, Arap coğrafyasındaki işçi-emekçi sınıfların yarattığı hareketin temel bazı karakteristiklerini net olarak ortaya koymaktadır. Hareketi temel olarak üç döneme ayırmak mümkündür: sömürgecilik dönemi (1950'lere kadar uzanmaktadır), bağımsızlığın kazanılması ve otoriter-devletçi rejimlerin kurulması (1950-1970 arası dönem), otoriter rejimlerin devam etmesi fakat devletçiliğin terk edilmeye başlanması ve 80'lerden itibaren neo-liberal programların hayata geçirilmesi (1970'lerden günümüze uzanan süreç). Birinci dönem işçi sınıfının doğuşuna, ikinci dönem büyümesine ve üçüncü dönem de modern anlamda gelişmesine tanıklık etmiştir. İlk iki dönem boyunca işçi sınıfı genel anlamda burjuva milliyetçi politikaların etkisinde kalmış, modern sınıf hareketinin araçları olan sendikalar ve partiler de devlet güdümünden ve/veya etkisinden kurtulamamıştır. Son dönem ise işçi sınıfının otoriter rejimlere karşı giderek daha muhalif bir kimlik geliştirdiği, ancak bağımsız sınıf politikalarının yokluğunda çeşitli burjuva muhalefet hareketleri arasında salındığı bir dönemdir. İşçi sınıfının bu salınımında sosyalist solun eksiklerinin ve hatalarının çok büyük rolü vardır. Bağımsız Arap devletlerinin kurulmasını önceleyen süreçte, "ulusal bağımsızlık ve toplumsal adalet" sloganlarıyla politik örgütlenmelerde ve sınıf hareketinde kendine önemli bir yer edinen Arap solu, sonradan otoriter rejimlere dönüşecek olan burjuva milliyetçi hareketlere verdiği desteğin bedelini oldukça ağır ödemiştir. Kabaca 80'li yıllara kadar uzanan bu dönemde sosyalist hareket genel olarak ağır baskılar altında ezilmiş ve fazlaca varlık gösterememiştir. Özellikle 80'li yılların sonundan itibaren Arap ülkelerinin dünya kapitalizmine daha fazla entegre olmak yönünde adımlar atmaları ve bunun gereği olarak da neo-liberal ekonomi politikalarına dümen kırmaya başlamaları karşısında, yoksul halk kitlelerinde ciddi bir tepki oluşmaya başlamış, fakat sosyalist hareket bu tepkiden beslenmeyi başaramamıştır. Bu basiretsizliğin temel sebebi, neo-liberal politikalar karşısında eskinin Stalinist-devletçi uygulamalarının savunulmasından öteye geçilememesi ve gerçek alternatiflerin ortaya konulamamasıdır. Sosyalist hareket BAAS'çı ve Nasırcı devletçiliğin tarafında yer almış, bir yandan işçi eylemlerinin artmasından kaynaklanan korkunun sonucu olarak baskılara maruz kalmış, diğer yandan da siyasi İslamın popülaritesinin artması sonucu etkisini giderek yitirmiştir. Bunun sonucu olarak da bugünün Arap dünyasında işçi ve emekçi sınıflar içinde etkili bir sosyalist hareketin varlığından söz etmek mümkün değildir. Ancak Arap coğrafyasında işçi sınıfı hareketinin sınırlılığını belirleyen tek etken solun durumu değildir. Anlatmaya çalıştığımız tarihsel ve sosyal sebeplerden ötürü, hemen tüm Arap ülkelerinde işçi sınıfı yerel ve kapalı bir ilişki ağına sahiptir. Bu yüzden de ulusal ölçekte bir hareket geliştirmekte hayli zorlanılmaktadır. Son birkaç ayda yaşanan gelişmeleri bir yana bırakırsak, hareketin içinde siyasi taleplere rastlamak sık rastlanan bir durum değildir. Ulusal sendika federasyonları genelde devlet güdümünde ve hatta rejimin uzantısı konumundadırlar. Ayrıca yasal düzenlemelerle sendikal alan üzerinde tekel kurmaları da sağlanmıştır. Böylece devlet sendikal alanı tam olarak kontrolü altında tutabilecek araçlara sahiptir. Yerel sendika şubeleri, branşları veya komiteleri, genellikle işçilerin alttan gelen taleplerinin gerçekleşmesini engelleme işlevi görmektedirler. Çoğu ülkede grev hakkı kanunlarla düzenlenmiştir, yani yasaldır. Fakat hem son derece sınırlı olarak tanınmış bir haktır, hem de ulusal düzeyde örgütlü federasyonların izni olmadan bir işletmedeki işçilerin greve çıkma hakkı olmadığından, yasal olarak greve çıkılması nadir görülen bir olaydır. Çoğu durumda işçiler grevleri fiilen ve yasadışı olarak örgütlemektedirler. Muhalefet partilerinin de, İslamcı örgütler hariç tutulmak kaydıyla, başkentler dışında ciddi mevcudiyetleri bulunmamaktadır. Bu partilerin veya akımların taban unsurları kitlesel eylemlerin içinde yer almakta, hatta bazı durumlarda başı çekmekte, ancak siyasi gruplar eylemlerin öncülüğünü yapamamaktadırlar. Şehirli orta sınıfların, muhalif aydınların sınıf hareketleriyle ilgisi sınırlıdır. İşçiler, bağımsız örgütlenmelere sahip olmadıklarından, eylemlilik dönemlerinin dışında eski yaşantılarına geri dönmekte ve her seferinde sürece sıfırdan başlamak zorunda kalmaktadırlar. Bu olumsuz nesnel ve öznel koşullara rağmen Arap ülkelerinde isyanların, toplumsal eylemlerin ve ayaklanmaların eksik olmamasının temel nedeni ise, hiç kuşkusuz, aşırı derecede kötü yaşam ve çalışma koşullarıdır. İşsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin pençesinde kıvrandıkları yetmiyormuş gibi, bir de tepelerindeki diktatörlerin zulmüne maruz kalmaları, onlarca yılın ardından gelen ve tüm coğrafyayı bir anda saran halk ayaklanmalarını hazırlamıştır. Bu ayaklanmaların yarattığı devrimci durumların ve fırsatların değerlendirilebilmesi ise, işte yukarıda bahsettiğimiz nesnel ve öznel koşulların sınırlandırıcı etkilerine bağlı kalmaktadır. Önümüzde duran tablo ve tarihsel arka plan, tüm bölgeyi altüst eden devrimci ve uzun vadeli etkilerine rağmen, yaşanmakta olan isyan dalgasından kısa vadede çok fazla beklentilere kapılmamamız gerektiğini ortaya koymaktadır. İlerlemekte olan sürecin önemli sonuçlarından bazıları şunlardır; otoriter rejimlerin miadını doldurduğunun ortaya çıkması ve bunun sonucu olarak bazı diktatörlerin devrilmesi, kalanların da son derece sallantılı durumda olmaları; yaşanan isyan dalgasının yarattığı özgürleştirici ortamda işçi sınıfının sendikal ve siyasal bağlamda bağımsız örgütlenmeler geliştirmesi için uygun fırsatların ortaya çıkması ve bunun nüvelerinin de hayata geçmeye başlaması. Tarihin daha önce de defalarca gösterdiği üzere, işçi sınıfının başarıya ulaşması ve kalıcı-bağımsız örgütlenmelerini yaratması kolay olmamaktadır. Önümüzdeki süreç işçi sınıfının sayısız ileri atılmalarına, geri çekilmelerine, yenilgilerine ve zaferlerine tanık olacağımız uzun bir altüst oluş sürecidir.


[*] 1974'de Enver Sedat tarafından, infitah ("açık-kapı") adıyla ilan edilen ve genel olarak devletçi ekonomi politikalarının terk edilmesini, yabancı sermayenin önünün açılmasını öngören ekonomik programın adıdır.

Haziran 2011
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 75, Haziran 2011
Ortadoğu
Share

Kaynak URL:https://marksist.net/kerem-dagli/ortadoguda-isci-sinifi-ve-sol?qt-diger_makaleler=0