sınıf mücadelesinde Marksist Tutum sitesinde yayınlanmıştır (https://marksist.net)

Anasayfa > Anarşizm Üzerine

Anarşizm Üzerine

1.bölüm

mihail-bakunin.jpg

Burjuva medya anarşizm veya anarşist gibi kavramları, her zaman maksadını aşar biçimde ve genelde tüm devrimci unsurları karalamak amacıyla anlamını çarpıtarak kullanıyor. Bunun yanı sıra, anarşi kavramının “kaos” (düzensizlik) anlamına geldiği yolunda yanlış bir kanı da var. Oysa anarşizm, ilkesel temellerini devlet ve otorite karşıtlığının oluşturduğu bir felsefi akım, bir politik kuramdır ve “anarşi” diye adlandırdığı kendine özgü yeni bir toplumsal düzen anlayışına sahiptir. Anarşizm kavramı, “yönetimsiz” (veya başsız, şefsiz, komutansız) anlamına gelen Yunanca “an arkhos” sözcüğünden türetilmiştir. Varılması arzulanan devletsiz toplumsal düzen bakımından, Marksizm anarşizmle genel anlamda benzer hedefleri paylaşır. Fakat bu hedefe nasıl ulaşılabileceği konusunda çeşitli anarşist akımlarla Marksizm arasında derin bir uçurum vardır ve konunun esasen üzerinde durulması gereken yönü de budur. Anarşizm, toplumsal otorite, baskı, iktidar ve hiyerarşinin tüm biçimlerinin ortadan kaldırılmasını savunan siyasi öğretiler geliştirmiştir. Bu öğretileri izleyen çeşitli siyasal eğilim ve toplumsal hareketler arasında farklılıklar olmakla birlikte, tümünün ortak paydası, her türlü otoritenin reddi ve toplumsal nesnelliğe dayandırılmayan bir otonomi kavrayışıdır. Anarşizmin kendine özgü toplumsal devrim anlayışı da Marksist dünya görüşüyle pek çok noktada uyuşmamaktadır. Ve her şeyden önemlisi de bu anlayış toplumsal gelişme yasalarının bilimsel tahlili üzerinde yükselmemektedir. Anarşistler yukardan aşağı dayatmalara karşı çıkan, aşağıdan yukarı işleyen bir düzen yaratmak istediklerini söylerler. Anarşizmin yalnızca devlet karşıtlığı anlamına gelmediği, tüm otoriter örgüt ve hiyerarşi biçimlerine karşı çıkılmasının ve otonom (özerk, kendi kendini idare eden) federatif yapılanmaların savunulmasının anarşizmin vazgeçilmezleri olduğu belirtilir. Anarşizme göre, merkezi politik yapılara, kararlara ve denetime gerek olmaksızın kitleler gönüllü toplumsal ilişkiler temelinde özyönetimlerini tesis edecekler ve bu işleyiş özgürlük ve otonomi ile karakterize olacaktır. Gelecek toplum özlemi bakımından Marksizmin buna genelde bir itirazı olamaz, ama temel sorun ona nasıl ulaşılacağıdır. Nitekim bu konuda anarşizmin tezleri hatalıdır ve Marksist kavrayışın çok uzağındadır. Sınıflı toplumların yarattığı ve üzerinden bir çırpıda atlanıp geçilemeyecek ya da “kararnamelerle” ortadan kaldırılamayacak engeller vardır. Dolayısıyla toplumsal devrim kişilerin keyfine göre ilerleyen bir süreç olamaz. Proleter sosyalist devrim mücadelesinin vazgeçilmez unsurları olan demokratik merkeziyetçi örgütlenme, devrimci disiplin ve devrimci otorite ihtiyacı Marksistlerin kafalarından çıkmış uydurma tercihler değildir. Bunlar bir toplumsal devrimin başarıyla ilerletilebilmesi ve nihayetinde zafere ulaştırılması için başvurulması gerekli araçlardır. İşte anarşizm bu gibi konularda, Marksizme, bilimsel yasaları kavramaya yanaşmayan keyfi eleştiriler yöneltmektedir. Böyle yapmakla da idealist felsefeye yaraşır yaklaşımlar sergilemektedir. Devrimci analiz yönteminin karşısına dogmatizmi, devrimci taktik üretme ihtiyacının karşısına iradeciliği ve maceracılığı diken Marksizm dışı bu akımın, anılan tüm bu özellikleri nedeniyle dünya devrimci işçi hareketine zararı dokunmuştur. Anarşizmin savunduğu ilkeleri pratikte ne ölçüde hayata geçirilebildiği de kuşkusuz ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Burada kısaca belirtmek gerekir ki, gerçek yaşamın ve sınıf mücadelesinin katı kurallarıyla bağdaşmayan anarşizmin “ilkeleri”, pratikte bizzat anarşizm tarafından eğilip bükülmüştür. Örneğin, kendi ilkeleri adına her türlü merkezi örgütlenmeye ve demokratik merkeziyetçi otorite kullanımına kuramsal olarak karşı çıkan anarşizm, otorite karşıtı fikirlerini ve eylem tarzını işçilere empoze etmeye çalışırken, kaçınılmaz olarak kendi merkezi siyasetini ve kendi hiyerarşik örgütlenmesini oluşturmuştur. Anarşizm ve Marksizm, reformizme kıyasla birbirine yakın duran kimi özelliklere sahipmiş gibi görünebilir. Fakat gerçekte her ikisi arasında bu bakımdan da derin bir anlayış farklılığı mevcuttur. Reformizm, sosyalizme ulaşabilmede sınıfın devrimci iktidar mücadelesinin zorunluluğunu reddeder. Sosyalizmin parlamenter mücadele çerçevesinde kısmi reformlarla taksit taksit yaşama geçirilebileceği şeklinde özetlenebilecek uzlaşmacı bir çizgiyi temsil eder. Buna karşın anarşistler ise, burjuva düzende siyasetin pisliğine bulaşmaktan kaçınma gerekçesiyle, siyasi bir parti olarak örgütlenmekten ve siyasi iktidar mücadelesi yürütmekten uzak dururlar. Devrimci mücadelenin yan ürünü olarak düzeni bazı reformlara zorlama ya da parlamento kürsüsünden devrimci tarzda yararlanma gibi “küçük işleri” reddeden anarşizm, bu gibi tutumlarıyla “büyük günler”e duyulan özlemi de bir cins devrimci lafazanlığa indirgemektedir. Netice olarak açık olan bir gerçek var. Birbirinden oldukça farklı özellikler taşısalar bile, işçi sınıfını devrimci Marksizmin savaşkan ideolojisi temelinde bilinçlendirmeyen ve işçilerin sınıf mücadelesinin pek çok alanında militan bir ruhla pişerek olgunlaşmasını sağlayacak bir örgütlülük anlayışını benimsemeyen tüm akımlar, son tahlilde sınıfı kendiliğindenliğe ve burjuva siyasetine teslim etmiş olmaktadırlar. Anarşizm tarihi boyunca kendisini hep en özgürlükçü akım olarak tanıtmıştır. Bu durum, anarşizmin Marksizmden daha devrimci bir öze sahip olduğu konusundaki büyük yanılsamaların da kaynağını oluşturur. Fakat bir düşünce akımının özelliklerini, yalnızca onun kendisine dair iddiaları temelinde kavramaya çalışmak asla doğru değildir. Hele anarşizm gibi, söz ile eylem ya da amaç ile araç arasında bir iç tutarlılığın bulunmadığı bir akım mevzu bahis olduğunda bu gerçeklik büsbütün önem kazanır. Anarşizmin devrimci mücadele veya devrimci hedefler bakımından taşıdığı anlamı gereğince anlayabilmek için, onun felsefi bir akım olarak ortaya çıkışındaki sınıf karakterini ve buradan kaynaklanan tutarsızlıklarını ele almak gerekir. Bunu lâyıkıyla yapabilmenin yolu ise, anarşist düşüncenin boy vermeye başladığı tarihsel kesite uzanmaktan geçiyor.

Anarşizm: Küçük-burjuva tutarsızlığın felsefesi

19. yüzyılın ortalarında bazı Avrupa ülkelerinde anarşiyi savunan felsefi bir akım gelişmeye başlamış ve aydınlar tarafından pek bir hevesle sahiplenilmişti. Fakat Engels’in de bir yazısında değindiği gibi, anarşi sözcüğünü dillerinden düşürmeyen bu kişiler, devrimci bunalımlardaki gerçek anarşi karşısında her seferinde bu anarşiyi kısa kesmek için ellerinden geleni yaptılar. Ve genelde düzen güçlerinin yanında yerlerini aldılar. Düşünsel ambalaj her ne olursa olsun, eğitimli ve seçkin kesimden gelen “anarşistler”, böylece o karşı çıkar göründükleri devletin varlığını koruma noktasından öteye geçemediler. Avrupa’da anarşist düşüncenin mayalandığı ortamı anlamak bakımından başta gelen örnek Almanya’dır. Dönemin Almanya’sında sansür koşullarının beslediği soyut bir anlatım tarzı boy vermiş ve bu durum aynı zamanda ünlü Hegelci okulun dağılma aşamasıyla da çakışmıştı. Buna bağlı olarak özellikle Alman düşünürleri arasında, toplumsal olgu ve kurumların bizzat kendisini hedef alan bir mücadele yerine bunları kurgusal bir felsefe dünyasında mahkûm ederek “ortadan kaldırmak” biçiminde anlayışlar egemen olmuştu. Felsefe diyarındaki bu hayali kördövüşü, aydın çevrelere gerçek çatışmaların bir yansıması olarak görünmeye başlamıştı. Bu tür unsurların zihniyetine bakılırsa, tarihsel evrimin ürünü olan toplumsal olguların gerçek yaşamda yok edilmesi için onu “sıkı” bir eleştiriden geçirmek yeterli olacaktı. İşte, anarşist düşüncenin temel argümanlarından olan “devletin ortadan kaldırılması” anlayışının kökü de buralara uzanır. Bir zamanlar Almanya’da yaygınlaşan bu durumu anlamak için, Engels’in değerlendirmesine bakalım: “Felsefedeki her «yeni dönemeç» Almanya’da, bir sürü boş kafalılar, genç hukukçular, iş kovalayan öğretmenler, şansı yaver gitmemiş tanrıbilimciler, işsiz doktorlar, yazarlar vb., vb. gruplardan oluşan «eğitilmiş» kafaların genel ilgisini çekiyordu. Bu adamlara göre, her «yeni dönemeç» henüz aşılmış bulunan belli bir tarihsel gelişme aşamasının kesin olarak tasfiyesi anlamına gelmeliydi. Örneğin, burjuva liberalizminin birdenbire çürüyüp kangren olduğunu, tarihsel evrimin silinip gittiğini ve pratik olarak yok edildiğini kabul etmek için onu bir eleştiriden geçirmek bir filozofa yetiyordu. Cumhuriyetçilik için de, sosyalizm vb. için de durum aynıydı.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Sol Yay., Mart 1979, s.37) Almanya örneği, okumuş kesimler arasında yaygın olan kafa karışıklığını anlamak bakımından günümüze de ışık tutmaktadır. İşçi hareketinin henüz cılız olduğu veya bugün yaşandığı üzere büyük ölçüde gerilediği koşullarda, aydınlar arasında pratik mücadeleden kopuk bir “muhalefet” anlayışının yaygınlaşması neredeyse genelgeçer bir durumdur. Neye hizmet ettiği belli olmayan soyut felsefi tartışmalar, anlaşılmaz bir dille yazma merakı, gerçekler dünyasından uzaklaşan tartışmalar ve bu tür eğilimlerden beslenen bir “bilgiçlik” arzusu, özellikle gericilik dönemlerinde eğitimli kesimler arasında yaygınlaşmaktadır. Türkiye’de de bu durum, 12 Eylül faşizminin ve takiben “reel sosyalizm”in çöküşünün yarattığı şok dalgalarının neden olduğu büyük gerileme koşullarında yaşanmıştır. Böylesi dönemler sınıf hareketindeki örgütsüzlüğe ve dağınıklığa koşut olarak, eğitimli unsurlar arasında aptalca bilgiçliğe tapınmayı ve toplumsal gerçekler dünyasından kaçıp bireyselliğe sığınma arzusunu körüklemektedir. Devrimci işçi hareketinin yükselişte olduğu tarihsel kesitlerde gerilediği gözlemlenen bu türden bireyci ve anarşizan anlayışların, devrimci işçi hareketinin geri çekildiği ve toplumsal olayların görece durulduğu dönemlerde yeniden serpilip uç verebildiği bilinmektedir. 19. yüzyılın ortalarında Marx ve Engels kendi bilimsel çözümlemelerini geliştirirlerken, dönemin aydın çevrelerinde itibar gören felsefi bireyciliği kapsamlı bir eleştiriye tâbi tutmuştular. Bu bağlamda eleştirilen isimlerden biri olarak ünlü Alman felsefecisi Stirner hatırlanabilir. Stirner’in felsefesine göre, devlet, toplumsal sınıflar vb. birer soyutlamadan ibarettiler ve bu nedenle ciddiye alınmamalıydılar; aslolan bireydi, onun dışında nesnel bir toplumsal gerçeklik mevcut değildi. Stirner’in bireyciliği temel alan bu anarşist felsefesi 20. yüzyıldaki varoluşçuluk akımına da ideolojik esin kaynağı oluşturmuştur. Anarşizm akımının doğuşunda etkili olan Alman düşünürü Stirner’in yaklaşımları (ya da bunun modern versiyonları), insan toplumunun gelişimini yöneten yasaların inkârına ve idealist spekülasyonlara dayanır. Bu özellik, bireyin ve toplumsal yaşamın kavranmasında anarşizmle Marksizm arasındaki uzlaşmaz yaklaşım farklılığını da gözler önüne serer. Anarşist düşüncenin dün ya da bugün yapmaya çalıştığı gibi, insanları kulağa hoş gelen mutlak özgürlük vaatleriyle cezp etmek son derece kolaydır. Ama insanlar toplumsal gelişim sarmalının her bir evresinde, ancak varolan üretici güçler düzeyinin ve üretim ilişkilerinin izin verdiği bir özgürleşme düzeyine ulaşabilmişlerdir. Stirner bazı felsefi yaklaşımlarıyla, Fransa’da küçük-burjuvanın felsefesini yapan Mösyö Proudhon’u da derinden etkilemiştir. Kafası küçük-burjuvaca tutarsızlıklarla karmakarışık olan bu orta karar üniversite profesörü, Paris’in eğitimli baylarına Prudoncu saçmalıkları enjekte etmekteydi. Bu baylar bilim üzerine gevezelik edip durmakta, fakat aslında hiçbir şeyi doğru dürüst bilmemekteydiler. Marx’ın ifadesiyle bunlar her tür devrimci eylemi, yani bizzat sınıf savaşımından doğan eylemi, her türlü yoğun toplumsal hareketi hor görmekteydiler. Her türlü otoriteye düşman bir özgürlükçü anlayışı savunma bahanesiyle devrimci siyasal eylemden uzak duran bu tür çevreler, böylece işin gerçeğinde burjuva düzenin zorbalığına boyun eğmiş oluyorlardı. Bu türlerin düzen karşıtı fikirler üretme adına vazettiği düşünceler ise, Proudhon’un sistematize ettiği ve küçük-burjuvanın geçmiş özlemini yansıtan bir burjuva ekonomisi savunusuna varıyordu. “Mülkiyet hırsızlıktır” sloganıyla ün kazanan Proudhon, aslında mülkiyete genel anlamda saldırmıyor, küçük-burjuva mülkiyeti savunmaya çalışıyordu. Zaten Prudoncu anarşizmin temelinde, kapitalist gelişme karşısında eski mülklü ya da ayrıcalıklı konumunu yitiren toplumsal kesimlerin tepkiselliği yatar. Anarşizm kavramını günümüzde bilindiği anlamda ilk kez kullanan Proudhon’dur. Fakat anarşist düşünce asıl olarak, bir ütopyacı toplumcu olan Bakunin sayesinde ünlenmiştir. Onun ölümünden sonra ise anarşizmin ideolojik önderliğini Rus soylusu Kropotkin sürdürmüş ve anarşizm bu kuramcının elinde bir öğreti olarak daha da geliştirilmiştir. Kropotkin ve onun çizgisini izleyen yandaşları, Bakunin’in düşüncesindeki toplumcu yönü geliştirerek anarşist komünizm diye adlandırılan eğilimi yarattılar. Anarşizm yine de en çok, toplumsal devrim anlayışındaki naif yönlere karşın tarihe heybetli bir “eylem adamı” olarak geçen Bakunin’in adıyla anıldı. Bunda Bakunin’in Birinci Enternasyonal faaliyetleri içinde Marksizmin kurucuları ile çatışmasının ve anarşizm eleştirisinin bu bağlamda bizzat Marx ve Engels tarafından yürütülmüş olmasının payı büyüktür. Bakunin de Rus soyluluğundan gelmekteydi ve düşünce yapısı bir ölçüde Rus nihilizminden (varlığı inkâr eden ve hiçliği, yokluğu savunan felsefi akım) beslenmişti. Bakunin, Pruodhon’un düşüncelerinden esinlenen ve kendisinin kattığı öğelerle değişikliğe uğrayan “anarşizm” adını verdiği eklektik bir teori yarattı. Kısaca belirtmek gerekirse, Prudhon’un ve Bakunin’in anarşizm öğretileri arasındaki fark ihmal edilemez. Proudhon’un anarşizmi, gerçekte devrime, devrimci şiddete ve grevlere tepki duyan küçük-burjuvanın reformist ve bireyci anarşizmiydi. Bakunin ise anarşizme ateşli devrimci bir söylemi ve burjuva bireyciliğine karşı kolektiviteyi savunur görünen komünizan yönleri taşıdı. Bu nedenle Bakunin’den hareketle günümüze uzanan anarşizm akımı, her türlü otoritenin, disiplinin ve devletin ortadan kaldırılması gibi argümanların yanı sıra, eşitlikçi bir toplumsal düzene ulaşılması, eski toplumun bütün kurumlarını yerle yeksan edecek bir toplumsal dünya devriminin savunusu gibi unsurları da içerdi. Bakuninci anarşizm eskisine kıyasla kuşkusuz daha devrimci göründü, ama işçi sınıfının toplumsal devrim mücadelesini başarısızlığa sürükleyecek temel zaafları son tahlilde değişmeden kaldı. Anarşizm felsefi bir akım olarak en parlak dönemini 19. yüzyılda yaşamış ve o dönemden itibaren de bireyci felsefeyi öne çıkartan çeşitlemeleri eğitimli küçük-burjuva çevrelerde itibar görmüştür. Bu yönüyle anarşizm, burjuva düzen içindeki varoluş koşullarından nefret eden ama disiplinli ve örgütlü bir işçi mücadelesine de büyük bir antipati hisseden kesimlerin hissiyatına tercüman olmaktadır. Anarşizmin, kapitalizm karşısında koyu bir umutsuzluğa sürüklenen bireyin her şeyi yadsımaya yatkın olan ruh halini yansıtan nihilizmle de yakınlığı vardır. Burjuva ideolojisinin topluma empoze ettiği bireyciliği aşamayan bu gibi düşünsel yaklaşımlar elbette işçilerin varoluş koşullarıyla pek bağdaşmaz ve genelde kafası karışmış aydınların ya da çözülen sınıf unsurlarının zihniyetini yansıtır. Diğer yandan anarşizmin daha toplumcu özellikler içeren çeşitlemeleri de, işçilerin devrimci bir disiplin ve otorite temelinde eğitilip örgütlenmesinin tarihsel rolünü kavramamakta ayak diremektedir. Bu bakımdan anarşizmin bir bütün olarak, işçi sınıfını burjuva siyasetine boyun eğmekten kurtaracak bir siyasi anlayış üretemediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Anarşizmin programatik düzeydeki temel zaafları da bu durumun kaynağında yatan nedenlere işaret eder. Konunun bu yönünü açıklığa kavuşturmak için burada kısaca da olsa Bakunin örneği üzerinde duralım. Bakunin’e göre devrimciler pratik siyasal mücadeleden tamamen el çekmeli ve yalnızca devletin kötülenip gözden düşürülmesine yönelik propagandaya odaklanmalıydılar. Bu propaganda sayesinde işçiler ve dolayısıyla toplumun çoğunluğu kazanılınca, nasılsa toplumsal devrim gerçekleşecekti. Devrim gerçekleşir gerçekleşmez, devlet çıkartılan bir kararnameyle sona erdirilecek ve yerine Enternasyonal örgüt geçirilecekti. Böylece özgürlük ve mutluluk çağı açılmış olacaktı. Bakunin bu çocuksu toplumsal devrim projesini toplumsal tasfiye olarak adlandırmaktaydı. Dünden bugüne anarşizmin büyük önderi olarak tarihe geçen Bakunin’in program mahiyetinde ileri sürdüğü bu düşünceler, zamanında Marx tarafından bilimsel temellerde çürütüldü. Marx, Paul Lafargue’a bir mektubunda (19 Nisan 1870 tarihli mektup), Bakunin’in toplumsal devrim programını üç ana başlık altında toparlayarak eleştirmekteydi. Bakunin’e göre toplumsal devrimin ilk talebi mirasın kaldırılması olmalıydı. Marksist açıdan irdelendiğinde de, “miras hakkı” kuşkusuz mülkiyet sorununa bağlı haksız ve tasfiyesi gereken bir olguydu. Ne var ki, toplumsal devrimin ilerleyişi içinde sağlanan gelişme düzeyi geçmişin uzantısı olan bu tür olguları toplumun gündeminden düşürmedikçe, bunların bir gecede çıkartılıveren kararnamelerle ortadan kaldırılması istemi bir saçmalıktan ibaretti. Bakunin’in yanılgısının kaynağında, onun verili toplumsal sistemi idealist felsefenin kurgularına denk düşer biçimde tam tepetaklak ederek ele alması yatıyordu. Marx’ın belirttiği gibi, Bakunin’in teorisi “ekonomik rejimimizi hukuk sistemimizin temeli ve kaynağı olarak göreceği yerde, bugünkü hukuk sistemimizi ekonomik düzenimizin temeli sayan eskimiş bir ülküye dayanmakta” idi. Bakuninci toplumsal devrim programının ikinci ayağını ise, farklı sınıfların eşitliği talebi oluşturmaktaydı. Bakunin tamamen boş ve sözde bir eşitlik anlayışı temelinde, farklı sınıfların üyelerinin eşitliğini vazediyordu. Böylece Bakunin sınıfların ortadan kaldırılması hedefini ortaya koymak yerine, sınıfların gelecekte de devam edeceğini varsaymış oluyordu. Saçmalık derecesine varan bu tür açılımların, kendisine toplumsal devrimin teorisini öğretmek gibi bir misyon biçen bu yaman adamın bilgisizliğini ve başına buyrukluğunu gözler önüne serdiğini vurgulayacaktı Marx. Aynı programın üçüncü temel direği ise, işçi sınıfını devrimci mücadelede daha baştan yenilgiye mahkûm edecek bir sakatlıkla malûldü. Bakunin’e göre işçi sınıfı siyasetle uğraşmamalıydı. Onun görevi sendikalarda örgütlenmekten ibaret olmalıydı. Bakunin’in toplumsal devrim tasarımına göre, günün birinde sendikalar Enternasyonalin yardımıyla mevcut bütün devletlerin yerlerini alacaklardı. Böylece Bakunin keskin bir eylem adamı kisvesi ardında, gerçekte işçi sınıfının devrimci siyasal örgütünün yaratılması gibi meşakkatli bir işten uzak durmuş oluyordu. Zor olanı başarmaya çalışmak yerine, entrikacı yöntemlerle Enternasyonale sızarak onu parçalayacak bir yol tutacaktı Bakunin.

Anarşizmin devlet sorununa yaklaşımı

Anarşist düşünce, devlet ve yeni toplumsal düzenin biçimlenmesi konusunda bütünüyle yanlış bir kavrayışa sahiptir. Proudhon’da olduğu gibi Bakunin’de de en başta gelen kötülük devlettir, sermayeyi yaratan devlettir ve bu nedenle de önce devleti ortadan kaldırmak gerekir. Bu yapıldığında sermaye düzeni de kendi kendine ortadan kalkacak ve “anarşi” diye nitelenen yeni bir toplumsal düzene ulaşılacaktır. Son derece aşikârdır ki, anarşizm soyut bir devlet karşıtlığından hareketle, toplumsal devrimde işçi sınıfının devrimci iktidarının gerekliliğini rahatça yadsıyabilmektedir. Anarşizmin açılımları incelendiğinde, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca proletaryanın ihtiyaç duyacağı devrimci diktatörlük sorunu veya bu tarihsel dönemi ilgilendiren devasa sorunların küçümsendiği görülür. Bu akımın tipik özelliklerinden biri de, toplumsal devrimin gerçek problemleri üzerine kafa yormak yerine, geleceğin toplumsal düzenine dair “ilkeler” öne sürmekle oyalanmaktır. Nitekim bu konuda Bakunin’in satırları yeterince fikir veriyor: “Bugünkü toplumsal düzenin sonu ve yeni ilkelerin yardımıyla yaşamın yenilenmesi, ancak, toplumsal varlığın tüm olanaklarının Komitemizin elinde toplanmasıyla, ve herkes için zorunlu fiziksel çalışmanın ilanıyla başarılabilir.” (Bakunin, Geleceğin Toplumsal Düzeninin Temel İlkeleri adlı makale, akt: Marx ve Engels, age, s.144) Kâğıt üzerinde birtakım tepeden düzenlemeler ve yasaklamalarla tasarlanan bu yeni toplumsal düzen yaklaşımı, sıkı “otorite düşmanı” Bakunin ve onun izleyicilerinin komitacılık tutkularını da açığa vurmaktadır. Bu terslik nedeniyle Marx ve Engels, bu yaklaşımın “inan olsun ki, en katıksız otorite düşmanlığı olduğunu” (!) belirterek haklı olarak Bakunin’i hicvetmişlerdir. Bakunin’in açılımlarında somutlanan yaklaşımlar, kapitalist toplumun yapılanmasını bilimsel temellerde çözümleyen Marksist kavrayışla tamamen ters düşer. Gerçek şudur ki, devlet sermaye düzenini yaratmamıştır. Tersine, sınıflı toplumlarda sömüren sınıfın ayrıcalıklarını koruma ihtiyacına dayanan devlet, sıra kapitalist topluma geldiğinde sermayenin egemenliğine dayanan bir niteliğe bürünmüştür. Bu bakımdan, ezilen sömürülen kitleler açısından gerçekten de bir kötülük kaynağı olan kapitalist devlet, sermaye ve ücretli emek ilişkisinin bir sonucu, onun bir yansımasıdır. O halde bu devlete son vermenin yolu da sermaye-ücretli emek ilişkisinin tasfiyesinden geçmektedir. Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, devletin ortadan kaldırılması sınıfların ortadan kaldırılmasının doğal bir sonucu olacaktır. Kapitalizmin küresel tasfiyesi ve böylece proletaryanın da varlık nedeninin ortadan kalkmasıyla birlikte, diğer sınıfları egemenlik altına almak için bir sınıfın devlet denen özel bir örgütlülük ve kuvvet yaratmasına duyulan ihtiyaç tarihsel olarak son bulacaktır. Yani devlet, anarşistlerin iddia ettiği üzere vakti kerameti geldiğinde iradi bir kararla ortadan kaldırılamaz, proletaryanın tarihsel görevini lâyıkıyla yerine getirmesiyle birlikte sönümlenerek yok olur. Genel olarak devlet sorunu ve özelde işçi devrimi sayesinde devletin tarihsel sönümlenme sürecine gireceği gibi konular Marksist teoride son derece önemli ve ayırt edici bir yere sahiptir. Bunlar üzerinde daha önce çeşitli vesilelerle etraflı biçimde durmuş bulunuyoruz (geniş bir okuma için bkz. E. Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.). Ne var ki Marksizmin devlet sorununa yaklaşımı, reformistler, oportünistler, resmi komünist hareket ve de anarşistler tarafından en çok çarpıtılan konuların başında gelmektedir ve yazının ilerleyen bölümlerinde buna değineceğiz. Anarşizmin tarihsel yanılgısına dönecek olursak, dikkat çekmek istediğimiz önemli bir husus var. Bakunin’in “devletin ortadan kaldırılması” konusundaki yaklaşımı Marx ve Engels tarafından bilimsel olarak çürütüldüğü gibi, gerçek yaşamın sınavında da büyük bir başarısızlığa uğrayarak sınıfta çakmıştır. Somutlamak amacıyla tarihsel bir örneği hatırlatalım. Fransa’da 1870 Eylülünde Lyon ayaklanması döneminde Bakunin, burjuva Ulusal Muhafız güçlerine karşı hiçbir önlem almaksızın, devletin kaldırılması için kent belediyesinde bir kararname çıkartır. Bakunin aslında silahlı kuvvetler tarafından yenilgiye uğratılmış durumdadır ve bu nedenle de burjuvalar, Engels’in ifadesiyle hiç tasa çekmeden güzel güzel belediye sarayına gelir, Bakunin’i kapı dışarı eder ve bir saat geçmeden de devleti yeniden yerine oturturlar. Anarşistlerin 1873 yılı İspanya cumhuriyet mücadelesi deneyimleri de eğitici derslerle doludur. Bakuninciler gerçekten devrimci bir durumla karşı karşıya kaldıklarında, daha önceki programlarını bir tarafa atmışlardır. Örneğin olayların akışı içinde sıra kendi ilkeleri gereği devleti “ortadan kaldırmaya” geldiğinde, tersine, bir sürü yeni ve küçük devlet yaratmaya girişmişlerdir.

Anarşizmin otorite sorununa yaklaşımı

Anarşizmin her türlü otoriteye reddiye düzen yaklaşımının temelinde, onun toplumsal yaşamda işlerin veya mücadelenin nasıl örgütlendiği gerçeğini kavramaya yanaşmayan zihniyeti yatar. Halbuki otorite ihtiyacı ve otoritenin varlığı, anarşistlerin yaptığı gibi ondan hoşlanmamakla ya da onu keskin sözlerle mahkûm etmekle ortadan kalkmamaktadır. Üstelik geniş anlamıyla otorite, yalnızca kavramın ilk akla getirdiği ve aslında tasfiye edilmesi gereken baskıcı yönetim anlayışlarını değil, çok daha farklı boyutları da ifade eder. Örneğin üretici güçlerin toplumsallaşıp büyük ölçekli üretimi ve son derece karmaşık bir iş sürecini yaratmış olduğu bir çağda, üretim sürecinin işlemesi denetim ve otoriteyi gerektirir. Bunun yanı sıra, sosyal ve siyasal süreçlerin işleyişi de şu ya da bu cinsten bir otoriteye dayanmaktadır. Önemli olan, karşı çıkılan veya ihtiyaç duyulan otoritenin niteliğidir. Sınıflı toplumlarda insanlara bir “dış irade” yani bir otorite empoze edilmeksizin, hiçbir ortak eylem olanaklı değildir. Bu otorite, karşı çıkılması gereken şekilde bir kişi diktatörlüğü veya baskıcı azınlık diktatörlüğü olabileceği gibi, oy veren bir çoğunluğun iradesine ya da seçilmiş ve seçenler tarafından denetlenen yönetici komitelerin iradesine de dayanabilir. O nedenle, otorite ve özerklik ilkelerine toplumsal yaşamın gerçeklerinden kopuk biçimde mutlak olarak iyi ya da kötü anlamlar yüklemek yanlış olacaktır. Ve anarşistler bu yanlışı kutsamakta, “otorite” ve “merkezileşme” terimlerini koşulsuz olarak kötülük anlamında kullanmaktadırlar. Engels’in otorite karşıtlarını eleştirirken söyledikleri yaşamın gerçeğine işaret eder: “Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir.” (Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Yay., Temmuz 1977, s.451) İşçi ve emekçi kitlelerin başkaldırısıyla seyreden her gerçek devrim durumu, devrimin öncü güçlerinin karşısına devrimin örgütlendirilmesi, devrimci güçlerin birliğinin sağlanması, bu güçlerin merkezileştirilerek kitlelerin ayaklanmasının bilinçli şekilde yönetilmesi görevini çıkartır. Bu nedenle, devrimci eylemi yalnızca aşağıdan gelen baskı ile sınırlandırmak ve yukardan devrimci ve birleştirici bir merkezi “baskı” uygulamayı “ilkelere ters düşer” gerekçesiyle reddetmek anarşizmdir. Soyut bir ideal olarak değil de toplumsal yaşamın ilerleyişi ve biçimlenişi açısından bakılacak olursa, otorite ve özerklik gibi olguların göreli şeyler olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Otorite ve özerklik ihtiyacının kapsadığı alanlar toplumsal evrimin değişik evrelerinde değişikliğe uğramaktadır ve de uğrayacaktır. Burada bir yanlış anlamaya fırsat vermemek üzere vurgulamak gerekirse, Marksistler toplumsal devrimle varılması arzulanan hedef açısından siyasal otorite konusunda anarşistlerle anlaşmazlık içinde olamazlar. Marksizm, toplumsal devrim sayesinde siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin tasfiye olacağını, kamu görevlerinin siyasal niteliklerini yitireceklerini ve gerçek toplumsal çıkarları koruyan basit yönetimsel işlevlere dönüşeceklerini savunur. Anarşist düşünceyle anlaşmazlık noktası, anarşistlerin her tür otoriteye karşı çıkar görünmeleri ve siyasal otoriteyi var eden ya da gerekli kılan toplumsal koşullar henüz yok edilmeden bunların ortadan kaldırılacağını iddia etmeleridir. Hiç kuşku yok ki, Marksistler sınıflı toplumlara damgasını basan sömürgen ve baskıcı yönetim ve otoritenin sona erdirilmesini savunurlar. Amaçlanan, dünya üzerinden kapitalizmin tasfiyesi sayesinde insanın insan üzerindeki egemenliğine son verilmesi ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması için gereken işlerin planlanıp yürütülmesinden ibaret bir “kendi kendini yönetme” özerklik noktasına ulaşılmasıdır. Fakat kapitalizm altında yaşanan durumla varılması istenen hedef arasında, bugünden geleceğe uzanan tarihsel yolculuğu mümkün kılacak önemli bir tarihsel görev yer alır: İşçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecek toplumsal devrim! Bu devrimin örgütlenip başarıya ulaştırılması için çaba sarf etmeden ve bu uğurda ter dökmeden, ulaşılması tahayyül edilen geleceğe varmak asla mümkün değildir. İşçi devriminin örgütlenip başarıya ulaştırılması ise –beğenin ya da beğenmeyin– bir otorite olmadan asla mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Ama bu otorite, kuşkusuz daha baştan, meşruluğunu devrimci mücadelenin öznesi olan sınıftan alan ve mücadeleye katılan unsurların gönüllü rızası üzerinde yükselen devrimci bir otorite olmalıdır. İşçi devrimi, tarihsel ayrıcalıklarını yitirmemek için her türlü kötülüğü göze alabilecek sınıf ve güçlerin tertip, baskı ve dirençlerini kırmak zorundadır. Bu denli ciddi ve zorlu bir işin gerektirdiği merkezi disiplin ve otorite ihtiyacını, kapitalizm koşullarında ulaşılması mümkün olmayan özerklik, otonomi gibi geleceğe dair amaçlar uğruna bugünden reddetmek devrimi göz göre göre yenilgiye sürüklemek anlamına gelecektir. Nitekim Engels bir mektubunda bu konuya açıklık getirir: “Zaferden sonra otoriteyi motoriteyi ne yaparsanız yapın, ama savaş için bütün kuvvetlerimizi bir tek noktada birleştirmeli ve bir tek merkezi saldırıda yoğunlaştırmalıyız. Otoriteden ve merkezileşmeden, her türlü koşul ve durumda mahkûm edilecek iki şey gibi söz edildiği zaman, ya böyle konuşanlar devrimin ne olduğunu bilmiyorlar, ya da bunlar yalnız sözde devrimcidirler gibi geliyor bana.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.82) Vaktiyle Bakunin ve onun yandaşlarının Paris Komünü döneminde devrimci otorite gereğini fiilen küçümseyen tutumlarının yarattığı sonuçlar unutulmamalı. Paris Komününün hayatına malolan temel faktör, bir merkezileşmenin ve otoritenin eksikliğiydi. Ve bu tarihsel deneyimden çıkartılan bu önemli ders günümüzde de sınıfın devrimci mücadelesine ışık tutmayı sürdürüyor.

28 Eylül 2007
Marksizm Dışı Sol Eğilimler
Share

Anarşizm Üzerine /II

2.bölüm

columna-durruti.jpg

Anarşizmin siyasal mücadele sorununa yaklaşımı

Anarşizmin belirleyici özelliklerinden biri de, merkezi otorite altında yürütülen siyasi mücadele anlayışına karşı çıkmasıdır. Genelde anarşizm, “otorite karşıtlığı” ilkesine ters düşeceği gerekçesiyle devlet iktidarının ele geçirilmesi ya da iktidar olunması için siyasal eylem yürütülmesini reddeder. Bu noktalardan hareketle, anarşistler, “siyasete katılmama” biçiminde idealist şablonlar yaratmış ve bunların esiri oldukları ölçüde de işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine uzak düşmüşlerdir. Anarşizm daha püriten (sofu) biçimlere büründüğünde, siyasal mücadele konusunda sergilenen yaklaşımlar da mantıksızlık noktasına uzanmaktadır. Örneğin, işçi sınıfının burjuva düzene yönelteceği her türlü siyasal eylemin (diyelim iş saatlerini kısıtlayacak yasaların çıkartılması, işçi çocuklarına parasız eğitim sağlanması vb. gibi acil talepler uğruna yürütülecek siyasi mücadeleler) mevcut siyasal durumun tanınması anlamına geleceği şeklinde anarşizan yaklaşımlar üretilmiştir. Bir zamanlar Marx’ın bu gibi anarşist yaklaşımları eleştirirken değindiği üzere, bu akıl yürütme tarzıyla pekâlâ işçilerin grev yapmasının da anarşist ilkelere ters düşeceği noktasına ilerlenmesi mümkündür. Çünkü bu mantıkla, ücretleri yükseltmek için ya da ücretlerin düşmesini engellemek için çaba harcamak, ücretlilik düzenini tanımak ve kabul etmek anlamına gelebilir. İlkesel düzeydeki bu dogmatizme rağmen, işçi sınıfı hareketinin gelişip güçlenmesine bağlı olarak anarşizm de zaman içinde bazı noktalarda belli ölçülerde değişime uğramıştır. Fiili işçi mücadelesinin bindirdiği basınç, anarşistleri, siyasal mücadele konusundaki sekter ve reddiyeci tutumlarını iktisadi mücadele alanına dek uzatmaktan büyük ölçüde vazgeçirmiştir. Nitekim Bakunin de, siyasi mücadele konusundaki menfi tutumunu işçilerin iktisadi mücadelelerini reddetme noktasına kadar ilerletmekten kaçınmıştır. Bu değişim, bu kez işçilerin sendikal mücadelelerine olduğundan büyük siyasal anlamlar yükleyen anarko-sendikalist eğilimlerin doğmasına neden olan önemli bir faktördür. Ayrıca eklemek gerekir ki, anarşist düşünce akımı içinde cereyan eden çeşitli farklılaşmalar sınıfsal temel bakımından da büyük ölçüde karşılığını bulmuştur. Örnekse, anarko-sendikalizm belirli bir düzeyde de olsa işçi sınıfı mücadelesine yaklaştığından, özellikle Fransa, İtalya, İspanya gibi Avrupa ülkelerinde ve Latin Amerika’da işçiler arasında etkili olmuştur. Fakat bu tür farklılıklara rağmen, anarşizm yine de bir bütün olarak işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine ters düşen yönler içermektedir. Siyasi mücadele konusunda net ve devrimci bir pozisyona sahip olmanın Marksist harekette her zaman merkezi bir önem taşıdığı bilinir. Nitekim Engels’in Enternasyonalin 1871 Londra Konferansında yaptığı bir konuşmada (İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi Üzerine) dile getirdiği önemli bir gerçeklik vardır. “Biz, sınıfların ortadan kaldırılmasını istiyoruz” der Engels ve devam eder: “Ama devrim en yüce siyasal eylemdir, ve devrim isteyen kişi onu gerçekleştirme aracını da, yani devrimi hazırlayan ve işçilerin devrimci bir eğitimden geçmelerini sağlayan siyasal eylemi de istemek zorundadır”. Ancak açıktır ki, “bizim siyasetimiz işçi sınıfı siyaseti olmalıdır. İşçi partisi hiçbir zaman herhangi bir burjuva partisinin kuyruğu olmamalı; kendi hedefine, kendi siyasetine sahip bağımsız bir parti oluşturmalıdır.” (Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.2, 1977, s.295) Burjuva toplumun koşulları işçileri siyasetle uğraşmaya mecbur kılar. İşçi sınıfının siyasal mücadelesi devrimci tarzda örgütlenmediği takdirde, işçiler bir biçimde yine siyasete katılacaklar ama bu nihayetinde burjuva bir siyaset olacaktır. Bu bakımdan, anarşistlerin siyaset konusunda işçilere aşıladığı çekimserlik, aslında onları burjuva siyasetin kucağına itmek anlamına gelmektedir. Üstelik siyaset konusunda mutlak bir çekimserlik olanaksızdır. Örneğin anarşistler ne derlerse desinler, onlar da kendi yayın organlarında bal gibi siyaset yapmakta ve kendilerine özgü siyasi çevreler yaratmaktadırlar. Hem geçmişte hem de günümüzde anarşistlerin en büyük açmazı, onların toplumsal devrimle devrimin gerekleri arasındaki bağı kavramaya yanaşmamalarıdır. Bir yandan devrim hedefini benimser görünmek, diğer yandan onu gerçek kılacak zorunluluklardan tarihsel bir kaçış sergilemek tam bir tutarsızlıktır. Devrimci mücadele en kapsamlısından siyasi iktidar mücadelesi demektir ve bu içerikteki bir mücadeleyi benimseyip örgütlemekten uzak durarak devrimci kalabilmek mümkün değildir. Anarşizmin öne sürdüğü kimi ilkeler saf ve temiz görünse de, bununla sınırlı bir tutumun kapitalist toplum cangılında işe yarar bir yönü bulunmamaktadır. İlkesel düzeyde sofuca tutumlar takınmakla yetinmek neticede bir küçük-burjuva eğilimi sergilemekte, fakat bu tür tutumlar işçi sınıfını etkileyip devrimci siyasetten uzak tuttuğu ölçüde de zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Anarşistlerin “burjuva düzen kurumlarını reddediyoruz” gerekçesiyle, günlük devrimci siyasal mücadeleden veya seçim platformlarının devrimci tarzda değerlendirilmesi gibi çalışmalardan uzak durmaları bu konuda verilebilecek çarpıcı bir örnektir. Bu örneğin dile getirdiği durumlarda karşı karşıya bulunduğumuz akıl yürütme tarzı, mücadele denen şeyin diyalektik biçimde kavranamamasından kaynaklanır. Söz konusu anarşist yaklaşımlar ilk bakışta devrimci bir izlenim bırakabilir, ancak bu tür tutumları deşelediğimizde, can yakıcı sorunlardan onları yok sayarak kaçıp kurtulma zihniyetiyle karşılaşırız. Unutulmasın ki, sendikal haklar, grevler, işyeri direnişleri, genel demokratik haklar mücadelesi gibi mücadele okullarında pişerek eğitilmeyen bir işçi sınıfı, toplumsal devrimin başarılması gibi üst basamaklara tırmanamaz. Küçük mücadeleleri yürütmeyi öğrenmeyenler, büyük mücadeleleri yürütme ve başarıya ulaştırma kapasite ve direngenliğine ulaşamazlar.

Anarşizmin örgüt sorununa yaklaşımı

Örgütsel sorunlarda anarşistlerle Marksistler arasındaki tutum farklılığını anlamak da ancak geçmiş tarihlere uzanmakla mümkün olacaktır. Genelde anarşizmin kendini var ediş koşulları, Marksistlerin önderliğinde biçimlenen siyasal yapılanmalar karşısında yıkıcı bir tutum takınmayı içerir. Günümüzde devrimci Marksistlerin örgütsel ilkelerine yersiz biçimde saldıran anarşizan yaklaşımların nedenlerini anlayabilmek için de geçmiş dönemleri hatırlamak zorunludur. Burada kısaca değineceğimiz tarihsel geçmiş, Bakunin önderliğinde örgütlenen anarşistlerin Birinci Enternasyonale uzanan deneyimleridir. Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal), Birliğin programının birinci maddesinde de belirtildiği üzere, işçi sınıfını korumak, ileri götürmek ve tüm bağımlılıklardan kurtarmak amacıyla çeşitli ülkelerin işçi dernekleri arasında bir iletişim ve işbirliği yaratmak için kurulmuştu. Birliğin aralarında Marx ve Engels’in de bulunduğu kurucuları, Bakunin ve arkadaşlarının özel teorilerinin bu maddeyle çelişik olmadığı düşüncesiyle onları Enternasyonale üye olarak kabul etmişlerdi. Ayrıca da Bakuninciler’e, Birliğin amaç ve ilkeleriyle çelişmemek koşuluyla kendi düşüncelerini meşru bütün olanakları kullanarak yayabilmeleri için gereken her türlü izin verilmişti. Ancak buna rağmen Bakuninciler Birinci Enternasyonal saflarında istenmeyen bir bölünmeye sebep olacak tarzda davrandılar. Her türlü otoriteye karşı çıkmak adına, Birliğin meşru yönetim ve otoritesine karşı kendi otoritelerini dayatma yolunu tuttular. Bakunin 1868 Ekiminde Cenevre’de “Sosyalist Demokrasinin İttifakı” adıyla ayrı bir uluslararası kuruluş yaratmaya girişti. Ama onun amacı, hem kendilerine ait bu kuruluşu yürütmek hem de Enternasyonal toplantılarına katılımı sürdürmekti. Bakunin’in bu ikili davranışı Enternasyonal Genel Kurulunda tartışılmış ve Birliğin tüzüğüne aykırı bulunarak ondan ya İttifakın kendini dağıtmaya karar vermesi ya da Enternasyonalden ayrılması istenmişti. Bakuninciler bu karara uygun davranmadılar ve çeşitli Avrupa ülkelerinde Enternasyonali tam bir dağınıklığa sürükleyip tüketecek davranışlar içine girdiler. Marx ve Engels’in Enternasyonaldeki bölünmeleri değerlendirirken değindikleri gibi, Bakuninciler Enternasyonalden, tam da köhnemiş dünya onu ezmeye çalışırken, kendi örgütlülüğünü dağıtıp yerine anarşiyi geçirmesini talep ettiler. Anarşistler, Enternasyonali, “tam disiplinli şubelerin hiyerarşik ve otoriter bir örgütü” olmakla suçluyor ve onun “özerk şubeler federasyonu”na dönüştürülmesini istiyorlardı. Bakunin’in gelecek toplum tasarımı ve ona ulaşılmasını sağlayacak örgütsel araç konusundaki yaklaşımı tam anlamıyla bir hayalperestlik ve kafa karışıklığının ürünüydü. Ona göre Enternasyonal, “anarşi” diye adlandırdığı geleceğin toplumunun bir embriyonu olmalı ve bu nedenle de “özgürlük ve federasyon” ilkelerini cisimleştirmeli ve otoriteye dair her şeyi bünyesinden fırlatıp atmalıydı. Engels’in bu yaklaşımı eleştirirken belirttiği gibi, böylece Enternasyonalin birtakım hayalperestlerin yarının toplumu üzerine kendi kafalarında kurdukları bulanık tasarımlara göre örgütlenmesi öneriliyordu. Oysa mücadelenin ihtiyaçlarına uygun bir örgütlenme yaratmak yaşamsal bir zorunluluktu. Anarşistlerin Enternasyonal yönetimine yönelttikleri suçlamalarla kendi pratikleri arasında her zaman tam bir tutarsızlık uçurumu yer aldı. Enternasyonali hiyerarşik biçimde örgütlenen bir birlik haline gelmekle suçlayan Bakuninciler, kendilerinin hiyerarşik biçimde örgütlenmiş gizli örgütlülüklerine dayanarak Enternasyonal şubelerinin tüm özerkliğini ayaklar altına aldılar. Ve neticede beş yıl süren bir mücadele sonucunda Eylül 1872’de toplanan La Haye kongresinde Bakuninciler Enternasyonalden ihraç edildiler. Fakat anarşistlerin neden olduğu uzun süreli yıpratıcı çekişmeler, işçi sınıfının bu ilk enternasyonal örgütlülüğünü tüketip bitirmişti. Bakuninciler işçi sınıfının devrimci mücadele birliğini sağlama konusundaki ters tutumlarını, ilerleyen yıllar içinde de çeşitli örnekler temelinde pek çok kez pratikte sergilediler. Bu bakımdan İspanya’daki 1873 ve 1936 dönemi cumhuriyet savaşı deneyimleri eğitici derslerle doludur. Bu tarihsel örneklerden ikincisi günümüzde daha çok bilinir. Birincisi ise Bakunin’in doğrudan parçası olduğu bir deneyimdir ve anarşistlerin daha sonraki eylemlerine ve hatalarına kaynak oluşturması bakımından özellikle önem taşır. İspanya’da 1873 Şubatında cumhuriyetin ilanı döneminde işçiler Bakuninci İttifak üyelerini siyasal eylemliliğe zorlamışlardı. Fakat Bakuninci örgüt, o ünlü özerklik ilkeleri gereğince, Enternasyonal üyelerinin her birinin kendi adına hareket edebileceği ve kendine uygun gelen herhangi bir partiye girebileceği kararını almıştı. Böylece işçi sınıfının öncüsü, bağımsız bir siyaset izleme şansından yoksun bırakılmış ve netice olarak “siyasal ve askeri yönetim” cumhuriyetçi burjuvaziye terk edilmişti. Bu büyük yanılgının üstünü örtme telâşı içinde, devrimci bir çıkış yapabilmek üzere Bakuninciler daha sonra genel grev şablonuna sarıldılar. Bakunincilerin genel grev çağrıları militan işçileri Andalusia’da olgunlaşmamış bir ayaklanmaya sevk etti. Ne var ki, dönemin en önemli sanayi bölgesi Barcelona işçilerinin hazırlıksızlığı ve hareketsizliği nedeniyle bu ayaklanmaya takviye gelmeyince, ayaklanma yenilgiyle sonuçlandı. Buna rağmen, genel grev, anarşizmin programında toplumsal devrimin iradi biçimde patlak vermesi için başvurulacak bir kaldıraç niteliğine büründürüldü. İlerleyen yıllar içinde anarşistler, Fransa’da örneklendiği üzere, kitle desteği sağlamak amacıyla sendikalara yönelecekler ve 1892 yılında ulusal bir konfederasyon oluşturacaklardı. Böylece, devrimci siyasal örgütlülüğün görevini sendikalara devreden ve anarko-sendikalizm ya da devrimci sendikalizm diye adlandırılan eğilim ete kemiğe bürünmüş oluyordu. Sendikal mücadelenin yükselişini taçlandıran bir genel grev sayesinde kapitalist sistemin ve devletin çökeceğini savunan anarko-sendikalizm, anarşist hareketin güçlü olduğu İspanya gibi ülkelerde işçileri etkileyecekti. Dün olduğu gibi günümüzde de anarşizmin örgütsel sorunlara yaklaşımındaki başlıca kusuru, kitle ile öncü arasındaki diyalektik ilişkinin keyfi biçimde parçalanarak ele alınması teşkil ediyor. Anarşizm bu nedenle, Marksizmin temel bir ilkesi olan devrimci öncü parti anlayışının karşısına, örgütsüz kitlenin gücünün abartılması anlamına gelecek itirazlarla dikiliyor. Hemen tüm anarşistler aynı noktadan hareketle Leninist parti anlayışını şiddetle mahkûm ediyor ve bu tutumlarını “şefler mi, yığınlar mı?” benzeri ikilemler ileri sürerek haklı göstermeye çalışıyorlar. Oysa devrimci Marksizm “öncü” ve “kitle” arasındaki ilişkiyi diyalektik tarzda kavrar ve açıklar. Devrimci mücadelede “öncü” ihtiyacının yakıcı önemini kabul etmek, “kitle”nin oynayacağı tarihsel rolü reddetmek anlamına gelmez. Ama kitle faktörünü öncünün ehemmiyetini zayıflatacak kertede abartarak öne sürmek, son tahlilde devrimin yenilgisine çıkartılmış bir davetiye anlamına gelir. Zaten anarşizmin başlıca zaafı da işte budur. İşçi kitlesinin kendi çıkarlarını devrimci tarzda kavraması ve burjuvaziden bağımsız bir siyasal mücadele yürütmeyi öğrenebilmesi için, sınıfın öncü unsurlarından oluşmuş bir örgüte ihtiyacı vardır. Diğer yandan, hiçbir siyasi çevre kendi özlem ve iddiaları temelinde sınıfın öncüsü düzeyine yükselemez. Bu payeyi hak edebilmek için, sınıfın kitlesinin çıkarlarını doğru tarzda kavrayacak, kitleyle sıcak ve canlı bağlar kuracak, kitle eylemlerine devrimci biçimde yol gösterecek ve bu gibi özellikler sayesinde kitlenin güvenini kazanıp onun devrimci potansiyelini örgütlü güç katına yükseltecek bir örgütsel nitelik gerekir. Dünyada şimdiye dek “örgütsüz kitle” veya “şefsiz yığınlar” eliyle oluşturulmuş herhangi bir siyasal hareket mevcut olmamıştır, bundan sonra da olacak değildir. Böyle bir durum anarşistlerin pratiğinde de asla yaşanmamıştır. Bir toplumsal hareketten bahsettiğiniz her yerde mutlaka başı çeken öncüler, yığınlara yol gösteren “şefler” mevcut olmuştur. Zaten aksi bir durum, anarşistlerin jargonuyla konuşacak olursak, “anarşi” denen bir düzene değil hani o yanlış şekilde anarşi anlamında kullanılan kaosa neden olurdu. O halde, Marksistlerin savunduğu devrimci öncü anlayışına yöneltilen anarşist suçlamaları değerlendirirken irdelenmesi gereken temel bir husus vardır. Bu, tıpkı otorite bahsinde olduğu gibi, “öncülük” veya “liderlik” ihtiyacına külliyen karşı çıkmak yerine “ne tür bir öncü” ya da “ne türden şefler”in savunulduğudur. Marksizmin öncü örgüt ilkesi, kitlelerin aktif inisiyatifini öldürmek bir yana onu harekete geçirmeye çalışan bir anlayışa dayanır. Marksizm, sömürücü ve baskıcı sınıfların gelenek ve tutumlarına denk düşen bir şeflik anlayışını kabul etmez, tersine onunla mücadele içinde kendini var edebilir. Devrimci öncü vasfı ya da devrimci önderlik, devrimci mücadele içinde ve o mücadeleye katılan unsurlar tarafından benimsenmekle bilek hakkıyla kazanılabilir. Anarşizm devrimde kitlelere yol gösterecek öncü örgütlülüğün yaratılması zorunluluğunu reddettiğinden, Leninist parti anlayışını da toptan mahkûm etmekte, Bolşevik devrime ve Bolşevik tarzda örgütlenen partilere haksız suçlamalar yöneltmektedir. Günümüzde de anarşistler, Bolşevizmin Stalinizmi doğuran yönler içerdiğini iddia etmektedirler. Oysa Lenin önderliğindeki Bolşevik parti anlayışı ile Stalinizmin egemenliği altına girmiş resmi komünist partiler arasında kesinkes uzlaşmaz bir ayrılık vardır. Lenin önderliğindeki Bolşevizm, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünü inşa etmenin pratik ifadesidir. Stalinizm ise, çok açıktır ki, egemen bürokrasilerin despotik iktidarlarını sürdürmelerinin aracı olmuştur. Stalinizm, Ekim Devrimine öncülük eden Leninci ilkelerin ve bu devrimin yaratıcısı Bolşevik çizginin doğal uzantısı değildir, tam tersine onun inkârıdır. Leninist parti anlayışını Stalinizmin uygulamalarına bakarak değerlendirmek, siyasal bir varlığı yaşatmaya çalışanla onun yaşamına son vereni aynı kefeye koymak gibi esaslı bir hataya sürüklenmek anlamına gelir. Zaten tarihsel ve siyasal olguların derinine inmeden, yüzeysel ve biçimsel değerlendirmelerle yetinenlerin hiçbir zaman gerçeklere ulaşabilmeleri mümkün olmamıştır.

Çarpıtmalara ve farklılıklara dikkat!

Anarşistlerin Marksizme ideolojik ve teorik açıdan yönelttikleri suçlamalar arasında devlet sorunu özel bir yer tutuyor. Bu tür suçlamaların kökü de aslında çok daha gerilere uzanıyor. Suçlamalara kaynak oluşturan başlıca nedenlerden biri de, Marksizmin devlet konusundaki kavrayışının vaktiyle oportünistler tarafından çarpıtılmış olmasıdır. Önce konunun bu yönünü kısaca hatırlatalım. Marksizmin, işçi devrimiyle ulaşılabilecek toplumsal düzeni sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal formasyon olarak kavradığı çok açıktır. Marx ve Engels, komünist mücadelenin ilk programatik temellerini atmaya başladıkları kesitten itibaren bunu bu şekilde ortaya koymuşlardır. Daha sonra gerçekleşen Paris Komünü deneyimi ise, proletaryanın toplumsal devrimi sınıfsız topluma ilerletebilmesi için eski devlet aygıtını parçalaması ve yerine daha baştan sönmeye yüz tutmuş cinsten bir “devlet”, Komün tipinde bir yarı-devlet geçirmesi gerektiğini çarpıcı biçimde kanıtlamıştır. Bu tarihsel halka, komünistlerin devlet sorununda asla gerisine düşemeyecekleri ilkesel bir husus olarak Marksizmin programatik temellerine kazınmıştır. Ne var ki oportünist zihniyet pek çok konuda olduğu gibi devlet sorununda da Marksist kavrayışı bulandırmaktan geri durmamıştır. 1870’li yıllar civarında Alman sosyal-demokratları programlarına “özgür halk devleti” gibi bir saçmalığı sokmuşlar ve karşılığında Marx ve Engels tarafından en sert biçimde eleştirilmişlerdir. Fakat oportünistlerin zihniyetinde değişen bir şey olmamıştır. İşte Marx ve Engels tarafından kesinlikle mahkûm edilmiş olan bu “özgür halk devleti” ya da “halk devleti” veya “özgür devlet” kombinasyonları şeklinde sıralayabileceğimiz oportünist yaklaşımlar, Bakunin döneminden başlayarak anarşistler tarafından komünistlere maledilmek istenir. Nitekim Bakunin 1873 yılında yayınlanan ve Bakuninci çevrelerce bir metin-program olarak kabul edilen Devlet ve Anarşi kitabında şunları yazar: “İşçilere, en son ülkü olarak değilse bile hiç olmazsa en yakın başlıca hedef olarak bir Halk devletinin kurulmasını öğütleyen –ki bu devlet onların ifadelerine göre (egemen sınıf olarak örgütlenmiş) proletaryadan başka bir şey olmayacaktır– Lassalle ve Marx’ın teorilerine karşı duyduğumuz tiksintiyi daha önce de ifade etmiştik.” (akt: Marx, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.179) Açıktır ki Bakunin, Marksistlerin savunduğu “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”dan başka bir şey olmaması gereken komün tipi yarı-devletle, oportünistlerin çarpıtması olan “halk devleti”ni aynı şeymiş gibi göstermiştir. Buradan hareketle de Marx ve Engels’e veryansın edip durmuştur. Ve de anarşistlerin Marksistlere yönelttiği bu tip haksız ve yersiz suçlamalar hiç değişmeksizin günümüze taşınmıştır. Oysa anarşistlerin devlet sorununda kendi çarpıtmalarının ürünü olan suçlamalara yıllar öncesinde Marksist önderler tarafından gereken yanıtlar verilmiş durumdadır. Marx Gotha Programının Eleştirisi’nde bu konu üzerinde etraflıca durduğu gibi, Engels de çeşitli vesilelerle aynı konuya eğilmiştir. Engels 1875 yılında Bebel’e yazdığı ünlü mektubunda, sosyalist toplum düzenine ulaşılmasıyla birlikte devletin kendiliğinden eriyip dağılacağına ve ortadan kaybolacağına daha Komünist Manifesto’da değinilmiş olduğunu hatırlatır. Oportünistlerin özgür halk devleti saçmalıklarının kılıktan kılığa girdiğine (özgür devlet vb. gibi) dikkat çeken Engels, aynı mektubunda, “artık devlet anlamında bir devlet olmayan Komünden sonra devlet üzerine bütün bu gevezelikleri bir yana bırakmak yerinde olurdu” der. Engels, devlet konusundaki Marksist yaklaşımların çarpıtılması karşısında son derece önemli bazı gerçeklerin altını çizer: “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten sözetmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten sözedilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için, biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinswesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.” (Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.3, 1979, s.42) Bu ve benzeri eleştiri ve açılımlarıyla Engels, Alman sosyal-demokratlarını “devlet” konusundaki oportünist sapmalarından kurtarmak için yoğun bir çaba sarf etmişti. Ne var ki, oportünistler uğursuz rollerini oynamaya devam ettiler. Nitekim Engels’in Bebel’e yazdığı ünlü mektup da 36 yıl boyunca çekmecelerde kilitli kaldı. Söz konusu mektup nihayet gün yüzüne çıktığında da oportünistler devlet konusundaki çarpıtmalarını sürdürmekten vazgeçmediler. Hatta iş o noktada da kalmadı, Marksizmin özüyle bağdaşmayan oportünist yaklaşımlar Stalinizmin marifetiyle dünya komünist hareketine de bulaştırıldı. O nedenle de, anarşistlerin dünden bugüne devlet konusunda Marksizmi suçlamaları sanki haklılık kazanmış gibi oldu. Oysa açıktır ki, anarşizmin suçlamalarının muhatabı devrimci Marksistler olamaz. Bu muhatap, İkinci Enternasyonal sosyal-demokrasisinin uzantısı olan oportünist ve reformist sosyalizm ve de uzun yıllar boyunca Stalinizmin egemenliğinde somutlanmış bulunan resmi komünist çizgidir. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir hususa işaret edelim. Toplumcu düşüncelere yaklaşan anarşistlerin özgürlük ve otorite karşıtlığı konusunda söyledikleri hepten de yanlış kabul edilmemelidir. Örneğin Bakunin Siyaset Felsefesi’nde, sosyalizm olmadan özgürlüğün ayrıcalık ve adaletsizlik olduğuna ve özgürlük olmadan sosyalizmin kölelik ve şiddet anlamına geleceğine değinmiştir. Kropotkin de, anarşizmi, sosyalizmin hükümetsiz sistemi şeklinde tarif etmiştir. Sosyalizme dair bu tür hususlar, anarşistler bunu kabule yanaşmasalar da, aslında Marx ve Engels’ten başlayarak devrimci Marksist önderler tarafından çeşitli fırsatlarda dile getirilen bir gerçekliktir. Fakat Stalinist bürokrasinin egemenliği altında yaşanan ve adı reel kendi sözde “sosyalizm”, hem kimi anarşist liderlerin hem de devrimci Marksist önderlerin endişelerini haklı çıkarmıştır. Anarşizmin “devletli sosyalizm diye bir şey olamayacağı” konusundaki hassasiyeti tamamen doğrudur. Ama zaten devrimci Marksizm de devletli sosyalizm anlayışına kökten karşı çıkar. Ne yazık ki bu fevkalâde önemli gerçeğin yukarda değinilen nedenlerle bulandırılması neticesinde, bazı yaşamsal doğruları yalnızca anarşistlerin savunduğu yolundaki yanılsamalar da gelişebilmiştir. İşçi devriminin zaferinden sonra Komün tipi bürokrasisiz bir iktidarın yaşatılamaması, bürokrasinin egemenliği altında sınıflı, sömürülü ve baskıcı bir toplumsal düzenin oluşumuna yol açar. Nitekim Sovyetler Birliği’nde Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarı, içten yürüyen bürokratik karşı-devrimle tasfiye olmuş ve Stalinist bürokrasinin egemenliği altında despotik-bürokratik bir rejim biçimlenmiştir. Stalinizm aynı zamanda resmi komünist harekette de Marksizmin katledilmesi anlamına gelen sınıflı ve devletli bir “sosyalizm” anlayışını yerleştirmiştir. Bu bakımdan, hem bu “devletli sosyalizm” anlayışıyla hem de işçi iktidarının bürokratik bir devlet aygıtıyla varlığını sürdürebileceği yolundaki görüşlerle hesaplaşmadan Marksizmin özünü savunmak mümkün değildir. Evet, anarşizmin devletli sosyalizm olamayacağı konusunda gösterdiği hassasiyet doğru bir tutumdu. Ama anarşistler, söz konusu oportünist yaklaşımların Marksizme bütünüyle sinmiş olduğu iddiasıyla yanlış uçlara savruldular. Lenin, anarşizmin pek çok durumda işçi sınıfının oportünist günahları için bir çeşit ceza olduğunu ifade etmişti. Böylece o, yaşanan gerçekliğin önemli bir yönünü dile getirmek istiyordu. Tüm siyasal ömrü boyunca, Lenin, devlet ve benzeri önemli sorunlarda oportünistlerin çarpıtmalarına karşı devrimci Marksizmin pozisyonlarını savunmak için direngen bir çaba sarf etti. Burada yalnızca tek bir hatırlatmayla yetinelim. Devlet ve Devrim adlı eserinde Lenin, proletaryanın devlete ancak bir süre için ihtiyaç duyacağının altını çizer. Dolayısıyla, amaç olarak devletin kaldırılması konusunda anarşistlerle hiçbir anlaşmazlığımızın olamayacağını belirtir. Anlaşmazlık, bu amaca ulaşmak için devlet iktidarının araçlarını, yol ve yöntemlerini sömürücülere karşı kullanma ihtiyacının kabulü noktasındadır. Anarşistlerin kabule yanaşmadıkları fakat Marksistlerin kabul ettiği gerçek, sınıfları ortadan kaldırmak için ezilen sınıfın geçici diktatörlüğünü kurmanın vazgeçilmez zorunluluğudur. Üzerinde durmaya çalıştığımız tüm bu hususlardan da anlaşılacağı üzere, şu halde anarşistlerle Marksistler arasındaki büyük ayrımı, “biz devleti kabul ediyoruz, anarşistler etmiyor!” biçiminde dile getirmek Marksizmi katletmek ve oportünistlerin çarpıtmalarına teslim olmak anlamına gelecektir. Zaten uzun yıllardır anarşistlerin bu gibi temel sorunlarda kendilerini üste çıkmış gibi hissetmelerinin nedeni, oportünizmin günahları ve onunla yeterince mücadele edilmemiş olmasıdır. Bunun sonucu olarak anarşizme yönelen genç insanlar arasında da büyük bir kafa karışıklığı hasıl olmuştur. Onlar, Marksist Tutum’un görüşlerinde dile geldiği gibi, devletin son bulması hedefinin benimsendiğini ve devrimci işçi iktidarının da aslında artık kelimenin gerçek anlamında bir devlet olmayan Komün tipi bürokrasisiz bir yönetim olması gerektiğinin savunulduğunu gördüklerinde şaşkınlığa kapılıyorlar. Çünkü onların Marksizm diye bildikleri, tarihin uzun bir kesiti boyunca oportünizmin ya da resmi komünizmin çarpıtmalarıyla artık Marksizm olmaktan çıkmış bir “Marksizm”dir. Ve bu durumun onların bilincinde yarattığı yanılsamalar nedeniyle, gerçek Marksist pozisyonları savunanları gördüklerinde inanamamaktadırlar. Örneğin, işçi iktidarının komünler (ya da aynı anlama gelmek üzere konseyler, sovyetler) temelinde örgütlenmiş işçi ve emekçilerin en tam ve doğrudan demokrasisinden başka bir şey olamayacağı şeklindeki kavrayışların anarşistlerden çalındığı yanılgısını sergilemektedirler. Oysa ortada “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali bir çalma, çırpma yoktur. Marksizm, işçi devrimi, devrimci işçi iktidarı, sınıfsız topluma geçiş dönemi gibi yaşamsal konularda bilimsel temeller üzerinde yükselen devrimci ilke ve açılımlarıyla doğru görüşlerin sahibidir. Marksizmi devlet ve otorite budalası bir dünya görüşü olarak tanıtanlar, altını hangi politik gerekçelerle doldururlarsa doldursunlar, ya gerçek Marksizmden bir nebze olsun bir şey anlayamamışlardır ya da anlamamaya yeminlidirler. Çeşitli tarihsel örneklerin gözler önüne serdiği bir gerçeklik var. Anarşizm eğitimli kesimlerin bireysel özgürlük fantezilerini süsleyip, bu temelde onlar tarafından benimsendiği ölçüde, devrimci işçi mücadelesinden uzak yoz yapılanmalara hayat verdi. Fakat devrimci mücadele içindeki unsurlar ve işçiler tarafından sahiplenildiği durumlarda ise, kendi saf halinden uzaklaştı ve komünizan renkler kazandı. Anarşizm bir bütün olarak Marksizm dışı bir akımsa da, bu değindiğimiz farklı tutumlar arasında ayrım yapmak zorunludur. Çeşitli akımların değişik ülkelerde işçi hareketi içindeki etkinlik ve nitelik farklılıklarını karşılaştırmak da günümüze ilişkin önemli ipuçları sunar. Örneğin bir anlamda anarşizmden esinlenen varoluşçuluk akımının beşiği olan Fransa, sol düşünce bakımından tarihi boyunca fazlasıyla aydınca ve küçük-burjuva özellikler sergiler. Nitekim Fransız sendikalarının anarko-sendikalist kanadı da Bakunin’den çok Proudhon’un görüşlerinden etkilenmiştir. İngiltere’nin tarihine baktığımızda ise, daha proleter nitelikli ve radikal hareket örnekleriyle karşılaşırız. Örneğin İngiltere’deki ünlü Çartist hareket, anarko-sendikalizm akımını andıran kimi yönler içerse de, işçi sınıfının militanlığının ve radikalizminin damgasını taşımıştır. İspanya’da anarşizm militan işçiler tarafından desteklenip komünizan renklere büründüğünde, Durruti gibi yiğit işçi önderlerini öne çıkartmıştır. Türkiye işçi sınıfının tarihi ise Avrupa ülkelerinden oldukça farklı yönlere sahiptir. Türkiye’de işçi hareketi içinde hiçbir zaman anarşizm ya da anarko-sendikalizm adına anmaya değer önemli bir damar mevcut olmamıştır. Anarşist düşünce bu topraklarda uzun yıllar boyunca eğitimli çevreler arasında, o da son derece sınırlı biçimde ilgi görmüştür. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşüne bağlı olarak resmi komünizmin iflası ve böylece değişen siyasi atmosfer, Türkiye’de de bazı genç grupların anarşist komünist düşünceye sempatiyle yaklaşmalarına neden olmuştur denilebilir. Anarşizmin genel çerçevesi içinde yer alan farklı eğilimleri yerli yerinde eleştirebilmek için, sınıfsal bakış açısını egemen kılmak büyük bir önem taşıyor. Kendi içlerinde ciddi görüş ve siyasi yaklaşım farklılıklarına sahip bulunan değişik eğilimleri aynı kefeye koymak asla doğru bir tutum olamaz. Farklılıklar, işçi sınıfının devrimci mücadelesine yakınlık ya da uzaklık açısından değerlendirilmelidir. Buradan hareketle özenli bir ayrım yapmakta yarar var. Devrimci işçi hareketi içinde anarko-sendikalist anlayışlara kayan militan unsurların, dürüst ve samimi bir ideolojik-siyasal mücadele temelinde komünizm saflarına kazanılması devrimci bir görevdir. Sahte Marksistlerin ya da oportünistlerin yarattığı haklı öfke nedeniyle, anarşizmin kimi yönlerinin daha devrimci olduğu yanılsamasına kapılan anarşist komünist çevrelerin türeyeceği gerçeği unutulmamalıdır. Bu tür unsurların yanılgılarından kurtulmalarına yardımcı olacak ve böylece bunlarla devrimci Marksizm temelinde ortaklaşmayı mümkün kılacak tutarlı yaklaşımlara sahip çıkmak gerçekten de önemlidir. Bu konuda vaktiyle Lenin’in örneklemiş olduğu olumlu yaklaşımı hatırlatalım. Lenin, S. Pankhurst’a 1919 tarihli bir mektubunda, Sovyetler iktidarının içten yandaşı iseler, parlamentoya katılmayı reddeden işçilerle ayrılığın temel bir ayrılık sayılmaması gerektiğini belirtmişti. Temel konuda anlaştıktan sonra böyle özel ve ikincil konuda yanılan işçilerle birlikte olmanın, parlamentoya katılmayı kabul eden oportünistlerle birlikte olmaktan daha iyi olduğunu özellikle vurgulamaktaydı. Bu tutumunu, verdiği somut bir örnekle daha da anlaşılır kılmıştı Lenin. Rosa Luxemburg ve yoldaşlarının, Alman “bağımsızları” gibi burjuva yardakçılarla bir olmaktansa, bu özel konuda yanılgıya düşen komünist partisi ile birlikte kalmakta haklı olduklarının altını çiziyordu. Komintern’in İkinci Kongresi (1920) için kaleme aldığı tezlerde de, Lenin, anarşist işçi unsurlar arasında Sovyetler iktidarı lehindeki tutum değişikliğinin dikkatle izlenmesi gerektiğine dikkat çekti. Ekim Devriminin önderi bu önemli konuyu Komintern üyesi komünist partilerin önüne bir görev olarak koydu. Lenin tezlerinde şunu vurguluyordu: “kongre, proleter kitleler içindeki tüm anarşist unsurların, her çareye başvurularak III. Enternasyonalden yana geçmelerine yardım edilmesini bütün yoldaşların ödevi sayar. Kongre, gerçekten komünist olan partilerin eyleminin başarılarının, başka işler yanında, aydın ve küçük-burjuva değil, ama proleter ve kitlelere bağlı olan anarşist unsurları kazanmakla gösterecekleri başarı oranıyla ölçülmesi gerektiğine işaret eder.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.391) Lenin’in işçi hareketinde oportünistlerle devrimci unsurları ayrıştırmaya çalışan ve devrimci unsurlara sekterce yaklaşımlara karşı çıkan ilkeli tutumu günümüzde de yol gösterici örnek olmayı sürdürüyor.

25 Ekim 2007
Marksizm Dışı Sol Eğilimler
Share

Kaynak URL:https://marksist.net/elif-cagli/anarsizm-uzerine?qt-diger_makaleler=0