
Marksizmin yıldızı sönükleştirildiği ölçüde parlayan Maoculuk, yalnızca kendisini Maocu diye adlandıranlar tarafından Marksizmin en modern uyarlaması olarak pazarlanmakla kalmadı, aynı zamanda özellikle “üçüncü dünya”da yarattığı etki sebebiyle dolaylı olarak da olsa tüm komünist hareketin gündemine girdi. Bu sızma, kendisini Maoculuk karşıtı olarak ifade eden geçmişin Sovyet bürokrasisi ve onun destekleyicilerinden, küçük-burjuva milliyetçi hareketlere, Stalinist popülizme kadar uzanan ve dahası devrimci Marksist hareketin küçük-burjuva solculuğuna uyarlanmış kesimlerini de içeren geniş bir yelpazenin ortak paydasını oluşturmuştur.
Bu ortak payda kendisini genelde Üçüncü Dünyacılık olarak adlandıran bir eğilimde ifade ediyor. Bu eğilim eğer ileri ülkelerin akademisyenlerinde kendi vicdanlarını küçük-burjuvaca bir tatmin olarak şekilleniyorsa, geri ülkelerin yarım aydınlarında ve popülist devrimcilerinde de, Marksist kavramların içi boşaltılmış bir kullanılışına dayanan küçük-burjuva milliyetçiliği olarak somutlanır. Dünya devriminin merkezine sömürge, yarı-sömürge ve genel olarak geri ülkelerdeki devrimlerin konuluşundan, sömürgeciliğe karşı verilen mücadelelerin bir çırpıda anti-emperyalist mücadele katına yükseltilmesine; emperyalizmin o veya bu tipte bir sömürgecilik olduğundan, emperyalizmin çevre ülkeleri bilinçli olarak geri bıraktırdığına; ulusal bağımsızlığın ekonomik bağımsızlık olarak kavranılışından, sosyalizmin bir ekonomik kalkınma modeli olarak kavranılışına kadar uzanan bir dizi fikir bu akımın temel taşları olarak prim yapmaktadır. Küçük-burjuva sosyalizminin en tamamlanmış ve en üstün biçimi olan Stalinizm, Batı dünyasındaki işçi hareketi içerisinde çok çabuk bir şekilde reformizme doğru evrilirken, kendi küçük-burjuva doğasına çok daha elverişli bir toprak bulduğu geri ülkelerde popülizmle kaynaşarak, böylesi hayli kendine özgü bir anlayış yarattı.
Tüm bu karmaşanın önüne geçebilmek, yalnızca küçük-burjuva devrimciliği ve Stalinizm ile mücadele açısından değil, aynı zamanda bu hareket tarafından gözü boyanan ve Üçüncü Dünyacılığa uyarlanan kimi “devrimci Marksist” çevrelerin daha entelektüel bir düzeyde yeniden ürettiği teorik karmaşayı aşabilmek açısından da büyük önem taşır. Troçki'nin değerlendirmeleri ile Troçki'nin ölümünün ardından güya onun çizgisinde yapılan değerlendirmelerin kritik hususlarda pek bir ortaklığı bulunmuyor. Bu kitap, bu açıdan eşsiz ve detaylı değerlendirmelerle doludur.
Kitabı e-kitap olarak edinmek için Bize Yazın bağlantısı aracılığıyla bizimle iletişime geçebilirsiniz
Şanghay’da Katledilen İşçi ve Öğrencilerin Anısına[1]
İngiliz burjuvazisinin önde gelen gazetesi The Times, Çinli kitlelerin hareketinin bir “Moskova ruhu”nu açığa çıkardığını yazıyor. Doğrusu bu seferlik muhafazakâr suçlayıcıları kabul etmeye hazırız. Çin’deki ve Britanya adalarındaki İngiliz basını, grevci işçi ve öğrencileri Bolşevikler olarak damgalıyor. Bir dereceye kadar bu korkunç teşhiri bile kabul etmeye hazırız. Olay, Çinli işçilerin Japon polislerince kurşunlanmaya karşı çıkarak bir protesto grevi ilân etmeleri ve öfkelerini caddelerde duyurmalarıdır. Burada bir “Moskova ruhunun” hüküm sürdüğü açık değil midir? Mücadele eden işçilere içten bir sempatiyle bakan Çinli öğrenciler, yabancıların zorbalığına karşı yürütülen greve katıldılar. Öğrenciler söz konusu olduğu ölçüde Bolşeviklerle uğraşmak zorunda olduğumuz apaçıktır.
Biz Moskovalılar tüm bu suçlama ve teşhirleri kabul etmeye hazırız. Ne var ki, Doğuda “Moskova ruhunu” yaymanın en iyi ajanlarının kapitalist politikacı ve gazeteciler olduğunu eklemek isteriz. Cahil bir kulinin[2] “Bolşevik nedir?” sorusunu, İngiliz burjuva basını şöyle yanıtlıyor: “Bolşevik, İngiliz ve Japon polisi tarafından kurşunlanmayı istemeyen Çinli işçidir; Bolşevik, kanlar içindeki Çinli işçiye kardeşçe el uzatan Çinli öğrencidir; Bolşevik, kendi topraklarında, ağa ve efendiymişçesine davranan ve tek yöntemi zorbalık olan yabancılara içerleyen Çin köylüsüdür.” Her iki yarıkürenin gerici basını Bolşevizmin bu kusursuz tarifini veriyor.
Doğuda bundan daha iyi, daha ikna edici, daha kışkırtıcı bir propaganda yürütmek mümkün mü? Ve soruyoruz, neden Doğuda, veya bu bakımdan Batıda da, bir cebinde Moskova altını, diğer cebinde de zehir ve dinamit taşıyan gizli ajanlara ihtiyaç duyalım? Eğitim görmüş hangi ajan, The Times ve şürekâsının tüm dünya çapında bedavaya yürüttükleri bu takdire layık eğitim faaliyetinin binde birini gerçekleştirmeye yeteneklidir acaba? Eğer sözde bir Moskova ajanı, ezilen Çinlilere, Moskova’nın politikasının ezilen sınıfların ve boyunduruk altındaki ulusların kurtuluşunun politikası olduğunu anlatacak olsa, Çinliler pek muhtemelen ona inanmayacaklardır –ne de olsa yabancılar tarafından az kandırılmamışlardır! Ama İngiliz Muhafazakâr gazeteleri suretine bürünmüş Moskova’nın en büyük düşmanı, ona Moskova hakkında aynı şeyleri anlattığında buna zımnen inanacaktır.
Ezilen ve aşağılanan yarı çıplak ve yarı aç Çinli işçi, bir insan olarak kendi değerinin bilincine varmaya başladığında, ona şunu söylüyorlar: Moskova ajanları seni kışkırtıyor! En temel insani haklarını savunmak için diğer işçilerle birleştiğinde de şunu söylüyorlar: Bu “Moskova ruhu”dur. Kendi şehrinin caddelerinde, varolma ve koşullarını iyileştirme hakkını savunmaya çalıştığında, şu çığlıkları işitiyor: Bu Bolşevizmdir!
Böylece devrimci eğitiminin gidişatı, yabancı polisin ve polis kafasıyla çalışan gazetecilerin yönetiminde adım adım iliyor. Ve İngiliz polisi, politik dersleri onun belleğine iyice kazımak amacıyla, düzinelerce ve yüzlerce Çinli işçi ve öğrenciyi katlettikten sonra, onu Şanghay’daki İngiliz hapishanelerinin mahzenlerine sürükleyiveriyor. Böylece politik kavrayışa kestirme bir yoldan varılıyor. Bundan böyle her Çinli bilecektir ki, “Moskova ruhu”, ezenlere karşı kavgada ezilenleri birleştiren bir devrimci dayanışma ruhudur, ve öte yandan yine bilecektir ki, Şanghay’daki İngiliz hapishanelerinin mahzenlerine sinen atmosfer “İngiliz özgürlük” ruhuyla doludur.
Kapitalist basının Moskova lehindeki bu belâgatlı ve ikna edici propagandasına ekleyecek fazla şey olmadığından burada noktayı koyardık. Ama aklımıza MacDonald tipi liberal İşçi Partisi politikacılarının Muhafazakârlarla sohbetimizi can kulağıyla dinledikleri geliyor. The Times’ın baş editörüne didaktik bir şekilde seslenerek, “Görüyorsunuz” diyorlar, “her zaman söyledik, Muhafazakârlarımız Bolşevikler için çalışıyorlar.” Bu da doğrudur. Muhafazakârlar veya daha doğrusu gericiler –tüm kapitalist partiler bugün gericidir– sermaye tarafından desteklenen ve onun en önemli çıkarlarını ifade eden muazzam bir tarihsel gücü temsil ediyorlar. MacDonald, eğer sermaye güçleri olmasaydı ne Doğuda ne de Batıda Bolşevizm diye bir şey olmazdı derken haklıdır. Ne var ki sermayenin gücü ve egemenliği mevcut olduğu sürece, “Moskova ruhu” tüm dünya çapında başarıya ulaşacaktır.
Şanghay’daki olayların “telâfisi” için ve “Moskova”nın etkisine karşılık verebilmek amacıyla, liberaller ve Menşevikler Çin sorunu hakkında uluslararası bir konferans düşüncesini telkin ediyorlar. Ama bu konferansta karara varacak olanların, verdikleri emirle Şanghay’daki işçi ve öğrencileri öldürten aynı beyefendiler oldukları gerçeğine gözlerini kapatıyorlar.
Muhtemelen MacDonald’ın bu konferans için hazır bir programı vardır. Eğer değilse bizimkini kendisine sunabiliriz. Oldukça basit. Çin yurdu Çinlilerindir. Kimsenin bu eve kapıyı çalmadan girmeye hakkı yoktur. Ev sahibi, dostlar dışında kimseyi kabul etmeme ve düşman olarak gördüklerinin içeri girmesini reddetme hakkına sahiptir. Bu bizim programımızın başlangıcıdır. Şüphesiz bunu reddedeceksiniz, çünkü bu sizin burun deliklerinize, patlayıcı “Moskova ruhuyla” adamakıllı dolu gelecektir. Fakat tam da bu nedenle bu program ezilen Çinlilerin ve her dürüst İngiliz işçisinin bilincine nakşolacaktır. Bu program kendi içinde doğuştan gelen bir gücü barındırıyor. Bu, Şanghay işçi ve öğrencilerinin uğrunda öldükleri bayraktır. Şanghay sokaklarına dökülen kan, kitlelere “Moskova ruhu”nu bulaştıracaktır. Her yere nüfuz eden ve alt edilemeyen bu ruh, tüm dünyayı özgürleştirerek ele geçirecektir.
International Press Correspondence, cilt 5, no.51, 15 Haziran 1925’ten alınma.
[3]
1. Çin söz konusu olduğunda, üç kategoriye ayrılan etkenleri dikkate almalıyız: (a) Çin’in iç güçleri; (b) bir yandan şu veya bu biçimde Çin’in iç güçlerini ifade ederken büyük ölçüde yabancı hükümetlere dayanan militarist örgütlenmeler; (c) bir tarafta yabancı emperyalist güçler ve diğer tarafta da SSCB’nin ve proleter devrimci hareketin güçleri.
Bir yönelim tutturmanın tüm güçlüğü, herşeyin iç mantığının ve gelişim temposunun kendisinden türediği bu üç kategorideki etkenlerin karşılıklı ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Şüphesiz, 400 milyonluk nüfusuyla yeni uyanmış bir ülkenin gelişiminde, iç faktörler son tahlilde belirleyicidir. Temel yönelimimizi bu iç güçlerin gelişimine, yani, esasen köylülüğü devrime katmaya ve proleter örgütlerin önderliğini garanti altına almaya dayandırmak zorundayız. Kesin üstünlüğümüz, Çin’de, büyük bir tarihsel amacın politikasını yürütme fırsatımızın oluşundadır.
Bunu yaparken söylemeye bile gerek yok ki, tüm dönemsel gel-gitleriyle militarist gruplar arasındaki mücadeleyi göz ardı edemeyiz, ama bunların bizi temel siyasal çizgimizden uzaklaştırmasına izin vermemeliyiz.
27 Eylül 1926
İçinde bulunduğumuz dönemde Çin politik yaşamının olgu ve belgeleri, Çin Komünist Partisi ve Kuomintang arasında daha ileri ilişkiler sorununa kesinlikle su götürmez bir yanıt vermektedir. Çin’deki devrimci mücadele, 1925’ten beri, herşeyden önce proletaryanın geniş katmanlarının aktif müdahalesi, grevler ve sendikaların kurulmasıyla karakterize olan yeni bir aşamaya girmiştir. Köylüler şüphe götürmez biçimde giderek artan ölçüde harekete çekilmektedir. Aynı zamanda, ticari burjuvazi ve onunla bağlantılı entelijensiya unsurları, grevlere, komünistlere ve SSCB’ye karşı düşmanca bir tutum benimseyerek sağa doğru kayıyorlar.
Çok açıktır ki, bu temel olguların ışığında Komünist Parti ve Kuomintang arasındaki ilişkilerin gözden geçirilmesi sorunu zorunlu olarak ortaya konulmalıdır. Çin’deki ulusal-sömürgesel ezilmişliğin Komünist Partinin Kuomintang’a sonu olmayan girişini gerektirdiğini ilân ederek böylesi bir gözden geçirmeden kaçınma girişimi eleştiri karşısında tutunamaz. Bir zamanlar, Batı Avrupalı oportünistler, hepimiz çarlığa karşı mücadele ediyoruz diye, biz Rus Sosyal Demokratlarından, yalnızca Sosyal Devrimcilerle değil, “Kurtuluşçular” da aynı örgüt içinde çalışmamızı talep ediyorlardı. Öte yandan, Britanya Hindistan’ına veya Hollanda Hindistan’ına sıra geldiğinde, Komünist Partinin ulusal-devrimci örgütlere girmesi sorunu ortaya konulmuyor. Çin söz konusu olduğunda, Komünist Parti ile Kuomintang arasındaki ilişkiler sorununun çözümü devrimci hareketin farklı dönemlerine göre farklılaşır. Bizim açımızdan temel kriter, ulusal ezilmişlik değişmez olgusu değil, sınıf mücadelesinin, hem Çin toplumunun bağrında ve hem de Çin’in partileri ve sınıfları ile emperyalizm arasındaki çatışma hattı boyunca değişen gidişatıdır.
Çinli işçi kitlelerinin sola doğru hareketi, Çin burjuvazisinin sağa doğru hareketi kadar kesin bir olgudur. Kuomintang işçilerin ve burjuvazinin politik ve örgütsel birliğine ne ölçüde dayandırılmış idiyse, bugün sınıf mücadelesinin merkezkaç eğilimleri tarafından parçalanması o ölçüde zorunludur. Bu eğilimlere karşı koyacak sihirli politik formüller ya da zekice taktiksel araçlar mevcut değildir ve olamaz da.
ÇKP’nin Kuomintang’a katılımı, ÇKP’nin kendini yalnızca gelecekteki bağımsız politik faaliyete hazırlayan, ama aynı zamanda süre giden ulusal kurtuluş mücadelesinde yer almaya çalışan bir propaganda topluluğu olduğu dönemde şüphesiz doğruydu. Geçtiğimiz iki yıl boyunca, Çinli işçiler arasında muazzam bir grev dalgasının yükselişine tanık olduk. ÇKP raporu, bu dönem boyunca sendikaların 1,2 milyon civarında işçiyi kendine çektiğini tahmin etmektedir. Bu tip konularda abartı şüphesiz kaçınılmazdır. Dahası, yeni sendikal örgütlerin sürekli gel-git durumlarında nasıl istikrarsız oldukları biliriz. Ama Çin proletaryasının muazzam uyanışı, mücadeleye ve bağımsız sınıf örgütlerine duyduğu arzu kesinlikle inkâr edilemez.
Bu kesin gerçek, ÇKP’yi, bugün kendisini içinde bulduğu hazırlık sınıfından daha üst bir dereceye terfi etme göreviyle karşı karşıya bırakıyor. Onun ivedi politik görevi bugün artık uyanan işçi sınıfının doğrudan bağımsız önderliği için savaşmak olmalıdır; şüphesiz işçi sınıfını ulusal-devrimci mücadele çerçevesinden uzaklaştırmak amacıyla değil, fakat yalnızca onun en kararlı savaşçı rolünü değil, aynı zamanda Çinli kitlelerin mücadelesinde hegemonyasını kurmuş politik önder rolünü de güvenceye almak için.
ÇKP’nin Kuomintang’da kalmasından yana olanların ileri sürdüğüne göre “Kuomintang’ın bileşiminde küçük-burjuvazinin ağır basan rolü bizim açımızdan partinin içinde uzunca bir dönem kendi politikalarımız temelinde çalışmayı olanaklı kılmaktadır.” Bu argüman esası itibarıyla çürüktür. Küçük-burjuvazinin kendisi, sayıca ne kadar büyük olursa olsun devrimci politikanın temel çizgisini belirleyemez. Politik mücadelenin sınıf hatları boyunca farklılaşması, proletarya ve burjuvazi arasındaki keskin ayrılıklar, onlar arasında küçük-burjuvazi üzerinde etki sağlayabilme mücadelesini zorunlu kılar ve küçük-burjuvazinin bir yanda tüccarlar ile diğer yanda işçiler ve komünistler arasında yalpalamasını beraberinde getirir. Küçük-burjuvazinin zekice manevralar veya Kuomintang içinde güzel öğütlerle kazanılabileceğini düşünmek umutsuz bir ütopyacılıktır. Komünist Parti, bizzat güçlendiği ölçüde, yani Çin işçi sınıfını kazandığı ölçüde, kent ve kır küçük-burjuvazisi üzerinde doğrudan ve dolaylı etkide bulunabilecektir. Ancak bu sadece bağımsız bir sınıf partisi ve sınıf politikası temelinde mümkündür.
Yukarıda alıntılanan, ÇKP’nin Kuomintang’da kalması yanlısı argümanı, ÇKP Merkez Komitesi plenumunun 14 Temmuz 1926 tarihli kararından aktardık. Bu karar, plenumun diğer belgeleriyle birlikte, ÇKP’nin son derece çelişkili politikalarını ve bunlardan kaynaklanan tehlikeleri teyit etmektedir. ÇKP Merkez Komitesinin Temmuz plenumunun belgeleri, her adımda, “geçen yıl boyunca şiddetlenen sürecin her iki kutbun da –burjuvazi ve proletarya– kendi ayrı konumlarını belirlemelerine vesile olduğunu” doğrulamaktadır (aynı karardan alınmıştır).
Kararlar, belgeler ve raporlar, önce Kuomintang sağ kanadının büyümesini, sonra Kuomintang merkezinin sağa kayan hareketini ve bundan sonra da Kuomintang solundaki yalpalamaları ve bölünmeleri kaydetmektedir. Ve bunların tümü, komünistlere adım adım saldırı modelini izlemiştir. Komünistler kendi paylarına Kuomintang içinde bir konumdan diğerine durmaksızın gerilemişlerdir. Verdikleri ödünler, göreceğimiz gibi, hem örgütsel nitelikte hem de ilkesel konuları içeren türdendir. Kuomintang’ın yönetici organlarındaki komünistlerin sayısının üçte-birden daha fazla olmayacak şekilde sınırlandırılmasında hemfikir olmuşlardır. Sun Yat-sen’in öğretisinin çiğnenemez olduğunu ilân eden bir kararı kabul etmekte bile görüş birliğine varmışlardır. Fakat her zaman olduğu gibi, her yeni ödün, sadece, Kuomintang güçlerinin komünistlere karşı yeni baskılarını beraberinde getirir. Bu süreçlerin tümü, söylediğimiz gibi, kesinlikle kaçınılmazdır, sınıfsal farklılaşmayı ifade eder. Ne var ki Merkez Komitesi plenumu, Kuomintang’dan çekilmeyi öneren Çin komünistlerinin görüşlerini reddetmiştir. Karar şunları ileri sürüyor:
Çin’deki kurtuluş mücadelesinin gelişme olasılıklarını tahrif eden bütünüyle yanlış bir bakış açısı, Komünist Partinin –eğer Kuomintang ile bir örgütsel kopuşu gerçekleştirecek olursa, yani eğer kentli ticari ve profesyonel burjuvaziyle, devrimci entelijensiyayla ve kısmen hükümetle ittifakı bozacak olursa– bugün, kendi başına, proletaryaya ve onun arkasında diğer ezilen kitlelere burjuva-demokratik devrimi gerçekleştirmekte önderlik edebileceğini düşünen yoldaşlarca savunuluyor.
Ne var ki bu muhakeme çizgisi bize bütünüyle iler tutar yanı olmayan bir çizgi olarak gözüküyor. ÇKP’nin gelecekte, proletarya ve köylülüğe ülkeyi kurtarmak ve birleştirmekte bağımsız ve belirleyici bir güç olarak önderlik etme yeteneğini kanıtlayıp kanıtlayamayacağını hiç kimse bugünden kestiremez. Çin’deki devrimci mücadelenin sonraki gidişatı, birçok ülke içi ve uluslararası gücün hareketine bağlıdır. Şüphesiz, Komünist Partinin proletarya üzerinde nüfuz oluşturma ve bu sınıfın ulusal-devrimci hareket içinde hegemonyasını kurma mücadelesi önümüzdeki yıllarda zafere yol açmayabilir. Fakat bu, bağımsız bir sınıf örgütü olmaksızın düşünülemeyecek olan bağımsız bir sınıf politikasına karşı hiçbir şekilde kanıt olamaz. Kuomintang’dan çekilmenin küçük-burjuvaziyle ittifakı kesip atmak anlamına geleceğini ima etmek temelden yanlıştır. Sorunun özü şudur ki, proletaryanın, küçük-burjuvazi, tüccarlar ve Kuomintang’a yansıyan diğer unsurlarla muğlak ve biçimsiz bir ittifakı artık mümkün bile değildir. Sınıfsal farklılaşma politika alanına sirayet etmiştir. Bugünden itibaren proletarya ve küçük-burjuvazi arasındaki ittifak artık yalnızca kesin olarak tanımlanmış ve açıkça ifade edilen anlaşmalara dayandırılabilir.
Kaçınılmaz olarak sınıf farklılaşmasından kaynaklanan örgütsel çizgileri çekmek, şartlara bağlı olarak cumhuriyetin tamamında veya belli eyaletlerde, bir bütün olarak Kuomintang’la veya onun belli unsurlarıyla –mevcut koşullarda– politik bir blok oluşturmayı dışlamaz, tersine ön varsayar. Ancak herşeyden önce, ÇKP kendi örgütsel tam bağımsızlığını ve uyanan proleter kitleler üzerinde nüfuz kazanma mücadelesinde politik program ve taktiklerinin netliğini güvence altına almak zorundadır. Yalnızca böyle bir yaklaşım sayesinde, Çin köylülüğünün geniş kitlelerini mücadeleye çekmekten ciddi olarak bahsedilebilir.
ÇKP’nin tasavvurunun doğrultusu en iyi şekilde, Temmuz Merkez Komitesi Plenumu tarafından (12 Temmuz 1926) yayınlanan ÇKP deklarasyonundaki en çarpıcı pasajların aktarılmasıyla açıklığa kavuşturulabilir:
Çin halkının acil talebi, tüm bu ıstırapların dindirilmesidir. Bu Bolşevizm değildir. Birileri belki halkımızın kurtuluşu uğruna bunun Bolşevizm olduğunu söyleyebilir, ama bu komünizm uğruna Bolşevizm değildir.
Daha ileride bu manifesto şunu ifade ediyor:
Onlar [burjuvazi], sınıf mücadelesinin işçi örgütleri ve grevlerde açığa çıkan asgari dışavurumlarının, anti-emperyalist ve anti-militarist güçlerin savaşma kapasitesini hiç de azaltmayacağını anlamıyorlar. Dahası, Çin burjuvazisinin refahının, proletaryayla birlik içerisinde emperyalistlere ve militaristlere karşı yürütülen savaşın başarısına bağlı olduğunu ve hiç de proletaryayla sınıf mücadelesinin sürdürülmesine bağlı olmadığını anlamıyorlar.
Mücadelenin rotası “ulus çapında bir konferans çağrısında bulunmak”tır. Bu, “görevi ulusal devrimi gerçekleştirmek olan bir parti olarak” Kuomintang tarafından yerine getirilmeliydi. Militaristlerin, halkı sahiden temsil eden bir ulusal meclisin toplanmasını olanaksız kılacakları itirazına, manifesto, tüm sınıfların birliği ve partileri tarafından uygulanan denetim hakkında genellemelerle karşılık veriyor. Platformun 23. maddesine, –ve ancak on ikinci sıraya– koalisyonlar oluşturma özgürlüğü, toplantı özgürlüğü vb. gibi talepler sokulmuştur.
Deklarasyonun sonuç bölümünün ileri sürdüğüne göre:
Onlar [militaristler] bizim platformumuzun devrimci olduğunu söylüyorlar. Olabilir. Ne var ki, bu platform, halkın tüm katmanlarının en acil ve yaşamsal taleplerine ve ihtiyaçlarına dayanmaktadır. Ve halkın tüm sınıflarının birleşik bir savaşım cephesi ortak bir platforma dayanmak zorundadır. Bu mücadeleye katılanlar bu talepleri sımsıkı savunmalıdırlar. Kendi sınıflarının çıkarlarını bencilce savunmamalı, genel çıkarlar için savaşmalıdırlar.…
Deklarasyonun tümüne, başından sonuna kadar, proletaryayı kazanmak değil burjuvaziyi ikna etmek arzusu sinmiştir. Bu tip bir tutum, Kuomintang’ın sağ, merkez ve sözde sol liderlerinin önünde kaçınılmaz geri çekilişlerin öncüllerini oluşturur. Bu deklarasyonda ifade edilen politikaların gerçekte Marksizmle bir alıp veremediği yoktur. Bu, hafifçe Marksist terminolojiye bandırılmış Sun Yat-senciliktir.
Bu koşullarda, komünistlerin, Çan Kay-şek’in önergesini benimseyen Kuomintang Merkez Komitesinin aşağıdaki politik beyanını kabul etmeyi mümkün görmesi artık bir sürpriz olamaz:
Kuomintang, Kuomintang’a katılan diğer partinin [yani, Komünist Parti –L.T.] her üyesinin; Sun Yat-sen tarafından kurulan Sun Yat-senciliğin Kuomintang’ın temel ilkesi olduğunu ve Sun Yat-sen veya Sun Yat-sencilik ile ilgili olarak dile getirilecek hiçbir şüphe veya eleştirinin söz konusu olamayacağını anlaması için gerekeni yapacaktır.
Apaçıktır ki, mesele bu biçimde ortaya konduğunda, ÇKP’nin varoluşunun bütün gerekçesi ortadan kalkar.
Komünistlerin belirsiz ve gayri resmi bir ittifak temelinde öğrencilerle ve ilerici tüccarlarla aynı örgüt içerisinde geçinebildiği bir dönemde, idealist küçük-burjuva ulusal dayanışma doktrini olarak Sun Yat-sencilik göreli olarak ilerici bir rol oynayabilirdi. Çin toplumu ve Kuomintang içerisinde bugünkü sınıfsal farklılaşma yalnızca geri dönüşsüz değil aynı zamanda son derece ilerici bir olgudur.
Dahası bu, Sun Yat-senciliğin bütünüyle geçmişe ait bir şey haline gelmiş olması demektir. Olayların sergilediği üzere, Çin devriminin elini kolunu hiç olmadığı kadar sıkı bir şekilde bağladığı kesin olan bu doktrini eleştirmekten sakınmak ÇKP açısından bir intihar olurdu. Bu tür bir mecburiyetin dayatılmasının nedeni, komünistlerin, sistematik olarak itilip kakılan bir azınlık konumunu kendi rızalarıyla kabul ettikleri tek bir politik örgütün sınırları içinde zoraki örgütsel beraberliktir.
ÇKP’nin son plenumunun benimsediği çizgiyle, bu son derece çelişkili ve mutlak surette kabul edilemez durumdan bir çıkış yolu bulunamaz. Çıkış, Kuomintang’ın sol kanadının “yerini almaya” çalışmakta veya nazikçe ve alttan alarak onları eğitmeye ve dürtmeye çalışmakta ya da “küçük-burjuva örgütlerden bir sol-Kuomintang çemberi yaratılmasına yardım etmekte” değildir. Tüm bu reçeteler ve hatta bunların formüle ediliş biçimi bile en kaba biçimde eski Menşevik mutfağı anımsatıyor. Çıkış, gözlerini sol-Kuomintang’a değil, ayağa kalkmış işçilere diken bağımsız bir politikanın zorunlu ön koşulu olarak örgütsel hattı çekmektir. Ancak bu koşulda Kuomintang ile ya da onun herhangi bir unsuruyla kurulacak bir blok, kumdan yapılmış bir kaleden fazlasını ifade edebilir. ÇKP’nin politikası ne kadar kısa zamanda tersine çevrilirse, Çin devrimi için o kadar iyi olur.
[19] 3 Nisan 1927
Komünist Enternasyonal’in 11. sayısı (18 Mart 1927) başyazı olarak Çin KP’sinin Beşinci Kongresi ve Kuomintang üzerine, Marksist teorinin ve Bolşevik politikanın en temel unsurlarının her bakımdan eşi bulunmaz bir maskaralığı olan bir makale yayınladı. Bu makale, devrim meselelerinde sağ Menşevizmin en kötü ifadesi olmaktan başka türlü tanımlanamaz.
Kalkış noktası olarak makale şu önermeyi alıyor; “Şu an Çin devriminin en önemli sorunu, Güney Çin devletinin başındaki parti olarak Kuomintang’ın durumu ve daha da gelişmesidir” (s.4). O halde en önemli sorun, ne milyonlarca işçinin sendikaların ve Komünist Partinin önderliği altında birleştirilmesi ve uyandırılması, ne yoksul köylü ve zanaatkârların hareketin ana akıntısına çekilmesi, ne KP’nin proletaryayı kazanma mücadelesinin derinleştirilmesi, ne de dışlanmış milyonluk kitleler üzerinde proletaryanın etki sağlama mücadelesidir. Hayır, “en önemli sorun” (!) Kuomintang’ın, yani resmi rakamlara göre, genel olarak öğrencilerden, entelektüellerden, liberal tüccarlardan ve kısmen de köylü ve işçilerden oluşan 300.000 üyeli bir parti örgütünün durumudur.
“Siyasi bir parti için” diyor makale, “300.000 üye oldukça önemli bir sayıdır.” Bayağı bir parlamenter hüküm! Eğer bu 300.000, geçmiş sınıf mücadelelerinden ve en önemli proleter grev ve köylü hareketleri deneyiminden çıkıp gelseydi, o zaman, doğal olarak çok küçük sayıda üye bile, devrimin önderliğini yeni ve daha geniş bir kitle aşamasında başarıyla ele geçirebilirdi. Fakat bu 300.000 çoğunlukla zirvelerden teker teker toplanmış olmanın bir ürünüdür. Karşımızda duran şey, ulusal liberallerin veya Kadetlerin sağ SR’lerle, politik eğitimleri döneminde burjuva milliyetçi örgütün disiplinine ve hatta ideolojisine boyun eğmeye zorlanmış bir genç komünistler karışımıyla birliğidir.
“Kuomintang’ın gelişmesi” diye devam ediyor makale, “Çin devriminin çıkarları noktasında endişe verici [!] belirtiler göstermektedir” (s.4). Peki bu “endişe verici” belirtilerin tabiatı nedir? Anlaşılan o ki, iktidar Kuomintang merkezindedir ve “merkez son dönemdeki çoğu durumda kesin biçimde sağa meyletmiştir.” Dikkat edilsin, bu makaledeki tüm politik saptamalar, resmi, parlamenter ve seremonik bir karakterdedir ve tüm sınıfsal içeriği boşaltılmıştır. Bu sağa meyletmenin anlamı nedir? Kuomintang “merkezi” ne tür bir şeydir? Küçük-burjuva entelijensiyanın zirvesinden, orta-dereceli memurlardan vb. oluşur. Tüm küçük-burjuvalar gibi, bu merkez bağımsız bir politika izlemekten acizdir, özellikle de milyonlarca işçi ve köylünün sahneye çıktığı bir dönemde. Bu küçük-burjuva merkez, proletarya açısından, ancak proletaryanın bağımsız bir politika izlemesi koşuluyla bir müttefik oluşturur. Fakat bağımsız bir sınıf partisinin yokluğunda, Çin’de böyle bir politikadan bahsetmek bile mümkün değildir.
Komünistler basitçe Kuomintang’a “katılmak”la kalmıyorlar, onun disiplinine boyun eğiyorlar ve hatta kendilerini Sun Yat-senciliği eleştirmemekle sınırlıyorlar. Bu koşullarda küçük-burjuva entelektüel merkez sadece, emperyalist niteliği aleni olan komprador burjuvaziye fark edilmez renk tonlarıyla bağlı milliyetçi‑liberal burjuvazinin peşine düşebilir ve kitlelerin mücadelesi keskinleştikçe, açıkça onun tarafına geçer. Bu nedenle Kuomintang, üstteki entelektüel merkez dolayımıyla kitle hareketinin politik olarak katıksız sağa, yani bu koşullarda Milliyetçi hükümeti kendisine başarıyla boyun eğdiren ve eğdirmeye devam edecek olan aleni burjuva liderliğe boyun eğdirilmesine ayak uydurmuş bir parti aygıtıdır. Makale, “solcuların” konferanslarda, kongrelerde ve Kuomintang’ın Yürütme Komitesinde ağır bastığı gerçeğini aktarıyor, ama bu avutucu durum “Milliyetçi hükümetin politikalarına ve bileşimine yansımıyor”. Ne şaşırtıcı! Ama, herşeyden önce, sol küçük-burjuvazi, iktidarı orta ve büyük burjuvaziye teslim ederken radikalizmini ancak makalelerde ve konferans ve şölenlerde gösterir.
Demek ki Kuomintang’ın “endişe verici” belirtileri, onun, makalenin yazarının kendi kafasından uydurduğu bir ulusal kurtuluş devrimi soyut düşüncesini cisimleştirmesinden ziyade Çin devriminin sınıf mekaniğini yansıtıyor olmasından ibarettir. Yazar, Çin halkının tarihinin bir sınıf mücadelesi biçiminde gelişmesini ve böylelikle de tüm insanlığın tarihinin bir istisnası olmadığını kanıtlamasını “endişe verici” bir gerçek olarak görüyor. Makale daha ileride şu bilgiyi veriyor; “Kuomintang ve Milliyetçi hükümet, işçi hareketinin gelişiminden cidden endişe etmektedir [dikkate değer bir ifade!].” Bu ne anlama gelir? Yalnızca şu anlama; entelektüel küçük-burjuvazi, ayağa kalkan işçi kitleleri karşısında burjuvazinin korkusuyla ürkekleşmiştir. Devrim kendi tabanını genişletip derinleştirdiği, yöntemlerini radikalleştirdiği, sloganlarını keskinleştirdiği ölçüde, mülk sahibi grup ve katmanlar ve onlara bağlı kentli aydınlar kaçınılmaz olarak tepede ondan kopacaklardır.
Ulusal hükümetin bir bölümü burjuvaziye kan bağıyla bağlıdır, ve diğer bölümü, ondan kopmama endişesiyle, işçi hareketinin gelişiminden “kaygılanır” hale gelmiştir ve bu sonuncusunu dizginlenmenin yollarını araştırmaktadır. Makale daha önceki “endişe verici belirtiler” sözleri gibi, bu hoş “kaygılanma” ifadesiyle, sınıf ilişkilerinin keskinleşmesine ve milliyetçi‑liberal burjuvazinin Kuomintang’ı bir araç olarak kullanarak ve onun aracılığıyla Milliyetçi hükümete direktifler vererek proletaryaya bir yular geçirme çabalarına gönderme yapmaktadır. Sınıf ilişkilerinin değerlendirmesini Komünist Enternasyonal’in baş makalesinde yapıldığı şekliyle acaba nerede ve ne zaman yaptık? Bu düşünceler nereden geliyor? Kaynağı nedir?
Makalede bu “endişe verici belirtileri” alt etmek için hangi yöntemler önerilmektedir? Bu sorunlarda makale, Kuomintang ile bir blok sonucuna çıkmak için bağımsız bir örgüt olmanın KP için bir zorunluluk olduğunu benimseyen Çin KP’si Merkez Komitesinin Haziran (1926) plenumuna karşı polemiğe girişir. Makale bu düşünceyi reddeder. Aynı zamanda Kuomintang içinde KP’nin bir müttefiki olarak bir sol fraksiyon örgütleme önerisini de reddeder. Hayır, –makalenin öğrettiği– görev, “bütün Kuomintang’a kararlı bir sol yönelim sağlamak”tan oluşur. Sorun kolayca çözümlenmiştir. Gelişimin yeni aşamasında, işçilerin kapitalistlere karşı grevlere giriştiği, Milliyetçi hükümetin muhalefetine karşın köylülerin toprak ağalarını kovmaya çabaladığı bir zamanda, bu yeni aşamada gerekli olan şey, grevlerden zarar gören burjuvazinin bir kısmının, tarım hareketinden zarar gören toprak sahibi entelijensiyanın bir kısmının, burjuvaziyi gericiliğin saflarına “itmek”ten endişe duyan kentli küçük-burjuva aydınların ve son olarak da eli kolu bağlı Komünist Partinin birliğini temsil eden Kuomintang’a “kararlı bir sol yönelim” sağlamaktır. “Kararlı bir sol yönelim” edinmesi gereken bu Kuomintang’dır.
Hiç kimse bu “kararlı sol yönelimin” hangi sınıfsal hattı ifade etmesi gerektiğini bilmiyor. Peki buna nasıl ulaşılacak? Çok basit: “Kuomintang’ı devrimci işçiler ve köylü unsurlarla iyice doldurmak” gerekir (s.6). Kuomintang’ı işçiler ve köylülerle doldurmak? Ama bütün sıkıntı şu ki, ulusal devrim soyut düşüncesinden habersiz işçi ve köylüler, Kuomintang’ı kendileriyle doldurmadan önce kendilerini bir parça “doldurmak” amacıyla devrimden yararlanmaya çabalıyorlar. Bu amaçla grevlere ve toprak ayaklanmalarına girişiyorlar. Ama sınıf mekaniğinin bu nahoş dışavurumları Kuomintang’ı “kararlı bir sol yönelim” edinmekten alıkoyuyor. Grevci bir işçiye Kuomintang’a katılması çağrısında bulunmak onun şu itirazıyla karşılaşmak demektir: Onun tarafından kurulan bir hükümet aracılığıyla grevleri kıran bir partiye neden katılmak zorunda olayım? Makalenin açıkgöz yazarı onu belki de şöyle yanıtlayacaktır: Burjuvaziyle ortak bir partiye katılmakla, onu sola doğru itebileceksin, “endişe verici belirtileri” bertaraf edeceksin ve onun “kaygı” bulutlarını dağıtacaksın. Buna yanıt olarak Şanghay grevcisi, işçilerin hükümete baskı yapabileceklerini ve hatta hükümette bir değişikliği bile sağlayabileceklerini ama bunun ortak bir parti çatısı altında burjuvazi üzerine bireysel baskılar sayesinde değil, bağımsız bir sınıf partisi sayesinde gerçekleşeceğini yanıtını verecektir. Laf arasında, ilerlemiş olgunluğunu çoktan kanıtlamış olan Şanghay grevcisinin, daha fazla tartışmaya devam bile etmemesi, omzunu silkerek muhatabının umutsuz bir vaka olduğunu teslim etmesi de pekâlâ mümkündür.
Makale, daha sonra 1926 Aralık parti konferansında, Kuomintang’ın öldüğünü ve parçalanmakta olduğunu ve komünistlerin kokuşmuş bir cesede sarılması için herhangi bir neden olmadığını ileri süren bir komünist liderden alıntı yapıyor ve bu bağlamda şöyle diyor: “Bu yoldaşın kafasından belli ki [!!] son günlerde Milliyetçi hükümetin ve özellikle onun eyaletlerdeki organlarının defalarca işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci mücadelesinin gelişimine karşı çıkması gerçeği geçmektedir” (s.7).
Bu makalenin yazarının kavrayışı insanı gerçekten sersemletiyor. Çinli bir komünist, burjuva‑milliyetçi zirvelerin devrim söz konusu olduğunda bir ceset olduğunu söylerse, o, “belli ki” kafasından Milliyetçi hükümetin grevcilere küçük çapta saldırdığını geçirmiştir. “Belli ki”! Şüphesiz, “endişe verici belirtiler” göze çarpmaktadır, fakat “bu tehlike, eğer Kuomintang’a kokuşmuş bir ceset gözüyle bakmazsak, önlenebilir” (s.7). Öyle görünüyor ki herşey Kuomintang’a nasıl bakıldığına bağlıdır. Sınıflar ve partileri, onları nasıl gördüğümüze bağlıdır. Kuomintang bir ceset değildir, yalnızca hastalanmıştır. Neden? Devrimci işçi ve köylülerin ona kan vermediklerinden. Komünist Parti açısından “bu kanın tedarikine yardımcı olmak” bir zorunluluktur vb. Kısaca, gerekli olan şey, son zamanlarda hayli popüler olan kan nakli işlemini gerçekleştirmektir, bireysel ölçekte değil sınıfsal ölçekte. Fakat, herşeyden önce, konunun özü şudur ki; burjuvazi, grevcileri ve devrimci köylüleri katletmekle veya katledilmesine yardım etmekle veyahut da katledilmelerine göz yummakla, kendi bildiği yoldan kan nakline başlamıştır. Kısaca, bu görkemli buyruğu yerine getirirken bir ve aynı zorlukla karşılaşırız, yani sınıf mücadelesiyle.
Bütün makalenin ana fikri, ekonomik, rasyonel ve uygun bir yol seçerek sınıf mücadelesinin etrafından dolaşan bir Çin devrimine sahip olma arzusudur. Tek kelimeyle Menşeviklerin yöntemlerini ve üstelik en büyük döneklikleri dönemindeki yöntemlerini kullanarak. Ve bu makale, İkinci Enternasyonal’le uzlaşmaz bir kopuş temelinde kurulan Komünist Enternasyonal’in teorik yayın organında çıkıyor!
Makale, Çinli komünistleri Milliyetçi hükümete ve onun yerel organlarına katılmadıkları için azarlıyor. Orada hükümeti içeriden sola itebilirler, kitlelere karşı yanlış işlerde bulunmasını önleyebilirlerdi vb. Geçmişin bütün deneyimi ve herşeyden önce de Rus devriminin deneyimi bir kenara atılmıştır. Devrimin önderliğinin otoritesi tamamıyla Kuomintang’a teslim edilirken işçilere uygulanan vahşetin sorumluluğunu komünistlerin üstlenmesi gerekmektedir. Kuomintang içerisinde elleri kolları bağlı olan komünistler, dış ve iç politika alanında milyonlardan oluşan kitlelere bağımsız bir çizgi vaat etmekten acizdir. Ama işçiler, bilhassa Milliyetçi hükümete katılırlarsa komünistleri milliyetçi burjuvazinin tüm anti‑proleter ve halk karşıtı eylemlerinde suç ortaklığıyla itham etmekte haklı olacaklardır. Devrimimizin tüm deneyimi bir kenara atılmıştır.
Eğer komünistler, kitlesel işçi hareketine rağmen, sendikaların ve köylerdeki devrimci tarım hareketinin güçlü gelişimine rağmen, bugüne kadar olduğu gibi, burjuva bir partiye tâbi bir seksiyon oluşturmaya ve bu parti tarafından kurulan bir ulusal hükümete güçsüz ve ikincil bir organ olarak girmeye mecburlarsa, o takdirde açıkça şu söylenmek durumundadır ki, Çin Komünist Partisini kurma zamanı henüz gelmemiştir. Çünkü Komünist Partiyi hiç inşa etmemek, devrim döneminde, yani tam da parti ile emekçi kitleler arasındaki bağların kanla örüldüğü ve etkilerini on yıllarca hissettirecek büyük geleneklerin yaratıldığı bir dönemde bu partiyi uzlaştırmaya sürüklemekten çok daha iyidir.
Sağ Menşevizmin çökkün dönemine özgü bir ruhla dolu, ışıltılı bir program geliştiren makale, Çin’i, “gelişimin kapitalist aşamasının üstünden atlama”nın nesnel önkoşullarına sahip olmakla avutarak, bu programını modern tevazu ruhuyla parlatıp cilâlıyor. Bu bağlamda, Çin’in anti‑kapitalist gelişim perspektifinin koşulsuz bir biçimde ve doğrudan doğruya dünya proleter devriminin genel gidişatına bağlı olduğu anlamına gelecek tek bir kelime bile söylenmemiştir. Yalnızca en ileri kapitalist ülkelerin proletaryası –Çin proletaryasının örgütlü yardımıyla birlikte– 400 milyon atomize olmuş, yoksullaştırılmış, geri köylü ekonomisini kendi yedeğine alabilir ve bir dizi ara aşamadan geçerek, dünya çapında meta değişimi ve dışarıdan doğrudan teknik ve örgütsel yardım temelinde bu köylü ekonomisini sosyalizme yöneltebilir. En ileri kapitalist ülkelerde proletaryanın zaferi olmaksızın ve bu zaferden önce, Çin’in kendi güçleriyle “gelişimin kapitalist aşamasının üstünden atlaması”nın mümkün olabileceğine inanmak Marksizmin ABC’sini ayaklar altına almaktır. Bu, yazarımızı ilgilendirmiyor. O yalnızca Çin’e kapitalist olmayan bir yol sözü veriyor –besbelli ki çektiği acılar karşılığında ve aynı zamanda proleter hareketin bağımlı karakterinden ve özellikle de Çin KP’sinin alçaltılmış ve haklarından yoksun bırakılmış konumdan ötürü.
Çin’in gelişiminin kapitalist ve sosyalist yolu sorunu gerçeklikte nasıl ortaya konabilir ve nasıl konmalıdır?
Herşeyden önce Çin proletaryasının öncüsü Çin’in sosyalizme bağımsız bir geçiş için ekonomik olarak gereken hiçbir şarta sahip olmadığı, Kuomintang önderliği altında bugün gelişen devrimin bir burjuva ulusal devrim olduğu, bu devrimin sonucu olarak, tam bir zafer durumunda bile, ancak üretici güçlerin kapitalizm temelinde daha ileri bir gelişiminin mümkün olduğu konusunda aydınlatılmalıdır. Fakat Çin proletaryasının önüne sorunun diğer yanını da aynı açıklıkla koymak gerekir: Çin’deki gecikmiş burjuva ulusal devrim kapitalizmin emperyalist çöküş koşullarında gerçekleşiyor. Rus deneyiminin çoktan gösterdiği gibi –diyelim ki İngiliz deneyiminin tersine– politika hiç de ekonomiyle başa baş gelişmez. Çin’in sonraki gelişimi, uluslararası bir perspektiften ele alınmalıdır. Çin ekonomisinin geriliğine karşın ve kısmen tam da bu geriliği dolayısıyla, Çin devrimi politik iktidarı proletaryanın önderliği altında bir işçi köylü ittifakına vermeye bütünüyle muktedirdir. Bu rejim, Çin’in dünya devrimiyle politik bağı olacaktır.
Geçiş dönemi boyunca, Çin devrimi sahici bir demokratik, işçi ve köylü karaktere sahip olacaktır. Ekonomik hayatta, kapitalist meta ilişkileri kaçınılmaz olarak ağır basacaktır. Politik rejim öncelikle, üretici güçlerin gelişiminin meyvelerinde ve aynı zamanda devletin kaynaklarının politik ve kültürel kullanımında kitleler için olabildiğince büyük bir payı garanti altına almaya yönelecektir. Bu perspektifin daha ileri bir gelişimi –demokratik devrimin giderek sosyalist devrime büyümesi olasılığı– bütünüyle ve yalnızca dünya devriminin gidişatına ve bu dünya devriminin tümleşik bir parçası olarak Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve politik başarılarına bağlıdır. Eğer Çin devrimi bugünkü burjuva-milliyetçi önderlikle zafer kazanırsa, çok çabuk sağa kayacak, kapitalist ülkelere tüm iyi niyetini belirtecek, onların nezdinde derhal kabul görecek, onlara yeni temellerde imtiyazlar sunacak, borç alacak, tek kelimeyle, daha az küçük düşürülmüş, daha az sömürgesel fakat hâlâ son derece bağımlı bir varlık olarak kapitalist devletler sistemine girecektir. Dahası, Çin cumhuriyeti Sovyetler Birliği’yle, en iyi durumda bugünkü Türkiye cumhuriyetiyle aynı biçimde bir ilişki içinde olacaktır.
Gelişimin bir başka yolu yalnızca eğer proletarya ulusal demokratik devrimde önder rolü oynarsa açılabilir. Fakat bunun ilk ve en temel ön şartı, Komünist Partinin tam bağımsızlığı ve işçi sınıfının önderliği ve devrimdeki hegemonyası için bayrak açarak onun tarafından verilecek açık mücadeledir. Bu olmadığı takdirde, gelişimin kapitalist olmayan yolları hakkındaki tüm laflar yalnızca, sağ Menşevik politikaların [Rus] devrimi öncesi dönemin sol SR söylemiyle örtülmesine hizmet eder; düşünülebilir tüm kombinasyonların en iğrenci. “İşçi ve köylülerin kanının Kuomintang’a akması”na (ne alçakça bir söylem) yardım etme programı hiçbir şey vermez ve hiçbir şey ifade etmez. Orada zaten kazayla başka türden işçi ve köylülerin kanı mevcuttur. Çinli işçilerin dökülen kanı, sınıf bilinçli görevler için dökülen kan değildir. Kuomintang’a giren işçiler Kuomintang’ın izleyicisi haline gelecekler, yani proleter hammadde küçük-burjuva Sun Yat-senci toprakta yeni bir biçime sokulacaktır. Bunun gerçekleşmesini engellemek için, işçiler eğitimlerini Komünist Partide almalıdırlar. Ve bunun için de, Komünist Parti, işçilere mücadelelerinde önderlik etmekte ve Leninizmi Sun Yat-senciliğin karşısına koymakta her türlü dış sınırlamadan bütünüyle muaf olmalıdır.
Ne var ki, belki de makalenin yazarı, köhne ve sahiden Martinovcu bir tarzla, şu perspektifi tasavvur ediyordur: Önce, ulusal burjuvazi, Çinli Menşevikler sayesinde işçi ve köylülerin kanıyla sulanmış Kuomintang aracılığıyla ulusal burjuva devrimi tamamlar. Ve bunu, bu sözde ulusal devrimin Menşevik aşamasını takiben, Bolşevik aşamanın sırası gelir: Komünist Parti Kuomintangdan çekilir, proletarya burjuvaziden kopar, köylülüğü ondan çekip alarak kendine kazanır ve ülkeyi bir “işçi ve köylü demokratik diktatörlüğü”ne yönlendirir. Çok muhtemeldir ki, yazar 1905 dönemindeki iki tabakalaşmayı –Menşevik ve Bolşevik– sindirme başarısızlığının sonucu olan bir kavrayışı kendine kılavuz ediniyor. Ama böylesi bir perspektif ukalâca bir aptallık olarak ilân edilmelidir.
Ulusal demokratik devrimi, önce burjuva ve sonra da proleter bir ruhla iki kere yapmak mümkün değildir. Muhakkak, eğer proleter öncünün burjuvaziden zamanında kopuşuna ve emekçilerin davasına güçlü ve sarsılmaz bağlılığını mücadelenin eşsiz olayları içinde kitlelere göstermesi için devrimci durumdan yararlanmasına engel olursak; eğer bu amaca KP’yi Kuomintang’ın daha da kölesi haline getirerek ulaşırsak, proleter öncünün burjuvaziden gecikmiş bir şekilde kopacağı –pek muhtemelen komünizmin bayrağı altında değil– ve belki de politikayı hepten bırakacağı an er ya da geç gelecektir. Avrupa işçi hareketinin geçmişi Çin’in proleter devrimcilerine sendikalizm, anarşizm vb. biçiminde buna karşılık gelen bir ideoloji sunacaktır. Bu koşullar altında, Çin milliyetçi-demokratik devleti kolayca faşizmin ya da yarı-faşizmin yöntemlerine varacaktır.
Bunu Polonya’da gözlemledik. Pilsudski’nin küçük-burjuva devrimci bir örgüt olan Polonya Sosyalist Partisinin liderlerinden biri olduğu olgusu çok mu eskilerdedir? Peter ve Paul Kalesinde[20] yattığı günler çok mu eskidir? Tüm geçmişi ona küçük-burjuva çevrelerinde ve ordu içinde itibar ve otorite kazandırdı ve bu otoriteyi tamamen proletaryaya karşı faşist bir darbe amacıyla kullandı. Kim Kuomintang kurmayı içinden kendi Pilsudski’lerinin bulunup çıkarılacağını reddetmeye niyetlenebilir? Çıkaracaklardır. Adaylar daha şimdiden gösterilebilir. Eğer Polonyalı Pilsudski kendi evrimini otuz yılda tamamladıysa, Çinli Pilsudski, ulusal devrimden ulusal faşizme dönüşümünü gerçekleştirmek için çok daha kısa bir süreye ihtiyaç duyacaktır. Emperyalist çağda yaşıyoruz, gelişimin temposu son derece ivmelenmiştir, çalkantılar çalkantıları kovalamakta ve her ülke diğerlerinin deneyimlerinden bir şeyler öğrenmektedir. Kuomintang’a işçilerin desteğini sağlayan bağımlı bir Komünist Parti politikasını sürdürmek, proletaryanın, herşeye rağmen, Kuomintang’dan çekilmeye mecbur kalacağı çok uzak olmayan bir anda, Çin’de faşist bir diktatörlüğün en başarılı ve muzaffer inşası için koşulları hazırlamak olacaktır.
Menşevizm, devrimci “baharı”nda bile, tüm ulus çapında ve dünya çapında görevlerin üstesinden gelebileceğini gösteren proletaryanın sınıf partisi (Bolşevizm) olmaya değil, ulusal kalkınmanın nezaretçisi olmaya uğraştı. Burada proletarya partisine daha baştan tâbi bir konum (işbirliği yapmak, itmek, kan naklini gerçekleştirmek vesaire için) yüklenmişti. Ama bu tür bir sahte-Marksist tarih nezaretçiliğinin peşinden koşmanın pratikte her zaman ukalâca bir ahmaklık olduğu kanıtlanmıştır. Menşevikler bunu daha 1905 gibi erken bir tarihte tamamen açığa vurdular; Kautsky aynısını biraz daha gecikerek yaptı, ama daha kararsız olarak değil.
Ulusal bağımlılığa karşı mücadele anlamında bir ulusal devrim, ancak sınıflar mekaniği aracılığıyla başarılabilir. Çinli militaristler bir sınıf örgütünü temsil ederler. Komprador burjuvazi, bir Çin Ekimine ve hatta bir yarı-Ekime varır korkusuyla bir Çin Şubatını arzulamayan Çin burjuvazisinin en “olgun” müfrezesini temsil eder. Çin burjuvazisinin hâlâ Kuomintang’da yer alan kesimi, orada bir iç fren ve komprador burjuvazinin ve yabancı emperyalistlerin yardımcı bir müfrezesini oluşturmaktadır ve yarın devrimci taban üzerine baskı uygulamak ve herşeyden önce proletaryayı dizginlemek amacıyla sırtını Nanking’in bombardımanına dayamaya çalışacaktır.[21] Proletarya iyi yönetilen bir sınıf direnişiyle günden güne onlara karşı koyamadıkça bunu yapmakta başarılı da olacaklar. Bu direnişin gerçekleştirilmesi ise, Komünist Parti, komprador burjuvazi ve yabancı emperyalistlerin yardımcı müfrezesince başı çekilen Kuomintang’a tâbi kaldığı sürece imkânsızdır. Bunu 1927 yılında açıklamak zorunda kalmak ve hele de bu düşünceleri Komintern organının baş makalesine karşı yöneltmek gerçekten de çok utanç verici!
Çin devrimi coğrafi olarak yayıldıkça, aynı zamanda toplumsal olarak da derinleşmektedir. Üç çeyrek milyon kadar işçiyi kucaklayıp bir araya getiren en önemli iki sanayi merkezi Şanghay ve Hankow Milliyetçi hükümetin elindedir.[22] Nanking, emperyalistlerin bombardımanına maruz kaldı. Mücadele derhal daha yüksek bir aşamaya sıçradı. Hankow ve Şanghay’ı ele geçiren devrim böylelikle Çin’deki en gelişmiş sınıfsal çelişkileri kendi içine çekti. Bundan böyle politikayı Güneyin zanaatkâr-esnaf köylüsüne göre yönlendirmek mümkün olmayacaktır. Bu politika zorunlu olarak ya proletaryaya ya da burjuvaziye yönelecektir.
Proletarya, burjuvaziye karşı mücadelede aşağı tabakadan milyonlarca insana yönelmelidir. Bir tarafta bu var. Diğer taraftan, emperyalistler, Nanking katliamıyla şaka yapmadıklarını gösteriyorlar. Bu şekilde Çinli işçileri terörize etmeyi veya tarım hareketini durdurmayı mı umuyorlar? Pek değil. Her durumda, bu onların doğrudan amacı değildir. Herşeyden önce milliyetçi hareketin burjuva zirvelerini, eğer dünya emperyalizminin silahlarını kendi üzerlerinde denemesini istemiyorlarsa aşağı halk tabakasıyla bir kopuşun vaktinin geldiğini anlamaları için zorlamak istiyorlar. Nanking bombardımanı, komprador düşüncelerin, yani güçlü, birleşik ve silahlı, yalnızca kâr değil aynı zamanda kendi işçi ve köylülerine karşı silahlı yardım da sağlayan dünya kapitalizmiyle bağların hayırlı niteliğinin propagandasıdır.
Nanking bombardımanının tüm Çin ulusunu tek vücut olarak kaynaştıracağını vb. ısrarla ileri sürmek saçmalıktır. Böylesi beyanatlar orta-sınıf demokratlara yakışır. Devrim yeni bir düzeye ve milliyetçi kampta çok daha esaslı bir farklılaşmaya ulaşmıştır. Devrimci ve reformist-komprador kanatlara bölünmesi demirden bir zorunluluk olarak durumun bütününden kaynaklanır. İngiliz silahları, başlangıçtaki “evrensel” infial dalgasından sonra, bu süreci sadece hızlandıracaktır. Bundan sonra, işçi ve köylüleri burjuvazinin politik kampına sürmek ve Komünist Partiyi Kuomintang saflarında bir rehin olarak tutmaya devam etmek, bir ihanet politikası izlemekle nesnel açıdan eş anlamlıdır.
KP temsilcileri Milliyetçi hükümette yer almalı mı? Devrimin yeni aşamasına denk düşecek bir hükümete, devrimci bir işçi ve köylü hükümetine, tartışmasız girmelidirler. Bugünkü Milliyetçi hükümete ise hiçbir şekilde. Ama devrimci bir iktidarda komünistlerin temsil sorununu ortaya atmadan önce, bizzat Komünist Parti sorununu düşünmek zorunludur. Şanghay’ın devrim tarafından ele geçirilişinden sonra, önceki politik ilişkiler kesinlikle katlanılmaz bir hale gelmişlerdir. Çin KP’si MK’sının Haziran plenumunun, Kuomintang’dan çekilmeyi ve bu örgütle sol kanadı aracılığıyla bir blok yapmayı talep eden kararını koşulsuz biçimde doğrulayıp onaylamak gerekir.
Komünist Enternasyonal’deki baş makalenin yaptığı gibi, Kuomintang içerisinde bir sol hizip örgütleme gereksinimini reddetmek ve bunun yerine bir bütün olarak Kuomintang’ı sola yöneltmeyi tavsiye etmek sırf gevezelikle meşgul olmaktır. Politik bir örgütlenme, bu sol yönelimin partizanlarını onun içinde bir araya getirmekten ve onları muhaliflerine karşı konumlandırmaktan başka hangi yolla sola yöneltilebilir? Kuomintang şüphesiz buna itiraz edecektir. Onuncu Parti Kongremizin hiziplere karşı kararına atıfta bulunmaya başlamaları pek mümkündür. Tek parti diktatörlüğü sorununda böylesi bir maskaralığa zaten şahit olduk. Kuomintangdaki sağ kanat, örnek olarak SBKP’ye atıfta bulunarak, tek parti diktatörlüğünün mutlak gerekliliğinde ısrar ediyor. Benzer bir şekilde, devrimci diktatörlüğü uygulayan tek bir partinin kendi bağrında hizipleri hoş karşılayamayacağında da ısrar edeceklerdir. Ama bu sadece, Kuomintang aracılığıyla iktidarı ele alan milliyetçi kampın sağ kanadının, bu yolla işçi sınıfının bağımsız partisini yasaklamaya ve küçük-burjuvazinin radikal unsurlarını bizzat parti içerisinden Kuomintang önderliği üzerinde gerçek bir etki sağlamanın tüm olanaklarından mahrum bırakmaya çalıştığını gösterir. Yukarıda analiz ettiğimiz makalenin yazarı, Kuomintang’ın burjuva kanadıyla buluşabilmek için tüm bu sorunlarda burnunun dikine gidiyor.
Çok açık bir şekilde anlamalıyız ki, Çin burjuvazisi hâlâ kendisini Rus devriminin otoritesiyle örtmeye çabalamakta ve özellikle proletaryaya karşı kendi diktatörlüğünü güçlendirmek amacıyla Çin proletaryasının gelecekteki diktatörlüğünün biçimlerinden aşırmalar yapmaktadır. Tam da bu nedenle, Çin devriminin içinden geçtiği aşamanın belirlenmesinde hiçbir muğlaklığa müsaade etmemek bugün son derece önemlidir. O bir sosyalist değil burjuva-demokratik devrim sorunudur. Ve bu sonuncusu çerçevesinde iki yöntem arasındaki mücadele sorunudur: işçi-köylü karşısında burjuva-uzlaşmacıları. Bugün, ulusal demokratik devrimin sosyalist devrim katına yükselebileceği koşullar ve tarz hususunda, bunun bir kesintiyle mi yoksa kesinti olmaksızın mı gerçekleşeceği ve bu kesintinin uzun mu yoksa kısa mı olacağı hususunda ancak spekülâsyon yapılabilir. Olayların gelişimi gerekli açıklığı sağlayacaktır. Ama bugünkü devrimin burjuva karakteri sorununu, kapitalist olmayan bir gelişim hakkında genel fikirlerle lekelemek Komünist Partiyi şaşırtmak ve proletaryayı silahsızlandırmaktır. Umarız, Uluslararası Merkez Kontrol Komisyonunun Çin komünistlerini, Kuomintang içerisinde bir sol hizip inşa etme girişiminden sorumlu tuttuğunu görecek kadar yaşamayız.
Proletaryanın sınıf çıkarları açısından –ve bunları temel kriterimiz olarak ele alırız– burjuva devriminin görevi, burjuvaziye karşı mücadelelerinde işçiler için azami özgürlüğünün güvence altına alınmasıdır. Bu bakış açısından, ne diğer partilere ne de kendi içerisinde hiziplere izin vermeyen tek bir merkezi parti hususunda Kuomintang liderlerinin felsefesi, proletaryaya düşman bir felsefe, gelecekteki Çin faşizminin ideolojik temellerini döşeyen karşı-devrimci bir felsefedir. Çin KP’sinin Kuomintang’dan çekilmesinin işbirliğinin bozulması anlamına geleceğini söylemek saçmalıktır. Bu, işbirliğinin değil, uşaklığın ortadan kaldırılmasıdır. Politik işbirliği, taraflar arasındaki eşitliği ve aralarındaki bir mutabakatı ön gerektirir. Çin’deki durum bu değildir. Proletarya küçük-burjuvaziyle bir mutabakat içerisine girmiyor tersine onun liderliğine örtülü bir biçim altında, bu teslimiyeti oluşturan örgütsel bir örtüyle boyun eğiyor. Bugünkü şekliyle Kuomintang, proletarya ve burjuvazi arasındaki “eşitsiz bir anlaşma”nın cisimleşmesidir. Nasıl bir bütün olarak Çin devrimi emperyalist güçlerle eşitsiz anlaşmaların yürürlükten kaldırılmasını talep ediyorsa, Çin proletaryası da kendi burjuvazisiyle bu eşitsiz anlaşmayı öyle tasfiye etmelidir.
Çinli işçilere sovyetlerin oluşturulması çağrısında bulunmak gerekiyor. Hong Kong proletaryası genel grev sırasında, yapısı ve işlevleriyle işçi sovyetlerinin temel modeline çok yakın bir örgüt oluşturdu. Bu deneyim temel alınarak daha ileri gidilmelidir. Şanghay proletaryası zaten paha biçilmez bir mücadele deneyimine sahiptir ve tüm Çin’e örnek oluşturacak ve böylelikle de tüm gerçekten devrimci örgütler için bir çekim merkezi haline gelecek işçi delegeleri sovyetlerini yaratmaya bütünüyle muktedirdir.
New International (New York), Mart ve Nisan 1938’den.
16 Nisan 1927
Sevgili yoldaşlar,
Dün, Çin sorununun tartışılması sırasında, Yoldaş Stalin’in, Yoldaş Zinovyev ve benim Çin devriminin sorunları konusundaki politikamızın temel yanlışlarına dair eleştirilerimize karşı esas yanıtı şu sözleri yinelemek oldu: “Zinovyev neden söylemedi?”, “Troçki neden yazmadı?” Burada, bu sorun hakkında neler yazıp söylediğimize geri dönmeye kalkmayacağım. Hiç kuşku yok ki, eğer öneri ve öğütlerimiz daha önyargısız ve daha az düşmanlıkla dikkate alınmış ve zamanında daha ciddi düşünülmüş olsaydı, en önemli hatalardan kaçınmış olabilirdik.
Son zamanlardaki temel sorunların, Merkez Komite üyelerinin katılmadığı Politbüronun kapalı plenumlarında karara bağlandığı gerçeği üzerinde uzun boylu durmayacağım. Bu mektubun amacı, geçmişte olan biteni hatırlatmak değil, bugünün ve geleceğin temel sorununu ortaya koymaktır: Çin’de sovyetler sorunu. Yoldaş Stalin, Çinli işçi ve ezilen kitlelere genel olarak sovyetleri kurmaları çağrısına karşı çıkmıştır. Ne var ki bu sorun Çin devriminin ilerleyişi açısından belirleyici bir öneme sahiptir. Sovyetler olmaksızın tüm Çin devrimi Çin burjuvazisinin üst katmanlarına ve onlar aracılığıyla da emperyalistlere hizmet edecektir.
Plenum bu temel sorunu ele almadı. Ne var ki, sorun gittikçe ağırlaşıyor. Bu sorun daha fazla ertelenemez, çünkü Çin devriminin tüm kaderi sovyetlerin oluşumu sorununa bağlıdır. Bu sorunu burada öne çıkarmamın nedeni de budur.
Yoldaş Stalin’in mantığı şudur: “sovyetler iktidar mücadelesinin başlıca organlarıdır; sovyet çağrısında bulunmak gerçekte proletarya diktatörlüğünü, Çin Ekimini müjdelemektir.” Peki o zaman 1905’te neden sovyetlerimiz vardı? “Çarlığa karşı mücadele ediyorduk” diye yanıtlar Stalin. “Çin’de çarlığa karşı bir mücadele yoktur. Doğrudan doğruya bir Ekim için başı çekmediğimize göre sovyetlerin oluşturulması çağrısında bulunmamalıyız.”
Tüm bu mantık, teorik olarak Lenin’in aydınlattığı tüm devrim deneyimimizin anlamını o kadar bariz biçimde çarpıtmaktadır ki, kendi kulaklarımla işitmeseydim ciddi ve sorumluluk sahibi bir devrimcinin böyle şeyler söyleyebileceğine asla inanamazdım.
Sorunu kısaca çözümlemeye çalışalım.
1. Çara karşı, henüz proletarya diktatörlüğü için bir mücadele yürütmezken sovyetleri oluşturmak kabul edilebilir bir şeydi. O halde neden, proletarya diktatörlüğünün kurulmasını acil bir görev olarak ortaya koymaksızın, sovyetler aracılığıyla, Çinli militaristler, kompradorlar, toprak ağaları ve yabancı emperyalistler bloğuna karşı bir savaşım yürütmek kabul edilemez olsun? Neden?
Eğer insan Stalin’in geçmişte (ve belki de hâlâ?) düşündüğü gibi, Çin’in birliğinin, Kuomintang aracılığıyla Komünist Partiyi kendisine tâbi kılmış, KP’yi en temel bağımsızlığından (bir basına sahip olmaktan bile!) mahrum etmiş ve ele geçirilen bölgeleri gerici bürokrasi aracılığıyla yönetmiş olan burjuva Kuomintang önderliğince sağlanması gerektiğini düşünüyorsa, eğer ulusal devrim bu demekse, o zaman şüphesiz sovyetlere yer yoktur. Ne var ki, eğer burjuva Kuomintang önderliğinin, yalnızca sağ kanadın değil sol merkezcilerin de demokratik milliyetçi devrimi sonuna ve hatta yarı yola kadar götürmekten aciz olduğu ve emperyalistlerle bir uzlaşmaya varmaktan geri kalmayacağı görülürse; eğer bu anlaşılırsa, bu önderliği değiştirmeye erkenden hazırlanmak gerektiği ve dahası bugün bunun daha da zorunlu olduğu anlaşılır. Değiştirmek, yalnızca ve basitçe Çan Kay-şek’i, biraz daha su katılmış haliyle aynı eski hamurdan olduğu ortaya çıkacak olan Wang Çing-wei ile değiştirmek anlamına gelmez. Sorun yüzleri değiştirerek çözülmez. Değişiklik işçilerin, küçük-burjuvaların, köylülerin ve ordudaki asker kitlelerinin lafta değil gerçek ve pratik desteğine dayanan devrimci bir hükümeti hazırlamak anlamına gelir. Bu ancak, bağımsızlığa ve yaşam koşullarında bir değişikliğe vb. duydukları özlemle birlikte uyanan kitlelerin ve devrimci koşulların gereklerini karşılayacak türden bir örgütü kitlelere sağlamakla başarılabilir. Bu örgüt sovyettir.
2. Stalin, ilkin burjuvazinin devrim için örgütlenmemiş kitlelerin desteğiyle (ki örgütlenmiş olsalar onu desteklemeye başlamazlardı) emperyalizme karşı mücadeleyi tamamlamak zorunda olduğunu ve ancak o zaman sovyetler için hazırlıklara başlayacağımızı hayal ediyor. Bu düşünce iliklerine kadar yanlıştır! Tüm mesele, emperyalizme ve Çin gericiliğine karşı mücadelenin nasıl yürütüleceği ve bu mücadelede kimin önder rolünü oynayacağıdır. Demokratik işçi-köylü diktatörlüğüne doğru ilerlemek ancak emperyalizme karşı uzun ve sürekli bir mücadele temelinde; ancak işçiler ve köylüler üzerinde etki kazanmak amacıyla ulusal-liberal burjuvaziye karşı bir mücadele temelinde; ancak sırf emperyalizme değil Çin burjuvazisine de karşı işçi ve köylülerin bir kitle örgütü temelinde mümkündür. Bu örgütün alabileceği yegâne biçim sovyetlerdir.
3. “Sovyetler ordunun gerisinde örgütlenmemeli” diyor Stalin. Bu, generallerin bakış açısıdır bizim değil. Generaller, sendikaların da ordunun gerisinde örgütlenmemesi gerektiğini savunurlar. Ama biz biliyoruz ki hem sovyetler hem de sendikalar geride devrimci orduya mükemmel bir yardımcıdır. “Ama sovyetlerin ayaklanma organları olduğunu anlamıyor musunuz” diye yanıtlıyor Stalin. “Bu sizin ordunun gerisinde bir ayaklanma örgütlemeye ve iktidarı ele geçirmeye niyetlendiğiniz anlamına gelir.” Bu sorunun yanlış ve karikatürleştirilmiş bir formülasyonudur! Sovyetlerin iktidar mücadelesinin organları olduğu doğrudur. Ama hiç de böyle doğmazlar; bu doğrultuda gelişirler. Fakat yalnızca mücadele deneyimi sayesinde diktatörlüğün (bu durumda demokratik diktatörlüğün) organları rolü için olgunlaşabilirler. Demokratik işçi ve köylü diktatörlüğü için çalışmaya cidden niyetimiz varsa, sovyetler, gelişmek ve açığa çıkan olaylara –askeri olanlar da dahil– müdahale etmek için zamana ihtiyaç duyacaktır, böylece sovyetler sağlam bir yapıya kavuşmuş, deneyim kazanmış hale gelebilir ve ardından iktidar için ileri atılabilir.
“Ama, biliyorsunuz ki, [KMT] merkezi sovyetlere izin vermeyecektir.” Bu bakış açısıyla hiç bir ortak noktamız yok. Merkezin neye izin verdiği ya da vermediği güçler dengesine bağlı olacaktır. Bu denge proletaryanın tarafına kaydırılmalıdır. Ayağa kalkmış ama örgütsüz kitleler Kuomintang üst katmanlarının politik örgütünün önderliğini izlerken, kaçınılmaz olarak büyük burjuvazi ve generallere proletarya karşısında bir üstünlük sağlıyorlar. Çin’in henüz kendi Ekimine ulaşmadığını ileri sürmek ve bu nedenle kitlelerin dağınıklık durumunu muhafaza etmek, gerçekte burjuvaziyi ve onun merkezini güçlendirirken kendi ellerimizle proletaryayı zayıflatmak ve sonra da bu merkezin ordunun berisinde sovyetlere izin vermeyeceğini bahane etmek anlamına gelir.
4. Peki işçiler neden yalnızca Kuomintang’a katılamıyorlar? Sahiden Kuomintang yeterli bir örgüt değil midir? Sorunu bu şekilde ortaya koymak için insanın yaptığımız ve öğrendiğimiz herşeyi tamamen unutmuş olması gerekir. Kuomintang, bayrağının popülerliğine rağmen, en üst katmanlar tarafından sımsıkı kontrol edilen bir parti örgütüdür. Yüz binlerce ve hatta milyonlarca işçi ve köylünün devrim sırasında bir parti örgütüne katılacakları gerçekten düşünülebilir mi? Nerede ve ne zaman böyle bir şey yaşandı? Gerçekte, sovyetin önemi şurada yatmaktadır ki, sovyetler, parti için hiçbir şekilde olgunlaşmamış ve birkaç yıl boyunca da olgunlaşamayacak olan kitle kesimlerini derhal kendilerine çekerler. Kuomintang’ın sovyetlerin yerine ikame edilebilecek bir şey olduğunu açıklamak, katlanılmaz bir safsatayla uğraşmak demektir. Kuomintang 300.000 üyeye sahip. Şu anda bu 300.000 (eğer bu sayı abartılı değilse) dağınık durumdadır. Ancak şimdilerde Kuomintang seçimlerinin gerekliliğinden bahsediliyor, yani parti üyelerinin oylarıyla önderlik organlarının seçiminden bahsediliyor; söylemeye gerek yok ki, milyonlarca kitlenin Kuomintang üyelerini seçmesinden söz edilmiyor. Gerçek şu ki, Kuomintang’ı sovyetlerle eşitleyen böylesi bir safsatacılığa başvurmak zorunda kalmak, sovyetlerin kapıyı çaldığını ve sovyetlerin bu bir Ekim mi yoksa değil mi şeklindeki doktriner şemalarla bir tarafa kaldırılıp atılamayacağını gösterir.
5. Ama sovyetlerin oluşumu “erken doğmuş bir ayaklanmaya” yol açmayacak mıdır? Kitleler kendi devrimci iradelerini somutlayan, sözü dinlenir bir örgütten mahrum kaldığında erken doğmuş ayaklanmalar çok daha kolay ve çok daha sıklıkla patlak verirler. Yani büyük devrimci merkezlerde sovyetlerin olmayışı, sınıf mücadelesinin örgütsüz durumu ve doğru bir politik önderlik eksikliğinin bir sonucu olarak kaotik, erken doğmuş ve hedefsiz patlamalara yol açacaktır. Zaten çoktan beri yaşanmakta olan durum da budur. Her devrimci deneyim bunu doğrulamaktadır.
6. Sovyetler ne yapacaklar? Yapacakları ilk ve en acil şey, işçilere bir örgüt sağlamak ve onlara askerlerle kardeşleşmelerini örgütlemekte yardımcı olmaktır. Bir sanayi kentinin ya da bölgesinin işçi delegeleri sovyetinin ilk görevi kendi saflarına asker delegelerini, garnizon temsilcilerini çekmek olmalıdır. Bu, Kuomintang’ın üst katmanlarının ve diğer süprüntülerin Bonapartist ve faşist girişimlerine karşı ciddi bir güvence elde etmenin en kesin –ya da daha doğrusu biricik– yoludur. İşçi ve asker delegeleri sovyetlerini örgütlemekteki başarısızlık, askerlerin Çan Kay-şek’in kurşun askerlerine dönüşmesi ve Şanghay’da yaşanana benzer kanlı bir işçi kıyımı için sahneyi hazırlamak anlamına gelecektir.
7. Şehirlerde bu şüphesiz yalnızca işçilerle sınırlandırılmamalıdır. Küçük zanaatkârların, küçük dükkâncıların ve genel olarak kentin ezilen alt tabakalarının sovyetlere çekilmesi zorunludur. Bu işçilerin orduyu devrimci kuşatmasını kolaylaştıracaktır. Yine de eğer bu yapılmazsa, Şanghay’ın ve onunla birlikte devrimin kaderi birkaç aşağılık Bonapartiste bağlı olacaktır.
8. Bu hiçbir şekilde şehirlerle sınırlandırılmamalıdır. Sovyet ağı mümkün olduğunca hızlı bir biçimde, mevcut köylü birliklerine dayanarak, onların çatısını genişleterek, programlarını geliştirerek ve onları işçi ve askerlerle birleştirerek, büyük sanayi merkezlerinden taşraya yayılmalıdır.
9. Sovyetler ne yapacaklar? Yerel yetkililerle ülkeyi yönetenler arasındaki ilişkiyi öğrenerek ve kitlelere öğreterek yerel gerici bürokrasilere karşı mücadele edecekler. Bu aynı bürokrasilere, militarist çetelere, toprak ağalarına vb. karşı kırsal bölgelerde mücadele edecekler. Böylece Çin birleşinceye kadar (“bir kurucu meclis oluşuncaya kadar”) ertelenemeyecek olan tarım devriminin organları haline gelirler.
10. Komiserler, gerici generallerin altındaki, bu aynı generallerce atanmış, genellikle tamamen dalkavuk iktidarsız figüranlardır. İçinden geçtiğimiz dönemde bir komiserin herhangi bir ağırlığa sahip olmasının yegâne yolu, tamamen politik bir partiye –hele Kuomintang gibi hiçbir ciddi örgütsel yapıya sahip olmayan bir partiye ya da Komünist Parti gibi eli kolu bağlanmış ve üstelik bağımsız bir gazeteden bile mahrum edilmiş bir partiye– dayanmak değil güçlü yerel kitle organlarına dayanmaktır. İşçi, köylü ve asker sovyetlerinin oluşumu Ulusal Devrimci Ordunun gerçekten devrimci bir demokratizasyonu için gerekli zemini döşeyecektir ki aksi takdirde bu ordu kaçınılmaz olarak yerli malı Çin Bonapartizminin bir aracı haline gelecektir.
11. Sovyetler sayesinde güçlerin –doktriner ve yapay değil– gerçek ve sahici bir yeniden gruplaşması meydana gelecektir. Yerli ve yabancı gericilere karşı bugünkü, gerçek mücadelenin içinde olan ya da içinde olacak olan tüm sınıflar, katmanlar ve tabakalar sovyetlere gireceklerdir. Çeşitli Kuomintang “liderleri”ni dürtükleme, onlara göz yumma, birini diğerinin karşısına koyma ve bunların tüm kombinasyonları yerine, perde arkasındaki tüm bu dalaverelerin, yetersizliklerin ve bugün tümüyle açığa çıkan iktidarsızlığın yerine başka bir şey, çok daha ciddi, gerçek devrimci sınıfsal ayıklama geçirilecektir. Güçlerin saflaşması şu şekilde gerçekleşecektir: sovyetler için ya da ona karşı, yani, devrimin daha yüksek bir aşamaya geçişini hazırlamak için ya da Çin burjuvazisiyle emperyalizm arasında bir uzlaşma için. Eğer sorun bu şekilde ortaya konmuyorsa, demokratik işçi-köylü diktatörlüğü vb.nin tüm olanakları –gelişimin kapitalist olmayan yollarına değinmeye gerek bile yok– Çinli halk kitleleri kokuşmuş milliyetçi liberallerce önderlik edilen bir devrimin kurşun askerleri olarak kalmaya devam ederken sırf bizleri avutan konuşmalar olarak kalacaklardır.
12. Sovyetlerin oluşumuna karşı çıkan şunu söylemelidir: Tüm iktidar Kuomintang’a. Ama Kuomintang, komünistlere “komutam altına girin” diyor, Sun Yat-senciliği eleştirmelerini yasaklıyor ve Rusya’da da tek parti diktatörlüğü olduğuna işaret ederek komünistlerin bir gazetesinin olmasına dahi izin vermiyor. Fakat Kuomintang burjuva devrimindeki bir burjuva partiyken, Rusya’daki tek parti diktatörlüğü, proletarya diktatörlüğünün ve sosyalist devrimin bir ifadesidir. Sovyetler olmaksızın mevcut somut koşullarda, diktatörlük, işçileri silahsızlandırmak, komünistlerin çenesini kapamak, kitleler arasında bir örgütsüzlük durumu ve Çan Kay-şekvari darbeler anlamına gelir.
13. Bu, Kuomintang ile savaş anlamına mı gelir? Saçmalık! Saçmalık! Saçmalık! Buradaki sorun Kuomintang’la işbirliğini çok daha geniş ve çok daha derin bir temelde –milyonlarca işçi, asker, köylü ve diğerlerinin delege sovyetleri temelinde– örgütlemektir. Şüphesiz, bu işbirliği, Komünist Partinin Kuomintang’ı eleştirmekte tam ve koşulsuz özgürlüğünü ön varsayar ve bu eleştiri özgürlüğü de komünist basın ve komünist örgütlenme özgürlüğünü ön gerektirir.
14. Kuomintang içerisinde tam bir politik bölünme olmadığı sürece, genel olarak tüm Çan Kay-şekçi unsurlardan arındırılmadığı sürece, onun içinde ortak bir devrimci faaliyet söz konusu olamaz. Kuomintang içerisindeki farklılaşma, temizlenme ve çelikleşme, başka herşeyden fazla sovyetler sorunu üzerinde çok daha kolay ve çok daha keskin bir şekilde ilerleyecektir. Eski Kuomintang’ın sovyetleri destekleyen ve sovyetlere katılan kesimiyle, yani gerçek kitlelerle gerçek temasa geçen kesimiyle el ele çalışacağız. Şüphesiz devrimci bir Kuomintang’la el ele çalışırken, bu müttefikimize karşı gözümüzü dört açacağız ve onun kararsızlığını, geri adımlarını ve hatalarını ve söylemeye gerek yok ki olası ihanetini açıkça eleştireceğiz. Bu şekilde, Kuomintang’la en sıkı işbirliği temelinde, Komünist Partinin etkisini sovyetler üzerinde ve sovyetler aracılığıyla daha da genişletmeye çabalayacağız.
15. Ama sovyetler belirsiz bir süre boyunca ikili iktidar anlamına gelmez mi? Bir tarafta ulusal devrimci hükümet (eğer baştan aşağı yeniden örgütlendiğinde durumunu korur ve bir düzelme gösterirse) ve diğer tarafta da sovyetler. Evet, bu ikili iktidar ya da ikili iktidarın unsurları anlamına gelir. “Ama biz ikili iktidara karşıydık.” Biz, bir proleter parti olarak iktidarı kendimiz fethetmeye çabaladığımız sürece bir ikili iktidar rejimine karşıydık. Sovyetler burjuvazinin diktatörlüğe ilişkin her hak iddiasını sınırladığı sürece Geçici Hükümet varken ikili iktidardan, yani bir sovyet sisteminden yanaydık. Şubat devrimi sırasında ikili iktidar yeni devrimci olanaklar içerdiği ölçüde ilericiydi. Ama bu ilericilik ancak geçici olabilirdi. Çelişkinin çıkış yolu proletarya diktatörlüğüydü. İkili iktidar bizde yalnızca sekiz ay sürdü. Çin’de bu geçiş rejimi belli koşullar altında çok daha uzun sürebilir ve ülkenin çeşitli kesimlerinde farklılık gösterebilir. Sovyetler çağrısında bulunmak ve sovyetleri örgütlemeye başlamak gerçekte Çin’e ikili iktidar unsurlarını sokmaya başlamak anlamına gelir. Bu hem gerekli hem de yararlıdır. Yalnızca bu bile proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü için daha ileri olanaklar yaratacaktır. Bu olmaksızın, bu diktatörlük hakkındaki tüm konuşmalar, Çin halk kitlelerinin hiçbir şey anlamadığı bir gevezelikten başka bir şey değildir.
16. Burada, henüz gündemde olmadığı için, çok önemli bir sorunu, geleceğin işçi-köylü diktatörlüğünün proletarya diktatörlüğüne ve doğrudan doğruya sosyalist bir devrime doğru gelişiminin yolları ve gelecekteki olanakları sorununu değerlendirmeyeceğim. Böylesi bir perspektifin olduğu ve bir gerçeklik haline gelmek için her türlü şansa sahip olduğu –Batıdaki proleter devriminin elverişli bir gelişim temposunda olması durumunda– her Marksist için apaçıktır. Bu tartışılabilir ve tartışılmalıdır. Ama bu perspektif, silahlı burjuva hainlerin kontrolü ellerine geçirdikleri bugünkü durumun filozofça bir telâfisine dönüştürülmemelidir. Bugünün temel ve hayati görevi bir sonraki aşamaya, sonraki olanak ve olasılıkları ortaya çıkaracak aşamaya hazırlanmaktır.
17. Çin devriminin bu aşamada ulusal-demokratik, yani burjuva olduğu hepimiz için temel ilkedir. Ne var ki bizim politikalarımız basitçe bir burjuva etiketi taşıyan devrimden değil, bu devrim içinde sınıf ilişkilerinin güncel gelişiminden çıkar. Yoldaş Martinov çok açıkça ve üstünü örtmeden, devrimin burjuva ama anti-emperyalist olmasından dolayı, çıkarları emperyalizmi alt etmek olan Çin burjuva kesimlerinin devrimden yan çizemeyecekleri şeklindeki eski Menşevik kavrayışla hareket ediyor. Çan Kay-şek, emperyalistlerle bir anlaşma yapmakla ve Şanghay proletaryasını ezip geçmekle Martinov’a bu konuda bir yanıt verdi. Yoldaş Stalin’in yolunu şaşırdığı yer tam da burasıdır, çünkü devrimi genel olarak proleter değil burjuva diye tanımlaması, sovyetlerin gerekli olmadığı sonucuna götürmektedir. Stalin, sınıf mücadelesinin gerçek gidişatını bir sınıflar tarifesiyle değiştirmek istiyor. Ama bu tarife, devrimi bir burjuva devrim olarak tanımlayan biçimsellikten türetilmektedir. Bütünüyle yanlış olan bu tutum Lenin’in öğrettiği herşeyle çelişmektedir.
L. Troçki
7 Mayıs 1927
“Çin Devriminin Sorunları” başlığını taşıyan Yoldaş Stalin’in tezleri 21 Nisan 1927’de, Merkez Komitenin[*] genel plenumunun kapanışından birkaç gün sonra Pravda’da yayınlandı. Bu tezler plenuma hiçbir şekilde sunulmadı ve (plenumun tüm üyeleri Moskova’da olmasına rağmen) plenumda asla tartışılmadı.
Dahası, Yoldaş Stalin’in tezleri, o kadar yanlıştır, sorunu o derece baş aşağı çevirmektedir, kuyrukçuluk ruhuyla öyle doludur, bugüne dek yapılan yanlışları devam ettirmeye öyle meyillidir ki, bu tezler hakkında suskun kalmak açık bir suç olurdu.
26 Ağustos 1930
1925-27 Çin devrimi, Rusya’daki 1917 devriminden sonra modern tarihin en büyük olayıdır. Çin devriminin sorunları üzerinde komünizmin temel akımları bir çatışma içine girmiştir. Kominternin bugünkü resmi önderi Stalin, Çin devriminin olayları içerisinde kendi gerçek kişiliğini açığa vurmuştur. Çin devrimine ilişkin temel belgeler dağıtılmış, oraya buraya saçılmış ve unutulmuştur. Bazıları ise dikkatlice saklanmıştır.
Bu sayfalarda, Stalin ve onun en yakın yardımcılarının konuşmaları ve makaleleri ışığında ve şüphesiz ki Stalin tarafından dikte edilen Komintern kararlarının ışığında, Çin devriminin temel aşamalarını yeniden üretmek istiyoruz. Bu amaçla kendi arşivlerimizdeki gerçek metinleri kullanıyoruz. Özellikle genç bir Stalinist olan Çitarov’un Sovyetler Birliği Komünist Partisi On Beşinci Kongresindeki konuşmasından parçalar aktarıyoruz, ki bunlar Stalin tarafından partiden saklanmıştır. Okuyucular, genç bir Stalinist memur-kariyerist olan, Çin’deki olaylara katılan ve şu anda Komünist Gençlik Enternasyonali’nin liderlerinden biri olan Çitarov’un tanıklığının muazzam önemini kendiliğinden anlayacaklardır.
Gerçekleri ve alıntıları daha anlaşılabilir kılmak amacıyla, Çin devriminin en önemli olaylarının sıralanışını okuyucuya hatırlatmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
20 Mart 1926 –Çan Kay-şek’in Kanton’daki ilk darbesi.
1926 Sonbaharı –Kuomintang delegesi olarak Çan Kay-şek’in katıldığı KEYK Yedinci Plenumu.
12 Nisan 1927 –Şanghay’da Çan Kay-şek’in hükümet darbesi.
Mayıs 1927’nin sonları –Wuhan’daki “sol” Kuomintang’ın karşı-devrimci darbesi.[134]
Mayıs 1927’nin sonları –KEYK Sekizinci Plenumu komünistlerin görevinin “sol” Kuomintang içinde kalmak olduğunu ilân ediyor.
Ağustos 1927 –Çin Komünist Partisi ayaklanmaya doğru giden bir rota ilân ediyor.
Aralık 1927 –Kanton ayaklanması.
Şubat 1928 –KEYK Dokuzuncu Plenumu Çin için silahlı ayaklanma ve sovyetlere doğru giden bir rota ilân ediyor.
Temmuz 1928 –Komintern Altıncı Kongresi silahlı ayaklanma sloganını pratik bir slogan olarak reddediyor.
8 Ocak 1931
Sevgili Yoldaşlar;
Geçtiğimiz birkaç ay boyunca sizlerden oldukça fazla sayıda İngilizce, Fransızca ve Rusça belge ve mektup aldım ve bir o kadar da Çince basılmış Muhalefet yayını. Hastalığımı takiben içine girdiğim yoğun çalışma beni sizlere hemen bir yanıt vermekten alıkoydu. Son günlerde, ortaya attığınız soruları yanıtlayabilmek için elime geçen tüm belgeleri –maalesef Çince olanlar hariç– dikkatlice inceledim.
Daha baştan şunu söylemeliyim ki, yeni belgeleri incelemekle sonuçta, birleşme yoluna girmiş bulunan çeşitli gruplar arasında ilkesel olarak hiçbir farklılık olmadığına kanaat getirdim. Taktiklerde nüanslar söz konusudur, ki bunlar gelecekte, olayların gidişatına bağlı olarak belki farklılıklar şeklinde gelişebilirler. Ne var ki, bu fikir ayrılıklarının kaçınılmaz biçimde önceki gruplaşmaların çizgisine denk düşeceğini varsaymak için hiçbir neden yoktur. Aşağıda, tartışmalı ya da yarı tartışmalı sorunları buradan gördüğüm şekliyle analiz etmeye çalışacağım.
1. Komünist Partinin Kuomintang’a girişi daha en baştan bir hataydı. Bunun –şu ya da bu belgede– açıkça ifade edilmesi gerektiğine inanıyorum, bilhassa bu hususta Rus Muhalefeti büyük ölçüde bu suça ortak olduğundan ötürü. Grubumuz (1923 Muhalefeti), Radek ve onun en yakın birkaç dostu hariç, daha en başında Komünist Partinin Kuomintang’a girmesine ve Kuomintang’ın da Komintern’e kabul edilmesine karşı idi. Zinovyevciler buna ters bir tutum takınmışlardı. Radek, kullandığı oyla, Zinovyevcileri Muhalefet merkezinde çoğunluk haline getirdi. Preobrajenski ve Pyatakov bu sorun yüzünden Zinovyevcilerle kurduğumuz bloğu parçalamamak gerektiğini düşünüyorlardı. Sonuç olarak, Birleşik Muhalefet bu sorunda iki anlama da gelebilen bir tutum takınmış ve bu tutum, bir dizi belgeye, hatta Muhalefet platformuna bile yansımıştır.[148] Şu da not edilmeye değer ki, bu sorunda Zinovyevciler ya da uzlaşmacı bir tutumu benimseyen Rus Muhaliflerinin hepsi teslim olmuşlardır. Diğer taraftan, bugün hapishanelerde ya da sürgünde olan yoldaşların hepsi daha en başından itibaren Komünist Partinin Kuomintang’a girmesine karşı idiler. Bu da ilkeli bir tutumun gücünü gösterir!
2. Proletaryanın ve yoksulların diktatörlüğü sloganı, proletarya diktatörlüğü sloganıyla çelişmez, tersine onu yalnızca tamamlar ve halkın gözünde daha anlaşılır kılar. Çin’de proletarya yalnızca küçük bir azınlıktır. Bir güç haline ancak etrafında çoğunluğu, yani kent ve kır yoksullarını birleştirmekle gelebilir. Bu düşünce aslında proletaryanın ve yoksulların diktatörlüğü sloganıyla dile getirilmektedir. Tabiatıyla, platformda ve programatik makalelerde açıkça ve ayırt edici bir biçimde, önderlik rolünün, yoksulların bir rehberi, bir öğretmeni, bir muhafızı gibi davranan proletaryanın elinde yoğunlaştığına işaret etmek zorundayız. Ne var ki, ajitasyonda proletaryanın ve yoksulların diktatörlüğü kavramını kısa bir slogan olarak kullanmak tümüyle doğrudur. Bu şekliyle, bu sloganın “proletaryanın ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü” sloganıyla hiçbir ortak yanı yoktur.
Çen Tu-ziu ve diğerlerinin imzasını taşıyan uzun bir belgede (15 Aralık 1929) sorun şu şekilde formüle edilmiştir:
Çin’de burjuva-demokratik devrimin görevleri (ulusal bağımsızlık, devletin birliği ve tarım devrimi) ancak, kent ve kır yoksullarıyla onların önderi olarak kurduğu ittifak içinde Çin proletaryasının politik iktidarı ele geçirmesi koşuluyla çözüme bağlanabilir. Diğer bir deyişle, Çin’de burjuva-demokratik devrimin sonucu ve zaferi ancak Rus yoluyla, yani bir Çin Ekimi yoluyla başarılabilir.[149]
Bu formülasyonun bütünüyle doğru olduğuna ve her türlü yanlış anlama olasılığını dışladığına inanıyorum.
3. Çin devriminin karakteri sorununda Komintern önderliği bir açmaza girmiştir. Olayların deneyimi ve Sol Muhalefetin eleştirileri “demokratik diktatörlük” fikrini bütünüyle yerle bir etmiştir. Ne var ki, eğer bu formül bir tarafa bırakılırsa, sürekli devrim teorisine dönmek dışında başka hiçbir çıkış yolu kalmaz. Komintern’in acınası “teorisyenleri” bu iki teori arasında kaldılar, tıpkı Buridanın eşeğinin o hiç de gıpta edilmeyecek durumda kalması gibi.[150] Manuilski’nin kaleme aldığı Ekim devriminin yıldönümü makalesi (Pravda, 7 Kasım 1930) bu konudaki en son keşiftir. Bundan daha aşağılık bir körlük, kretenizm ve hainlik düşünülemez. Stalinist bürokratların Buridancı teorisi Biulleten Oppozitsii’nin son sayısında analiz edilmişti (no.17-18).[151] Bu temel sorunda, tüm belgelerinizin de gösterdiği gibi sizlerle en küçük bir farklılığımız hiçbir şekilde mevcut değildir.
4. Bazı mektuplarda, birtakım grupların ya da tek tek yoldaşların Çin “Kızıl Ordusu”na ilişkin olarak onları eşkıya çetelerine benzeten yanlış bir tutum takındığından şikayet ediliyor. Eğer bu doğruysa, buna derhal bir son verilmelidir. Şüphesiz, lümpen proleter unsurlar ve profesyonel eşkıyalar da devrimci köylü birliklerine katılmaktadırlar. Ama yine de bir bütün olarak bu hareket, Çin kırsal koşullarının derinlerinden kaynaklanan bir pınardan çıkıp gelmektedir ve bu kaynaklar, daha sonrasında proletarya diktatörlüğünün de kendisini ondan beslemek zorunda kalacağı aynı kaynaklardır. Stalinistlerin bu birliklere ilişkin politikası câniyane bir bürokratik maceracılık politikasıdır. Bu politika acımasızca teşhir edilmelidir. Partizan birliklerinin militanlarının ya da önderlerinin yanılsamalarını paylaşmıyoruz ve bu yanılsamaları kuvvetlendirmeyiz. Onlara, bir proleter devrim olmaksızın ve işçiler iktidarı ele geçirmeksizin, köylülüğün partizan birliklerinin mücadeleyi zafere taşıyamayacağını izah etmek zorundayız. Ne var ki, bu aydınlatma faaliyetini gerçek dostlar olarak yürütmeliyiz, tarafsız seyirciler olarak ve hele ki düşmanlar olarak değil. Kendi yöntemlerimizi ve görevlerimizi bir tarafa bırakmaksızın, Kuomintang’ın baskılarına ve burjuva iftira ve zulümlerine karşı bu birlikleri ısrarla ve cesur bir biçimde savunmak zorundayız. Bu birliklerin muazzam semptomatik anlamını izah etmek zorundayız. Doğaldır ki, kendi güçlerimizi partizan mücadelesi içine sokamayız, şu anda farklı çabalarımız ve farklı görevlerimiz var. Yine de, bu birliklerin kaderini paylaşacak, bu birliklerle köylülük arasındaki ilişkileri dikkatlice gözlemleyecek ve Sol Muhalefeti bilgilendirecek Muhaliflerin olması, en azından “Kızıl Ordu”nun en büyük bölüklerinde kendi insanlarımızın da olması arzu edilir bir şeydir.
Devrimin gecikmesi durumunda, Çin’de yeni bir ekonomik canlanma ve parlamenter eğilimlerin gelişmesi durumunda (tüm bunlar karşılıklı olarak birbirine bağlıdır), bu birlikler yoksul köylülükle çelişki içine düşerek kaçınılmaz olarak yozlaşacaktır. Bu nedenle kendi tutumumuzu gerektiği gibi ayarlayabilmek için bizim açımızdan gözümüzün bu birliklerin üstünde olması haydi haydi gerekli bir şeydir.
5. Birkaç mektupta ulusal meclis sorunu yeniden ama farklı bir bağlamda gündeme getirilmiş. Ulusal bir meclisin toplanıp toplanmayacağı, ulusal meclis ile sovyetler arasındaki ilişkinin hangi biçimlerde gelişebileceği vb. gibi tahminlerin arkasında siyasi görevlerimiz sorunu yitip gitmiştir. Bu tip spekülasyonlarla uğraşmak politik skolastizmin düşünme tarzıdır. Bu nedenledir ki, meselâ, şu tip şeyleri okuyabiliyoruz:
İnanıyoruz ki, ulusal meclis büyük ihtimalle gerçekleşmeyecektir. Eğer gerçekleşse bile kendisini “geçici hükümet”e dönüştüremeyecektir, çünkü tüm maddi güçler Kuomintang militaristlerinin ellerinde toplanmış durumdadır. Bir ayaklanmadan sonra örgütlenecek hükümete gelince, böyle bir hükümet hiç kuşkusuz proletarya diktatörlüğünün hükümeti olacak ve bu durumda da ulusal bir meclis toplamayacaktır.
Bu varsayım son derece yetersiz ve tek yanlıdır ve bu nedenle de yanlış anlamalara ve hatalara oldukça açıktır.
(a) İlkin, bizzat burjuva sınıfların ulusal meclis benzeri bir şey toplamak zorunda kalabileceği ihtimalini dışlamamak zorundayız. Eğer Avrupa gazetelerinin haberleri doğruysa, Çan Kay-şek, bugün kendisini sınırlayan Kuomintang üzerindeki denetiminin yerine bir çeşit sahte parlamento üzerindeki denetimi geçirme fikrine sıcak bakmaktadır. İnsanı çileden çıkaran bir parti diktatörlüğü olarak karşılarına çıkan şeyle ihtilâf içine düşen büyük ve orta burjuvazinin belli çevreleri bu tip bir projeye taraftar olabilirler. Bir “parlamento” aynı zamanda Amerikan kamuoyunun gözünde de askeri diktatörlük için daha iyi bir örtü görevi görürdü. Gazetelerin bildirdiği gibi, Çan Kay-şek, Wall Street’teki Yahudi bankerlerin gözündeki kredibilitesini arttırabileceğine dair hiç de boş olmayan bir inançla Amerikan Hıristiyanlığını benimsemiştir; Amerikan Hıristiyanlığı, Amerikalı Yahudi tefeciler ve bir Çin sözde parlamentosu –tüm bunlar birbirleriyle fevkalâde uyum içerisindedirler.
Parlamenter bir varyant durumunda, kent küçük-burjuvazisi, aydınlar, öğrenciler, “Üçüncü Parti”, hepsi harekete geçeceklerdir. Anayasa, genel oy hakkı ve parlamentarizm sorunları gündeme gelecektir. Çin halk kitlelerinin tüm bunları geride bıraktığını iddia etmek saçma olurdu. Bugüne kadar, bu kitleler yalnızca tüm okulların en aşağılığı olan Stalin-Çan Kay-şek okulundan geçtiler. Demokrasinin sorunları kaçınılmaz olarak belli bir dönem boyunca yalnızca köylülüğün değil işçilerin de tüm dikkatlerini üstüne çekecektir. Bu bizim önderliğimiz altında gerçekleşmelidir.
Çan Kay-şek kendi parlamentosunu toplayacak mı? Gayet mümkündür. Ama anayasal-demokratik hareketin Çan Kay-şek’in planladığı sınırların ötesine geçmesi de olasıdır ve bu durum onu bugün arzuladığından daha ileri gitmeye mecbur bırakır. Gelişecek hareketin tüm planlarıyla birlikte Çan Kay-şek’i bir kenara fırlatıp atması bile mümkündür. Anayasal-parlamenter varyantlar ne olursa olsun, tarafsız kalmayacağız. Mücadeleye kendi sloganlarımızla katılacağız; herşeyden önce de devrimci ve tutarlı (“yüzde 100”) demokrasi sloganlarımızla. Eğer devrimci dalga derhal Çan Kay-şek’i ve onun parlamentosunu bir kenara fırlatıp atmazsa, komprador parlamentarizmin yalanlarını teşhir ederek ve bizzat kendi görevlerimizi geliştirerek bu parlamentoya katılmak zorunda kalırız.
(b) Devrimci demokratik hareketin, komünistler henüz iktidarı ele geçirecek bir konumda değilken, Çan Kay-şek’in artık askeri aygıtı kendi denetimi altında tutmayı beceremediği boyutlara ulaşabileceğini kabul edebilir miyiz? Böylesi bir geçiş dönemi kuvvetle muhtemeldir. Bir çeşit Çin ikili iktidar türünü, yeni bir geçici hükümeti, Kuomintang’ın Üçüncü Parti ile kuracağı bir bloğu vs. vs. geliştirebilir. Böyle bir rejim oldukça istikrarsız bir rejim ve ancak proletarya diktatörlüğüne doğru bir adım olurdu. Ama böyle bir adım mümkündür.
(c) “Muzaffer ayaklanmadan sonra” diyor yukarıda değindiğimiz belge, “bir proletarya diktatörlüğü kurulabilir ve bu durumda ulusal meclis toplanmaz.” Burada da, sorun aşırı basitleştirilmiştir. Ayaklanma hangi anda ve hangi sloganlarla gerçekleşecek? Eğer proletarya köylülüğü demokrasi sloganları (toprak, ulusal meclis vb.) etrafında birleştirmişse ve burjuvazinin askeri diktatörlüğünü birleşik bir saldırıyla yıkıyorsa, o takdirde proletarya, iktidara geldiğinde, köylülük içinde bir güvensizlik oluşturmamak ve burjuva demagojisine açık kapı bırakmamak için bir ulusal meclis toplamak zorunda kalacaktır. Ekim ayaklanmasından sonra bile Bolşevikler Kurucu Meclisi toplamak zorunda kalmışlardı. Neden bu varyantın Çin için imkânsız olduğu sonucuna varmak zorunda olalım? Köylülük proletaryayla aynı hızla gelişmez. Proletarya birçok şeyi önceden görebilir, ama köylülük ancak yaşanan gerçeklerden öğrenecektir. Çin köylülüğünün canlı bir ulusal meclis deneyiminden geçmeye ihtiyacı olabilir.
Rusya’daki burjuvazi Kurucu Meclisi toplamakta uzunca bir zaman geciktikleri ve Bolşevikler de bunu teşhir ettiği içindir ki, iktidara geldikten sonra, üstelik de onları bir azınlık durumuna düşüren eski seçim sonuçları temelinde hızla Kurucu Meclisi toplamak zorunda kaldılar. Kurucu Meclis tüm halkın gözü önünde sovyetlerle çatışma içine girdi ve ardından dağıtıldı.
Çin’de bir başka varyantı tasavvur edebiliriz. İktidara geldikten sonra, proletarya, belli koşullarda, birkaç ay boyunca ulusal meclisin toplanmasını geciktirebilir, kırsal kesimde yaygın bir ajitasyon geliştirebilir ve ulusal mecliste komünist bir çoğunluğu güvence altına alabilir. Bunun yararı, sovyet sisteminin ulusal meclis tarafından resmen onaylanması ve burjuvazinin iç savaşta kullanacağı popüler bir slogandan derhal mahrum edilmesi olurdu.
6. Şüphesiz yukarıda değindiğimiz varyasyonlar ancak tarihsel varsayımlardır. Gelişmelerinin gerçek yöneliminin ne olacağını önceden kestirmenin bir yolu yoktur. Genel gidişatın proletarya diktatörlüğüne doğru olduğu peşinen açıktır. Olası varyasyonlar, aşamalar ve kombinasyonlar hakkında spekülasyonlarla meşgul olmak yerine, gerçekte yaşanmakta olana devrimci bir faktör olarak müdahale etmeli ve demokratik sloganlar etrafında güçlü bir ajitasyon geliştirmeliyiz. Bu alanda inisiyatifi elimize alırsak, Stalinist bürokrasi bir kenara itilecek ve Bolşevik-Leninistler kısa süre içinde etkili bir politik güç haline gelecektir.
7. Çin kapitalizminin önünde yakın gelecekte ne tür olanakların açılabileceğini belirleme sorunu ilkesel değil olgusal bir meseledir. Çin’de kapitalist gelişmenin artık tek bir adım bile ileri atamayacağına peşinen karar vermek en safından bir doktrinerlik olurdu. Çin’e önemlice bir yabancı sermaye girdisi hiç de gözardı edilmemelidir. Dünya krizi nedeniyle, kendisine yatırım alanı arayan bir atıl sermaye birikiyor. Hepsinin içinde en güçlüsü olan Amerikan sermayesinin bile, daha geçenlerde refahın zirvelerinden bunalımın dipsiz kuyularına düştüğü için, bugün felç olmuş, ne yapacağını şaşırmış, endişeli ve inisiyatifi kaybetmiş bir durumda olduğu doğrudur. Fakat yeni bir ekonomik yükselişe ulaşabileceği bir sıçrama tahtası olarak uluslararası bir köprübaşı arayışına girmiştir. Bu koşullar altında Çin’in ciddi olanaklar sunduğu tartışma götürmez. Bunlar ne ölçüde gerçekleşecek? Bunun da önceden söylenmesi kolay değil. Bu noktada a priori tahminlerde bulunmamalı, gerçek ekonomik ve politik süreçleri gözlemlemeliyiz. Aynı şekilde, kapitalist dünyanın geri kalanı hâlâ bir kriz içinde debelenip dururken, yabancı sermaye akışının Çin’de bir ekonomik canlanma yaratacağını da hiç gözardı etmemeliyiz. Kendi dikkatimizi sendikaları zamanında örgütlemeye ve güçlendirmeye ve onlara doğru bir önderlik temin etmeye yoğunlaştırarak, bu varyant için de hazırlıklı olmalıyız.
Doğal olarak, Çin’de bir ekonomik yükseliş acil devrimci perspektifleri bir süreliğine erteleyebilecektir, ama bu canlanma sırası geldiğinde zafer için yeni olanakların, yeni kuvvetlerin ve yeni güç kaynaklarının önünü açacaktır. Her durumda gelecek bizimdir.
8. Şanghay’dan gelen mektupların bir kısmında şu soru soruluyor: Tek tek bölgelerde tam bir birleşmeyi gerçekleştirmeli, tüm grupların basınını kaynaştırmalı ve çoktan başarılan birleşme zemininde bir konferans mı toplamalıyız yoksa tüm taktiksel sorunlar çözüme kavuşturuluncaya kadar farklı grupların birleşik Muhalefet içinde varlıklarını sürdürmelerine izin mi vermeliyiz? Böyle örgütsel meselelerde uzaktan tavsiyelerde bulunmak zordur. Verilecek tavsiyenin sizlere çok geç ulaşması bile mümkün. Yine de, sizlere şunu söylemekten kendimi alamıyorum: Sevgili dostlar, örgütlerinizi ve basınınızı bugünden kaynaştırın. Birleşme hazırlıklarını uzun bir zamana yaymamalıyız, çünkü bu şekilde istemesek de yapay ayrılıklar yaratabiliriz.
Bununla, tüm sorunların halihazırda sonuca bağlandığını ve sizlere (daha doğrusu bizlere) gelecekte hiçbir farklılığın çıkmayacağı garantisinin verildiğini kastetmiyorum. Hayır, hiç şüphe yok ki ertesi gün ve onun da sonrasında, yeni görevler ortaya çıkacaktır ve onunla birlikte de yeni farklılıklar. Bu olmaksızın devrimci bir partinin gelişimi imkânsızdır. Ancak yeni farklılıklar birleşik örgüt çerçevesi içerisinde yeni gruplaşmalar yaratacaktır. Geçmişi deşmekle oyalanmamalıyız. Yerinde saymamalıyız. Geleceğe doğru ilerlemeliyiz.
9. Bu yeni farklılıkların kaçınılmazlığı Sol Muhalefetin tüm seksiyonlarının deneyimleri tarafından da doğrulanmaktadır. Örneğin Fransız Ligası çeşitli gruplardan oluşmuştu. Haftalık yayını sayesinde Liga yalnızca ulusal değil uluslararası açıdan da çok ciddi ve çok değerli bir faaliyetin üstesinden geldi. Farklı grupların birleşmesinin ileri bir adım olduğunu gösterdi. Ama son aylarda Liga içinde çok ciddi birtakım farklılıklar ortaya çıktı, bilhassa da sendikalar sorununda. Bir sağ kanat oluştu ve temelden yanlış bir tutum takındı. Bu sorun o kadar önemli ve o kadar derindir ki, yeni bir bölünmeye bile yol açabilir. Tabiatıyla, bundan kaçınmak için kesinlikle herşey yapılmalıdır. Ama bu becerilemezse, bu bölünme hiç de dünkü birleşmenin yanlış olduğunu kanıtlamayacaktır. Biz ne birliği ne de bölünmeleri bir fetiş yapmayız. Her ikisi de anın koşullarına, farklılıkların derinliğine, sorunların karakterine bağlıdır.
10. İspanya’daki koşullar diğer ülkelerdekinden bariz biçimde farklıdır. İspanya bugünlerde net ve kesin bir devrimci yükseliş döneminden geçmektedir. Isınan politik atmosfer en gözü pek ve en tutarlı devrimci kanat olarak Bolşevik-Leninistlerin faaliyetini son derece kolaylaştıracaktır. Komintern İspanyol komünizminin saflarını paramparça etmiş, resmi partiyi zayıflatmış ve bir cesede çevirmiştir. Tüm diğer önemli durumlarda olduğu gibi Komintern önderliği devrimci bir durumun yitip gitmesine göz yummuştur. İspanyol işçileri en kritik anda kendi aygıtlarıyla baş başa bırakılmıştır. Neredeyse önderliksiz bırakılan İspanyol işçileri dikkate değer boyutta devrimci grevler aracılığıyla bir mücadele geliştiriyorlar. Bu koşullarda, İspanyol Bolşevik-Leninistleri sovyetler sloganını atıyorlar. Stalinistlerin teorisine ve Kanton ayaklanmasının pratiğine göre, öyle görünüyor ki, sovyetler ancak ayaklanmanın arifesinde yaratılmalıdır. Felâket getiren bir teori ve pratik! Sovyetler, kitlelerin gerçek ve canlı hareketi bu tipte örgütlere duyduğu ihtiyacı dışa vurduğu anda yaratılmalıdırlar. Sovyetler ilkin geniş grev komiteleri olarak oluşurlar. Bilhassa İspanya’daki durum budur. Hiç şüphe yok ki bu koşullarda Bolşevik-Leninistlerin (Muhalefet) inisiyatifi proleter öncüden olumlu bir karşılık bulacaktır. İspanyol Muhalefeti açısından yakın gelecekte çok geniş bir perspektif açılabilir. İspanyol dostlarımıza bu görevde başarılar dileyelim.
11. Sonuç olarak, bu alanda son derece üzücü Avusturya deneyimlerine işaret etmek için bir kez daha birlik sorununa geliyorum.
Bir buçuk yıldan beri üç Avusturya grubu “birleşme” sorunuyla meşgul oldular ve her biri birleşmeyi imkânsız kılacak koşullar öne sürdüler. Bu cânice oyun yalnızca, resmi Komünist Partinin çürümesinden fena halde etkilenen Avusturya Muhalefetinin geneldeki berbat durumunu yansıtmıştır. Bu yıl Avusturya gruplarının her biri, asla kendi sekter iddialarından değil ama Uluslararası Muhalefetin ilke ve fikirlerinden vazgeçmeye hazır olduğunu göstermek için bol bol malzeme sunmayı becerdi. Bu grupların ideolojik temeli ne kadar kıraçsa, kendi iç kavgalarının doğası o kadar nefret doludur. Uluslararası Muhalefet bayrağını bataklığa sürüklemekten zevk alıyorlar ve Uluslararası Muhalefetin kendi otoritesini değersiz faaliyetlerinin üstünü örtmek için kullanmasını istiyorlar.
Şüphesiz Uluslararası Muhalefet bunu yapmayacaktır. İlkesiz grupları Uluslararası Muhalefete katmak bir insanın kendi vücudunu zehirlemesi anlamına gelir. Bu bakımdan katı bir eleme şarttır. Umarım, Uluslararası Muhalefet konferansı, kendi saflarına katacağı örgütler için “yirmi bir koşul”u kabul edecek ve bu koşullar da yeterince katı olacaktır.[152]
Avusturya Muhalefetine karşıt olarak Çin Muhalefeti kapalı kapılar ardındaki entrikalar temelinde değil, oportünist bir önderlik tarafından yenilgiye sürüklenen büyük bir devrim deneyiminden gelişmiştir. Büyük tarihsel misyonu Çin Muhalefetinin sırtına istisnai sorumluluklar yüklemektedir. Burada hepimiz Çin Muhalefetinin kendisini tarikatçılık ruhundan kurtaracağını ve karşı karşıya kaldığı görevleri en üst noktasına taşıyarak bu görevlere layık olduğunu kanıtlayacağını ümit ediyoruz.
Sizin,
L. Troçki
Writings of Leon Trotsky (1930-31)’den.
Biulleten Oppozitsii (Paris), no.19, Mart 1931’den alınma.
9 Şubat 1931
André Malraux’nun Les Conquérants adlı kitabı çeşitli yerlerden ve dört kopya haline elime ulaştı fakat maalesef bu kitabı ancak bir buçuk iki yıllık bir gecikmeden sonra okuyabildim.[153] Kitap, Çin devrimine, yani, son beş yılın en büyük olayına adanmıştır. Zarif ve sağlam bir stil, bir sanatçının titiz gözleri, orijinal ve cüretkâr gözlemler –tüm bunlar romana istisnai bir önem bahşediyor. Eğer burada ondan bahsediyorsak, bu, kitabın her ne kadar gözardı edilmez bir gerçek olsa da bir yeteneğin çalışması olmasından ötürü değil, son derece değerli bir politik dersler kaynağı sunmasındandır. Bu dersleri Malraux mu çıkarıyor? Hayır, yazarın farkında bile olmadığı biçimde anlatımdan çıkıyor ve ona karşı işliyor. Bu, yazarı bir gözlemci, bir sanatçı olarak onurlandırabilir ama bir devrimci olarak değil. Ne var ki Malraux’yu da bu açıdan değerlendirmeye hakkımız vardır; hem kendi adına hem de herşeyden önce yazarın öteki egosu olan Garine adına, yazar, devrim hakkındaki yargılarında tereddüt etmiyor.
Kitap bir roman olarak adlandırılıyor. Aslında, önümüzde, ilk dönemlerinden Kanton dönemine kadar Çin devriminin romantikleştirilmiş bir tarihi duruyor. Bu tarih tam değildir. Toplumsal enerji bazen tablodan kayboluyor. Fakat okuyucunun gözlerinin önünden yalnızca devrimin parıltılı epizotları değil aynı zamanda insanın hafızasına toplumsal simgeler olarak kazınan açık ve net siluetler de geçebilsin diye.
Malraux, pointilizm yöntemini takip ederek birkaç küçük fırça darbesiyle genel grevin unutulmaz bir tablosunu sunuyor, muhakkak ki aşağıda olduğu şekliyle, gerçekleştiği şekliyle değil, yukarıdan gözlendiği şekliyle: Avrupalılar kahvaltı edemiyorlar, sıcaktan bunalıyorlar, çünkü Çinliler mutfaklarda çalışmayı ve vantilatörleri işletmeyi bırakmışlardır. Yazara bir sitem değil bu. Yabancı sanatçılar aksi takdirde hiç şüphesiz onun temasıyla ilgilenmeyeceklerdi. Fakat edilecek bir sitem var ve üstelik küçük bir sitem de değil: Kitap, yazarın tüm bildiklerine, anladıklarına ve yapabildiklerine rağmen, yazar ile onun kahramanı –devrim– arasında doğuştan gelen bir yakınlıktan yoksundur.
Yazarın asi Çin’e duyduğu aktif sempati açıktır. Fakat ani tesadüfler bu sempatileri kesintiye uğratıyor. Bireyciliğin aşırılıkları ve estetik kapris bu sempatiyi aşındırıyor. Başından sonuna kadar aynı dikkatle okunduğunda, insan yer yer, hikayenin inandırıcı tonunda, tutkulu barbarlara yönelik koruyucu bir ironi notası algıladığında bir sinirlenme duygusuna kapılıyor. Hiç kimse, Çin’in geri olduğunun, politik dışavurumlarının bir çoğunun ilkel bir karakter taşıdığının sessizce geçirilmesini istemiyor. Fakat herşeyi yerli yerine yerleştiren doğru bir perspektif gerekir. Malraux’nun “romanı”nın üzerinde geliştiği temeli oluşturan Çin olayları, insanlık kültürünün gelecekteki kaderi için Avrupa parlamentolarının boş ve bayağı patırtısından ve tıkanmış uygarlığın edebi ürünler dağından karşılaştırılmaz ölçüde daha önemlidir. Malraux bunu hesaba katmaktan belli bir korku duyuyor gibi görünüyor.
Romanda devrimci nefretin, boyunduruk altında kalmaktan, cehaletten, kölelikten nasıl doğduğunu ve nasıl bir çelik gibi sertleştiğini gösteren, yoğunluk bakımından muhteşem sayfalar var. Malraux kitlelere daha özgürce ve daha korkusuzca yaklaşmış olsaydı ve Çin halkının ayaklanmasıyla kurduğu geçici temastan ötürü, Fransa’daki akademik mandarinlerin ve ruhani afyon kaçakçılarının önünde olduğu kadar belki kendi önünde de af diliyor izlenimi vererek kendi gözlemlerine hafif bir kanıksanmış üstünlük havası katmamış olsaydı, bu sayfalar devrim antolojisine girebilirlerdi.
* * *
Borodin, Kanton hükümetinin “yüksek danışmanlık” mevkiinde Komintern’i temsil etmektedir. Yazarın gözdesi Garine propaganda servisindedir. Tüm faaliyet Kuomintang çerçevesi içinde yürütülür. Borodin, Garine, Rus “General” Galen, Fransız Gerard, Alman Klein ve diğerleri, kendisini ayaklanan insanların üstüne yükselten ve devrimin politikası yerine kendi “devrimci” politikasını yürüten devrimin ilk bürokrasisini oluştururlar.
Kuomintang’ın yerel örgütleri şöyle tanımlanıyor: “Fanatik gruplar –şan şöhret ve güvence peşinde koşan birkaç plütokratın … cesareti– ve öğrenci ve kuli kalabalıkları.” Burjuvazi yalnızca her örgüte girmekle kalmamış, partiye bütünüyle yön vermektedir de. Komünistler Kuomintang’a tabidirler. İşçiler ve köylüler, burjuvazinin sadık dostlarını ürkütebilecek eylemlere girişmemeye ikna edilmişlerdir. “Kontrol ettiklerimiz işte bu tip topluluklar (şöyle ya da böyle kendinizi bu konuda aldatmayın)”. Örnek bir itiraf! Komintern bürokrasisi, tıpkı uluslararası bankokrasinin geri ülkelerin ekonomik yaşamını denetim altında tutması gibi, Çin’deki sınıf mücadelesini “denetim altında tutmaya” çalıştı. Ama devrim denetlenemez. Ancak onun iç kuvvetlerine politik bir ifade kazandırılabilir. İnsan bu kuvvetlerden hangisine kaderini bağlayacağını bilmelidir.
“Bugün kuliler varolduklarını, ama sadece varolduklarını anlamaya başlıyorlar”. (s.26) Niyet iyi. Fakat varolduklarını hissetmek için, kulilerin, sanayi işçilerinin ve köylülerin, kendilerini varolmaktan alıkoyanları devirmeleri gerekir. Yabancı egemenliği yerli boyundurukla çözülmezcesine birbirine bağlıdır. Kuliler yalnızca Baldwin ya da MacDonald’ı defetmek zorunda değil aynı zamanda egemen sınıfları da devirmek zorundadırlar. Biri olmadan diğeri halledilemez. Böylelikle, Fransa nüfusunun on katından fazla olan Çinli kitlelerde insan şahsiyetinin uyanışı derhal bir toplumsal devrim lavına dönüşecektir. Muhteşem bir manzara!
Ama burada Borodin sahneye çıkar ve ilân eder: “Devrimimizde işçiler burjuvazinin kuliliğini yapmalıdırlar”, tıpkı Çen Tu-ziu’nun Çin komünistlerine açık mektubunda belirttiği gibi.[154] İşçiler, kendilerini kurtarmaya çalıştıkları toplumsal köleliği politika alanına aktarılmış buluyorlar. Bu kalleş operasyonu kime borçlular? Komintern bürokrasisine. Kuomintang’ı “denetlemeye” çabalarken aslında, “şan şöhret ve bir güvence” peşinde koşan burjuvaziye, varolmak isteyen kulileri köleleştirmekte yardım etmektedir.
Her daim arka planda kalan Borodin romanda “bir eylem adamı”, bir “profesyonel devrimci”, Bolşevizmin Çin topraklarındaki canlı bir cisimlenişi olarak nitelendirilmektedir. Hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamaz! İşte Borodin’in politik biyografisi: 1903’de, on dokuz yaşındayken, Amerika’ya göç etti; 1918’de, İngilizce bildiği için “yabancı partilerle temas sağladığı” Moskova’ya geri döndü; 1922’de Glasgow’da tutuklandı; daha sonra Komintern temsilcisi olarak Çin’e gönderildi. Rusya’yı ilk devrimden önce terk eden ve ancak üçüncü devrimden sonra geri dönen Borodin, devrimi ancak zafer kazandıktan sonra fark eden parti ve devlet bürokrasisinin mükemmel bir temsilcisi olarak ortaya çıktı. Genç bir insan söz konusu olduğunda bazen bu bir kronoloji meselesinden fazla bir şey değildir. Ancak kırk ya da elli yaşında birinde sorun bal gibi politik bir nitelendirme sorunudur. Eğer Borodin Rusya’daki muzaffer devrime başarıyla destek verdiyse, bu hiç de onun Çin’deki devrimin zaferini garanti altına almak için göreve çağrıldığı anlamına gelmez. Bu tip insanlar hiçbir güçlük çekmeksizin “profesyonel devrimcilerin” davranışlarını ve konuşma tarzlarını özümserler. Birçoğu, kendi koruyucu maskeleriyle, yalnızca başkalarını değil, kendilerini de kandırırlar. Bolşeviklerin gözüpek bükülmezliği, onlarda çoğunlukla herşey için hazır olan memurun o kinizmine dönüşür. Ah! Merkez Komiteden görevlendirilmiş olmak! Borodin’in her daim cebinde taşıdığı bu dokunulmazlık zırhıdır.
Garine bir memur değildir, Borodin’den çok daha kendine has ve belki de devrimci tipe daha yakın biridir. Ama elzem olan eğitimden yoksundur; hevesli ve teatral bir kişiliktir, büyük olaylara hiçbir umut beslemeksizin katılır ve her adımda da bunu dışa vurur. Çin devriminin sloganlarına bakışını bu nedenle şu şekilde ifade eder: “… demokratik gevezelik –«proletaryanın hakları» vs.” (s.32) Bu radikal bir sestir fakat yanlış bir radikalizm. Demokrasi sloganları Poincaré’nin, Leon Blum’un, Fransa’nın hokkabaz sanatçılarının ve Hindiçini’nin, Cezayir’in ve Fas’ın hapishanecilerinin ağzında iğrenç bir gevezeliktir. Ama “proletaryanın hakları” adına Çinliler isyan ettiğinde, bunun on sekizinci yüzyıl Fransız devriminin sloganları gibi, gevezelikle en küçük bir alâkası bile yoktur. Britanya şahinleri Hong Kong’da grev sırasında kırbaç cezasını yeniden yürürlüğe sokma tehdidinde bulundular. “İnsan ve yurttaşlık hakları” Hong Kong’da, Çinlilerin Britanya kamçılarıyla kırbaçlanmama hakkı anlamına gelir. Emperyalistlerin demokratik çürümüşlüğünün maskesini düşürmek devrime hizmet etmektir. Ezilenlerin ayaklanmasının sloganlarını “gevezelik” olarak adlandırmak istemeyerek de olsa emperyalistlere yardım etmektir.
İyi bir Marksizm aşısı, yazarı bu tür vahim küçümsemelerden alı koyabilirdi. Ama Garine genel olarak devrimci doktrinin “doktriner saçmalık” (le fatras doctrinal) olduğunu düşünür. Gördüğünüz gibi o, devrimi yalnızca belirli bir “durum” olarak görenlerdendir. Bu şaşırtıcı değil mi? Ama devrim tam da bir “durum” olduğundan yani nesnel nedenlerle koşullanmış ve belli yasalara tâbi olan toplumun gelişiminin bir aşaması olduğundan dolayı bilimsel bir kafa süreçlerin genel doğrultusunu önceden görebilir. İnsanın olayların akışına, kendisini bir heves konjonktürüne değil de bilimsel öngörüye dayandırarak tepkide bulunmasını sağlayan şey, ancak toplumun anatomi ve fizyolojisinin dikkatlice bir incelenişidir. Devrimci doktrini “hor gören” devrimciler, hiçbir haberi olmadığı halde tıbbi doktrini hor gören üfürükçülerden, ya da teknolojiyi reddeden bir mühendisten bir adım bile ileride değildir. Bir hastalık olarak adlandırılan “durumu” bilimin yardımı olmaksızın düzeltmeye çalışanlara şarlatan denir ve yasalarca kovuşturulurlar. Eğer devrim şarlatanlarını yargılayacak bir mahkeme olsaydı, kuvvetle muhtemeldir ki, Borodin, tıpkı Moskovalı ilham kaynakları gibi, çok sert bir şekilde cezalandırılırdı. Korkarım ki Garine’in kendisi de bu mahkemeden pek sağ salim çıkmazdı.
Romanda, tıpkı ulusal devrimin iki kutbu gibi, iki figür birbirine zıt olarak konuluyor; yaşlı Çen-Dai, Kuomintang’ın sağ kanadının manevi otoritesi, burjuvazinin peygamberi ve azizi, ve Hong, teröristlerin genç lideri. Her ikisi de güçlü bir biçimde tasvir ediliyor. Çen-Dai, Avrupa terbiyesiyle yetişmiş birinin diline çevrilen eski Çin kültürünü kendi şahsında cisimleştirir, bu zarif elbiseyle, Çin’in tüm egemen sınıflarının çıkarlarını “soylulaştırır.” Muhakkak Çen-Dai de ulusal kurtuluşu arzulamaktadır ama emperyalistlerden çok kitlelerden ödü kopmaktadır; ulusun sırtına vurulmuş boyunduruktan çok devrimden nefret etmektedir. Eğer devrime yaklaşıyorsa, bu yalnızca onu yatıştırmak, hizaya getirmek ve takatsiz bırakmak içindir. Her iki cephede de, hem emperyalizme karşı hem de devrime karşı, pasif direniş politikası izler; tıpkı belli dönemlerde ve şu ya da bu biçimde burjuvazinin her enlem ve boylamda izlediği Hindistan’daki Gandhi’nin politikası gibi. Pasif direniş, burjuvazinin kitlelerin hareketini kanalize etme ve onu harcama eğiliminden kaynaklanır.
Garine, Çen-Dai’nin etkisinin politika üstü olduğunu söylediğinde, bu lafa ancak omuz silkilir. Çin’deki “dürüst adam”ın bu maskelenmiş politikası tıpkı Hindistan’da olduğu gibi mülk sahiplerinin muhafazakâr çıkarlarının en yüce ve en soyut ahlâki biçimini ifade eder. Çen-Dai’nin kişisel ilgisizliği onun politik işlevine hiçbir şekilde ters değildir: Sömürücüler, tıpkı yozlaşmış kilise hiyerarşisinin azizlere ihtiyaç duyması gibi “dürüst adamlara” ihtiyaç duyarlar.
Çen-Dai’nin etrafında kimler toplanıyor? Roman bu soruya övgüyü hak eder bir kesinlikte cevap veriyor: “Yaşlı mandarinlerden, afyon ve müstehcen fotoğraf kaçakçılarından, işi bisiklet acentalığına dökmüş memurların, Paris’te okumuş avukatlardan ve her türden aydınlardan” (s.124) oluşan bir dünya. Onların da ardında, devrime karşı General Tang’ı silahlandıran İngiltere’ye sımsıkı bağlanmış çok daha sağlam bir burjuvazi. Zafer beklentisindeki Tang, Çen-Dai’yi hükümetin başına getirmeye hazırlanmaktadır. Her ikisi de, Çen-Dai ve Tang, buna rağmen Borodin ve Garine’in hizmet ettiği Kuomintang’ın üyesi olmayı sürdürürler.
Tang, ordularının saldırdığı bir köyü ele geçirip devrimcileri, parti yoldaşları olan Borodin ve Garine’den başlayarak kesmeye hazırlanırken, bunlar Hong’un yardımıyla işsizleri seferber eder ve silahlandırırlar. Fakat Tang üzerinde bir zafer kazandıktan sonra önderler daha önce varolan bir şeyleri değiştirmeye çalışmazlar. Çen-Dai’yle kurdukları muğlak bloğu bozamazlar, çünkü işçilere, kulilere, devrimci kitlelere güvenmezler; nitelikli birer kolu oldukları Çen-Dai’nin önyargılarıyla zehirlenmişlerdir.
Burjuvaziyi “ürkütmemek” amacıyla Hong ile mücadele etmeye başlarlar. Peki Hong kimdir, nereden gelmiştir? “En aşağı tabakadan”. (s.36) Devrime ancak zafer kazandığında kucak açanlardan değil, devrimi yapan insanlardan biridir. Hong Kong’un İngiliz valisini öldürmeyi kafasına koyduğunda, Hong’un ilgilendiği tek bir şey vardır: “İdam cezasına çarptırıldığımda gençlere sadece, benim yolumu izlemelerini söyleyin.” (s.36) Hong’a net bir program verilmeliydi: İşçileri uyandır, onları birleştir, silahlandır ve onları Çen-Dai’nin karşısına bir düşman olarak çıkar. Ama Komintern bürokrasisi Çen-Dai’nin dostluğunu kazanmaya çalışır, Hong’u geri çevirir ve onu çileden çıkarır. Hong, birbiri ardına tam da Kuomintang’ı “destekleyen” bankacıları ve tüccarları cezalandırmakta, misyonerleri öldürmektedir: “İnsanlara bu sefalete dayanmayı vazedenler cezalandırılmalıdır, ister Hıristiyan papazlar ister başkası olsun …” (s.274) Eğer Hong doğru yolu bulamıyorsa, bu, devrimi bankerlerin ve tüccarların ellerine teslim eden Borodin ve Garine’in hatasıdır. Hong zaten ayağa kalkmış ama henüz gözlerini ovuşturmamış ya da kendine gelememiş kitleleri yansıtır. Tabanca ve bıçağıyla, Komintern ajanlarının felç ettiği kitleler adına harekete geçmeye çabalar. Çin devriminin yalın gerçeği işte budur.
* * *
Bu arada, Kanton hükümeti “bir yanda polisi ve sendikaları elinde tutan Garine ve Borodin ile diğer tarafta hiçbir şeyi elinde tutmayan ama yine de varolan Çen-Dai arasında, düz durmaya çabalarken salınıp durmaktadır.” (s.68) Neredeyse ikili iktidarın mükemmel bir tablosuyla karşı karşıyayız. Komintern temsilcileri Kanton’un sendikalarına, polise, Whampoa Askeri Akademisine, kitlelerin sempatisine ve Sovyetler Birliği’nin yardımına sahiptir. Çen-Dai ise “ahlâki otoriteye,” yani ölesiye şaşkına dönmüş mülk sahiplerinin prestijine sahiptir. Çen-Dai’nin dostları uzlaşmacılar tarafından bile bile desteklenen iktidarsız bir hükümetin koltuklarında oturuyorlar. Ama bu tam da Şubat devriminin rejimi, Kerenskici sistem değil midir? Tek farkla, Menşeviklerin rolü bu kez sahte Bolşevikler tarafından oynanmaktadır. Borodin, bir Bolşevik makyajı yapmış olsa ve bu makyajı ciddiye alsa bile hiç kuşkusuz bu durumun farkındadır.
Garine ve Borodin’in temel düşüncesi, Kanton limanına yaklaşmakta olan Çinli ve yabancı gemilerin Hong Kong limanına girmesini engellemektir. Kendilerini devrimci gerçekçiler olarak değerlendiren bu insanlar ticari bir boykot aracılığıyla Güney Çin’deki Britanya egemenliğini paramparça etmeyi ümit ediyorlar. İlk iş olarak, devrimi İngiltere’ye teslim etmek için fırsat kollayan Kanton burjuvazisinin hükümetini yıkmayı asla gerekli görmüyorlar. Hayır, Borodin ve Garine her gün, içinde yürürlüğe konulacak kararnameler bulunan evrak çantalarıyla şapkaları ellerinde “hükümet”in kapısını çalıyorlar. İçlerinden biri Garine’e hükümetin tabanda bir hayalet olduğunu hatırlatıyor. Garine istifini bozmuyor. Hayalet ya da değil, diye yanıtlıyor, ona ihtiyacımız olduğu sürece bırakalım devam etsin. Papazların bal mumu ve pamukludan imal edip insanlara peygamberin kutsal emaneti diye yutturdukları eşyalara nasıl ihtiyacı varsa bu da aynı şeydir. Devrimi zayıflatan ve alçaltan bu politikanın ardında ne gizli? Küçük-burjuva devrimcisinin muhafazakâr katı burjuvaya duyduğu saygı. İşte en kızıl Fransız Radikallerinin bile Poincaré’nin önünde diz çökmeye her zaman hazır olmalarının nedeni budur.
Fakat belki de Kantonlu kitleler henüz burjuvazinin iktidarını yıkmak için yeterince olgunlaşmamışlardır? Tüm bu atmosferden şu kanaat hasıl oluyor ki, Komintern karşı çıkmasaydı bu hayalet hükümet kitlelerin basıncı altında çok uzun zaman önce yıkılmış olurdu. Ama varsayalım ki Kanton işçileri kendi iktidarlarını kurmak için hâlâ çok zayıf olmuş olsunlar. Genel konuşmak gerekirse, kitlelerin zayıf noktası nedir? Sömürücüleri izleme eğilimleri. Bu durumda, devrimcilerin ilk görevi, işçilere, kendilerindeki bu kölece güveni kırmakta yardımcı olmaktır. Ama Komintern bürokrasisinin yaptığı bunun yüz seksen derece tersidir. Burjuvaziye boyun eğmek gerektiği fikrini kitlelerin kafasına sokmuş ve burjuvazinin düşmanının kendilerinin de düşmanı olduğunu ilân etmiştir.
Çen-Dai’yi ürkütme! Ama eğer Çen-Dai buna rağmen geri çekilecek olursa, ki kaçınılmaz bir şeydir, bu durum, Garine ve Borodin’in burjuvaziye sundukları gönüllü vasallık hizmetinden vazgeçeceği anlamına gelmez. Yapacakları tek şey, kendi faaliyetlerinin yeni ilgi odağı olarak Çan Kay-şek’i, yani bu aynı sınıfın evladını ve Çen-Dai’nin küçük kardeşini seçmek olacaktır. Bolşevikler tarafından kurulan Whampoa Askeri Akademisinin başı olan Çan Kay-şek kendisini hiç de pasif direnişle sınırlamamıştır; kanlı bir güce başvurmaya hazırdır, plebyence, yani kitle tarzında değil, askeri tarzda ve ancak burjuvazinin ordu üzerinde sınırsız bir iktidarı elinde tutmasını mümkün kılacak sınırlar içinde. Borodin ve Garine, kendi düşmanlarını silahlandırmakla, kendi dostlarını silahsızlandırmış ve geri çevirmişlerdir. Felâketi işte bu şekilde hazırlıyorlar.
Ama devrimci bürokrasinin olaylar üzerinde etkisini abartmıyor muyuz? Hayır, bu etki –eğer olumlu açıdan değilse bile en azından olumsuz açıdan– kendisini düşünülebileceğinden de fazla göstermiştir. Politik olarak varolmaya daha yeni başlayan kuliler cesur bir önderliğe ihtiyaç duyuyorlar. Hong gözüpek bir programa ihtiyaç duyuyor. Devrim ayaklanan milyonlarca insanın enerjisine ihtiyaç duyuyor. Ama Borodin ve onun bürokratları Çen-Dai ve Çan Kay-şek’e gereksiniyorlar. Hong’u boğazlıyor ve işçilerin kafalarını kaldırmasını engelliyorlar. Birkaç ay içinde, burjuva ordu komutanını geri çevirmemek için köylülüğün toprak ayaklanmasını bastıracaklardır. Güçleri, Rus Ekimini, Bolşevizmi, Komünist Enternasyonal’i temsil etmelerindendir. Devrimlerin en büyüğünün otoritesini, bayrağını ve maddi kaynaklarını gasp eden bürokrasi, yine büyük bir devrim olmak için her türlü olanağa sahip olan bir başka devrime geçit vermiyor.
Borodin ve Hong arasındaki diyalog (s.182-184), Borodin ve onun Moskovalı ilham kaynakları için hazırlanacak iddianamenin en güzel örneğidir. Hong, her zamanki gibi kararlı eylemden yanadır. En göze çarpan burjuvalarının cezalandırılması ister. Borodin bula bula şu itirazı öne sürer: “Parasal yardımda bulunanlara” dokunulmamalı. “Devrim o kadar basit bir şey değil” der Garine kendi adına. “Devrim bir orduyu beslemek demektir” diye ekler Borodin. Bu aforizmalar Çin devriminin boğazına geçirilen ilmiğin tüm unsurlarını içerir. Borodin, “devrime” katkıda bulunmaları, yani Çan Kay-şek’in ordusunu beslemeleri karşılığında burjuvaziyi korumuştur. Çan Kay-şek’in ordusu proletaryayı imha etmiş ve devrimi tasfiye etmiştir. Bunu önceden görmek gerçekten imkânsız mıydı? Ve gerçekten daha önceden görülmedi mi? Burjuvazi gönüllü olarak ancak halka karşı kendisine hizmet eden bir orduyu besler. Devrimin ordusu bağış beklemez: Burjuvaziyi ödeme yapmak zorunda bırakır. Buna devrimci diktatörlük denir.
Hong işçi toplantılarında başarıyla öne çıkar ve “Ruslara”, devrimin yıkımının sorumluluğu taşıyanlara gürler. Hong’un tarzı hedefe götürmez ama Borodin’e karşı haklıdır. “Taiping önderlerinin Rus danışmanları mı vardı? Ya Boxerlerin?” (s.190)[155] Eğer 1924-27 Çin devrimi kendi haline bırakılsaydı belki derhal zafer kazanamazdı ama böylesi harakiri yöntemlerine de başvurmazdı, utanç verici bir teslimiyet olarak bilinmezdi ve devrimci kadroları eğitirdi. Kanton ile Petrograd ikili iktidarları arasında trajik bir fark vardır: Çin’de görünürde bir Bolşevizm yoktu; Bolşevizm, Troçkizm adı altında karşı-devrimci bir doktrin olarak ilân edildi ve her türlü iftira ve baskı yöntemiyle cendere altına alındı. Kerenski’nin Temmuz günlerinde beceremediği şeyi, Stalin, on yıl sonra, Çin’de becerdi.[156]
Borodin ve “onun kuşağından tüm Bolşevikler” diye bizi temin eder Garine, anarşistlere karşı yürüttükleri mücadeleyle ayırt edilirler. Yazar bu ifadeye, okuyucuyu, Borodin’in Hong’un grubuna karşı yürüttüğü mücadeleye hazırlamak için ihtiyaç duymuştur. Tarihsel olarak yanlıştır. Anarşizm, Bolşeviklerin ona karşı başarılı bir şekilde savaşmalarından ötürü değil, kendi ayağının altındaki toprağı kazdığı için Rusya’da başını kaldıramadı. Anarşizm, eğer ki aydın kafelerinin ve yazı kurulu bürolarının dört duvarı arasında yaşamıyor da, çok daha derinlere nüfuz ediyorsa, kitlelerin umutsuzluk psikolojine tercüman oluyor ve demokrasinin yalanlarının ve oportünizmin ihanetinin politik olarak cezalandırılması anlamına geliyor demektir. Bolşevizmin devrimci sorunları ortaya koymaktaki ve çözümlerini öğretmekteki cesareti anarşizmin gelişebileceği bir boşluk bırakmamıştı. Fakat Malraux’nun tarihsel incelemesi hatasız değilse de, onun anlatısı, Stalin-Borodin’in oportünist politikasının Çin’de anarşist terörizmin zeminini nasıl hazırladığını takdire değer bir biçimde göstermektedir.
Bu politikanın mantığıyla hareket eden Borodin, teröristlere karşı bir kararnameyi kabullenmeye razıdır. Moskova önderliğinin işlediği suçların maceracılık yoluna sürüklediği sağlam devrimciler –Komintern’in onayıyla– Kanton burjuvazisi tarafından yasadışı ilân edilirler. Onların buna verdiği yanıt, paralı burjuvaları koruyan sözde devrimci bürokratlara karşı terörist eylemlerdir. Borodin ve Garine, artık yalnızca burjuvaziyi değil kendi kellelerini de kurtarmak için teröristleri ele geçirir ve yok ederler. Uzlaşma politikasının kaçınılmaz bir biçimde ihanetin en aşağılık düzeyine inişi işte böyledir.
Kitabın adı Les Conquérants. Devrim kendi hedeflerini emperyalizminkiyle karıştırdığında iki anlama da gelen bu başlıkla yazar Rus Bolşeviklerine, daha doğrusu onların bir kesimine atıfta bulunuyor. Fatihler? Çinli kitleler, örnek aldıkları Ekim ayaklanmasının ve bayrak bildikleri Bolşevizmin etkisiyle, devrimci bir ayaklanma için ayağa kalkmışlardı. Ama “fatihler” hiçbir şey fethetmediler. Tersine, herşeyi düşmana teslim ettiler. Eğer Rus devrimi Çin devrimini ortaya çıkardıysa, Rus epigonlar da bu devrimi boğazlamışlardır. Malraux bu sonuçları çıkarmıyor. Bunların varlığından bile kuşku duymaz. Onun dikkate değer kitabının arka planında bunlar çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Problems of the Chinese Revolution’dan.
22 Eylül 1932
Sevgili Yoldaşlar:
Uzun bir gecikmeden sonra, mektubunuzu 15 Haziranda aldım. Söylemeye gerek yok ki, maruz kaldığı en gaddarca zulümlere rağmen Çin Sol Muhalefetinin yeniden canlanmasından ve rönesansından büyük sevinç duyduk.[162] Buradan, bilgi eksikliğimizin aşırılığıyla malul bir yargıya varılabildiği kadarıyla, mektubunuzda ifade ettiğiniz tutum bizimkiyle çakışmaktadır.
Köylü hareketine ilişkin vulger demokratik Stalinist konuma yönelik uzlaşmaz tavrımızın, şüphesiz bizzat köylü hareketine yönelik bir ilgisiz tavırla ortak hiçbir yanı yoktur. İki yıl önce yayınlanan ve Çin’in güney eyaletlerindeki köylü hareketini değerlendiren Uluslararası Sol Muhalefetin manifestosu şunları söylüyordu: “İhanete uğrayan, yenilen, takatsizleştirilen Çin devrimi hâlâ canlı olduğunu göstermektedir. Umalım ki proleter başını tekrar doğrultacağı an çok uzak olmasın.” Dahası: “Köylü isyanlarının muazzam seli, hiç şüphe yok ki sınai merkezlerindeki politik mücadelenin yeniden dirilmesi için bir itki sağlayabilir. Buna kesinlikle itimadımız var.”
Mektubunuz, bunalımın ve Japon müdahalesinin etkisi altında, arka plandaki köylü savaşına rağmen, kent işçilerinin mücadelesinin bir kez daha filizlendiğine tanıklık ediyor. Manifesto’da bu olasılığı gerekli ihtiyatla birlikte dile getirmiştik: “Bugün hiç kimse, proleter öncünün kendi gücünü toplaması, işçi sınıfını mücadeleye sevk etmesi ve kendi iktidar mücadelesini köylülerin en ivedi düşmanlarına karşı yürüttükleri genel saldırıyla birleştirmesi gereken tüm uzun zaman dilimi boyunca, köylü ayaklanmasının merkezlerinin ateşi canlı tutup tutamayacağını önceden kestiremez.”
Şu anda doğru bir politika aracılığıyla, işçi hareketini ve genel olarak kentsel hareketi, köylü savaşıyla birleştirmenin mümkün olacağı ve bunun üçüncü Çin devriminin başlangıcını oluşturacağı umudunu dile getirmek için sağlam sebepler olduğu açıktır. Ama unutmadan, bu halen yalnızca bir umuttur, kesinlik değil. En önemli çalışma önümüzde duruyor.
Bu mektupta, en azından uzaktan bana en önemli ve en ağır gibi görünen bir sorunu ortaya koymak istiyorum. Size bir kez daha hatırlatırım ki; elimdeki bilgiler tümüyle yetersiz, rastlantısal ve bütünlükten yoksundur. Herhangi bir düzeltme ve güçlendirmeyi gerçekten de memnunlukla karşılarım.
Köylü hareketi kendi ordularını yaratmış, büyük alanları ele geçirmiş ve kendi kurumlarını tesis etmiştir. Daha büyük başarılar gerçekleştirdiği takdirde –ve şüphesiz hepimiz böylesi başarıları ateşli bir şekilde arzu ederiz– hareket kentler ve sınai merkezlerle bağlantılı hale gelecek ve tam da bu olgu aracılığıyla, işçi sınıfı ile karşı karşıya gelecektir. Bu karşılaşmanın doğası ne olacak? Bu karşılaşmanın karakterinin barışçıl ve dostça olacağı kesin midir?
İlk bakışta soru gereksiz görünebilir. Köylü hareketi Komünistlerce ya da sempatizanlarca yönetiliyor. Bir araya gelmeleri durumunda işçilerin ve köylülerin oybirliğiyle Komünist bayrağın altında birleşmek zorunda olduklarının kanıtı kendi içinde değil midir?
Ne yazık ki sorun hiç de bu kadar basit değil. Rusya deneyimine atıf yapmama izin verin. İç savaş yılları boyunca köylülük ülkenin çeşitli kısımlarında bazen gerçek ordular haline gelen kendi gerilla müfrezelerini oluşturdu. Bu müfrezelerin bazıları kendilerini Bolşevik olarak görüyor ve çoğunlukla işçiler tarafından yönetiliyordu. Diğerleri parti-dışı kalıyorlar ve çoğunlukla köylülüğün arasından çıkan görevlendirilmemiş eski subaylarca yönetiliyordu. Mahno’nun komutasında “anarşist” bir ordu da vardı.
Gerilla orduları Beyaz Muhafızların gerisinde hareket ettikleri sürece, devrim davasına hizmet ettiler. Bazıları istisnai kahramanlıkları ve cesaretleri ile ayırt ediliyordu. Fakat kentlerde bu ordular, işçilerle ve yerel Parti örgütleri ile çatışma içine girdiler. Çatışmalar, partizanların düzenli Kızıl Ordu ile karşılaşmalarında da ortaya çıkıyordu, ve bazı durumlarda bu çatışmalar son derece acı ve şiddetli bir nitelik alıyordu.
İç savaşın acımasız deneyimi, Kızıl Ordu, Beyaz Muhafızlardan temizlenmiş eyaletleri işgal ettikten hemen sonra köylü müfrezelerini silahsızlandırma zorunluluğunu hepimize göstermiştir. Bu tür durumlarda, en iyi, en sınıf bilinçli ve en disiplinli unsurlar Kızıl Ordunun saflarına alınmıştır. Fakat partizanların önemli bir bölümü bağımsız bir varoluşu korumaya çabalamış ve sıklıkla Sovyet iktidarıyla çatışma içine girmişti. Mahno’nun ruhen bütünüyle kulak olan anarşist ordusunda durum buydu. Ancak yegâne örnek bu değildi; toprak beyliğinin restorasyonuna karşı yeterince görkemli bir savaş veren birçok köylü müfrezesi, zaferden sonra karşı-devrimin kurumlarına dönüştüler.
Tek tek her durumdaki kaynağına bakılmaksızın –ister Beyaz Muhafızların bilinçli provokasyonu, ister Komünistlerin patavatsızlığı, isterse de koşulların olumsuz bir bileşiminin sonucu olsun– silahlı köylüler ile işçiler arasında çatışmalar bir ve aynı toplumsal zeminde köklerini bulurlar: işçilerin ve köylülerin sınıf konumu ve eğitimi arasındaki farklılık. İşçiler sorunlara sosyalist bir kalkış noktasından yaklaşırlar; köylülerin bakış açısı küçük-burjuvadır. İşçiler, sömürücülerin elinden alınan mülkiyeti toplumsallaştırmaya çabalarlar; köylüler ise onu küçük parçalara bölmeye. İşçi, sarayları ve parkları ortak kullanıma sunmayı arzular; köylü ise onları parçalara bölemediği sürece, sarayları yakma ve parkları kökünden biçmeye meyillidir. İşçi, sorunları ulusal ölçekte ve bir plana göre çözmeye çabalar; köylü ise tüm sorunlara yerel bir ölçekte yaklaşır ve merkezi planlamaya vb. karşı düşmanca bir tutum takınır.
Fakat yine de Çin Kızıl ordularının başındakiler Komünistler değil midir? Bunun kendisi, köylü müfrezeleri ile işçi örgütleri arasındaki çatışma olasılığını ortadan kaldırmaz mı? Hayır, bu söz konusu olasılığı dışlamaz. Tekil Komünistlerin köylü ordularının liderliğinde bulunmaları olgusu hiçbir şekilde bu orduların toplumsal karakterini dönüştürmez, hatta onların Komünist liderleri kesin bir proleter damga taşısalar bile. Peki Çin’de meselenin durumu nedir?
Kızıl müfrezelerin Komünist liderleri arasında şüphesiz proleter mücadele okulundan geçmemiş birçok deklase olmuş aydın ve yarı-aydın mevcuttur. İki ya da üç yıl boyunca partizan komutanı ve komiseri olarak yaşam sürdüler; savaş verdiler, toprak fethettiler vb. Kendi çevrelerinin ruhunu özümsediler. Bu arada Kızıl müfrezelerdeki sıra neferi Komünistlerin çoğunluğu tartışmasız köylülerden; tüm dürüstlüğü ve içtenliğiyle Komünist adını kabul eden ama gerçekte devrimci yoksullar ya da devrimci küçük mülk sahipleri olarak kalan köylülerden oluşur. Politikada, toplumsal olgularla değil unvanlarla ya da etiketlerle yargılara varanlar kaybederler. Bu, söz konusu politika elde silah gerçekleştirildiğinde haydi haydi geçerlidir.
Gerçek Komünist Parti, proletaryanın öncüsünün örgütüdür. Ama unutmamalıyız ki; Çin işçi sınıfı geçtiğimiz dört yıl boyunca ezilmiş ve şekilsiz bir durumda bulunmaktadır ve ancak yeni yeni canlanma işaretleri veriyor. Kent proletaryası zeminine sıkıca dayanan bir Komünist Partinin, işçiler aracılığıyla bir köylü savaşına önderlik etmeye çalışmasıyla; gerçekten Komünist olan ya da yalnızca bu ismi almış olan birkaç bin ve hatta birkaç on bin devrimcinin, proletaryanın ciddi bir desteğine sahip olmaksızın bir köylü savaşının liderliğini ele almaları tümüyle farklı şeylerdir. Çin’deki durum tam da bu ikincisidir. Bu, silahlı köylüler ile işçiler arasında çatışma tehlikesini en aşırı noktaya çıkarıyor. Her halükârda emin olabilirsiniz ki, burjuva provokatörler eksik olmayacaktır.
Rusya’da, iç savaş döneminde, proletarya ülkenin büyük bölümünde iktidarı almış durumdaydı, mücadelenin önderliği güçlü ve çelikleşmiş bir partinin ellerindeydi, merkezi Kızıl Ordunun tüm komuta aygıtı işçilerin ellerindeydi. Tüm bunlara rağmen, Kızıl Orduyla karşılaştırılamayacak kadar zayıf olan köylü müfrezeleri, Kızıl Ordu zafer kazanarak köylü gerilla alanlarına ilerledikten sonra onunla çatışma içine girdiler.
Çin’de durum kökten farklıdır ve dahası tamamen işçilerin aleyhinedir. Çin’in en önemli bölgelerinde iktidar burjuva militaristlerin ellerindedir; diğer bölgelerde ise silahlı köylülerin liderlerinin ellerinde. Henüz hiçbir yerde bir proleter iktidar mevcut değil. Sendikalar zayıf. Partinin işçiler arasındaki etkisi önemsiz. Kazandıkları zaferlerle coşan köylü müfrezeleri Komintern’in bayrağı altında duruyorlar. Kendilerine “Kızıl Ordu” diyorlar, yani kendileri Sovyetlerin silahlı kuvvetleriyle bir tanımlıyorlar. Sonuç olarak ortaya çıkan şey şudur ki; Çin’in devrimci köylülüğü, yönetici katmanının şahsında, eşyanın tabiatı gereği Çinli işçilere ait olması gereken politik ve moral sermayeyi peşinen kendisine maletmiş görünüyor. Olayların, tüm bu sermayenin belli bir anda işçilerin aleyhine yöneleceği bir hal alması mümkün değil midir?
Doğal olarak yoksul köylülük –ki Çin’de ezici bir çoğunluğu oluşturur– politik düşündüğü ölçüde –bu küçük bir azınlıktır– içten ve tutkuyla işçilerle ittifakı ve dostluğu arzular. Fakat köylülük, silahlandığında dahi, bağımsız bir politika izleme yeteneğinde değildir.
Günlük yaşamda iki arada bir derede, kararsız ve bocalayan bir konumu işgal eden köylülük, belirleyici anlarda ya burjuvaziyi ya da proletaryayı takip eder. Köylülük proletaryaya giden yolu kolayca bulamaz. Bu yolu ancak bir dizi yanlışlar ve yenilgilerden geçtikten sonra bulabilir. Burjuvazi ve köylülük arasındaki köprü, kentli küçük-burjuvazi tarafından, en başta da genellikle sosyalizm ve hatta komünizm bayrağı altında öne çıkan aydınlar tarafından sağlanır.
Çin “Kızıl Ordu”sunun komuta kademesi, hiç şüphe yok ki, emir vermenin alışkanlığıyla kendi kendisine telkinde bulunmakta başarılı olmuştur. Güçlü bir devrimci partinin ve proletaryanın kitle örgütlerinin yokluğu, komuta kademesi üzerindeki kontrolü hakikatte imkânsız kılıyor. Komutanlar ve komiserler durumun mutlak hakimi kılığında gözükmektedirler ve şehirleri işgal ettikleri takdirde işçilere tepeden bakmaya oldukça eğilimli olacaklardır. İşçilerin talepleri onlara, genellikle münasebetsizce ve düşüncesizce görünebilir.
Şehirlere gelindiğinde, muzaffer orduların kurmay ve bürolarının proleter barakalarında değil, kentin en göz alıcı binalarında, burjuvaların evleri ve apartmanlarında kurulması gibi “önemsiz şeyler” de unutulmamalıdır; ve tüm bunlar köylü ordularının üst katmanının kendisini hiçbir surette proletaryanın değil, “kültürlü” ve “eğitimli” sınıfların bir parçası olarak hissetme eğilimini kolaylaştırır.
Bu nedenle Çin’de, bileşimi itibarıyla köylü ve liderliği itibarıyla küçük-burjuva olan ordu ile işçiler arasındaki çatışmaların nedenleri ve temelleri yalnızca ortadan kalkmamış değildir, tersine tüm koşullar, bu çatışma olasılığını büyük ölçüde arttıracak ve hatta bunu kaçınılmaz kılacak türdendir. Ve buna ek olarak, proletaryanın şansı, başlangıç için Rusya’daki durumdan çok daha azdır.
Stalinist bürokrasi bu çelişik durumu işçilerin ve köylülerin “demokratik diktatörlüğü” sloganıyla örtbas ettiğinden dolayı teorik ve politik açıdan tehlike misliyle artmıştır. Görünüş itibarıyla bundan daha çekici ve özü itibarıyla da bundan daha haince bir tuzağın hazırlanması mümkün müdür? Bürokratlar, toplumsal kavramlar aracılığıyla değil, basmakalıp ifadelerle düşünüyorlar; biçimcilik bürokrasinin temel özelliğidir.
Rus Narodnikleri, Rus Marksistlerini köylülüğü “ihmal” etmekle, köylerde çalışma yürütmemekle vb. suçlarlardı. Marksistler bunu şöyle yanıtladılar: “Biz, ileri işçileri harekete geçirir ve örgütleriz ve köylüleri de işçiler aracılığıyla harekete geçireceğiz.” Bu yaklaşım genel olarak proleter bir parti için tasarlanabilecek yegâne yoldur.
Çin Stalinistleri diğer türlü davrandılar. 1925-27 devrimi boyunca, işçilerin ve köylülerin doğrudan ve acil çıkarlarını ulusal burjuvazinin çıkarlarına bağımlı kıldılar. Karşı-devrim yıllarında proletaryanın üzerinden atlayarak köylülüğe vardılar, yani Rusya’da halen devrimci bir parti oldukları dönemde SR’ler tarafından yerine getirilen rolü üstlendiler. Çin Komünist Partisi son birkaç yılda çabalarını şehirlerde, sanayide, demiryolları üzerinde yoğunlaştırsaydı; sendikaları, eğitim klüpleri ve çevrelerini ayakta tutsaydı; işçilerden kopmaksızın onlara köylerde neler olduğunu anlamayı öğretseydi, genel güçler ilişkisinde proletaryanın payı bugün karşılaştırılamaz ölçüde daha elverişli olurdu.
Parti kendi sınıfıyla bağını fiilen koparmıştır. Bu nedenle son tahlilde köylülüğün de zarar görmesine neden olabilir. Proletaryanın örgütten ve liderlikten yoksun olarak kenarda kalmayı sürdürmesi durumunda köylü savaşının, bütünüyle zafere ulaşsa bile, kaçınılmaz olarak bir çıkmaz sokağa girecek olmasından dolayı.
Eski Çin’de her muzaffer köylü devrimi, yeni bir hanedanlığın ve takiben yeni bir büyük mülk sahipleri grubunun da oluşturulmasıyla sona ermiştir; hareket bir kısır döngüye saplanmıştır. Bugünün koşullarında kendiliğinden köylü savaşı, proleter öncünün doğrudan önderliği olmaksızın, yalnızca iktidarı yeni bir burjuva kliğin, pratikte Çan Kay-şek’in Kuomintang’ından pek az fark edecek olan bir “sol” Kuomintang’ın ya da başkasının, bir “Üçüncü Partinin” vb. ellerine verebilir. Ve bu, sırası geldiğinde “demokratik diktatörlüğün” silahlarıyla yeni bir işçi katliamı anlamına gelecektir.
O zaman tüm bunlardan çıkan sonuçlar nelerdir? İlk sonuç şu ki; kişi olgularla oldukları gibi, açıkça ve cesurca yüzleşmelidir. Köylü hareketi, büyük toprak sahiplerine, militaristlere, feodallere ve tefecilere karşı yöneldiği ölçüde muazzam bir devrimci faktördür. Fakat köylü hareketinin kendisi çok güçlü mülkiyetçi ve gerici eğilimlere sahiptir. Bu hareket belli bir aşamada işçilere düşman hale gelebilir ve bu düşmanlığı silahlanmış olarak sürdürebilir. Köylülüğün ikili doğasını unutan Marksist değildir. İleri işçilere, “Komünist” etiketler ve bayraklar arasından gerçek toplumsal süreci ayırt etmek öğretilmelidir.
“Kızıl Ordu”nun faaliyetleri dikkatle takip edilmelidir ve işçilere gidişatın, köylü savaşının öneminin ve perspektiflerinin ayrıntılı bir açıklaması sunulmalıdır; ve proletaryanın acil talepleri ve görevleri köylülüğün kurtuluşu sloganlarıyla birbirine bağlanmalıdır.
Kendi gözlemlerimiz, raporlarımız ve diğer dokümanlar temelinde, köylü ordularının yaşamını ve onlar tarafından ele geçirilen bölgelerde kurulan rejimi dikkatlice ele almalıyız; yaşayan olgularda çelişik sınıf eğilimlerini keşfetmek ve işçilere desteklediğimiz ve karşı çıktığımız eğilimleri açıkça göstermek zorundayız.
Kızıl ordular ile yerel işçiler arasındaki karşılıklı ilişkileri, aralarındaki küçük anlaşmazlıkları bile gözden kaçırmaksızın özel bir itinayla izlemeliyiz. Tek tek şehir ve bölgeler çerçevesinde, çatışmalar, keskin olsalar bile, önemsiz yerel olaylar şeklinde görünebilir. Fakat olayların gelişimiyle, sınıf çatışmaları ulusal bir ölçeğe kavuşabilir ve devrimi bir felâkete, yani burjuvazinin aldattığı köylüler tarafından yeni bir işçi katliamına sürükleyebilir. Devrimler tarihi böylesi örneklerle doludur.
İleri işçiler, proletarya, köylülük ve burjuvazinin karşılıklı sınıf ilişkilerinin canlı diyalektiğini daha net bir biçimde anladıkça; kendilerine en yakın köylü katmanıyla birlik olmaya daha fazla özgüvenle çabalayacak ve kentlerde olduğu kadar bizzat köylü ordularındaki karşı-devrimci provokatörleri de daha büyük başarıyla yok edecektir.
Sendika ve parti birimleri inşa edilmeli; ileri işçiler eğitilmeli, proleter öncü biraraya getirilmeli ve mücadeleye sürülmeli.
Resmi Komünist Partinin tüm üyelerine açıklayıcı ve meydan okuyan sözlerle gitmeliyiz. Büyük olasılıkla tabandaki Stalinist hizip tarafından yoldan çıkarılmış Komünistler bizi bir defada anlamayacaklar. Bürokratlar, bizim köylülüğü “küçümsediğimizi”, hatta belki de bizim köylülüğe “düşmanlığımızı” ulumaya başlayacaklar. Doğal olarak, bu tip ulumalar Bolşevik-Leninistleri şaşırtmaz. Nisan 1927’den önce Çan Kay-şek’in kaçınılmaz darbesine karşı uyarıda bulunduğumuzda Stalinistler bizi Çin ulusal devrimine düşmanlıkla suçlamışlardı. Olaylar kimin haklı olduğunu gösterdi; bu kez de gerekli kanıtı sağlayacaklardır.
Sol Muhalefetin, bugünkü aşamada olayları proletaryanın çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için çok zayıf olduğu ortaya çıkabilir. Fakat tam da şimdi, işçilere doğru yolu işaret etmek ve onlara sınıf mücadelesinin gelişimi içinde, doğruluğumuzu ve politik derinliğimizi göstermek için yeterince güçlüyüz. Devrimci bir parti ancak bu yoldan işçilerin güvenini kazanabilir; ancak bu yoldan gelişip büyüyebilir, güçlenebilir ve halk kitlelerinin başındaki yerini alabilir.
NOT: 26 Eylül 1932
Düşüncelerimi olabildiğince açıkça ifade etmek amacıyla, teorik bakımdan bütünüyle mümkün olan şu varyantı kısaca açıklayayım.
Çin Sol Muhalefetinin yakın gelecekte sanayi proletaryası arasında yaygın ve başarılı bir çalışma gerçekleştirdiğini ve güçlü bir etki kazandığını varsayalım. Resmi parti, bu arada, tüm güçlerini “Kızıl ordular” ve köylü bölgeleri üzerinde yoğunlaştırmaya devam etsin. Köylü birliklerinin sınai merkezleri işgal edeceği ve işçilerle karşılaşacağı an çıka gelsin. Böyle bir durumda, Çinli Stalinistler nasıl davranacaklardır?
Köylü ordusunu “karşı-devrimci Troçkistler”e karşı düşmanca bir tarzda ileri süreceklerini önceden görmek zor değil. Diğer bir deyişle, silahlı köylüleri ileri işçilere karşı tahrik edeceklerdir. Bu, Rus SR’lerinin ve Menşeviklerin 1917’de yaptığı şeydir; işçileri kaybettiklerinde, kışlayı fabrikaya karşı, silahlı köylüyü Bolşevik işçiye karşı kışkırtarak askerler arasında destek bulmak için olanca güçleriyle savaştılar.
Bürokratik merkezciliğin, tıpkı merkezcilik gibi, bağımsız bir sınıf desteği olamaz. Fakat Bolşevik-Leninistlere karşı mücadelesinde, desteği sağdan yani onları proletaryanın karşısına koyarak köylülük ve küçük-burjuvaziden bulmak zorunda kalır. İki Komünist hizip, Stalinistler ve Bolşevik-Leninistler arasındaki mücadele, böylece bizzat kendi içinde bir sınıf mücadelesine dönüşme içsel eğilimini taşır. Çin’de olayların devrimci gelişimi bu eğilimi sonuçlarına kadar, yani Stalinistler tarafından yönetilen köylü ordusu ile Leninistlerin önderlik ettiği proleter öncü arasındaki bir iç savaşa kadar götürebilir.
Bütünüyle Çinli Stalinistler yüzünden böylesi trajik bir çatışma ortaya çıkarsa, bu Sol Muhalefet ve Stalinistlerin Komünist hizipler olma durumunun ortadan kalktığına ve her biri farklı bir sınıfsal zemine sahip düşman politik partiler haline geldiğine işaret eder.
Bununla birlikte, böylesi bir perspektif kaçınılmaz mıdır? Hayır, hiç de öyle düşünmüyorum. Stalinist hizip (resmi Çin Komünist Partisi) içinde yalnızca köylü, yani küçük-burjuva eğilimler yok, aynı zamanda proleter eğilimler de mevcuttur. Sol Muhalefet açısından, “Kızıl ordular”ın ve genel olarak proletarya ile köylülük arasındaki ilişkilerin Marksist bir değerlendirmesini sunarak Stalinistlerin proleter kanadı ile bağ kurmaya çabalamak son derece önemlidir.
Proleter öncü politik bağımsızlığını korurken, devrimci demokrasiyle birleşik eylem gerçekleştirmeye her zaman hazır olmalıdır. Silahlanmış köylü müfrezelerini, proletaryanın silahlı gücü olarak Kızıl Ordu şeklinde tarif etmeyi reddetmemize ve Komünist bayrağın köylü savaşının küçük-burjuva içeriğini gizlediği olgusuna gözlerimizi kapama eğiliminde olmamamıza rağmen, diğer taraftan köylü savaşının muazzam devrimci-demokratik önemi hususunda kesinlikle net bir bakışa sahibiz. Biz işçilere köylü örgütleriyle zorunlu askeri ittifakı kavramayı öğretiriz.
Sonuç olarak görevimiz yalnızca, silahlı köylüye dayanan küçük-burjuva demokrasisinin proletarya üzerinde politik-askeri bir hakimiyet kurmasını engellemeyi değil, köylü hareketinin ve özelde onun “Kızıl ordular”ının proleter önderliğini oluşturmayı ve sağlamayı içerir.
Çinli Bolşevik-Leninistler politik olayları ve onlardan çıkan politik görevleri daha açık olarak kavradıkça, proletarya içindeki tabanlarını daha başarılı olarak genişleteceklerdir. Onlar resmi parti ve onun tarafından yönetilen köylü hareketine ilişkin olarak bir Birleşik Cephe politikasını daha kararlıca yerine getirdikçe, yalnızca devrimi proletarya ve köylülük arasındaki çok tehlikeli bir çatışmadan korumakta ve iki devrimci sınıf arasındaki zorunlu birleşik eylemi garanti altına almakta değil, aynı zamanda onların birleşik cephesini proletarya diktatörlüğüne doğru bir adıma dönüştürmekte de başarılı olmaları daha kesin olacaktır.
[171]
11 Ağustos 1937
Li Fu-jen: Sormak istediğim ilk soru, Çinli yoldaşlarımızdan birinin kısa tezinde özetlenen, fırsat doğduğunda örgütümüzün, Japon karşıtı örgütlerin halihazırda varolmadığı bölgelerde bu tür örgütleri oluşturma inisiyatifini üstlenmesinin gerekip gerekmediği sorusudur. Çin örgütümüzün MK’sı bu sorunda bölünmüş durumda. Bir kesim, bu tür örgütlerin Stalinistler tarafından uluslararası ölçekte inşa edilen Emperyalizme Karşı Birlik, Savaşa ve Faşizme Karşı Birlik vs. gibi karşılaştırılabilir örgütlerden hiçbir farkı olamayacağını ileri sürüyor. Bu görüşün muhalifleri, işçi hareketinin geniş ölçekte pasif olduğu ve kitlelerin politik yaşamının büyük ölçüde Japon karşıtı etkinlikte ifadesini bulduğu günümüzde, devrimcilerin mücadele halindeki kitlelere önderlik etmek ve onların burjuva ve küçük-burjuva politik örgütlerin etkisi altına girmelerini engellemek için bu tür örgütleri oluşturmak zorunda olduklarını söylüyorlar.
Troçki: Bize KP’nin, sendikaların, varsa Üçüncü Partinin gücüne ve Kurtuluş örgütlerinin ne kadar güçlü olduğuna dair yaklaşık bir tahminde bulunabilir misin?
Li Fu-jen: KP’nin “sovyet” bölgeleri (yeri gelmişken, bunlar artık sovyet olarak adlandırılmıyorlar) dışında bir parti olarak varlığı pratikte sona erdi. Eskiden parti faaliyetinin ana merkezi olan Şanghay’da bir aygıt var ama hiçbir parti örgütü yok. İllegal parti organı uzunca bir süredir yayınını durdurmuş durumda. Parti temsilcileri son grev hareketine katıldılar, ama yalnızca onu sabote etmek için. Örneğin, bir grevin sürmekte olduğu büyük bir ipek fabrikasında, Stalinist bir temsilci, Çin proletaryasının öncelikli görevinin Japon emperyalizminden “ülkeyi kurtarmak” olduğunu iddia ettiği bir toplantıda nutuklar attı. Bir işçi onu şöyle yanıtladı: “Bana öyle geliyor ki, bizim ilk görevimiz kendimizi kurtarmak; bizler açlıktan ölüyoruz.” Stalinistler şu sloganı yükselttiler: “Çinlilerin sahip olduğu fabrikalarda grev yapma.” Bu, 1927’de devrimin bozguna uğramasından sonra başlayan işçilerden yalıtılma sürecini tamamlıyor.
Kuomintang hükümetinin uyguladığı haber sansürü nedeniyle, “sovyet” bölgelerindeki gerçek durumu açığa çıkarmak çok güç. Ama KP ile “sovyet” hükümet aygıtı arasında yalnızca çok küçük bir fark olduğuna inanmak için yeterli nedenimiz var. “Kızıl Ordu”nun (son günlerde adı Japon Karşıtı Halk Ordusu olarak değiştirildi) ana gücü, şimdi, Çin’in kuzeybatısındaki Şensi eyaletinin kuzeydoğu kesiminde üslenmiş durumda. Eğer yapılan çeşitli tahminlerin uygun bir ortalaması alınırsa, bu güç 80.000 kişiden oluşuyor ve hepsi modern silahlarla donanmış değil. Bunun dışında, çeşitli daha küçük ordular ve Fukien ve Honan gibi eyaletlerde faaliyet gösteren köylü partizan birlikleri var. “Sovyet” hükümeti, başkanı Mao Ze-tung’a göre bu daha küçük güçler üzerinde herhangi bir doğrudan denetim uygulayamıyor ve bunun sonucu olarak da KP’nin yeni sınıf-işbirlikçi çizgisinin aksine toprağın kamulaştırılması ve tarım devriminin diğer önlemleri hâlâ gerçekleştirilmektedir. Kuomintang hükümetinin Japon emperyalizmine karşı “içten” bir mücadele yürütmesi, “kendi” halkına karşı yürüttüğü iç savaşı durdurması, “demokratik” bir rejimi başlatması ve politik tutsakları serbest bırakması gibi alçakgönüllü istekler karşılığında, Parti tümüyle Kuomintang’a teslim oldu. KP ile Kuomintang arasında herhangi bir resmi anlaşmaya varılıp varılmadığını söylemek olanaksız. ÇKP Kuomintang’a ilk önerilerini yaptığında, Kuomintang, “sovyet” hükümetinin tamamen tasfiyesi, “Kızıl Ordu”nun dağıtılması ve KP’nin sınıf mücadelesi politikasından tümüyle vazgeçmesi dışında hiçbir şeyin kabul edilebilir olmadığını belirterek, açıkça koşulsuz teslimiyet istedi. Bu tür bir “anlaşma”ya varıldığı, Nanking hükümetinin kuzeydoğu Şensi’deki “sovyet” bölgelerine para ve levazım –kamyon, cephane ve yiyecek– gönderdiği şeklindeki haberlerde görülüyor.
“Kızıl Ordu” saflarının, önderliğin yeni işbirlikçi çizgisine karşı herhangi bir muhalefet gösterdiğine dair hiçbir işaret yoktu. Ancak şurası da unutulmamalı ki, bizzat bu güç, 1930 ile 1935 arasında birbirini izleyen Nanking saldırılarına karşı Kiangsi’deki “sovyet” bölgesini, 1935 yazında orayı boşaltmak zorunda kalıncaya kadar elinde tutan güçten büyük ölçüde farklıdır. Kiangsi’den Şensi’ye Uzun Yürüyüş sırasında, deneyimli savaşçıların çoğu saflardan düştü ya da öldürüldü ve onların yeri, ordunun geri çekildiği bölgelerde, yoksul köylülük arasından gelen ve pirinç tabaklarını doldurmanın tek çaresini “Kızıl Ordu”da gören genç acemiler tarafından dolduruldu. Bu sulandırılmış güç, ÇKP’nin elinde, büyük bir mücadeleci gelenekle Kiangsi’yi terk eden orduya nazaran çok daha uysal olduğunu kanıtlamıştır.
İşçilerin gönüllü örgütleri anlamında gerçek sendikalar, son zamanlarda bazı sanayi kollarında böyle örgütleri yaratma girişimleri olmasına rağmen, hemen hemen hiç mevcut değildir. 1929’da Kuomintang hükümeti, İtalya ve Almanya’daki gibi, işçilerin sanayi örgütlerinin hükümet tarafından gözetlenmesini ve denetlenmesini şart koşan bir Sendikalar Kanunu kabul etti. Bu kanuna göre “sendikalar” kuruldu, ama bunlar aslında işçilerin saflarındaki hükümet ajanları olarak varlık buluyorlar. Bürolar tutuldu, memurlarla dolduruldu ama sendika toplantıları pek nadirdir. Grev çağrıları ender görülen bir resmi sendikal eylemdir ve ne zaman bir grev patlak verse sendika aygıtı yalnızca bir uzlaşma yaratmaya çabalıyor. Dolayısıyla işçilerin kendi gerçek örgütleri yoktur.
Üçüncü Parti, dikkatini bir tarım programı üzerinde toplayan çok küçük boyutlu bir politik grup. Bu parti, 1927’de Wuhan hükümetinin çökmesiyle çaresizliğe terk edilmiş “sol” Kuomintang artıkları tarafından Avrupa’da kuruldu. Bunun ilk üyeleri arasında, Wuhan hükümetine tarım bakanı olarak katılan sağ-kanat ÇKP lideri Tan Ping-şan da bulunuyordu. Parti, Çin’de 1930’ların başında Teng Yen-ta önderliğinde ortaya çıktı. Teng Yen-ta, o sıralar, Stalin’in Çin Komünist Partisi önderliğinin Çen Tu-ziu’nun ardından ona verilmesini önerdiği Moskova’dan daha yeni dönmüştü. Teng 1931 sonlarında Çan Kay-şek tarafından idam edildi. Reformist bir toprak programı açıklayarak, emperyalizme karşı mücadele sayesinde “ulusal sermaye”nin gelişmesini planlayan Üçüncü Parti, büyümeyi asla başaramadı. Kuomintang diktatörlüğü altında yasadışı bir varoluşu sürdürmeye mecbur edilen parti, karargâhını muhafaza etti ve faaliyetinin büyük bir bölümü için bir Britanya sömürgesi olan Hong Kong’u merkez aldı. Tarım politikası alanında ÇKP toprakların kamulaştırılması politikasını izlediği için, Üçüncü Parti köylülerin önderliğini ele geçirmek için ÇKP’yle rekabet etme yeteneğinde değildi. Ancak şimdi ÇKP Yedinci Komintern Kongresi kararlarıyla aynı çizgide tarım devrimi programından vazgeçtiği için, Üçüncü Parti yeniden bir yaşam şansı elde etmiş bulunuyor. Üçüncü Parti şimdi, ÇKP’yi köylülüğün davasından vazgeçme hainliğiyle suçlayarak, onu “sol”dan eleştiriyor.
Kararda atıfta bulunulan faşist örgüt, gerçekte bir faşist örgüt değildir. “Faşist” terimi bu durumda Mavi Gömlekliler olarak bilinen örgütün adından gelmektedir. Mavi Gömlekliler bir parti değildir, Çan Kay-şek tarafından, kendi iktidarını Kuomintang’ın ve hükümetin hem içinde hem de dışında pekiştirmek amacıyla yaratılan kişisel bir örgüttür. Bunların görevlerinden biri, Çan’ın muhaliflerine suikast düzenlemekti. Çan, askeri bir diktatörlük aracılığıyla egemenlik sürmektedir ve İtalyan ve Alman modellerinden sonra faşist bir hareketin ne gereği ne de temeli vardır. Küçük-burjuvazi, özellikle de köylüler, Çan’ın diktatörlüğüne muhaliftir ve faşizm için (en azından şu anda hiçbir surette) toplumsal bir taban haline gelemez. Köylülük üzerinde ve şehir küçük-burjuvazisi üzerinde hâlâ bir etki sahibi oldukları ölçüde Stalinistler, sınıf-işbirlikçi politikalarıyla bu sınıfları tekrar Çan’ın nüfuzu altına itmeye yardım ediyorlar. Ama, özellikle Şanghay’da sayısız öğrenci grubunun üst katmanlarını etkilemeyi başarmalarına rağmen, Çan iktidarının bir organı olan Mavi Gömleklilerin şu anda yalnız Kuomintang hükümet aygıtı içinde üyeleri var.
Ulusal Kurtuluş Birliği (UKB), karargâhı Şanghay’da olan federal bir yurtsever örgüttür. Bu örgüt, öğrenciler, öğretmenler, küçük işadamları ve çok nadir olmakla birlikte kısmen de işçilerden oluşan yerel yurtsever toplulukları içine almaktadır. Önderlik büyük burjuvaziye kapalı olan özenle seçilmiş üst tabaka küçük-burjuva unsurlardan oluşmaktadır. UKB, Japonların 1931-32’de Mançurya’yı ele geçirmeleriyle yükselen yurtsever hareketin bugünkü örgütsel ifadesidir. O sıralar büyük ölçekli bir öğrenci hareketi başladı. Binlerce öğrenci sınıflarını terk etti, trenleri ele geçirdi ve hükümetin Japon istilâsına direnmeme politikasını protesto etmek için Nanking’e gitti. Gösterilerin büyüklüğü hükümeti dehşet içinde bıraktı, ama öğrenciler, işçiler ve diğer sömürülen kesimler içinde bir taban ve destek bulmakta başarısız olunca, hükümet cesaretini topladı ve bir güç gösterisiyle hareketi sona erdirdi.
1936’ya kadar süren dönem boyunca öğrenci hareketi süregiden Japon saldırganlığına rağmen fiilen ölmüştü. Ne var ki, 1936’da, Japonya Kuzey Çin üzerindeki taleplerini dayatmaya başladı ve Nanking hükümetinin bölgedeki başı olan Sung Çe-yuan, Japon emperyalizmine sayısız ekonomik ödünler verdi. Bu, öğrenci hareketinde bir dirilmeye yol açtı ve Sung büyük öğrenci gösterilerinin hedefi haline geldi. Fakat o sırada Kuzeyde oldukça etkili olan Stalinistler, öğrencilerin Sung Çe-yuan’a karşı gösteri yapmakla “ulusal birliği” parçaladıklarını ilân ederek hareketi sabote ettiler. Öğrencilere, Sung’un Japonya’ya ödünler vermek zorunda kaldığını, çünkü halkın ona yeterince destek vermediğini söylediler. Bu, hareketi öldürdü. Öğrencilerden şu sesler geliyordu: “Eğer bize komünistler önderlik etmeyecekse kim edecek?”
Bu arada Şanghay’da ve ülkenin diğer bölgelerinde, esas olarak öğrenciler, aydınlar ve genel olarak küçük-burjuva unsurları birleştiren ve hatta büyük burjuvazinin temsilcilerini de kapsayan “Kurtuluş Birlikleri” doğdu. Sayıca az olsa da bazı işçiler de, bu yurtsever örgütlere katıldılar ki, Ulusal Kurtuluş Birliği de bu yurtsever örgütlerden doğmuştur.
Birlik içinde, iki politika ortaya çıktı. Sayıca üstün olan gerici unsurlar, Japonya’yla savaşan hükümete yardımcı olmak gerektiğini öne sürerek, örgütü Kuomintang hükümetine destek verme yönünde idare ettiler. Bunların muhalifleri, hükümetin ülkeyi Japonya’ya sattığını ve yeni ihanetlerin önüne geçmek için, hükümetin eleştirilmesi ve üstüne gidilmesi gerektiğini savundular. Örgütün en önemli önderi olan Çang Nai-çi, Nanking’deki Çan Kay-şek’le görüştü ve hükümete tam destek sunmak gerektiğine ikna oldu. Bu eylem bölünmeyi hızlandırdı, Nanking karşıtı unsurlar tüm faaliyetten geri çekildiler. Tuhaftır, Çan Kay-şek, Çang Nai-çi de dahil tüm önderleri tutuklamaya başladı, fakat şu geçtiğimiz günlerde bunlar serbest bırakıldılar[172].
Troçki: Bu Tokyo’nun emri miydi?
Li Fu-jen: Tokyo’nun “örgütlü Japon karşıtı faaliyeti” tekrar tekrar protesto etmesi nedeniyle yaygın kanı buydu, ancak bu Çan için de ihtiyati bir önlemdi. Mali kaynakların, kayıtların vs. denetimini ellerinde tutan önderler tutuklandıklarından, Ulusal Kurtuluş Birliği fiilen çöktü. Önderler, birliğin diğer üyeleri tarafından hapishanede ziyaret edildiler ve kendilerinden denetimi devretmeleri istendi, fakat onlar birliği kendi özel mülkleriymiş gibi gören bir tutum takınarak, bunu yapmayı reddettiler. Birlik biçimsel olarak asla yasaklanmadı, ama tutuklu önderler “cumhuriyetin varlığını tehlikeye atmak”la ve ÇKP’yle (o sıralar Nanking ÇKP’yle müzakerelerde bulunuyordu) ilişkiyi sürdürmekle suçlandılar. Tutuklu önderlerden birinin, Zou Tao-fen’in evinde, gazetemiz Struggle’ın bir kopyası bulundu ve bu cumhuriyeti tehlikeye atma suçlamasını kanıtlamak için kullanıldı; yeri gelmişken, Çen Tu-ziu da aynı suçlamayla on bir yıl hapse mahkûm edilmişti.
UKB’nin taşra şubelerine dair fazla bir şey söylenemez. Şanghay, hareketin ana merkeziydi ve federe teşkilatların büyük bir kısmı para toplama büroları olarak kullanıldılar. UKB içindeki Stalinist etki hatırı sayılır düzeydeydi ve örgütü Kuomintang kanallarına yöneltmek için kullanıldı.
Troçki: Tartışmanın maddi içeriğini net olarak anlamadım. Eğer Kurtuluş örgütlerinin önderleri tutuklandılarsa, açıktır ki yoldaşlarımız tarafından inşa edilen Japon karşıtı bir örgütün legal bir varlığı olamaz; demek ki bu örgüt illegal olmak zorundadır.
Li Fu-jen: Fikri önerenler, bu tip anti-Japon birliklere legal bir temel vermek için, diğerlerini bizimle işbirliği yapmaya ikna edebileceğimizi düşünüyorlar. Daha sonra onlar içinde kendi fraksiyonlarımız olabilirdi.
Troçki: Evet, illegal bir fraksiyonumuz olabilir. Fakat o zaman farklılık noktasını net olarak anlamıyorum. Farklılık sadece, böylesi örgütlerin bulunmadıkları yerlerde bu örgütleri örgütleme inisiyatifini üstlenme noktasında bulunuyor. Niye Çin’de çok büyük bir önemi olması gereken grev hareketine katılmamız sorununun değil de bu sorunun öne çıkarıldığını pek anlamıyorum. Sorun eğer bir kitlesel legal örgütler sorunu olsaydı, bakış açısını anlayabilirdim, fakat, şu haliyle, öneri getirenlere ancak şunu önerebilirdim: Bunu yapmayı deneyin ve bana gösterin; bu bir olanak ve sonuç sorunudur. Öneri getirenlerin bu konudaki pratik deneyimleri ne? Hangi somut olay bu tartışmayı doğurdu?
Li Fu-jen: Yoldaşlarımıza politik yönergeler sağlamaya dönük bir belge olan politik karar taslağını ele aldığımızda çıktı sorun. En iyi unsurları bayrağımıza kazanmak için yoldaşlarımızın yurtsever örgütlerin çalışmasında yer almaları gerektiği söyleniyordu. Diğerleri de, eğer varolan örgütlere katılmak doğruysa, ele geçirme hedefiyle bu tür örgütler oluşturmanın da doğru olacağını iddia ettiler.
Troçki: Biz dinsel örgütlere din karşıtı çalışma yapmak için girebiliriz, fakat bu dinsel örgütler oluşturmamız gerektiği anlamına gelmez.
Li Fu-jen: Benim bu öneriye bakışım, bu önerinin yoldaşlarımızın sabırsızlığını gösterdiği şeklindedir. Çalışmamız şimdi çok zor ve dışa kapalı. Yoldaşlar, küçük bir gazete çıkaran küçük ve yalıtık bir grup olmaktan bıkmış durumdalar. Bu dönemin üstünden atlamak istiyorlar. Japon karşıtı örgütler oluşturma doğrultusundaki önerileri, kitlelerle daha kolay bağ kurma arayışlarının bir ürünüdür.
Troçki: Böyle bir tutumun gizli tehlikeleri var: Bu tehlikeli olabilir. Tezde sendikal çalışma hakkında çok az şey buldum: Sendikal propagandayı yaymak ve bir grev patlak verdiğinde önderlik etmeye hazır olmak için onları örgütlemek gerekliliği. İnanıyorum ki bu, Kurtuluş örgütleri yaratmak ya da yaratılmasını tartışmaktan bin kat daha önemlidir.
Doğal olarak, şu anki ağır durumun Japonya ile Çin arasında doğrudan büyük bir savaşa yol açması halinde, savaş sorunu tüm halkın ve bu suretle işçi sınıfının faaliyetinin dikkat odağı haline gelecektir. Bu durumda, bizim yurtsever örgütler yaratma inisiyatifini üstlenmemiz gerekmeyecektir. Bunlar zaten her taraftan fışkıracaktır. Bizim görevimiz, işçileri içeride ve dışarıda burjuvaziden ayırmak, işçilerin silahlanmasını ve işçilerin ve askerlerin maddi çıkarlarını gözetmek olacaktır; savaş sanayisinin burjuva yurtseverlere muazzam kârlar sağlayacağı ve onları palazlandıracağı savaş sırasında bile grev yapma hakkından vazgeçmek değil.
Ekonomik canlanma sorunu politik tezde yeterince ele alınmamış, üstü örtük kalmış. Sanırım 1931-32’deydi, Çinli yoldaşlara bir mektupta şunları yazmıştım; eğer birkaç yıl içinde işçi hareketinde bir yükseliş ortaya çıkmazsa, Kızıl Ordu yozlaşacaktır. Ancak bir ekonomik canlanma başladığında, işçi hareketi yeniden hayat bulabilir ve Kızıl Orduyu destekleyebilir. Bir ekonomik canlanmanın olanaksız olduğu teşhisi –Niel Şih’in düşüncesi buydu– yanlıştı. O, askeri rejimin bir canlanmayı katiyen olanaksız kıldığını söylüyordu. O zamanlar, sorunun zorunluluğu ve öneminden ve özellikle Çin’de bir ekonomik canlanmanın tümüyle olabilirliğinden –kaçınılmazlığından– bahsetmiştim; bu şimdi bir olgu olarak önümüzde durmaktadır.
Son aylarda, Çin’deki yabancı sermaye yatırımlarına ilişkin çok ilginç haberler vardı. Çin’in güvenilir bir alan olmadığı doğrudur, ama nerede güvenilir bir alan var ki? Çin şu anda yabancı sermaye için nispeten cazip bir alandır. Fransa’daki çok kötü duruma rağmen, Fransa kuru güçlendirmek için Nanking’e 400 milyon frank gönderdi. Çekoslovakya Çin’e hükümet aracılığıyla para yatırdı. Bu olgu, son yıllarda Nanking’in belli bir istikrar göstermesinin bir sonucudur. Bu bir gerçektir, bir otoritesi vardır, Britanya hükümeti tarafından desteklenmektedir. Gerçek şu ki, Büyük Britanya, Nanking hükümeti aracılığıyla ülkede ekonomik ve politik olarak çok önemli bir faktördür. Fransa yalnızca 400 milyon frank vermekle kalmamış, demiryolu inşaatına da sermaye yatırmıştır. Comité des Forges tarafından gönderilen resmi Fransız muhabirinin “çok ihtiyatlı olmalıyız; istikrar mutlak değil, bir anda bir felâketle karşılaşacağız” diye yazmasına rağmen, sermaye gözünü göreli bir “refah”ın olduğu Çin’e dikmektedir.
Çin’e bir yabancı sermaye akışıyla karşı karşıya kalmamız mümkündür ve Çin bugünlerde önemli bir ilerleme kaydedebilir. Doğal olarak bu, ülkenin daha da sömürge bir ülkeye dönüştürülmesiyle kapitalist bir ilerlemedir. Fakat burada Hindistan’a göre önemli bir farklılık bulunmaktadır, Hindistan’da Büyük Britanya yönetiyor ve karar veriyor, oysa Çin’de farklı emperyalizmler görüyoruz, bu da hükümete ve devrimci unsurlara daha fazla manevra olanağı veriyor. Bu, hareket alanı yaratmaktadır. Eğer yönetimde olsaydık, İngiliz ve Japon emperyalizmi arasında manevra yapardık. Bu semptomlar, eğer doğruysa, Çin ekonomisinde çok önemli bir canlanmaya tanık olduğumuza işaret etmektedir, ki bu da, işçi hareketinin yeniden canlanmasının perspektiflerini sunmaktadır. “İlkönce kendimizi kurtarmalıyız” diye yanıt veren işçi haklıydı. Bizler işe Japon karşıtı örgütler inşa etmekle başlamamalıyız (tabiatıyla bizler de Çin’in bağımsızlığından yanayız); ama en önemli görevin sendikal hareket içinde olduğunu anlamalıyız. Sanayinin, ekonomik yaşamın canlanması sendikaları da yeniden hayata kavuşturur. Tüm enerjimiz, grev hareketinde yoğunlaşmalıdır. Bu noktada karar, gerçeklik sanki bizim teşhisimize ters olacakmış gibi, canlanmadan ancak utana sıkıla söz etmektedir. Bir canlanma olduğunun ve işçiler açlıktan ölürken, kapitalistlerin, bankerlerin, kompradorların Çin’de çok iyi iş yaptıklarının altını çizmeliyiz. Çin’i kurtarmak için işçileri kurtarmak zorunludur.
Tezde “Japon emperyalizmine karşı acil bir savaş” sloganı bulunmaktadır; böyle bir slogan atabileceğimize inanmıyorum. Şubatta savaş hazırlığı vardı; şimdi de var. O zaman da “acil savaş”tan bahsediyorduk, şimdi de. Savaş sorunu bize bağlı değildir, koşullar tarafından belirlenir. En önemli savaş hazırlığı, sendika komitelerini ve bir parti örgütünü yaratmaktır: Diplomatik manevralarla, tavizlerle değil, devrimci bir askeri mücadeleyle, Çin halkının emperyalistlere karşı savaşıyla, tüm emperyalistlerden, ilkönce de Japon emperyalizminden kurtulma doğrultusunda sistemli bir propaganda. Önemli olan, acil savaş sloganını ileri sürmekten ziyade, zamanı geldiğinde halkın seferberliği için temel olabilecek bir dayanak noktası yaratmaktır. Acil savaş sloganı maceracı görünebilir.
Li Fu-jen: Slogan, Çan Kay-şek’in tutumuyla farkı ortaya koymayı amaçlıyor. O, savaş hazırlıkları yaptığını söyleyip duruyor. Bu nedenle bizim sloganımız Japonya’yla acil savaş.
Troçki: Tehlike, Çan Kay-şek’in tutumunu böyle bir sloganla takviye etmenizdir. Hazırlık sorunu bize ajitasyon ve Çan Kay-şek’in politikalarını teşhir etme olanağı sunar. Somut koşullar altında, örneğin 3 Şubatta savaşa başlamalıyız diyebilirim, ama bilinmeyen koşullar altında bir slogan olarak “acil savaş” gerçekçi değildir. Japonya sorunu neden acil bir silahlı mücadele sorunudur ve farklı emperyalizmler sorununa ne demeli? Bütün emperyalistlerin haydut olduğunu söylemek zorunludur: Onlar yalnızca yöntemlerinde farklıdırlar. Biz bir emperyalizmi diğerinin karşısına koyma ve onlar arasındaki çelişkilerden yararlanma hakkını reddetmeyiz. Ama ancak bir devrimci halk hükümeti, emperyalizmin bir aleti haline gelmeksizin bunu yapma yeteneğindedir. Mevcut hükümet, İngiliz emperyalizminin kölece kuklası olmaksızın Japon emperyalizmine karşı çıkamaz. Şu yanıtı vereceklerdir: Bolşevikler de bir emperyalizme karşı bir diğerini kullandılar, niye Büyük Britanya ile bloğumuz yüzünden bizi eleştiriyorsunuz? Bir blok, güçler ilişkisine bağlıdır; eğer ben daha güçlüysem, kendi amaçlarım için onu kullanırım; eğer daha zayıfsam, bir kukla olurum. Yalnızca devrimci bir hükümet daha güçlü olabilirdi.
Tezde “yurtsever” terimi Stalinistler ve Kurtuluş örgütleri için kullanılıyor. Aynı zamanda tez, ülkenin bağımsızlığı için mücadele etme zorunluluğunu kabul ediyor. Bu yurtseverliktir. Bu bir terminoloji sorunudur: Biz işçi sınıfının kendi emperyalistlerinin, emperyalist devletinin yurtseveri olma hakkını reddederiz; işçilerin bir işçi devletinin yurtseveri olma, ya da bir sömürge halkının kendisini ezen emperyalistler karşısında yurtsever olma hakkını reddetmeyiz. “Yurtsever” teriminin kullanımında büyük bir fark vardır. Japon işçi örgütlerinin yurtsever olma hakları yoktur, ama Çinlilerin böyle bir hakkı vardır. Stalinistler bu yanlış terminolojiden yararlanacaklardır. Eğer bunu doğru olarak kullanmazsak, bu sözcük Stalinistlerle mücadelemizde çok önemli bir sorun olabilir. Çin’de şunu söylerdim: Bu sözcüğü onur kırıcı, alaycı bir anlamda asla kullanmayacağım ve Çan’a şunu söyleyebilirim: Yurtsever olmak istiyorsunuz ama anti-yurtseversiniz, çünkü burjuvazi ve kompradorlar ancak ülkeye ihanet edebilir. Derdim ki: Çan Kay-şek anavatanı koruyamaz, ama işçiler kendi hareketleri sayesinde, işçileri öncü etrafında yani devrimci parti etrafında seferber ederek bunu yapabilirler. Deriz ki: Gerçek yurtseverler bizleriz. Fakat bunu devrimci mücadelenin, sınıf mücadelesinin, vs. içeriğiyle somutlaştırmak gerekir.
Amerika Birleşik Devletleri sorununa tezde çok küçük bir yer ayrılmıştır. Japon emperyalizmiyle Britanya ikiyüzlülüğünün ilişkileri sorunu –onun aynı Japonya’yla bir anlaşma yapmak için Japonya’ya karşı tüm hareketleri– çok iyi işlenmiş, bu mükemmel bir şekilde yapılmış. Ancak Amerika Birleşik Devletleri sorunu çok önemlidir, özellikle de ABD’in politikasında bir değişikliğin olduğu ve filonun Pasifik’te toplandığı, adaların tahkimi, balıkçılık sorunu, Alaska ve Filipinler sorununun gündemde olduğu şu günlerde: Bu sorunlar Roosevelt “refah”ı paramparça olduğunda son derecede ağır bir hal alabilir. İnsancıl pasifist Wilson, ABD’yi savaşa girmeye zorladı; aynı şey Roosevelt’le de mümkündür: O, ülkeye yeni bir paylaşım, yeni bir gelecek sözü verdi, onun getirdiği kan değişiminin belli bir etkisi var. Üç yılı daha var. Eğer bu üç yıl içinde konjonktürde keskin bir değişiklik olursa –büyük sermaye iyi koku alır: Onlar bir yıl sonrasını bilirler. Tüm bu büyük hareket muazzam bir hareket olabilirdi. Çin sorunu en önemli arenayı oluşturacaktır. Neden Büyük Britanya ABD’yle Japonya’nın saldırganlığına karşı bugün bir uzlaşmaya varmak istemiyor, çünkü bu hakim gücün zaferi anlamına gelirdi.
Çin’de Japonya karşısında belirleyici bir faktör haline gelebilecek olan ABD –dünya savaşının olası faktörlerinden biri– üzerine teze bir şeyler koyulsaydı iyi olurdu. ABD’nin Japon karşıtı mücadelede büyük bir etkiye sahip olmamasına biraz şaşırdım. Bu, Amerikan emperyalizminin kriz dönemi boyunca yarı uyur bir vaziyette bulunması yüzündendi. Ama o beklemeci korkakça politikasını değiştiriyor.
Li Fu-jen: Amerika’nın çekimserliği, bilinçli bir politikanın sonucudur. Washington, önce Güney Amerika’daki (Pan-Amerikan Birliği) konumunu sağlamlaştırmakla ve silahlı kuvvetlerini inşa etmekle işe başlıyor. Ancak ondan sonra Japonya konusunda bir netice elde etmeye girişebilecektir. Eğer Amerika’nın tutumuna ilişkin bu görüşü doğru kabul edersek, Uzak Doğu’daki mücadeleye Amerikan müdahalesi uzun bir süre boyunca beklenemez.
Troçki: Bunun benim söylediğim şeye ters hiçbir bir yanı yok. Ama Washington tüm faktörlere hakim değildir; şiddetli bir kriz bir değişikliği zorunlu kılabilir. Sen uzun vadeli perspektiften söz ediyorsun: Uzun vade nedir? Üç dört yıllık silahlanma programları söz konusu, ardından yeni bir Amerikan dünya programı az çok şekillenecektir. Büyük Britanya’ya teknik olarak daha güçlü olduklarını göstermek için, bunun iki üç yıl içinde yapılması mümkündür.
W: Çin şimdi altın standardında. Tüm donanma programında ve bu programın hızlandırılmasında ve havacılık programında, Birleşik Devletler Japonya’ya şiddetli bir şekilde karşı koyuyor.
Li Fu-jen: İngiliz ve Japon etkisinin üstünlüğü, Çin’de ABD’yi ayaklarını basacak sağlam bir yer bulmaktan alıkoydu. Örneğin Çin’in gümüş standardını bırakmasını ve kur sistemi reformunu düzenleyen Britanya’ydı. Britanya sermaye yatırımlarında da önde gidiyor. Çin’in her yıl Britanya’ya ödediği muazzam Boxer tazminatı, şimdi geri veriliyor ve demiryollarının ve diğer girişimlerin inşasında kullanılıyor, ki bunların tüm malzemesi İngiliz imalâtçılardan alınıyor. Geçtiğimiz dönemde Amerika’nın Çin’e müdahalesi, genellikle diplomatik manevralar biçimindeydi ve bu manevralar pek sert değildi. Amerika’nın tutumundaki mevcut zayıflığın kanıtı olarak, Japonya’nın, Pan-Amerikan Havayollarını Çin’de Pasifik-aşırı terminal kurmaktan alıkoyması ve şirketin Portekiz sömürgesi olan Macao’ya gitmek zorunda kalması gösterilebilir. Japonya, Nanking’i Amerika’nın Mackay Radyo Kurumuyla yapılan sözleşmeden vazgeçmeye de zorlamıştı. Son günlerde ABDnin Çin’deki rolü, bu nedenle çok zayıflamıştır ve güçleneceğine dair de hiçbir işaret bulunmamaktadır.
Troçki: Kriz dönemini saldırgan bir politika için kullanan büyük ülkelerden biri Japonya idi, ondan sonra da Habeşistan’daki İtalya[173]. Almanya bu dönemi yalnızca silahlanma için kullandı. Diğer tüm ülkeler, örneğin Büyük Britanya, eski bir temeli olduğu için Çin’de nüfuz olanağına sahipti, ama Britanya uluslararası olarak tümüyle felç olmuştu. Baldwin, ünlü aptalca konuşmasında, “iflâsım hakkındaki tüm gerçeği söyleyemem” demişti. Ve İspanya sorunu konusunda: Fransa ve Büyük Britanya çaresizdi. ABD’nin Çin’deki konumu, Büyük Britanya’nın İspanya’daki konumunu andırıyordu, beklemeci ve korkakça. Ama Japonya açısından, başarı aynı zamanda en büyük yüktür. Yüzlerce yıllık egemenliğe rağmen, Büyük Britanya’nın Hindistan’la problemi var. Ama Çin 400 milyonluk bir ülke. Ve şimdi beş kuzey eyaleti var. Japonya gibi çok küçük yoksul bir ülke için, Sovyetler Birliği bu kadar yakınken, Büyük Britanya’yla rekabet ederken, ABD’nin büyük tehdidi altındayken Çin’e egemen olmak –tüm bunlar Çin halkını harekete geçirecektir ve ekonomik canlanma dönemi bu hareketi 1924-27’de olduğundan daha da güçlü kılmıştır. Bu Çin için bir tür sınai devrim olan yeni bir durumdur. Bu, yeni bir yurtsever ayaklanmanın vaadidir. Japonya için Kore bile bir tuzak haline gelebilir. Hatta Sovyetler Birliği’yle girişeceği bir savaşta Japonya, İrkutsk yönünden yaklaşmak zorundadır. Mançurya’da Japonya’ya tümüyle düşman 30 milyon Çinli yaşıyor. Japonya’nın bir dünya savaşındaki askeri durumunun, burjuva stratejistler tarafından tamamen yanlış bir biçimde değerlendirildiğini düşünüyorum, çünkü onlar devrimci ulusal hareketler olasılığını hesaba katmıyorlar ve bu hareketlerin çoğu Rus-Japon savaşının anılarıyla doludur. Büyük bir fark var: Mançurya’nın o zamanlar 5 milyonluk küçük bir nüfusu vardı, şimdi ise bu nüfus 30 milyon halis Çin köylüsünden oluşuyor. Her halükârda Çin’in daha büyük bir direniş göstereceğini bekleyebiliriz. Şimdi Çin tarihinde çok önemli bir dönemle yüz yüzeyiz.
Li Fu-jen: Çin’deki yabancı yatırımların ilginç bir yönü, bunların çoğunlukla olmasa bile büyük ölçüde ulaşımda, herşeyden önce de demiryollarında yoğunlaşmasıdır. Fakat Çin’deki demiryolları, yabancı menşeli ürünlerin pazarlanmasını kolaylaştırmaktadır. Bu nedenle bu yatırımlar, Çin ekonomisini geliştirmeye yardımcı olmaktan çok, yabancı malların satışına yardım etmektedirler.
Troçki: Nüfuz, diyalektik bir karakter taşır. Rusya’da da demiryolları inşa etmekle işe başladılar. 1905 yılı, bir demiryolu devrimiydi. Biz büyük bir sanayiye de sahiptik, fakat en önemli sınai gelişme 1905’ten sonra başladı, bu 1909-14 dönemindeydi. Yabancılar, tren yollarını yaptılar, ülkeye daha merkezileşmiş bir nitelik, bir hükümet gücü verdiler. Hükümet, sırası geldiğinde, yabancı sermayeden daha bağımsız hale geldi; Witte’nin gümrük vergisi mücadelesi. Nanking hükümeti şimdi politik olarak Büyük Britanya tarafından beslenmektedir, ama bilhassa demiryolları Nanking hükümetine gerçek bir temel sağlayacak ve o, Büyük Britanya’dan daha bağımsız bir hale gelecektir. Rusya’da 1905 genel grevi herşeyden önce bir demiryolu greviydi; demiryollarının felçleşmesi muazzam bir olaydır.
R: ABD’nin Japonya’ya karşı Çin’deki görünüşteki pasif tavrının, Japonya’ya karşı savaşacağı bir üs aramasından ve Rusya’yla ilişkilerinden kaynaklandığı da doğru değil mi?
Troçki: Evet bu, ABD’nin “görkemli izolasyon” politikasının son dönemidir. SSCB’nin Roosevelt tarafından tanınmasıyla, bir dönüş için ilk zemin yaratıldı. İlişkilerde bir soğuma söz konusuydu ama şimdi tekrar bir yakınlaşma var ve Amerikan donanmasının küçük bir filosunun Vladivostok’u ziyaretinin büyük bir sembolik önemi vardır. Tabiatıyla, generaller davası sorunu ABD için bir engel oluşturmuştur, çünkü Sovyetler Birliği’nin uygun bir müttefik olup olmadığı konusunda şüphelidirler[174]. Ancak bu geçici bir evredir. Onlar “görkemli izolasyon” politikasını terk etmeye başlıyorlar ve SSCB’yle çok ihtiyatlı ama açık bir yakınlaşma söz konusudur ve bu yalnızca Japonya’ya değil Büyük Britanya’ya da karşı bir yöneliştir.
Sırada bizzat Çin burjuvazisinin ulusal politikası sorunu var. Bu tezde yer alan, Çan Kay-şek’in Japonya’ya karşı asla savaşmayacağı şeklindeki kategorik ifade, doğru değildir. Genel politik fikirler tümüyle doğrudur ve mükemmel bir biçimde formüle edilmişlerdir; Japonya’ya karşı mücadelede sınıf çizgisi. Fakat biz Çarlığa karşı mücadelede de aynısını söyledik: Liberallerimiz ve burjuvalarımız mücadele yeteneğinden tümüyle yoksundurlar ve bu özde doğruydu. Ancak ölümle monarşi arasında bir seçim yapmak zorunda kalan burjuvazi, Çarın sarayını kendi kaderine terk etti. Duma muhalif oldu, devrime katıldılar: Rasputin’i öldürdüler, bu Çarlık ailesindeki bölünmenin başlangıcıydı. Çin burjuvazisi emperyalizme karşı özgürce savaşamaz, çünkü işçi sınıfını seferber etmek zorundadır ve bu çok tehlikelidir. Ama yabancı sermaye ve Çinli kitleler, burjuvazi açısından pek de tercih şansının olmadığı bir durum yaratabilirler. Aynı nedenle şu anda Çin burjuvazisi Japon emperyalizmini desteklemek zorunda kalmıştır, kendini kurtarmak için son anda Japon emperyalizminden kopabilir ve böylelikle bize yardım edebilir. Tıpkı 1917 Şubatında kendilerini kurtarmak için monarşiyi feda etmeye çabaladıkları gibi; o günlerde Rodzianko “devrim”in başı, Rus “Mirabeau”su oldu,[175] Çin burjuvazisi de kendini kurtarmak için Japon garnizonlarını, bankalarını, menfaatlerini feda edebilir ama kendi çıkarlarını korur; onlar çok yakın dostturlar fakat aynı değildirler ve aynı çuvala koyulamazlar.
Ve terminolojiye dair söylenebilecek bir şey var: “Küçük-burjuvazi” deyimi, tezde yalnızca kent küçük-burjuvazisi anlamında kullanılmış. Ama köylülük de küçük-burjuvazinin bir parçasıdır –çok farklı ama aynı sınıfın bir parçası. Burada köylülük küçük-burjuvaziye karşıt koyulmuş; ama onun şehir küçük-burjuvazisiyle karşıtlığı açıklığa kavuşturulmamış.
Çin için şu slogan ne anlama gelmektedir: “Kahrolsun yeni bir dünya savaşı hazırlığı.” Biz yeni bir dünya savaşına hazır olmalıyız. Çin’de devrimci bir halk ordusu, silahlı işçi ve köylüler talep etmeliyiz. Çan’ın politikası Büyük Britanya’ya boyun eğme politikasıdır. Çan Kay-şek, dünya savaşında Büyük Britanya’nın kuklası olacaktır. Bizim sloganımız şu olmalıdır: Kahrolsun Çin’i Büyük Britanya’nın sefil bir kuklasına dönüştürecek olan Çan’ın politikası. Bizim görevimiz, bir işçi ve köylü hükümeti için hazırlanmaktır.
“Tüm dünya proletaryasıyla birlik ve Çin’in kurtuluşu yararına somut bir program temelinde Sovyetler Birliği’yle ittifak” sloganı, “Sovyetler Birliği’yle, tüm dünya proletaryasıyla birlik” sloganına tercih edilmelidir. Sovyetler Birliği şu anda bürokrasidir, Sovyetler Birliği’ne körü körüne güvene hayır!
Li Fu-jen: Nanking hükümeti Sovyetler Birliği’yle bir ittifak içine girmek zorunda olsaydı, ve ittifakın Çin’e zarar veren ve yalnızca Sovyetler Birliği’nin çıkarına olan bir niteliği olsaydı, buna karşı bizim tutumumuz ne olurdu?
Troçki: Japonya’ya karşı askeri bir ittifak, gerçekte bürokrasiyle bile olsa, Çin açısından her halükârda tercih edilir bir şey olurdu. Fakat daha sonra, Sovyetler Birliği’nin cephaneleri ve silahları işçilere ve köylülere teslim etmesini; Şanghay’da, işçi merkezlerinde özel komiteler oluşturulmasını; anlaşmanın yalnızca Kuomintangın katılımıyla değil, işçi ve köylü örgütlerinin de katılımıyla hazırlanmasını talep ettiğimizi söylemeliyiz. Sovyet bürokrasisinden, savaşın sonunda Çin’in hiçbir bölgesinin Çin halkının rızası olmaksızın işgal edilemeyeceğine, vs. dair açık bir bildiri isteriz.
Li Fu-jen: Yani Sovyetler Birliği’nin emperyalistçe bir politika izleyebileceğini mi düşünüyorsunuz?
Troçki: Eğer o komplolar örgütlemeye, devrimcileri öldürmeye muktedirse, tüm olası suçlara da muktedirdir.
Devrimin uluslararası karakteri sorununa gelince. Bize şu sorulacaktır: Diğer ülkelerde bozgunlar varken geri bir ülkede devrime başlayabilir misiniz? Diğer ülkelerde karşı-devrim zafer kazanmışken, bir proletarya diktatörlüğü kurabilir misiniz? Şöyle demeliyiz: Evet, çünkü bizim devrimimiz, sadece kısmen muzaffer olsa bile, Japonya’daki ve diğer ülkelerdeki hareketleri canlandıracak ve diğer devrimlerin Çin üzerinde doğurabileceği etkiyi değil, daha çok Çin devriminin diğer ülkeler üzerinde doğuracağı etkiyi vurgulayacaktır.
Ve yoldaşlarımızı olabildiğince konspiratif olmaları doğrultusunda uyarmalıyız. Şimdi Stalin ve Çan’ın anlaşmasıyla, bir gecede tümü yok edilecek; çok konspiratif olmak zorundalar. Dünyada hiçbir harekete bizimki kadar çok eziyet edilmemiştir. Eğer anlaşma yapılırsa, Çen Tu-ziu’yu öldürecekler; onu korumak için bir hareket başlatılmalıdır, siz bunda inisiyatif alabilirsiniz.[176]
Dördüncü Enternasyonal’in gelecek kongresine önergeler hazırlamak için, New York’ta Çin sorunu ve genel olarak sömürge sorunu üzerine bir komisyon oluşturmak mümkün değil mi? US [Uluslararası Sekretarya] Ekimde uluslararası bir konferans toplamayı kararlaştırdı, fakat kişisel olarak ben bu tarihi çok erken buldum. Konferans için ABD’de bağımsız bir partimiz olmalı.[177] Uluslararası konferansı Ocak-Şubata kadar ertelemek gerekli olacaktır.
SONSÖZ
3 Kasım 1937
[Stenografın notu: Sonsöz, Yoldaş Li Fu-jen’in (yapılan görüşmeden sonra sorulan) bir sorusuna yanıt olarak dikte ettirildi: Çin’deki mevcut askeri harekâtların, ekonomik canlanmadaki ilerlemeleri silip süpürerek ve hatta ekonomiyi öncekinden daha gerilere atarak Çin ekonomisini altüst edeceği doğru değil mi? Eğer ekonomik canlanma uzun bir süre için yıkıcı bir savaş tarafından yok edilirse, işçi hareketinde canlanmanın meydana gelebileceği başka bir temel var mıdır?]
1. Çin sorunu hakkındaki tartışma İngilizce yapıldı ve bu dile hakimiyetim çok kötü olduğundan, stenogram benim düşüncelerimi açıkça ifade edemez. Ne yazık ki, İngilizce metni düzeltmek ya da ekleme yapmak için zamanım yok. Üstelik durum konuşmadan bu yana hatırı sayılır ölçüde değişti. Tartışmanın gerçekleştiği 11 Ağustosta, Japonya ile Çin arasındaki ihtilâfın ne kadar şiddetleneceği henüz açık değildi. Şu anda, askeri harekâtların bir uzlaşmayla mı sonuçlanacağı yoksa tersine büyük bir savaşı mı başlatacağını söylemek en azından buradan hâlâ zor olsa da, bu ihtilâf açık bir savaşa dönüştü.
2. Her halükârda, bağımsız “Japon karşıtı” örgütlenmeler hakkındaki soru birkaç hafta öncekinden çok daha acil bir anlam kazanmaktadır. Ancak, şimdi de bana öyle görünüyor ki, taraftarlarımız hedefleri hakkında daha kesin bir tarif yapmadan, “Japon karşıtı” örgütlenmeler oluşturma inisiyatifini üstlenemezler. Yeri geldiğinde sendikaların yapabileceği çalışmayı yürütmek için, sınıf temelinde “savaş” örgütleri yaratmaya çalışmak bana daha doğru görünüyor. Örneğin, bir işletmede bazı işçiler savaşa gitmişse, onlarla bağlantıyı sürdürmek ve onlara ve ailelerine maddi ve manevi yardım sağlamak için bir grup örgütlemek zorunludur. Şehirde bu amaçla özel bir işçi merkezi örgütlemeye çalışarak, benzer bir çalışma köylerde yürütülmelidir. Cepheye gidenlere yardım için oluşturulan bu tür işçi ve köylü birlikleri, burjuva politik örgütler karşısında ve hükümet organları karşısında, devrimci işçilerin ailelerine yardım etmeleri vb. konularda diretebilmeli ve diretmelidirler.
3. Savaşın ülkedeki ekonomik canlanmayı derhal felç edeceğini düşünmek yanlış olur. Aksine, savaşın sanayide hummalı bir canlanma yaratacağını düşünmek için tüm nedenler mevcuttur. Üstelik, şu da eklenmelidir ki, Çin’in muazzam genişliği, özellikle de güneyi ve batısı, yalnızca askeri harekâtların sahası içinde olmamakla kalmayacak, hatırı sayılır ölçüde, savaş etkenlerinin doğrudan etkisi altında da olmayacaktır. Bu bakımdan, özellikle eğer savaş Büyük Britanya, ABD ya da Sovyetler Birliği tarafından finanse edilirse, ekonomik canlanmanın devam edeceği beklenebilir. Ordunun ve hükümetin iç üretime bağımlılığı, Çinli sanayi işçilerinin rolünü ve önemini sınırsız ölçüde arttıracaktır. Sanayinin tüm dalları, özellikle de doğrudan doğruya savunma için çalışan sanayi dalları, büyük kârlar elde edecektir. Bu durum, işçilerin ekonomik mücadelesi için geniş fırsatlar açmaktadır. Hükümet, savaş sanayiin temposunu düşürmemek için, baskılarında daha dikkatli olmak zorunda kalacaktır. Şüphesiz, Kuomintang’ın alçakları ve bunlardan geri kalmayan Stalinist partinin alçakları, savaş zamanında bir ekonomik mücadelenin “anti-yurtsever” olduğunu haykıracaklardır. Bununla birlikte, eğer ki gerçek devrimciler kapitalistlerin muazzam kârlarını ve bürokratların açgözlülüğünü teşhir edebilecek olurlarsa, işçi kitleler bu tip öğütlere pek de kulak asmayacaklardır.
Tüm çalışma, savaşa zarar vermemekle kalmayacak, aksine onun desteklenmesine hizmet edecektir. Japonya’ya karşı bir savaş, ancak burjuvazi tüm yükü işçi sınıfının omuzlarına bindirmekte başarısız olursa, gerçek bir ulusal karakter taşıyabilir. İşte bu nedenle, sanayi üzerinde, özellikle de savaş sanayii üzerinde, işçi denetimi talebi böylesi muazzam bir öneme sahiptir –yalnızca kârları “denetlemek” için değil, aynı zamanda kapitalistlerin orduyu düşük kaliteli kötü ürünlerle donatmasını zorlaştırmak için de. Savaş boyunca günlük yaşam, işçilerin öğrencilerle ve genelde küçük-burjuvaziyle yan yana gelecekleri değişik türde birlikler ve komiteler örgütlemenin yüzlerce ve binlerce yolunu sunacaktır. Bu tür örgütlemelerin, kendi önlerine, her ne kadar dar olsa da, ordu ve işçilerin çıkarlarına bağlı, tamamıyla somut bir program koymaları zorunludur. Savaşa ve savaşla bağlantılı hizmetlere etkin biçimde katılan işçi devrimcilerin burjuva hükümetin en küçük bir politik sorumluluğunu dahi üzerlerine alamayacaklarını ve almamaları gerektiğini tekrarlamaya gerek yoktur. Proletaryanın öncüsü savaş boyunca burjuvaziye karşı uzlaşmaz muhalif olarak kalır. Öncünün görevi kendini savaş deneyimine dayandırarak işçileri devrimci öncü etrafında sıkıca birleştirmek, köylüleri işçilerin etrafında toplamak ve bu şekilde gerçek bir işçi-köylü hükümetini, yani ardında milyonlarca köylüye önderlik eden proletarya diktatörlüğünü hazırlamaktan oluşur.
İşaret edilen hedef bakımından, ordudaki devrimci işçilerle sıkı bir bağın korunması (mektuplaşma, ürünlerin gönderilmesi), işçiler, köylüler ve askerler arasındaki her türden kardeşleşme vs. vs. muazzam bir öneme sahiptir.
11 Ağustos tartışmamıza ekleyebileceğim kısa ilave hususlar bunlardır.
Internal Bulletin’den, Sosyalist Parti Kongresi Örgütlenme Komitesi (New York), no. 3, Aralık 1937.
[181]
25 Eylül 1937
İşçi sınıfının örgütleri de dahil, barış örgütleri denen örgütler savaşa en küçük bir engel bile oluşturmazlar. Komintern tarafından organize edilen sayısız barış konferansları, en küçük bir etkiye bile sahip olmayan sırf teatral teşebbüslerdir; savaş zamanında tüm bu barış önderleri, tüm bu dindar ve insancıl hanımefendi ve beyefendiler, tıpkı 1914-1918’de yaptıkları gibi yüzlerini kendi hükümetlerine döneceklerdir, elbette ki savaşta onları desteklemek için.
Bugün savaşın patlak vermesini engelleyen yegâne politik faktör, hükümetlerin toplumsal bir devrimden duyduğu korkudur. Hitler bunu defalarca belirtti. Bunun mantıksal sonuçlarını görmeliyiz: İşçi sınıfı ne kadar devrimciyse, egemen emperyalist sınıflara ne kadar karşı çıkarsa, bu emperyalistlerin dünyanın silahlı güçler aracılığıyla yeniden bölüşümü planlarını gerçekleştirmesi o kadar engellenmiş olur.
Aynı zamanda, emperyalist ülkelerle geri ülkeleri, sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri birbirinden dikkatlice ayırmak zorundayız. İşçi sınıfı örgütlerinin bu iki gruba giren ülkelerdeki ve bizzat bu ülkelere dönük tutumu aynı olamaz. Çin ve Japonya arasındaki mevcut savaş bunun klasik bir örneğidir. Bu savaşın, Japonya tarafında, bir yağma savaşı, Çin tarafında ise bir ulusal savunma savaşı olduğu kesinlikle su götürmez bir gerçektir. Ancak Japon emperyalizminin bilinçli ve bilinçsiz ajanları her iki ülkeyi de aynı düzleme koyabilirler.
Bu nedenle, Çin-Japon Savaşı karşısında, kendilerinin tüm savaşlara, her türlü savaşa karşı olduğunu ilân edenlere, ancak acıyarak ya da nefretle bakabiliriz. Savaş daha şimdiden bir gerçektir. İşçi sınıfı hareketi, köleleştirmek isteyenlerle köleleşenler arasındaki mücadelede tarafsız kalamaz. Çin’deki, Japonya’daki ve tüm dünyadaki işçi sınıfı hareketi tüm gücüyle Japon emperyalist eşkıyalarına karşı koymalı ve Çin halkını ve onun ordusunu desteklemelidir.
Bu, Çin hükümetine ve Çan Kay-şek’e kör bir güveni hiçbir şekilde gerektirmez. Geçmişte ve herşeyden önce 1925-27’de, general Çan, yabancı emperyalizmin ajanları olan Kuzeyin Çinli generallerine karşı yürüttüğü askeri mücadelede de işçi sınıfı örgütlerine muhtaçtı. Sonunda, 1927-28’de kendi silahlı güçleriyle işçi sınıfı örgütlerini ezip geçti. Komintern’in ölümcül politikalarının sonucu olan bu deneyimden dersler çıkarmalıyız. İşçi sınıfı örgütleri Japon işgaline karşı meşru ve ilerici ulusal savaşa katılırken, Çan Kay-şek hükümetinden tam politik bağımsızlıklarını korumak zorundadırlar. Çin Komünist Partisi tıpkı 1924-25’teki gibi, Çin işçi sınıfı hareketini bir kez daha politik olarak Çan Kay-şek’e ve Kuomintang’a teslim etmek için şiddetli bir çaba gösteriyor. Bu haydi haydi korkunç bir suçtur çünkü ikinci kez işlenmektedir.[182]
Aynı zamanda, çözüm, işçi sınıfı örgütlerinin “tüm savaşlara karşı olduğunu” açıklamasında ve kendi ordularının yavaş yavaş pasif bir ihanet tutumuna sürüklemesinde değil, savaşa katılmasında, Çin halkına maddi ve manevi yardımda bulunmasında ve bunlarla eş zamanlı olarak köylü ve işçi kitleleri Kuomintang’dan ve onun hükümetinden tam bağımsızlık ruhuyla eğitmesinde yatmaktadır. Çan Kay-şek’i bir savaş yürüttüğü için eleştirmeyiz. Hayır. Onu, bu savaşı kötü bir şekilde, yeterli enerjiyi göstermeksizin, halka ve bilhassa da işçilere güvenmeksizin yürüttüğü için eleştiririz.
Bu berbat çatışmada Çin’e ve Japonya’ya karşı aynı tutumu takınan bir pasifist, lokavtı grevle özdeşleştirmeye çalışan birine benzer. İşçi sınıfı hareketi sömürücülerin lokavtına karşıdır ama sömürülenlerin grevinden yanadır. Dahası grevler de, genellikle grev sırasında işçi sınıfı hareketine ihanet edebilecek sahtekarlarca yönetilirler. Ama bu, işçiler açısından greve katılmayı reddetmenin bir gerekçesi değil tersine, işçi kitlelerini, önderliğin ihanetine ve kusurlarına karşı seferber etmenin gerekçesidir. Genellikle, bir grev esnasında ya da grevden sonra örgütlü kitleler, kendi önderliklerini değiştirirler. Bu bal gibi Çin’de de gerçekleşebilir. Ama bu değişiklik, ancak Çin ve uluslararası işçi sınıfı örgütleri Japonya’ya karşı Çin’i desteklerse, halkın lehine olabilir.
Uluslararası Sekretarya Sevgili Yoldaşlar; Uzun bir gecikmeden sonra Japonya ve Çin üzerine kararınız hakkındaki düşüncelerimi kısaca size yazıyorum. Bu gecikme, söz konusu meseleye dair daha önce yazdığım mektuplarımın yeterli olduğunu düşünmemden kaynaklandı. Şimdi durumun böyle olmadığını görüyorum. Aşırı sol değerlendirmelerin rehberliğinde Çan Kay-şek ile Mikado arasında az ya da çok “tarafsız” kalmayı arzulayan bazı yoldaşlar, şimdilerde kararınızın temsil ettiğine inandıkları ikinci bir sipere geri çekilmeye çalışıyorlar. Dokümanınızın hiçbir bölümüne ve hatta hiçbir cümlesine itiraz edemem. Tüm iddialar kendi içinde doğrudur, fakat farklı bölümler arasındaki ağırlık dağılımı bana yeterince gerçekçi görünmedi. Ortada bir savaş var. Yanıtlanması gereken ilk soru, Çinli yoldaşlarımız ve onlarla birlikte diğer yoldaşlar da, bu savaşı kendi savaşları olarak kabul mü etmeliler, yoksa egemen sınıfın onlara empoze ettiği bir savaş olarak ret mi etmeliler? Aşırı solcular bu temel soruyu yanıtlamaktan kaçınmaya çalışıyorlar. Çan Kay-şek’i geçmişte işlediği ve gelecekte işleyeceği suçlarla itham etmekle işe başlıyorlar. Bu, New York (Oehlerciler) veya Brüksel’de mümkün olan, ancak Çin’de ve hele ki Şanghay’da asla mümkün olmayan, bütünüyle doktriner bir yaklaşımdır. Çan Kay-şek’in işçilerin cellâdı olduğunu biz de yeterince biliyoruz. Ancak bu aynı Çan Kay-şek şimdi bir savaşa, bizim savaşımıza önderlik etmek zorunda kalıyor. Bu savaşta yoldaşlarımız en iyi savaşçılar olmalıdırlar. Politik olarak Çan Kay-şek’i savaş yürüttüğü için değil, savaşı yeterince etkin bir tarzda yürütmediği, burjuva sınıfa yüksek vergiler koymaksızın, işçileri ve köylüleri yeterince silahlandırmaksızın yürüttüğü vb. için eleştiririz. Diğer ülkelerdeki yoldaşlarımız, bir önceki dönemde Çin seksiyonumuzun en önemli sloganının “Japonya’ya karşı savaşa hazırlan” olduğunu hemen hemen biliyorlardır. Ve bu slogan doğruydu. Çinli yoldaşlarımız, şu anda, Japon karşıtı savaş ve askeri hazırlık için en güçlü önderler olmanın büyük avantajına sahipler. Politik faaliyetlerini aynı düzlemde sürdürmeleri gerekir. Bu bakımdan … evet, potansiyel sosyal yurtsever olan aşırı solculara taviz veremeyeceğimize inanıyorum. Bâkir “tarafsızlık”larını korumak üzere “tüm savaşları” reddetmeye hazır oldukları sürece pasif enternasyonalistler olarak kalacaklardır. Fakat olaylar bu yoldaşları şu ya da bu savaş arasında bir seçim yapmaya zorladığında, kolaylıkla yurtseverliğe kayabilirler. İspanyol devrimi kadrolarımızı uluslararası devrime hazırlamak için nasıl değerli bir örnek ise, Çin-Japon savaşı da kadrolarımızı yaklaşan dünya savaşına hazırlamak için klasik bir örnek teşkil eder. Burada, emperyalist haydutlar yarı-sömürge bir ülkeyle onu tamamen sömürge bir ülke haline getirmek için yalıtık bir savaş yürütmekle meşguller. Japon işçisi şunu demelidir: “Beni sömürenler bu namussuz savaşı bana dayatıyorlar.” Çinli işçi de şunu söylemelidir: “Japon haydutlar halkıma bu savunma savaşını dayatıyorlar. Bu benim savaşımdır. Fakat ne yazık ki, savaşın önderliği kötü ellerdedir. Bu önderliğin doğrultusunu kesin bir biçimde gözden geçirmeli ve onu değiştirmeye hazırlanmalıyız.” Ajitasyon ve propaganda için tek gerçekçi plan budur. Şu argümanı işitmekteyim: “Çin ordusu burjuva bir ordudur ve biz sadece proleter bir Kızıl orduyu destekleyebiliriz.” Bu argüman, bir burjuva (yarı burjuva-yarı feodal) sömürge ülke ile bir emperyalist köleci ülke arasındaki farkı kavrayamamanın “askerileşmiş” bir ifadesidir. Bir burjuva ordusu olarak Çin ordusu elbette ki mülk sahiplerinin çıkarları doğrultusunda işçi grevlerini ve köylü ayaklanmalarını bastırabilir. Tüm bu durumlarda olası tüm araçlarla karşı koyarız. Fakat Japonya’ya karşı savaşta bu aynı ordu, –yeterli bir ölçüde olmasa da, bilinçli olmasa da vs.– Çin halkının ilerici ulusal çıkarlarını savunuyor. Böyle olduğu sürece onu destekleriz. Çin ordusunu Japonlarla özdeşleştirmek, basitçe ezenleri ve ezilenleri, soyguncuları ve onların kurbanlarını özdeşleştirmek anlamına gelir. Şöyle argümanlar da işitiyorum: “Japon emperyalizmine karşı Çan Kay-şek önderliğindeki bu savaşı destekleyerek, İngiliz ve Amerikan emperyalizmine hizmet ediyoruz ve onların kuklası haline gelebiliriz.” Aşırı radikalizm, devrimci eylemin önünde yine bir handikap haline geliyor. Bir örnek: Bir işletmede, şirketin muhafızları işçilere saldırır, pek çoğunu yaralar ve öldürür. İşçiler öyle sinirlenirler ki sahtekar sendikacılar bile bir grev çağrısı yapmak zorunda kalırlar. Aşırı solcumuz bağıra çağıra sahneye çıkar. “Greve gitmemeliyiz” der, “sadece, sendika önderleri bizi tam anlamıyla kurtuluşa taşıma yeteneğinde olmayan sahtekarlar oldukları için değil, aynı zamanda grevimiz rakip işletmeye hizmet edeceği ve bu şekilde başka bir sömürücünün basit kuklaları haline geleceğimiz için.” Bir grev durumunda böylesi argümanlar işçilerin sadece öfkesini çeker. Fakat bu tutum savaşın muazzam ölçeğine yansıtıldığında, karşılaştırılamayacak kadar çileden çıkarıcı ve cânicedir. Çan Kay-şek Çin’in kurtuluşunu garanti altına alamaz, bu açık; fakat Çin’in daha da köleleşmesinin önüne geçmeye çalışıyor ve bu da kurtuluşu ilerletecek küçük bir adımdır. Tüm enerjimizle bu küçük adımda yer almalıyız. Son tahlilde, Büyük Britanya’ya “yardım ettiğimiz” doğru değildir. Kendisini bir soyguncuya karşı elde silah savunabilen bir halk, yarın ötekini de püskürtme yeteneğinde olacaktır. Bunu anlayabilen ve bağımsızlığın kalıntılarını savunan bir halkın başında bilinç ve cesaretle yerini alan bir devrimci parti, sadece böyle bir parti, savaş sırasında işçileri seferber etme ve savaştan sonra da iktidarı ulusal burjuvazinin elinden söküp alma yeteneğindedir. Uzak Doğu’daki durum o denli klasik bir açıklığa sahiptir ki, tam da gerçek bir savaşın başladığı kritik anda önde gelen Belçikalı yoldaşlarımızın, basına verdiğim “kendi programımızdan vazgeçmeksizin bütünüyle Çin’in yanındayız” şeklindeki çok basit beyanat üzerine bir soru işareti koymayı nasıl ve neden mümkün görebildiklerini insanın defalarca kendisine sorması gerekir. 1914’den bu yana savaş sorunu üzerine tüm önceki çalışmalarımız, en azından önde gelen yoldaşları her yeni savaş durumuna dikkatli bir gözle yaklaşmaya hazırlamayı amaçlıyordu. Yine de maalesef görüyoruz ki, en açık ve tartışmasız çatışma patlak verdiğinde Belçikalı yoldaşlarımızdan bazılarının elinde propaganda malzemesi olarak bir soru işaretinden başka şeyleri bulunmuyor. Önceki mektuplarımdan birinde, Çinli işçilerin savaşa aktif olarak katılma görevini vurgulayan yukarıda bahsettiğim basın açıklamasının (30 Temmuz 1937) niteliğinin, Çinli yoldaşlarımızın karşı karşıya bulunduğu özgün durum tarafından da belirlendiğini izah etmiştim. Çan Kay-şek ile birleşen Stalinist cellâtların Çinli Bolşevikleri “Japon ajanları” olarak suçlamaya çalışacakları açıktı. Şimdi bu oldu. Çin’deki GPU ajanları, GPU’nun New York organına (Daily Worker) bu kez Çin topraklarında yeni bir komplo olduğunu bildiren bir telgraf gönderdi. Gerçek enternasyonalizm, her durumda beylik lafları tekrarlamaya değil, özgün koşullar ve sorunlar üzerine her bir seksiyonumuzun görevini kolaylaştırmak üzere düşünmeye bağlıdır. Çinli Bolşeviklerin karşı karşıya olduğu son derece zor koşulları göz önünde alırsak, Belçika gazetemizin akıl almaz soru işaretleri son derece vahim bir hatadır. Bu nedenle, bu sorun hakkında, aşırı solculara, merkezcilere, kuşkuculara ve kaçkınlara en küçük bir taviz bile veremeyiz. Bu sorunda verdiğimiz kavga sonuna kadar gitmelidir. İçten selâmlarımla L. Troçki Writings of Leon Trotsky (1937-1938)’den. Internal Bulletin, Sosyalist Parti Kongresi Örgütleme Komitesi (New York), no.1, Ekim 1937’den alınma.
[183]
5 Ocak 1938
Herşeyden önce, bu kitabın yazarının tarihsel materyalizm okuluna mensup olması gerçeği, çalışmasından dolayı bizim gözümüzde onay bulması için hiç de yeterli değil. Günümüz koşullarında Marksist etiket bizi, kabullenmekten ziyade güvensizliğe yatkınlaştırıyor. Sovyet devletinin dejenerasyonuyla yakından ilişkili olarak, son on beş yıldır Marksizm görülmedik bir gerileme ve itibar kaybının yaşandığı bir dönemden geçiyor. Marksizm, bir analiz ve eleştiri aracı olmaktan çıkartılıp, ucuz bir mazeret bulma aracına dönüştürülmüştür. Olguları analiz etmek yerine, kendisini yüksek makamlardaki müşterilerin çıkarları için safsata devşirmekle meşgul ediyor.
Komünist Enternasyonal 1925-27 Çin devriminde bu kitapta da oldukça kapsamlı biçimde tasvir edilen büyük bir rol oynadı. Ama yine de Komünist Enternasyonal kütüphanesinde şu ya da bu şekilde Çin devriminin genel bir resmini çizmeye çalışan tek bir kitap bulmak için boşuna aranıp dururuz. Bunun yerine, Komünist Enternasyonalin politikasındaki, daha doğrusu Sovyet diplomasisinin Çin’deki her bir zikzağını yumuşak başlılıkla yansıtan ve genel yaklaşıma olduğu kadar her bir zikzağa da tâbi çok sayıda “konjonktürel” çalışma buluruz. Zihinsel tiksiniş dışında hiçbir şey uyandırmayacak olan bu literatürün tam tersine, Isaacs’in kitabı baştan sona bilimsel bir çalışma örneğidir. Muazzam sayıda orijinal kaynak ve ilave materyalin dikkatlice incelenmesi üzerine kurulu. Isaacs bu çalışma üstünde üç yıldan fazla çalıştı. Öncesinde Çin’de bir gazeteci ve Çin’deki yaşamının gözlemcisi olarak beş yıl geçirdiği de eklenmeli.
Bu kitabın yazarı devrime bir devrimci olarak yaklaşıyor ve bunu gizlemek için hiçbir neden görmüyor. Bir filistenin gözünde, devrimci bakış açısı, neredeyse bilimsel objektiflik eksikliğiyle eş anlamlıdır. Biz tam tersini düşünüyoruz: Ancak bir devrimci –elbette ki bilimsel yöntemle donandığı takdirde– devrimin nesnel dinamiklerini ortaya koyma yeteneğine sahiptir. Kavrayışlı bir düşünce, genelde dalgın değil aktiftir. İrade unsuru, doğa ve toplumun sırlarına nüfuz etmek için vazgeçilmezdir. Tıpkı insan hayatının onun neşterine bağlı olduğu bir cerrahın bir organizmanın farklı dokularını son derece dikkatle ayrıştırması gibi, bir devrimci de, eğer kendi görevine ciddiyetle yaklaşıyorsa, toplumun organellerini, bunların işlevlerini ve tepkilerini son derece dikkatlice analiz etmek zorundadır.
Japonya ve Çin arasındaki mevcut savaşı anlamak için, ikinci Çin devrimi hareket noktası olarak alınmalıdır. Her iki durumda da yalnızca aynı toplumsal güçlerle değil, hem de sıklıkla aynı kişiliklerle karşılaşıyoruz. Çan Kay-şek’in şahsiyetinin bu kitabın merkezini işgal ettiğini söylemek yeterli olacaktır. Bu satırlar yazıldığı sırada Çin-Japon savaşının nasıl ve ne zaman biteceğini kestirmek halen güçlüğünü korumaktadır. Ancak Uzak Doğu’daki mevcut çatışmanın neticesi her durumda geçici bir karaktere sahip olacaktır. Çin sorunu, karşı koyulmaz bir güçle yaklaşan dünya savaşı tarafından sömürge egemenliğinin tüm diğer sorunları ile birlikte tekrar gözden geçirilecektir. Çünkü ikinci dünya savaşının gerçek görevi, emperyalist güçler arasındaki yeni ilişkilere göre gezegeni yeniden bölmektir. Mücadelenin temel arenası, elbette ki Liliputluların[184] küveti, Akdeniz veya hatta Atlantik okyanusu değil, Pasifik havzasıdır. Mücadelenin en önemli hedefi insan ırkının yaklaşık dörtte birini kucaklayan Çin olacaktır. Yaklaşan savaşta büyük bir pasta olan Sovyetler Birliği’nin kaderi belirli bir ölçüde Uzak Doğu’da belirlenecektir. Devlerin bu çarpışması için hazırlanan Tokyo bugün Asya kıtasındaki olası en geniş talim alanını kendisi açısından sağlama bağlamaya çalışıyor. Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri de aynı şekilde hiç vakit kaybetmiyorlar. Yine de kesinlikle önceden söyleyebiliriz ki, dünya savaşı nihai kararı vermeyecektir: Bu savaşı, yalnızca savaşın hükümlerini değil aynı zamanda savaşa yol açan tüm bu mülkiyet ilişkilerini de yeniden gözden geçirecek olan bir devrimler dizisi izleyecektir. Ve bu durum özü itibarıyla kaderin şimdiki yazıcıları tarafından da kavranılmaktadır.
Bu olasılığın bir idil olmaktan hayli uzak olduğu itiraf edilmelidir, fakat tarih tanrıçası Clio da zaten hiçbir zaman hanımefendilerin barış kulübünün üyesi olmamıştı. 1914-18 savaşından geçen yaşlı kuşak kendi görevlerinin bir tekini bile yerine getirmedi ve yeni kuşağa savaşların ve devrimlerin yükünü miras bırakıyor. İnsanlık tarihinde bu en önemli ve en trajik olaylar genellikle yan yana ilerlemişlerdir. Gelecek on yılların arka planını kesinlikle bu olaylar şekillendirecek. Geriye yalnızca, miras aldığı koşullardan kendisini keyfi olarak koparamayacak olan yeni kuşağın, kendi çağının yasalarını en azından daha iyi anlamayı öğrenmiş olduğunu umut etmek kalıyor. Bu kuşak 1925-27 Çin Devriminin bilgisini almak için, bugün bu kitaptan daha iyi bir rehber bulamayacaktır.
Anglo-Sakson dehasının tartışılmaz büyüklüğüne rağmen, devrimin yasalarının en az anlaşıldığı yerlerin tam da Anglo-Sakson ülkeleri olduğunu görmemek mümkün değildir. Bunun açıklaması, bir taraftan bu ülkelerde devrimin ilk ortaya çıkışının üzerinden çok uzun bir zaman geçmesi ve bunun resmi “sosyologlarda” sanki çocukça bir yaramazlıkmış gibi küçümseyici bir tebessüm uyandırmasında yatıyor. Diğer yandan da, Anglo-Sakson düşünüşünün karakteristik özelliği olan pragmatizm, devrimci krizlerin anlaşılabilmesi için en elverişsiz olan anlayıştır.
On sekizinci yüzyılın Fransız Devrimi gibi on yedinci yüzyılın İngiliz devrimi de toplumun yapısını “rasyonalize etme” göreviyle, yani toplumu feodal sarkıt ve dikitlerden temizlemek ve onu o çağda “sağduyunun” yasaları olarak görülen serbest rekabet yasalarının boyunduruğu altına alma göreviyle yükümlüydü. Bunu yaparken, Püriten devrimi papaz cüppelerine büründü ve böylece kendi önemini kavramakta bir bebekten bile daha başarılı olmadığını göstermiş oldu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilerici düşünce üzerinde önemli bir etkiye sahip olan Fransız devrimine ise, saf rasyonalizmin formülasyonları kılavuzluk ediyordu. Hâlâ kendisinden korkan ve mukaddes peygamber maskesinde çare arayan sağduyu ya da toplumu rasyonel bir “sözleşmenin” ürünü olarak gören laik sağduyu, bugüne kadar felsefe ve sosyoloji alanlarında Anglo-Sakson düşünüşünün asli biçimleri olarak varolmaya devam etmiştir.
Ama yine de gerçek tarihsel toplum, ne Rousseau’yu takip ederek rasyonel bir “sözleşme” üzerine, ne de Bentham’ı izleyerek “en büyük fayda” ilkesi üzerine inşa edilmemiştir, tersine bu gerçek toplum çelişkiler ve uzlaşmazlıklar temelinde “irrasyonel olarak” serpilip gelişmiştir. Devrimin kaçınılmaz bir hale gelmesi için, sınıf çelişkilerinin kopma noktasına kadar gerilmesi gerekir. İşte savaşlarla birlikte devrimleri de tarihsel sürecin “irrasyonel” temelinin en dramatik ifadesi yapan şey, tam da ne sağlam ne de sakatlanmış zihinlere değil de sınıfların nesnel karşılıklı ilişkilerine dayanan çatışmanın bu kaçınılmaz tarihsel zorunluluğudur.
Ne var ki “irrasyonel,” keyfi anlamına gelmez. Tam tersine, devrimin moleküler hazırlığında, onun patlayışında, yükseliş ve alçalışında, kavranabilir ve aslında önceden görülebilir olan derin bir iç yasallık vardır. Pek çok kez söylendiği gibi devrimlerin kendilerine ait bir mantığı vardır. Ancak bu Aristo mantığı değildir, “sağduyunun” pragmatik yarı mantığı ise hiç değil. Bu düşüncenin daha yüksek bir işlevidir: Gelişmenin ve onun çelişkilerinin mantığı, yani diyalektik.
Anglo-Sakson pragmatizminin inatçılığının ve onun diyalektik düşünceye olan düşmanlığının bu bakımdan maddi nedenleri vardır. Nasıl bir şair kendi kişisel deneyimleri olmaksızın diyalektiğe kitaplar vasıtasıyla ulaşamazsa, çalkantılara alışık olmayan sürekli “kalkınmaya” alışmış hali vakti yerinde bir toplum da kendi gelişiminin diyalektiğini anlama yeteneğinde değildir. Bununla birlikte, Anglo-Sakson dünyasının bu ayrıcalığının sonuna gelindiği fazlasıyla açıktır. Tarih Amerika Birleşik Devletleri’ne olduğu kadar Büyük Britanya’ya da ciddi diyalektik dersleri vermeye hazırlanıyor.
Bu kitabın yazarı, a priori tanımlardan ya da tarihsel analojilerden değil, bizzat Çin toplumunun canlı yapısından, onun iç kuvvetlerinin dinamiğinden yola çıkarak Çin devriminin karakterini ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Kitabın başlıca yöntemsel değeri burada yatıyor. Okuyucu sadece Mart olaylarının daha iyi örülmüş bir resmini kavramakla kalmayacak –bundan daha da önemlisi– onların temel toplumsal nedenlerini anlamayı öğrenecektir. Mücadele eden partilerin sloganlarını ve siyasi programlarını doğru şekilde değerlendirebilmek ancak bu temelde mümkündür, ki bu partiler süreçten ne bağımsız ne de son tahlilde belirleyici etken olmasalar bile yine de onun en belirgin göstergeleridir.
Tamamlanmamış Çin devrimi, acil hedefleri bakımından “burjuva”dır. Ne var ki, geçmişin burjuva devrimlerinin sadece bir yankısı olarak kullanılan bu terimin bugün bize pek bir faydası yoktur. Tarihsel analojinin mantık için bir tuzağa dönüşmemesi için, onu somut bir sosyolojik analiz ışığında kontrol etmek gerekir. Çin’de mücadele eden sınıflar hangileridir? Bu sınıfların karşılıklı ilişkileri nelerdir? Bu ilişkiler nasıl ve hangi yönde dönüşüm geçiriyor? Çin devriminin nesnel görevleri, yani gelişim istikametinin emrettiği görevler nelerdir? Bu görevlerin çözümü hangi sınıfların omuzlarına binmektedir? Hangi yöntemlerle çözülebilirler? Isaacsin kitabı bilhassa bu soruları yanıtlıyor.
İnsanlığın çok büyük kısmını kucaklayan sömürge ve yarı-sömürge –bu nedenle de geri– ülkeler, her biri gerilik derecelerine göre, göçebelik ve hatta yamyamlıktan en modern sanayi kültürüne kadar uzanan bir tarihsel merdiveni temsil edecek şekilde olağanüstü farklılıklar gösterirler. Bu aşırı uçların şu ya da bu ölçüdeki karışımı tüm geri ülkeleri karakterize eder. Bununla birlikte, geriliğin hiyerarşisi, eğer böyle bir ifade kullanılabilirse, her sömürge ülkenin yaşamındaki barbarlık ve uygarlık unsurlarının özgül ağırlığı tarafından belirlenir. Ekvatoral Afrika Cezayir’in, Paraguay Meksika’nın, Habeşistan Çin’in veya Hindistan’ın çok gerisindedir. Hepsinin ortak yanı emperyalist metropollere ekonomik bağımlılıkken, politik bağımlılık bazı durumlarda açık sömürge köleliği (Hindistan, Ekvatoral Afrika) karakteri taşır, diğerlerinde devlet bağımsızlığı uydurmacasıyla üstü örtülür (Çin, Latin Amerika).
Gerilik, en organik ve acımasız ifadesini tarım ilişkilerinde bulur. Bu ülkelerin biri bile demokratik devrimini gerçek boyutuyla gerçekleştirmemiştir. Yarım yamalak toprak reformları yarı-serflik ilişkilerince yutulmakta ve bu ilişkiler kaçınılmaz olarak yoksulluk ve baskı ortamında yeniden üretilmektedir. Tarımsal barbarlık her zaman ulaşım yollarının olmayışıyla, eyaletlerin yalıtılmışlığıyla, “ortaçağ” partikülarizmiyle ve ulusal bilinç eksikliğiyle ile el ele gider. Modern feodalizmin kabuğunun kırılması ve antik kalıntıların toplumsal ilişkilerinin tasfiyesi, tüm bu ülkelerdeki en önemli görevdir.
Ne var ki, toprak devriminin tamamlanması, bir yandan kölelik ve serfliğin tüm biçimlerini destekleyip yeniden yaratırken diğer yandan kapitalist ilişkileri yeşerten yabancı emperyalizme bağımlılığın muhafaza edilmesiyle birlikte düşünülemez. Toplumsal ilişkilerin demokratikleştirilmesi ve ulusal bir devletin yaratılması mücadelesi, böylece kesintiye uğramaksızın yabancı egemenliğine karşı açık bir ayaklanmaya dönüşür.
Tarihsel gerilik, bir, iki veya üç yüzyıllık bir gecikmeyle İngiltere ya da Fransa gibi ileri ülkelerin gelişiminin basit bir yeniden üretimi anlamına gelmez. Kapitalist tekniğin ve yapının en son keşiflerinin, feodal ve pre-feodal barbarlık ilişkilerinin içine, bu ilişkileri dönüştürerek, bu ilişkileri hükmü altına alarak ve kendine özgü sınıf ilişkileri yaratarak, kendi köklerini saldığı, tümüyle yeni bir “bileşik” toplumsal oluşuma yol açar.
Bu geri ülkelerde, “burjuva” devriminin tek bir görevi bile “ulusal” burjuvazinin önderliğinde çözülemez, çünkü bu “ulusal” burjuvazi, kendi halkına yabancı ya da düşman bir sınıf olarak birdenbire yabancı desteği sayesinde ortaya çıkar. Gelişimindeki her basamak, aslında acentesi olduğu yabancı mali sermayeye onu daha da sıkı bağlar. Sömürgelerin küçük-burjuvazisi, yani zanaatkârlar ve tüccarlar, ekonomik bakımdan anlamsızlaşarak, deklase olarak ve yoksullaşarak, yabancı sermaye ile eşitsiz mücadelenin ilk kurbanı olurlar. Bağımsız bir siyasi rol oynamayı tasavvur bile edemezler. Sayısal olarak en büyük ama en atomize olmuş, en geri ve en ezilen sınıf olan köylülük, yerel ayaklanmalar ve partizan savaşı yürütme yeteneğindedir, ancak bu mücadelenin ulusal bir düzeye yükseltilmesi için daha ileri ve merkezi bir sınıfın önderliği gerekir. Böylesi bir önderlik görevi, maddenin doğası gereği, daha ilk adımlarından itibaren sadece yabancı burjuvaziyi değil aynı zamanda kendi ulusal burjuvazisini de karşısına alan sömürge proletaryasına düşer.
Kapitalist gelişim, Çin’i, coğrafi yakınlık ve bürokratik aygıt tarafından birbirine bağlanan eyaletler ve kabileler yığınından, ekonomik bir varlık biçimine dönüştürmüştür. Kitlelerin devrimci hareketi, gelişen bu birliği ilk kez ulusal bilinç diline çevirdi. 1925-27 arasındaki grevlerde, köylü ayaklanmalarında ve askeri seferlerde yeni bir Çin doğuyordu. Hem kendisininkine hem de yabancı burjuvaziye bağlı generaller ülkeyi paramparça etmekten başka bir şey yapamadığı halde, Çinli işçiler karşı konulmaz ulusal birlik tutkusunun bayraktarı haline geldiler. Bu hareket partikülarizme karşı Fransız üçüncü zümresinin mücadelesiyle, ya da daha sonra Almanların veya İtalyanların ulusal birlik uğruna verdikleri mücadelelerle su götürmez bir benzerlik içindedir.[185] Fakat kısmen burjuvazinin ve hatta toprak beylerinin önderliğinde (Prusya!) ulusal birliği başarma sorununun küçük-burjuvaziye düştüğü kapitalizmin ilk doğduğu ülkelere tezat olarak Çin’de bu hareketin başlıca itici gücü ve potansiyel önderi olarak ortaya çıkan proletarya idi. Ama tam da bu nedenle, proletarya, burjuvazinin karşısına, birleşik anavatanın önderliğinin burjuvazinin elinde kalmayacağı tehdidiyle çıktı. Yurtseverlik tüm tarih boyunca iktidar ve mülkiyete ayrılmaz bir biçimde bağlı olmuştur. Tehlikeyle karşı karşıya kaldığında egemen sınıflar, ülkenin bir parçasında iktidarı elinde tutabildikleri sürece kendi ülkelerini bölmekten bir an için bile çekinmezler. Bu nedenle, Çan Kay-şek’in temsil ettiği Çin burjuvazisinin 1927’de silahlarını ulusal birliğin bayraktarı olan proletaryaya çevirmiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Isaacs’in kitabının merkezinde yer alan, bu dönüşün sergilenişi ve açıklaması, şimdiki Çin-Japon Savaşının olduğu kadar Çin devriminin de temel sorunlarının anlaşılmasında anahtar görevi görüyor.
Sözde “ulusal” burjuvazi, ulusal aşağılanmanın her biçimine müsamaha eder, yeter ki kendi ayrıcalıklı varoluşunu koruma ümidi olsun. Fakat yabancı sermaye, ülkenin tüm zenginliği üzerinde bölünmez bir egemenlik kurmaya kalkıştığında, sömürge burjuvazisi kendisine kendi “ulusal” yükümlülüklerini hatırlatmak zorunda kalır. Kitlelerin basıncı altında kendisini bir anda savaşın içinde bile bulabilir. Fakat bu savaş, emperyalist güçlerden sadece birine karşı yürütülen ve çok daha yüce gönüllü bir başka gücün hizmetine girme umuduyla müzakerelere en açık biçimde yürütülen bir savaş olacaktır. Çan Kay-şek, Japon mütecavizine karşı, ancak kendisine İngiliz ya da Amerikan patronları tarafından çizilen sınırlar dahilinde mücadele ediyor. Yalnızca zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan bir sınıf, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş için bu savaşı sonuna kadar götürebilir.
Tarihsel olarak gecikmiş ülkelerdeki “burjuva” devrimlerinin kendine özgü niteliğine ilişkin olarak yukarıda geliştirilen düşünceler hiçbir şekilde yalnızca teorik bir analizin ürünü değildirler. İkinci Çin devriminden (1925-27) önce bu görüşler görkemli bir tarihsel sınava tâbi tutulmuşlardı. Üç Rus devriminin (1905, Şubat ve Ekim 1917) deneyimi yirminci yüzyılda, Fransız devriminin on dokuzuncu yüzyılda taşıdığından hiç de daha az bir değer taşımaz. Modern Çin’in yazgısını anlamak için okuyucu Rus devrimci hareketindeki anlayışların mücadelesini gözünde canlandırmak zorundadır, çünkü bu anlayışlar, Çin proletaryasının politikası üzerinde doğrudan ve dahası güçlü bir biçimde, Çin burjuvazisinin politikası üzerinde ise dolaylı bir biçimde etkili olmuştur ve halen de olmaktadır.
Çarlık Rusya’sının, bir doktrin olarak Marksizmin ve bir parti olarak Sosyal Demokrasinin, burjuva devriminden önce güçlü bir gelişim gösterdiği yegâne Avrupa ülkesi olmasının nedeni tam da bu ülkenin tarihsel geriliği idi. Demokrasi mücadelesi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki ya da burjuva devrim ile sosyalist devrim arasındaki ilişki sorununun teorik bir analize tâbi olduğu ülke, tabiatıyla Rusya idi. Geçtiğimiz yüzyılın seksenli yıllarının başında bu sorunu ortaya koyan ilk kişi Rus Sosyal Demokrasisinin kurucusu olan Plehanov idi. Bir çeşit sosyalist ütopyacılık olan sözde Popülizme (Narodnizm) karşı mücadelede Plehanov, Rusya’nın ayrıcalıklı bir gelişim yolu umması için hiçbir gerekçesinin olmadığını saptamıştı; yani “kâfir” uluslar gibi Rusya da kapitalizm aşamasından geçmek zorundaydı ve bu yolda proletaryanın sosyalizm mücadelesine ilerleyebilmesi için vazgeçilmez olan burjuva demokrasisi rejimine kavuşacaktı. Plehanov, yalnızca burjuva devrimini belirsiz bir geleceğe ertelediği sosyalist devrimden bir görev olarak ayırmakla kalmamış, tamamıyla farklı bir güçler bileşimini çizmişti. Burjuva devrimi, liberal burjuvaziyle ittifak kuran proletarya tarafından gerçekleştirilecek ve böylelikle de kapitalist gelişimin önündeki engelleri temizleyecekti; birkaç on yıl sonra ve çok daha yüksek bir kapitalist gelişme düzeyinde, burjuvaziye karşı doğrudan mücadele içerisinde proletarya sosyalist devrimi gerçekleştirecekti.
Lenin –muhakkak ki hemen değil– bu doktrini gözden geçirdi. Bu yüzyılın başında, Plehanov’dan çok daha güçlü ve çok daha tutarlı bir biçimde, Rusya’daki burjuva devriminin merkezi sorununu tarım sorunu olarak ortaya koydu. Bununla ulaştığı sonuç, liberal burjuvazinin, toprak beylerinin mülklerinin kamulaştırılmasına düşman olduğu ve tam da bu nedenle Prusya tarzında bir anayasa temelinde monarşiyle bir uzlaşma arayışı içinde olacağıydı. Plehanov’un, proletarya ile liberal burjuvazinin ittifakı fikrine karşı Lenin, proletarya ve köylülüğün ittifakı düşüncesini savundu. Bu iki sınıfın devrimci işbirliğinin tuttuğu hedefin, Çarlık imparatorluğunun feodal-polis döküntülerini temizlemenin, özgür çiftçiler sistemini yaratmanın ve kapitalizmin Amerikan çizgisinde gelişme yolunu temizlemenin yegâne aracı olarak “proletarya ve köylülüğün burjuva-demokratik diktatörlüğü”nün kurulması olduğunu ilân etmişti. Lenin’in formülü, Plehanov’unkinin tersine, devrimin merkezi görevini doğru bir biçimde, yani tarımsal ilişkilerin demokratik altüst oluşu olarak saptamakla ve bu görevi çözme yeteneğinde olan sınıf güçlerinin yegâne gerçekçi bileşiminin taslağını doğru biçimde çıkarmakla muazzam bir ileri adım ifade ediyordu. Fakat 1917’ye kadar bizzat Lenin’in düşüncesi geleneksel “burjuva” devrimi anlayışına bağlı kaldı. Plehanov gibi Lenin de, ancak “burjuva-demokratik devrimin tamamlanmasından” sonra sosyalist devrimin görevlerinin günün sorunu haline geleceği öncülünden hareket etmişti. Ne var ki Lenin, epigonlar tarafından daha sonraları imal edilen efsanenin tersine, burjuva altüst oluşun tamamlanmasından sonra köylülüğün köylülük olarak proletaryanın müttefiki kalamayacağını düşünmüştü. Lenin sosyalist umutlarını, tarım emekçilerine ve kendi emek güçlerini satan yarı-proleter köylülere dayandırmıştı.
Lenin’in anlayışının zayıf noktası içsel olarak çelişkili olan “proletarya ve köylülüğün burjuva-demokratik diktatörlüğü” düşüncesi idi. Çıkarları ancak kısmen çakışan iki sınıfın politik bloğu bir diktatörlük ihtimalini dışlar. Bizzat Lenin “proletarya ve köylülüğün diktatörlüğü”nü açıkça burjuva olarak adlandırarak bu diktatörlüğün temel sınırlarını vurgulamıştı. Bununla kastettiği, köylülükle ittifakı korumak amacıyla proletaryanın, yaklaşan devrimde, sosyalist görevleri doğrudan ortaya koymaktan vazgeçmek zorunda kalabileceğiydi. Ama bu, kesin konuşmak gerekirse, proletaryanın diktatörlükten vazgeçmek zorunda kalabileceği anlamına gelirdi. Bu durumda, devrimci iktidar kimin elinde yoğunlaşacaktı? Köylülüğün elinde mi? Ama o böylesi bir rol için en zayıf sınıftır.
Lenin bu soruları, 4 Nisan 1917’deki meşhur Tezlerine kadar yanıtsız bıraktı. Ancak bu Tezlerde ilk kez geleneksel “burjuva” devrim kavrayışından ve “proletarya ve köylülüğün burjuva-demokratik diktatörlüğü” formülünden koptu. Proletarya diktatörlüğü mücadelesinin, tarım devrimini sonuna kadar götürmenin ve ezilen ulusların özgürlüğünü güvence altına almanın yegâne aracı olduğunu açıkladı. Gelgelelim proletarya diktatörlüğü rejimi, kendi doğası gereği, kendisini burjuva mülkiyet çerçevesiyle sınırlayamazdı. Proletaryanın hakimiyeti gündeme kendiliğinden sosyalist devrimi koydu, ama bu kez demokratik devrimden tarihsel bir dönemle ayrılmayan tersine kesintisiz bir biçimde ona bağlı, ya da daha kesin olarak belirtelim, onun organik büyümesi olan bir sosyalist devrim. Toplumun sosyalist dönüşümünün hangi tempoda gerçekleşeceği ve yakın gelecekte hangi sınırlara ulaşacağı, yalnızca iç değil dış koşullara da bağlı olacaktı. Rus devrimi uluslararası devrimde yalnızca bir halka idi. Bu kavrayış, ana hatları itibarıyla, sürekli (kesintisiz) devrim anlayışının özüydü. Ekim’de proletaryanın zaferini güvence altına alan tam da bu anlayış idi.
Fakat tarihin acı ironisidir ki, Rus devrim deneyimi Çin proletaryasına yalnızca yardım etmemekle kalmamış, tersine gerici, çarpıtılmış biçimiyle onun önündeki başlıca engellerden biri haline gelmiştir. Epigonların Komintern’i Doğunun tüm ülkeleri için, Lenin’in tarihsel deneyimin etkisiyle değersiz olduğunu kabul ettiği “proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü” formülünü bir kanun haline getirmekle işe giriştiler. Tarihte her zaman olduğu gibi, yaşamın dışında kalan bir formül, bu formülün geçerli görüldüğü günlerdeki politik içeriğinin tam tersi bir içeriğin üstünü örtmeye hizmet etmiştir. Komintern, doğrudan eylem organları olarak özgürce seçilen sovyetler aracılığıyla onaylanan plebyen kitlelerin, işçi ve köylülerin devrimci ittifakı yerine, parti merkezlerinin bürokratik bloğunu geçirdi. Bu blokta köylülüğü temsil etme hakkı beklenmedik bir biçimde Kuomintang’a, yani, esasen yalnızca üretim araçları üzerindeki değil topraktaki kapitalist mülkiyeti de korumakla ilgilenen baştan aşağı bir burjuva partisine verildi. Proletarya ve köylülüğün ittifakı, “dört sınıf bloğu”na kadar genişletildi: İşçiler, köylüler, kent küçük-burjuvazisi ve sözüm ona “ulusal” burjuvazi. Diğer bir deyişle, Komintern Lenin’in ıskartaya çıkardığı formülü, maskelenmiş ve dolayısıyla çok daha zararlı bir biçimde Plehanov’un politikasının yolunu açmak amacıyla bulup çıkardı.
Proletaryanın burjuvaziye politik olarak tâbi kılınmasını haklı göstermek için Komintern’in teorisyenleri (Stalin, Buharin), emperyalist baskı olgusunun güya “ülkedeki tüm ilerici güçleri” bir ittifak kurmaya zorladığını ileri sürdüler. Ama bu tam da Rus Menşeviklerinin argümanıydı, şu farkla ki, onlarda emperyalizmin yerini Çarlık doldurmuştu. Gerçekte, Çin Komünist Partisinin Kuomintang’a boyun eğmesi onun kitle hareketinden kopması ve kendi tarihsel çıkarlarına doğrudan ihanet etmesi anlamına geldi. Bu şekilde ikinci Çin devriminin felâketi Moskova’nın doğrudan önderliği altında hazırlanmış oldu.
Politikada “sağduyu”nun tahminlerini bilimsel analizin yerine geçirmeye eğilimli birçok politik filistene, Rus Marksistleri arasında devrimin doğası ve sınıf güçlerinin dinamiği hususundaki anlaşmazlıklar bütünüyle skolastizm olarak göründü. Gelgelelim tarihsel deneyim, Rus Marksizminin “doktriner formülleri”nin ölümcül önemini çarpıcı bir biçimde göstermiştir. Bunu bugüne kadar anlamamış olanlar Isaacs’in kitabından çok şey öğrenebilirler. Komünist Enternasyonal’in Çin’deki politikaları, eğer Menşevikler ve Sosyal Devrimciler zamanında Bolşevikler tarafından bir tarafa itilmeselerdi Rus devriminin ne mene bir şeye dönüşeceğini ikna edici bir tarzda göstermiştir. Çin’de sürekli devrim anlayışı bir kez daha doğrulanmıştır, ancak bu kez zafer biçiminde değil, bir felâket biçiminde.
Hiç şüphesiz Rusya ve Çin’i bir tutmak hoş görülebilir bir şey olmazdı. Önemli ortak özelliklerinin yanı sıra farklılıkları da apaçıktır. Ama insanın kendisini bu farklılıkların Bolşevizmin temel sonuçlarını zayıflatmadığına, bilâkis güçlendirdiğine inandırması hiç de güç değildir. Bir anlamda Çarlık Rusya’sı da bir sömürge ülkeydi ve bu durum kendi ifadesini yabancı sermayenin ağır basan rolünde bulmuştu. Ama Rus burjuvazisi yabancı emperyalizmden bağımsızlığın faydalarından, Çin burjuvazisine göre çok daha fazla yararlanmıştı. Rusya’nın kendisi emperyalist bir ülkeydi. Tüm yetersizliğiyle Rus liberalizmi Çinlilerinkinden çok daha ciddi geleneklere ve daha güçlü bir dayanma zeminine sahipti. Liberallerin solunda, Çarlık karşında devrimci ya da yarı-devrimci olan güçlü küçük-burjuva partileri vardı. Sosyal Devrimciler partisi köylülük arasında, en başta da onun üst katmanları arasında hatırı sayılır bir destek bulmayı becermişti. Sosyal Demokrat (Menşevik) Parti kendi arkasına kent küçük-burjuvazisinin ve işçi aristokrasisinin geniş çevrelerini almıştı. O sıralara henüz Halk Cephesi olarak adlandırılmayan ama onun tüm özelliklerine sahip olan bir koalisyona uzun bir dönem boyunca hazırlık yapan ve 1917’de kararlılıkla bu koalisyonu oluşturan tam da bu üç parti idi; Liberaller, Sosyal Devrimciler ve Menşevikler. Buna karşı Bolşevikler, 1905 devriminin arifesinden itibaren, liberal burjuvaziye karşı uzlaşmaz bir tutum takındılar. Yalnızca, en üst ifadesini 1914-17’deki “yenilgicilik”de bulan bu politika, Bolşevik partinin iktidarı fethetmesini mümkün kılmıştı.
Çin ve Rusya arasındaki farklılıklar –Çin burjuvazisinin yabancı sermayeye karşılaştırılmaz ölçüde daha fazla bağımlılığı, küçük-burjuvazi arasında bağımsız devrimci geleneklerin olmayışı, Komintern bayrağının işçi ve köylüler üzerindeki çekim etkisi– Rusya’da izlenenden çok daha uzlaşmaz bir politikayı –eğer böyle bir politika mümkünse– gerektiriyordu. Ama Komintern’in Çin seksiyonu, Moskova’nın emriyle, Marksizmi reddetmiş, gerici skolastik “Sun Yat-sen ilkelerini” benimsemiş ve Kuomintang saflarına onun disiplinine boyun eğerek katılmıştır. Bir başka deyişle, burjuvaziye teslimiyet yolunda Rus Menşeviklerinden ya da Sosyal Devrimcilerden bile daha fazla yol kat etmiştir. Bu aynı ölümcül politika bugün Japonya’yla savaş koşullarında tekrarlanmaktadır.
Bolşevik devrimden çıkıp gelen bürokrasi, Çin’de ve bütün dünyada Bolşevizmin yöntemlerine taban tabana zıt bu yöntemleri nasıl uygulayabildi? Bu soruya, şu ya da bu bireyin ihmali ya da yetersizliğine atıfta bulunarak bir yanıt vermek çok üstün körü bir yaklaşım olurdu. Konunun özü şurada yatmaktadır: Yeni varoluş koşullarıyla birlikte bürokrasi yeni düşünme yöntemleri edinmiştir. Bolşevik parti kitlelere önderlik etti. Bürokrasi onlara emretmeye başladı. Bolşevikler, kitlelere önderlik etme olanağını, kitlelerin çıkarlarını doğru bir biçimde ifade etmekle elde ettiler. Bürokrasi kitlelerin çıkarlarına karşı kendi çıkarlarını garanti altına almak için emir-komutaya başvurmak zorunda kaldı. Bu emir-komuta yöntemi tabiatıyla Komünist Enternasyonal’e de yayıldı. Moskovalı önderler tam bir ciddiyetle, Kremlin’de çizilen köşegenler boyunca Çin burjuvazisini kendi çıkarlarının soluna ve Çinli işçi ve köylüleri de kendi çıkarlarının sağına kaymaya zorlayabileceklerini tasavvur etmeye başladılar. Oysa devrimin gerçek özü, sömürülenlerin olduğu kadar sömürenlerin de çıkarlarına en uç ifadeyi vermesidir. Eğer düşman sınıflar köşegenler boyunca hareket edecek olsalardı bir iç savaşa gerek kalmazdı. Tükenmez mali kaynakları bir yana, Ekim devriminin ve Komünist Enternasyonal’in otoritesiyle silahlanan bürokrasi, genç Çin Komünist Partisini devrimin en önemli anında itici bir güç olmaktan çıkararak onu bir frene dönüştürdü. Bürokrasinin yenilginin sorumluluğunu kısmen Sosyal Demokrasiye yıkabileceği Almanya ve Avusturya’nın tersine, Çin’de Sosyal Demokrasi yoktu. Komintern Çin devriminin yıkımında tekeldi.
Kuomintang’ın Çin topraklarının hatırı sayılır bir bölümü üzerindeki bugünkü egemenliği, 1925-27’nin güçlü ulusal-devrimci kitle hareketi olmaksızın imkânsız olurdu. Bu hareketin kıyımdan geçirilmesi bir yandan iktidarı Çan Kay-şek’in ellerinde yoğunlaştırmış, diğer yandan da Çan Kay-şek’i emperyalizme karşı mücadelede yarı-önlemlere mahkûm etmiştir. Çin devriminin gidişatını anlamak, bu nedenle, Çin-Japon Savaşının gidişatını anlamak için en doğrudan bir öneme sahiptir. Bu tarih çalışması böylelikle son derece aktüel bir politik anlam kazanmaktadır.
Çin’in yakın gelecekteki tarihinde savaş ve devrim iç içe geçecektir. Japonya’nın, muazzam genişlikteki bir ülkeyi onun stratejik merkezlerinde hüküm sürerek, sonsuza dek ya da en azından uzun bir zaman boyunca köleleştirme hedefi, yalnızca açgözlülükle değil kalın kafalılıkla da nitelendirilebilir. Japonya çok geç çıka gelmiştir. İçsel çelişkilerle parçalanan mikado imparatorluğu Britanya’nın yükseliş tarihini yeniden üretemez. Diğer taraftan Çin on yedinci ve on sekizinci yüzyıl Hindistan’ından çok daha gelişmiştir. Eski sömürge ülkeler bugünlerde kendi ulusal bağımsızlıkları mücadelesini çok daha başarıyla yürütüyorlar. Bu tarihsel koşullarda, eğer Uzak Doğu’daki mevcut savaş Japonya’nın zaferiyle sonuçlanacak olsaydı ve eğer muzaffer olanın bizzat kendisi birkaç yıl içerisinde bir iç felâketten kaçınabilecek olsaydı bile –ve ne ilki ne de sonuncusu zerrece garanti değildir– Japonya’nın Çin üzerindeki egemenliği, çok kısa bir dönemle ölçülürdü, muhtemelen, Çin’in ekonomik yaşamına yeni bir itki kazandırması ve emekçi kitleleri bir kez daha seferber etmesi için gerekecek olan yalnızca birkaç yılla.
Büyük Japon tröstleri ve firmaları halen güvence altına alınmamış olan ganimeti paylaşmak için halihazırda ordunun ardından gidiyorlar. Tokyo hükümeti, Kuzey Çin’i parçalara ayıracak olan mali kliklerin iştahına çeki düzen vermeye çabalıyor. Eğer Japonya birkaç on yıl için fethettiği konumları elde tutmayı başarırsa, bu herşeyden önce Kuzey Çin’in Japon emperyalizminin askeri çıkarları doğrultusunda yoğun bir sanayileşmesi anlamına gelirdi. Yeni demiryolları, madenler, enerji santralleri, madencilik ve metalürji yatırımları ve pamuk plantasyonları hızla ortaya çıkardı. Çin ulusunun kutuplaşması ateşli bir itki kazanırdı. Yüz binlerce ve milyonlarca yeni Çinli proleter mümkün olan en kısa zaman zarfında seferber olurdu. Diğer taraftan Çin burjuvazisi Japon sermayesine hiç olmadığı kadar bağımlılık içine girerdi. Bıraktık bir ulusal devrimi, ulusal bir savaşın başına geçmek için bile geçmişe göre çok daha yetersiz olurdu. Yabancı mütecavizle yüz yüze gelen, sayıca artmış, toplumsal olarak güçlenmiş ve politik olarak olgunlaşmış Çin proletaryası kendisini Çin köyüne önderlik etme durumunda bulabilir. Yabancı köleleştiriciye duyulan nefret sağlam bir devrimci çimentodur. Yeni ulusal devrim, bugünkü kuşağın ömrü içinde bir kez daha gündeme gelecektir. Kendisine dayatılan görevleri çözmek için Çin proletaryasının öncüsü Çin devriminin derslerini baştan aşağıya özümsemek zorundadır. Isaacs’in kitabı bu konuda ona yeri doldurulmaz bir yardımda bulunabilir. Geriye bu kitabın Çinceye olduğu kadar diğer yabancı dillere de çevrileceğini ümit etmek kalıyor.
The Tragedy of the Chinese Revolution’dan, Harold R. Isaacs, Londra, Seeker & Warburg, 1938.
[186]
Mayıs 1940
Çin’in trajik deneyimi ezilen halklar için büyük bir derstir. 1925-27 Çin devrimi zafer için her türlü şansa sahipti. O sıralar, birleşmiş ve dönüşmüş bir Çin, Uzak Doğu’da özgürlüğün güçlü bir kalesini oluşturmuş olacaktı. Asya’nın ve bir dereceye kadar bütün dünyanın kaderi tümden farklı olabilirdi. Ama Çinli kitlelere güvenmeyen ve generallerin dostluğunu arayan Kremlin, bütün ağırlığını Çin proletaryasının burjuvaziye boyun eğmesi için kullandı ve böylece Çan Kay-şek’in Çin devrimini ezmesine yardım etti. Hayal kırıklığına uğramış, bölünmüş ve zayıf düşürülmüş Çin, Japon istilâsına açık kaldı.
Ölmeye mahkûm tüm rejimler gibi Stalinist oligarşi de artık tarihin derslerinden öğrenme yeteneğinden yoksundur. Çin-Japon Savaşının başlarında, Kremlin, Çin proletaryasının devrimci inisiyatifini daha bir tomurcuk halindeyken ezmekle, bir kez daha Komünist Partiyi Çan Kay-şek’e köle yaptı. Eğer Çin bu savaşı tarım devrimine dayanan ve Japon askerlerini kendi ateşiyle yakan gerçek bir halk savaşı olarak yürütmüş olsaydı, artık üçüncü yılına yaklaşan bu savaş, Japonya açısından gerçek bir felâketle sonuçlanarak çoktan bitmiş olabilirdi. Ama Çin burjuvazisi Japon mütecavizden çok kendi silahlı kitlelerinden korkuyor. Eğer Çin devriminin uğursuz cellâdı Çan Kay-şek koşulların dayatmasıyla bir savaş yürütmek zorunda kalıyorsa, programı hâlâ, tıpkı daha önce olduğu gibi kendi işçilerinin ezilmesine ve emperyalistlerle uzlaşmaya dayanmaktadır.
Doğu Asya’daki savaş emperyalist dünya savaşıyla gittikçe daha çok iç içe geçecektir. Çin halkı bağımsızlığa ancak, dünya devriminin yeniden doğuşuyla özgüveni yeniden uyanacak olan genç ve fedakâr proletaryanın önderliği altında ulaşabilecektir. Onlar sağlam bir yürüyüş hattı çizeceklerdir. Olayların gidişatı gündeme Çin seksiyonumuzun gelişerek güçlü bir devrimci parti haline gelmesini koyuyor.
“Emperyalist Savaş ve Proleter Dünya Devrimi Üzerine Dördüncü Enternasyonal Manifestosu”ndan, Writings of Leon Trotksy (1939-1940) içinde.
Socialist Appeal (New York), 29 Haziran 1940’dan alınma.
[187]
Temmuz 1940
Rus Devrim Tarihi’nin Çince yayınlanacağını öğrendiğim gün, benim için bir bayram günüydü. Şimdi çeviri çalışmasının hızının arttırıldığı ve ilk cildin gelecek yıl çıkacağı haberini aldım.
Kitabın Çinli okuyucular için yararlı olacağına dair sağlam umudumu ifade etmeme izin verin. Çalışmamın kusurları ne olursa olsun, bir şeyi güvenle söyleyebilirim: Olgular burada büyük bir özenle, yani orijinal kaynaklarıyla doğrulama temelinde sergilenmiştir; ve nasıl olursa olsun, şu ya da bu önyargılı teori veya daha da kötüsü şu ya da bu kişisel şöhret namına değiştirilen veya çarpıtılan bir tek olgu bile yoktur.
Aralarında Çin’in de bulunduğu tüm ülkelerde, şimdiki genç kuşağın talihsizliği, Marksizm etiketi altında muazzam bir tarihsel, teorik ve daha başka her türden tahrifatlar fabrikası yaratılmış olmasıdır. Bu fabrika “Komünist Enternasyonal” adını taşımaktadır. Totaliter rejim, yani yaşamın her alanında bürokratik hakimiyet, egemenliğini kaçınılmaz olarak geçmiş üzerine yaymaya çalışmaktadır. Tarih, egemen totaliter klik tarafından ihtiyaç duyulan her türlü kurgu için hammaddeye dönüşmüştür. Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti tarihi de bu kaderden nasibini almıştır. Tahrifat ve dalaverenin en son ve en mükemmel belgesi, Stalin’in kişisel yönetimi altında yayınlanan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi’dir. Ben tüm bir insanlık kütüphanesinde, tek bir adamı, yani Stalin’i yüceltmek için olgu ve belgelerin –ve üstelik herkesin bildiği olgular– namussuzca değiştirildiği, bozulduğu ya da olayların ilerleyişi içinden tümüyle çıkarıldığı bir başka kitap daha bilmiyorum ve bilen birisinin olması da zayıf bir olasılık.
Bu kaba ve beceriksiz tahrifat, tahrifatçıların elindeki sınırsız mali kaynaklar sayesinde tüm uygar dillere çevrilmiş ve on milyonlarca kopyası zorla dolaşıma sokulmuştur.
Bizim elimizin altında ne böyle mali kaynaklar var, ne de böyle devasa bir aygıt. Fakat daha büyük şeylere sahibiz: tarihsel gerçeklik ve doğru bir bilimsel yöntem kaygısı. Bir tahrifat son derece güçlü bir devlet aygıtı tarafından imal edilse bile, zamanın sınavına karşı koyamaz ve sonunda içsel çelişkileri nedeniyle patlar. Tersine, bilimsel yöntem vasıtasıyla kurulan tarihsel gerçekliğin ise, kendi içsel inandırıcılığı vardır ve uzun vadede zihinlerde hakimiyetini kurar. Devrim tarihini yeniden değerlendirme, yani yeniden yazma ve değiştirme –daha doğrusu tahrif etme– ihtiyacı, bürokrasinin kendisini Bolşevik Partiye bağlayan göbek bağını kesmek zorunda olduğunu keşfetmesinden kaynaklanmaktadır. Devrim tarihini yeniden yazmak, yani tahrif etmek, devrimi gaspeden ve Bolşevizm geleneğini kısa kesmek zorunda olduğunu keşfeden bürokrasi için ivedi bir zorunluluktu.
Bolşevizmin özü, proletaryanın, Ekimde iktidarı tek başına ele geçirmesine yol açacak olan sınıf politikasıydı. Tüm tarihi boyunca, Bolşevizm burjuvaziyle işbirliği politikasına uzlaşmaz bir biçimde karşı çıktı. Bolşevizm ile Menşevizm arasındaki temel zıtlık tamamen bundan ibaretti. Üstüne üstlük Bolşevizmin ve Menşevizmin yükselişinden önceki dönemde işçi hareketi içindeki mücadele, son tahlilde bu merkezi sorun, merkezi alternatif etrafında döndü: burjuvaziyle işbirliği ya da uzlaşmaz sınıf mücadelesi. “Halk Cephesi” politikası, ağırbaşlı ve aslında şarlatanca adını bir tarafa bırakırsak, zerre kadar bir yenilik içermemektedir. Bu pratik, Komintern’in dilinde ister koalisyon veya Sol Blok (Fransa’daki gibi) isterse “Halk Cephesi” adını taşısın, tüm durumlarda söz konusu sorun, proletaryanın sömürücülerin sol kanadına tâbi kılınmasıyla ilgilidir.
“Halk Cephesi” politikası burjuvazinin emperyalist çürüme çağında başvurulduğu için özellikle ölümcül bir meyve verdi. Stalin, Menşeviklerin 1917 devriminde gerçekleştirmeyi denedikleri politikayı amacına ulaştırmayı Çin devriminde başardı. Aynı şey İspanya’da da tekrarlandı. İki büyük devrim de, liderliğin yöntemlerinin, Stalinizmin, yani Menşevizmin en ölümcül biçiminin yöntemleri olması yüzünden felâkete uğradı.
Beş yıl boyunca, “Halk Cephesi” politikası proletaryayı burjuvaziye tâbi kılarak, savaşa karşı sınıf mücadelesini olanaksız kıldı. Eğer Komintern liderliği tarafından koşullandırılan Çin devriminin bozgunu, Japon işgali için gerekli koşulları hazırladıysa, İspanyol devriminin bozgunu ve Fransa’da “Halk Cephesi”nin aşağılık teslimiyeti de Hitler’in saldırısı ve eşi görülmemiş askeri başarıları için gerekli koşulları hazırladı.
Hitler’in zaferleri gibi, Japonya’nın zaferleri de tarihin son sözü değildir. Günümüzde de savaş devrimin anası olmaya devam etmektedir. Devrim, ileri ülkelerde olduğu gibi geri ülkelerde de insanlık tarihinin tüm sorunlarını bir kez daha ortaya çıkaracak ve yeniden ele alacaktır ve ileri ve geri ülkeler arasındaki büyük farkın üstesinden gelmek için bir başlangıç yapacaktır.
Reformistler, oportünistler, görenekçiler [routinistler –ç.n.], olayların akışıyla karşı tarafa savrulacaklardır. Yalnızca devrimciler, geçmişin deneyimiyle zenginleşip tavlanmış devrimciler, büyük olayların düzeyine yükselebilirler. Çin halkının kaderi, insanlığın gelecekteki kaderinde ilk yeri işgal etmektedir. İleri Çinli devrimciler, 1925-27 devriminin mahvolmasına yol açan yanlışlardan, gelecekteki ölümcül yanlışlardan kaçınmalarına yardım edecek olan sınıf politikalarının belli temel kurallarını bu tarihten özümlerlerse mutlu olurum.
Çen Tu-ziu, 10 Aralık 1929
Sevgili Yoldaşlar:
1920’den (cumhuriyetin dokuzuncu yılı) beri partiyi kurmak için, Enternasyonal’in liderlerinin, Çin devrimini utanç verici ve acıklı bir yenilgiye götüren Stalin, Zinovyev, Buharin ve diğerlerinin oportünist politikalarını uygulamak için yoldaşlarla birlikte çalıştım. Gece gündüz çalıştığım halde kusurlarım faziletlerimi aşıyor.
Şüphesiz eski ikiyüzlü Çin imparatorlarının günah çıkarmalarını taklit etmemeliyim: “Ben, tek başıma insanların günahlarının sorumlusuyum”; yenilgiye sebep olan bütün hataları üzerime alıyorum. Ne var ki o zamanlar sorumlu olan bazı yoldaşların, sadece oportünizmin geçmiş hatalarını eleştirme ve kendini bundan dışlama tutumunu benimsemekten utanç duyuyorum. Ne zaman yoldaşlarım benim geçmiş oportünist hatalarıma işaret etseler, samimiyetle onlara hak verdim. Proletaryanın geçmişte en büyük bedeller pahasına elde ettiği Çin devriminin deneyimlerini kesinlikle gözardı etmek istemiyorum. (7 Ağustos [1927] konferansından bu yana, bana karşı yapılan yerinde eleştirileri reddetmediğim gibi, abartılı suçlamalar karşısında bile sessiz kaldım.)
Yalnızca eski hatalarımı kabul etmeyi arzulamıyorum, fakat şu anda ve gelecekte, düşünüşte veya eylemde herhangi bir oportünist hata yaptığım takdirde, yoldaşlarımın beni teorik argümanlarla ve olgularla acımasızca eleştirmelerini de beklerim. Bütün eleştirileri alçakgönüllülükle kabul ederim ve edeceğim, ama safsata ve iftiraları değil. Çü Çiu-pai ve Li Li-san kadar kendime güvenemiyorum. Şunu açıkça anladım ki; herhangi birisi veya herhangi bir parti için, oportünizmin hatalarından kaçınmak asla kolay bir şey değildir. Kautsky ve Plehanov gibi tecrübeli Marksistler bile yaşlılıklarında bağışlanmaz oportünizm suçlularıydılar; Stalin ve Buharin gibi Lenin’i uzun zaman izleyenler de şimdi rezil oportünistler gibi hareket ediyorlar. Bizim gibi yüzeysel Marksistler kendilerinden nasıl memnun olabilirler? Bir kimse kendisinden memnunsa, kendisini ilerlemekten alıkoyuyor demektir.
Muhalefetin bayrağı bile “İlahi Öğretmen” Çan’ın [Taoist papa] sihirli sözleri değildir. Küçük-burjuva ideolojisini esas olarak silip atmamış, geçmiş oportünizm sistemini açıkça kavramamış, mücadelelere kararlı bir şekilde katılan, ve sırf Stalin ve Li Li-san’ın oportünizmine küfretmek için Muhalefetin bayrağı altında duran ve böylece oportünist şeytanın asla kendilerine yaklaşmayacağını düşünenler hayal görmektedirler. Oportünizmin hatalarından kaçınmanın tek yolu, proleter kitlelerin mücadelesinde ve yoldaşların karşılıklı eleştirileri çerçevesinde Marx ve Lenin’in öğretisinden sürekli olarak ve alçak gönüllülükle öğrenmektir.
Nesnel koşulların, son Çin devriminin yenilgisinin nedeni olarak ikincil önemde olduklarını kesin olarak kabul ediyorum. Temel neden oportünizmin hatası, burjuva Kuomintang’a dair politikamızın hatasıydı.* O zamanki Merkez Komitenin bütün sorumlu yoldaşları, özellikle de ben, bu politikanın tartışmasız bir şekilde yanlış olduğunu açıkça ve cesurca kabul etmeliyiz. Fakat hatayı kabul etmek tek başına yeterli değildir. Geçmişteki hataların oportünist politikanın muhtevasını oluşturduğunu içtenlikle ve bütünüyle kabul etmeli, bu politikanın sebep ve sonuçlarını değerlendirmeli ve bunları açıkça ortaya çıkarmalıyız. İşte o zaman, bir sonraki devrimde, geçmişteki hataları yinelememeyi ve önceki oportünizmin tekrarlanmasını önlemeyi umabiliriz. Partimiz ilk kurulduğunda, oldukça genç olmasına rağmen yine de –Leninist Enternasyonal’in kılavuzluğu altında– büyük bir yanlış yapmadık. Örneğin işçilerin mücadelesine belirleyici biçimde önderlik ettik ve Kuomintang’ın sınıfsal tabiatını gördük. 1921’de partimiz Kuomintang ve diğer toplumsal örgütlerin delegelerini, Komintern’in toplantıya çağırdığı Uzak Doğu Emekçileri Konferansına katılmaya teşvik etti. Konferans Doğudaki sömürgelerde demokratik devrim mücadelesinin verilmesi gerektiğini ve bu devrimde köylü sovyetlerin örgütlenmesi zorunluluğunu karara bağladı.
1922’de Çin Partisinin İkinci Kongresinde, demokratik devriminde birleşik cephe politikasını benimsedik ve buna dayanarak politik duruma dair tutumumuzu ifade ettik. Aynı dönemde, Komünist Gençlik Enternasyonali’nin temsilcisi, Dalin, Çin’e geldi ve Kuomintang’a devrimci grupların birleşik cephesi politikasını önerdi. Kuomintang’ın başkanı, Sun Yat-sen, bu teklifi inatla reddetti, yalnızca, Çin Komünist Partisi ve Gençlik Birliği üyelerinin bireyler olarak Kuomintang’a katılmasına ve ona itaat etmesine izin vermeye razıydı, o da partinin dışında her türlü birliği geçersiz sayarak.
Parti kongremizin ertelenmesinden hemen sonra, Komünist Enternasyonal kendi delegesi Maring’i Çin’e gönderdi. Maring Çin Komünist Partisi Merkez Komitesinin bütün üyelerini Çekiang eyaletinde Hangçow’daki West Lake’de bir toplantıya davet etti. Bu toplantıda, Çin partisinin Kuomintang örgütüne katılmasını önerdi. Kuomintang’ın burjuva partisi olmadığını, birçok sınıfın birleşik partisi olduğunu ve proletarya partisinin de bu partiyi geliştirmek ve devrimi ilerletmek amacıyla ona katılması gerektiğini kuvvetli bir şekilde savundu.
O zaman ÇKP Merkez Komitesinin beş üyesi, Şou-çang, Çang Te-li, Zai Ho-sen, Kao Çün-yü ve ben, oy birliğiyle bu teklife karşı çıktık.[188] Ana sebep: Kuomintang’a katılmak, sınıf örgütlerinin kafasını karıştırmak ve bağımsızlık politikamızı yokuşa sürmekti. Sonunda, Üçüncü Enternasyonal’in delegesi Çin Partisinin Enternasyonal’in kararına uyup uymayacağını sordu.
Bu nedenle, uluslararası disipline uyma adına ÇKP Merkez Komitesi Komünist Enternasyonal’in önerisini ve Kuomintang’a katılmayı kabul etmekten başka bir şey yapamazdı. Bundan sonra Çin partisinin temsilcileri ve Enternasyonal delegesi, Kuomintangın yeniden örgütlenmesine yaklaşık bir yıl harcadılar.[189] Ama en başından itibaren Kuomintang buna aldırmadı ve direndi. Sun Yat-sen Enternasyonal delegelerine birçok kez şunu söyledi: “ÇKP Kuomintang’a katıldığından, KMT’nin disiplinine boyun eğmeli ve onu açıktan eleştirmemelidir. Eğer komünistler Kuomintang’a itaat etmezlerse onları Kuomintang’dan atarım; ve eğer Sovyet Rusya ÇKP’nin tarafında olursa derhal ona da karşı çıkarım.” Sonuç olarak Moskova’ya mahzun bir Maring döndü. Maring’in Çin’deki görevini üstlenen Borodin, beraberinde Kuomintang için büyük miktarda maddi yardım getirdi. Ve ancak o zaman, 1924’de, KMT yeniden örgütlenme ve Sovyet Rusya ile ittifak politikasını başlattı.
O dönemde, Çin komünistleri henüz oportünizmle fazla lekelenmemişti. 7 Şubat 1923’te demiryolu işçilerinin yaptığı grevin ve 1925’in 30 Mayıs hareketinin önderliğini yapabildik, çünkü KMT tarafından sınırlandırılmamıştık ve zaman zaman onun uzlaşma politikasına ağır eleştiriler getirmiştik. Fakat 30 Mayıs hareketinde proletarya kafasını kaldırır kaldırmaz, burjuvazi derhal harekete geçmişti. Karşılık olarak, Temmuzda Tai Çi-tao’nun anti-komünist broşürü ortaya çıktı.[190]
Ekim 1925’te Pekin’de toplanan ÇKP Merkez Komitesi genişletilmiş plenumunda ben, Politik Karar Komitesine şu teklifi sundum: Tai Çi-tao’nun broşürü bir tesadüf değil, burjuvazinin, proletaryayı denetim altına alma ve karşı devrime yönelme amacıyla kendi iktidarını güçlendirmeye çabaladığının göstergesidir. Kuomintang’dan ayrılmaya derhal hazır olmalıyız. [Kamuoyundaki] Politik saygınlığımızı korumalı, kitlelere önderlik etmeli ve Kuomintang politikasının denetimi altında durmamalıyız.
O an hem Komintern delegesi hem de Merkez Komiteden sorumlu yoldaşlar, hep bir ağızdan önerime karşı çıktılar, bunun, yoldaşlara ve kitlelere Kuomintang’a karşı çıkma yolunu önermek olduğunu söylediler. İnatçı bir mizaca sahip olmayan ben, önerimi ısrarlı biçimde savunamadım. Uluslararası disipline ve Merkez Komite çoğunluğunun fikrine riayet ettim.
Çan Kay-şek’in hükümet darbesi (20 Mart 1926), Tai Çi-tao’nun ilkelerini hayata geçirmek için yapılmıştı. Çok sayıda komünisti tutuklayan, Kanton-Hong Kong Grev Komitesinin, misafir Sovyet grubu (çoğu SBKP’nin Merkez Komite üyeleriydi) ve Sovyet danışmanları için ayrılmış muhafızlarını silahsızlandıran Kuomintang Merkez Komitesi, KMT’nin üst parti karargahlarından bütün komünist unsurların uzaklaştırılması gerektiğine, komünistler tarafından Sun Yat-senciliğin eleştirilmesinin yasaklanmasına, KMT’ye katılan Komünist Parti ve Gençlik Birliği üyelerinin bir listesinin kendi eline verilmesine karar verdi. Bütün bu koşullar kabul edildi.
Aynı sırada, Çan Kay-şek’in güçlerine eşit hale gelmek için kendi bağımsız askeri güçlerimizi hazırlamaya karar verdik. Enternasyonal delegesine planımızı danışması için yoldaş Peng Şu-çih Çin partisi Merkez Komite temsilcisi olarak Kanton’a gönderildi. Ama Enternasyonal delegesi bizimle aynı fikirde değildi ve aralıksız bir şekilde Çan Kay-şek’i güçlendirmek için elinden geleni yaptı. Bütün gücümüzü Kanton devletini inşa etmek ve Kuzey Seferini yürütmek amacıyla Çan Kay-şek’in askeri diktatörlüğünü desteklemekte kullanmamızda ısrar ediyordu. Kwangtung eyaletinin köylülerini silahlandırabilmek için, Çan Kay-şek ve Li Çi-şen’e verilen tüfeklerden 5.000 adedini bize vermesini talep ettik. Şunu söyleyerek reddetti:
Silahlı köylüler ne Çen Çiung-ming’in kuvvetlerine karşı savaşabilirler ne de Kuzey Seferinde yer alabilirler, yalnızca Kuomintang’ın kendilerinden kuşkulanmasına ve köylülerin ona karşı çıkmasına yol açabilirler.
Bu en kritik dönemdi. Somut konuşacak olursak, burjuva KMT’ın proletaryayı kendi kılavuzluğu ve yönelimini izlemeye açıkça zorladığı, ve bizim proletaryaya, burjuvaziye teslim olma, onu izleme ve onun tebaası olmayı hüsniyetle karşılama çağrısını resmen yaptığımız bir dönemdi. (Enternasyonal delegesi açıkça şunu söyledi: “İçinden geçtiğimiz dönem, komünistlerin Kuomintang’ın kuliliğini yapması gereken bir dönemdir.”) O andan itibaren parti artık proletaryanın partisi değildi, tamamen burjuvazinin aşırı sol kanadı haline gelmiş ve derin oportünizm çukuruna düşmeye başlamıştı.
20 Mart darbesinden sonra, Kuomintang içerisinde ortak faaliyet aracılığıyla Kuomintang ile işbirliğinin, KMT’ın dışında bir işbirliğine dönüştürülmesi gerektiği şeklindeki kişisel fikrimi Komintern’e verilen bir raporda ifade ettim. Aksi takdirde, kendi bağımsız politikamızı uygulamaktan ya da kitlelerin güvenini kazanmaktan aciz bir hale gelecektik. Enternasyonal, raporumu okuduktan sonra, Buharin’in Pravda’da yazdığı, Çin Partisini Kuomintang’dan çekilme konusunda sertçe eleştiren bir makaleyi yayınladı. Şu söyleniyordu:
“İki yanlış süregelmekteydi: Sarı sendikalardan ve İngiliz-Rus Sendikal Birlik Komitesinden çekilmeyi savunmak. Şimdi üçüncü yanlış üretilmiş bulunuyor: Çin Partisi Kuomintang’dan çekilmeyi savunuyor.” Aynı anda, Uzak Doğu Bürosunun başı olan, Voitinsky, KMT’den çekilme yönündeki eğilimimizi düzeltmek için Çin’e gönderildi. O sıralar Enternasyonal’in disiplinine ve Merkez Komite üyelerinin çoğunluğunun fikrine saygı gösterme adına, önerimde güçlü bir biçimde ısrar etmekte bir kez daha başarısız oldum.
Daha sonra Kuzey Seferi ordusu yola çıktı. KMT tarafından büyük bir zulüm görüyorduk, çünkü Ziang-tao’da işçi hareketinin frenlenip arka plana atılmasını ve Kuzey Seferinde kullanılmak üzere köylülerden zorla toplanan askeri fonu eleştirmiştik. Bu arada Şanghay’daki işçiler Çihli-Şantung’un birliklerini defetmek için ayaklanmak üzereydi. Ayaklanma başarıya ulaşacak olsa, hakim güç sorunu ortaya çıkacaktı. O zaman, Merkez Komitesi genişletilmiş plenumunun politik kararının tartışıldığı sıralarda şunu önerdim:
Çin devriminin iki yolu vardır: Biri proletaryanın önderlik etmesidir, ki bu takdirde devrimin hedeflerine ulaşabiliriz; diğeri burjuvazinin önderlik etmesidir, ki bu durumda burjuvazi devrimin gidişatına ihanet etmek zorunda kalacaktır. Ve şu anda burjuvaziyle işbirliği yapabilsek dahi yine de yönetme gücünü ele geçirmeliyiz. Ne var ki Komintern Uzak Doğu Bürosunun Şanghay’da yaşayan bütün üyeleri, böyle bir fikrin yoldaşlarımızı çok erken bir biçimde burjuvaziye karşı çıkmaya yönelteceğini söyleyerek, oybirliğiyle benim fikrime karşı çıktılar. Dahası şunu ifade ettiler: Eğer Şanghay’daki ayaklanma başarıya ulaşırsa, hakim güç burjuvaziye ait olmalıdır ve işçi delegelerinin herhangi bir katılımı da gereksizdir. Onların eleştirilerinden dolayı bir kez daha düşüncemi savunamadım.
1927’de Kuzey Seferi ordusunun Şanghay’ı ele geçirdiği günlerde, [Çu] Çiu-pai, Şanghay belediye yönetiminin seçimine ve küçük-burjuvaziyi (küçük ve orta tüccarları) büyük burjuvaziye karşı nasıl birleştireceğimize büyük dikkat sarf etti. İvedi sorunun belediye seçimleri olmadığı konusunda Peng Şu-çih ve Lo 1-nung benim düşüncelerime katılıyorlardı. Asıl problem şuydu: Eğer proletarya Çan Kay-şek’in askeri güçleri üzerinde bir zafer kazanacak kadar güçlü değilse, küçük-burjuvazi bizi desteklemezdi. Emperyalistlerin kışkırtmasıyla Çan Kay-şek, bir kitle katliamı gerçekleştirmeye kararlıydı. Böylece sadece yerel seçimler boş laf haline gelmekle kalmaz, aynı zamanda bütün Çin’de bir yenilgi başlangıcıyla yüz yüze gelirdik. Çan Kay-şek devrime açıkça ihanet ettiğinde, bu yalnızca şahsi bir eylem olmakla kalmayabilir, aynı zamanda burjuvazinin bütün ülkede gericilik saflarına geçmesinin işareti olabilirdi.
[Peng] Şu-çih, Enternasyonal delegesi ve Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyelerinin çoğunluğunun önünde fikirlerimizi ifade etmek ve onlara Çan Kay-şek’in güçlerine nasıl saldırılacağını danışmak üzere Hankow’a gitti. Fakat onlar Şanghay’da eli kulağında olan darbeyle pek ilgilenmediler. Wuhan’a gitmem konusunda ısrar eden birçok telgraf gönderdiler. Milliyetçi hükümet o zamanlar Wuhan’da olduğundan, bütün önemli sorunların orada çözülmesi gerektiğini düşünmüşlerdi. Aynı sıralarda Enternasyonal bize, işçiler ve Çan Kay-şek arasında askeri bir çatışmadan kaçınmak, Şanghay’ın silahlı kuvvetler tarafından işgalinde pürüz çıkarmamak amacıyla işçilerin tüm silahlarının saklanması ya da toprağa gömülmesini emreden bir telgraf gönderdi. Bu telgrafı okuyan [Lo] 1-nung öfkesinden kudurdu ve onu yere fırlattı. Bir kez daha Enternasyonal’in direktifine boyun eğdim ve kendi fikrimde diretemedim. Kuomintang ve emperyalistlere dönük Enternasyonal politikasına dayanarak, Wang Çing-wei ile birlikte utanç verici bir manifesto yayınladım.
Nisan başında Wuhan’a gittim. Wang Çing-wei ile ilk tanıştığımda ondan Şanghay’da söylediklerinden çok farklı bazı gerici fikirler işittim. Bunu Borodin’e anlattım; bana, gözlemlerimde haklı olduğumu, Wang Çing-wei Wuhan’a gelir gelmez etrafının Hsü Çien, Ku Meng-yü, Çen Kung-po, Tan Yen-kai ve diğerleri tarafından kuşatıldığını ve giderek daha soğuklaştığını söyledi.[191] Çan Kay-şek ve Li Çi-şen’in işçi ve köylüleri katletmeye girişmesinin ardından, [Wuhan] Kuomintang her geçen gün proletaryanın gücünden daha fazla nefret eder oldu ve Wang Çing-wei’nin ve Kuomintang Merkez Komitesinin gerici tavırları süratle katılaştı. Politbüromuzun toplantısında, partimiz ile Kuomintang arasıdaki ortak toplantının durumu hakkında bir rapor hazırladım:
Partimiz ile Kuomintang arasındaki işbirliği ile ilgili tehlike çok daha ciddidir. Ele geçirmeye çalıştıkları şey, şu veya bu küçük problem olarak görünüyordu; oysa asıl istedikleri şey merkezi iktidarın tamamıydı. Şimdi önümüzde sadece iki yol var: Ya önderlik otoritesinden vazgeçeceğiz ya da onlarla ilişkimizi keseceğiz.
Toplantıya katılanlar raporuma suskunlukla cevap verdiler. Hunan eyaletindeki darbeden sonra [21 Mayısta Çangşa’da], iki kez Kuomintang’dan geri çekilmeyi önerdim. En sonunda şunu söyledim: “Wuhan Kuomintang’ı Çan Kay-şek’in ayak izlerini takip etmiştir! Eğer politikamızı değiştirmezsek, bizim de sonumuz aynı yol olacak.”
Sadece Jen Pi-şih “Aynen öyle!” dedi, Çou En-lai ise “Biz Kuomintang’dan çekildikten sonra işçi ve köylü hareketi daha özgür olacak ama askeri hareket çok zarar görecek” diyordu. Geri kalanların tümü önerime hâlâ suskunlukla cevap veriyordu. Aynı zamanda bunu [Çu] Çiu-pai ile tartıştım. Şunu dedi: “Bırakalım Kuomintang bizi atsın; kendi başımıza çekilemeyiz.” Borodin’e danıştım. Bana şöyle dedi: “Görüşüne kesinlikle katılıyorum ama biliyorum ki Rusya buna asla izin vermez.”
Bir kere daha Enternasyonal disiplinini ve Merkez Komitenin çoğunluğunun görüşlerini gözettim ve kendi görüşümde ısrar edemedim. Başından beri kendi görüşlerimi ısrarla savunamamıştım; ama bu sefer artık dayanamazdım. Ve sonra Merkez Komiteye istifa mektubumu verdim. Ana sebebim şuydu:
Enternasyonal bir yandan bizden kendi politikamızı uygulamamızı bekliyor ama öte yandan Kuomintang’dan çekilmemize izin vermiyor. Gerçekten bir çıkış yolu yok ve ben görevime devam edemem.
Enternasyonal başından sonuna kadar Kuomintang’ı Çin ulusal demokratik devriminin ana organı olarak kabul etti. Stalin’in ağzında “Kuomintang’ın önderliği” sözleri çınlıyordu (bak. “Muhalefetin Hataları” ve “Çin Devriminin Sorunları”). Bundan dolayı bizden baştan aşağı Kuomintang örgütüne boyun eğmemiz ve kitlelere Kuomintang’ın adı ve bayrağı altında liderlik etmemiz istendi. Bu, Feng Yü-ziang, Wang Çing-wei, Tang Şeng-çih, Ho Çien vb. bütün Kuomintang açıkça gerici bir hale gelinceye ve üç-nokta politikası diye adlandırılan politikayı (Sovyetler Birliği ile birlik, KP’nin Kuomintang’a katılmasına izin vermek ve işçi ve köylü hareketine yardım etmek) yerle bir edene dek sürdü. Enternasyonal bir telgrafla bize şu direktifi verdi: “Sadece Kuomintang hükümetinden çekilin, Kuomintang’dan değil.”
Bundan dolayı 7 Ağustos Konferansından sonra, Nançang ayaklanmasından Swatow’un ele geçirilişine kadar, Komünist Parti hâlâ Kuomintang’ın sol kliğinin mavi-beyaz bayrağının arkasına saklanıyordu. Kitlelere Kuomintang’ın içinde sorun var gibi göründü, daha fazlası değil. Genç Çin proletaryası tarafından kurulan genç Çin Komünist Partisi, Marksizm ve sınıf mücadelesinde yeterli bir eğitim döneminden geçmedi. Partiyi kurduktan kısa süre sonra, büyük bir devrimci mücadeleyle yüz yüze kaldı. Çok büyük bir hatadan kaçınmakta yegâne umut, Enternasyonal’in proleter politikasının sağlayacağı doğru bir kılavuzluktu. Ama böylesi sürekli bir oportünist politikanın kılavuzluğunda, Çin proletaryası ve Komünist Parti nasıl kendi geleceğini açıkça görebilirdi? Ve nasıl kendi bağımsız politikalarına sahip olabilirlerdi? Onlar sadece adım adım burjuvaziye teslim oldular ve kendilerini burjuvaziye tâbi kıldılar. Böylece burjuvazi aniden bizi katletmeye başladığında, biz ne yapmamız gerektiğini bilmez bir haldeydik. Çangşa darbesinden sonra, Enternasyonal’in bize sunduğu politika şuydu:
1. Alt tabakadan olan toprak sahiplerinin topraklarına el koyun ama bunu Milliyetçi hükümet adına yapmayın ve askeri subayların topraklarına dokunmayın. (Tek bir burjuva, tek bir toprak ağası, tek bir tuçün ve Hunan ve Hupeh eyaletlerinin kibar takımından tek bir kişi bile yoktu ki, o sıralar subayların akrabası, hısmı ya da eski arkadaşı olmasın. Tüm toprak ağaları doğrudan veya dolaylı olarak subaylar tarafından korunmaktaydı. Topraklara el koyun sözleri, “subayların topraklarına dokunmayın” koşuluyla söylendiğinde boş laftır.)
2. Parti karargahlarının gücüyle köylülerin “aşırı-gayretkeş” eylemlerini dizginleyin. (Biz bu utanç verici köylülerin aşırı-gayretkeş eylemlerini denetleme politikasını uyguladık; daha sonra Enternasyonal, Çin Komünist Partisini “sık sık kitlelerin önünde bir engel haline gelmek”le eleştirdi ve bu en büyük oportünist hatalardan biri olarak değerlendirildi.)
3. Güvenilmez generalleri yok edin, 20 bin komünisti silahlandırın, yeni bir ordu örgütlemek için Hunan ve Hupeh eyaletlerindeki işçi ve köylü unsurlardan 50 bin kişi seçin. (Eğer bu kadar çok silah elde edebiliyorduysak, neden doğrudan işçi ve köylüleri silahlandırmıyorduk ve neden hâlâ Kuomintang için yeni birlikler topluyorduk? İşçi, köylü ve asker sovyetlerini neden kuramıyorduk? Eğer ortada ne silahlı işçi ve köylüler, ne de sovyetler yoksa, nasıl ve kiminle güvenilmez denilen generalleri yok edebiliyorduk? Sanırım Kuomintang Merkez Komitesine bu generallere yol vermesi için acınası bir şekilde yalvarmaya devam edebilirdik. Komintern temsilcisi Roy Enternasyonal’in bu direktiflerini Wang Çing-wei’ye gösterdiğinde, şüphesiz amacı buydu.)[192]
4. Eski üyelerin yerini alması için Kuomintang Merkez Komitesine yeni işçi unsurlar yerleştirin. (Eğer eski komiteyle rahatça baş edebilecek ve Kuomintang’ı reorganize edebilecek gücümüz var idiyse, sovyetleri niye örgütleyemiyorduk? Niye işçi ve köylüleri katletmiş olan burjuva Kuomintang’a işçi ve köylü liderlerimizi göndermek zorunda olalım? Ve neden böylesi bir Kuomintang’ı liderlerimizle süslememiz gerekli olsun?)
5. Kuomintang’ın tanınan üyelerinden birini (ÇKP üyesi olmayan birini) başkan yaparak gerici subayları yargılayacak bir devrimci mahkeme örgütleyin. (Kendisi zaten Kuomintang’ın gerici önderi olan biri, gerici subayları devrimci bir mahkemede nasıl yargılayacak?)
Kuomintang içerisinde böyle bir politikayı uygulamaya girişenler, sol türden de olsa hâlâ oportünistlerdi. Temel politikada hiç bir değişiklik yoktu; bir lazımlıkta banyo yapmaya benziyordu bu! O sırada eğer gerçekten sol, yani devrimci bir politika yürütmek istiyorduysak, temel çizginin değiştirilmesi gerekliydi. Komünist Parti Kuomintang’dan çekilmek ve gerçekten bağımsız olmak zorundaydı. İşçi ve köylüleri mümkün olduğunca silahlandırmalı, işçi, köylü ve asker sovyetlerini kurmalı ve yönetme gücünü Kuomintang’dan almalıydı. Aksi takdirde hangi tür sol politika benimsenirse benimsensin, bu politikayı gerçekleştirmenin bir yolu yoktu.
O sıralar Merkez Politbüro Komünist Enternasyonal’in direktiflerini yanıtladığı telgrafta şunları belirtti: direktifleri kabul ediyoruz ve bu direktiflere göre faaliyet göstereceğiz, ama bu direktiflerin derhal gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Bütün Merkez Komite üyeleri Enternasyonal’in emirlerinin uygulanamaz olduğunun farkındaydı. Merkez Komite toplantısına katılan Fan Ke bile (Stalin’in özel temsilcisi olduğu söylenirdi)[193] bu direktifleri yerine getirmenin hiçbir olanağı olmadığını düşünüyordu. Merkez Komitenin cevabi telgrafına “verebileceğimiz en iyi cevap bu” diyerek rıza gösterdi.
7 Ağustos Konferansından sonra, Merkez Komite, Çin devriminin başarısız olduğunu çünkü oportünistlerin Komünist Enternasyonal’in taktiklerin derhal değiştirilmesine dönük direktiflerini kabul etmedikleri düşüncesini propaganda etmeye çalıştı. (Şüphesiz, direktifler yukarıda bahsedilenlerdi; bunun dışında, hiçbir direktif yoktu!) Politikanın Kuomintang’ın içerisinden nasıl değiştirilebileceğini bilmiyorduk Ve sözde oportünistler kimlerdi?
Parti bir kez böylesine ilkesel bir hata yaptığında, buna bağlı diğer daha küçük ya da daha büyük hatalar doğal olarak kaçınılmazdı. Kavrayışı açık, fikirleri kesin olmayan ben, oportünizmin atmosferine kapıldım ve Üçüncü Enternasyonal’in oportünist politikasını içtenlikle uyguladım. Bilinçsiz bir şekilde Stalin’in dar fraksiyonunun bir aracı haline geldim. Partiyi ve devrimi koruyamadım. Tüm bunlardan hem ben hem de diğer yoldaşlar sorumluyuz. Şu anki Merkez Komite şöyle diyor: “Çin devriminin yenilgisini, kendi sorumluluğunuzdan kurtulmak amacıyla Komintern’in omuzlarına yüklemeye kalkışıyorsunuz!” Bu açıklama gülünçtür. Hiç kimse kendisi oportünist hatalar işledi diye parti önderliğinin oportünizmini eleştirme hakkından ya da Marksizm ve Leninizme geri dönme hakkından ilelebet mahrum kalmaz.
Aynı zamanda, hiç kimse, oportünizm yüksek yerden kaynaklanıyor diye oportünist bir politikayı uygulama sorumluluğundan kaçınma özgürlüğüne sahip değildir. Oportünist politikanın kaynağı Komintern idi; fakat Çin partisinin liderleri neden Komintern’i protesto etmedi ve bunun yerine sadakatle onun politikalarını uyguladılar? Kim bizi bu sorumluluğun günahından arındırabilir? Çok açıkça ve objektif olarak kavramalıyız ki; geçmiş ve bugünkü oportünist politikaların tümü Komünist Enternasyonal’den kaynaklanmaktadır. Enternasyonal bunun sorumluluğunu üstlenmelidir. Genç Çin partisi daha henüz kendi başına herhangi bir teori icat edecek ve herhangi bir politika üretebilecek yetenekte değildi; ama Çin partisinin yönetim organı Komintern’in oportünist politikasına küçücük bir muhakeme ve karşı çıkış bile olmaksızın körü körüne alet olmanın sorumluluğunu üstlenmek zorundadır.
Eğer biz karşılıklı olarak birbirimizin kusurlarını bağışlıyor ve hepimiz hata yapmadığımızı düşünüyorsak, o takdirde bu kitlelerin hatası mıydı? Bu sadece çok gülünç değil, aynı zamanda devrime karşı hiç bir sorumluluk taşımamaktır! Kesinlikle şuna inanıyorum ki, eğer ben ya da diğer sorumlu yoldaşlar, oportünist politikanın yanlışlığını o zaman fark edebilseydik ve buna karşı, tıpkı yoldaş Troçki’nin yapmakta olduğu gibi tüm partiyi heyecanlı bir tartışma ve görüş alışverişi için seferber etme noktasına kadar giden güçlü bir argüman geliştirebilseydik sonuç kaçınılmaz olarak devrime büyük bir yardım olurdu. Böyle bir tutum Komünist Enternasyonal’den ihraç edilmemi ve parti içinde bir bölünmenin gerçekleşmesini beraberinde getirebilirdi ama en azından devrimi böylesi utanç verici bir fiyaskoya sürüklemezdi. Kavrayışı açık, fikirleri kararlı olmayan ben hiç de böyle bir şey yapmadım! Eğer parti bana ağır bir ceza vermek için gerekçe olarak kendisini benim geçmişte yaptığım böylesi hatalara ya da önceki hatalı çizgimi inatla sürdürmem olgusuna dayandırsaydı bu cezayı içtenlikle, tek bir söz etmeksizin kabullenirdim.
Fakat şu anki Merkez Komitenin beni partiden atarken gösterdiği sebepler şunlardır:
1. Dediler ki: “Temel olarak, büyük devrim döneminde kendi oportünist önderlik hatasını kabul etmekte samimi değildir, ve geçmişteki çizgisinin gerçek hatasının nerede yattığını kabul etmeye karar vermiş değildir, bundan dolayı eski hatalı çizgisini sürdürmesi kaçınılmazdır.” Gerçekte ben önceki oportünist önderliğin hatasının nerede yattığını içtenlikle fark ettiğim ve şu anki ve gelecekteki yanlış çizginin sürdürülmesine karşı çıkmakta kararlı olduğum için partiden atılmıştım.
2. Dediler ki: “O, Komünist Enternasyonal’in kararlarına ikna olmamıştır. Enternasyonal tarafından eğitilmek üzere Moskova’ya gitmeyi inatla istemiyor.”[194] Komünist Enternasyonal tarafından yeterince eğitilmiştim. Eskiden, birçok yanlış yaptım çünkü Üçüncü Enternasyonal’in fikirlerini kabul etmiştim. Şimdi de partiden atılmış bulunuyorum çünkü bu fikirlere ikna olmuş değilim.
3. Geçtiğimiz Ağustosun 5’inde, Merkez Komiteye aşağıdaki cümleleri içeren bir mektup yazdım: “Ayrıca, iki sınıf [burjuvazi ve toprak sahipleri] arasındaki «ekonomik sınıf çıkarlarının» süre gelen temel çelişkisi nedir acaba?!” “Kanton ayaklanmasından önce ve sonra … Merkez Komiteye, Kuomintang’ın iktidar gücünün tahmin ettiğiniz kadar çabuk çökmeyeceğini ifade eden birçok mektup yazdım.” “Şu anda birtakım kitle mücadeleleri mevcutsa da, bu, onları yaklaşan devrimci dalganın belirtisi olarak ele almak için yeterli değildir.” “Bütünüyle yasal bir hareket, şüphesiz, devrim girişiminden vazgeçmektir. Ama belli durumlarda, gücümüzü arttırmak gerektiğinde, Lenin’in dediği gibi, «çok şiddetli ateşli patlamalar dışında, bu (geçiş) döneminde olası tüm yasal araçlardan da yararlanmak zorundayız.»”
Merkez Komite bu cümleleri muğlaklaştırmak için değiştirdi:
“Burjuvazi ve feodal güçler arasında bir çelişki yoktur.” “Şu anki hakim sınıf yıkılmayacaktır ve devrim mücadelesi canlanmaya başlamamıştır, hatta gitgide gerilemektedir.” O, “yasal biçimlerin benimsenmesini” savunmaktadır.
Üstelik, benim asıl ifadelerimmiş gibi görünmesi için her cümleyi tırnak işareti içine aldılar. Bu da atılmamın başka bir sebebidir.
4. 10 Ekimde Merkez Komiteye yazdığım başka bir mektubumda şunları yazdım: “İçinden geçtiğimiz dönem bir devrimci dalga dönemi değil, karşı-devrim dönemidir. Demokratik sloganlarımızı genel taleplerimiz olarak özenle hazırlamalıyız. Örneğin, sekiz saatlik işgünü ve topraklara el koyma taleplerinin yanı sıra, «eşitsiz antlaşmaları iptal edin», «Kuomintang’ın askeri diktatörlüğe karşı», «Ulusal meclisi toplayın» vs. gibi sloganları özenle hazırlamalıyız. Bu demokratik sloganlar altında geniş kitleleri harekete geçirmek gerekir; işte o zaman karşı-devrim rejimini sarsabilir, devrimci dalgaya doğru ilerleyebilir ve «Kuomintang hükümetini yıkın», «sovyet rejimi kurulsun» vb. gibi temel sloganlarımızı kitle hareketinin eylem sloganları haline getirebiliriz.”
Ekimin 26’sında, Yoldaş Peng Şu-çih ve ben Merkez Komiteye yazdığımız mektupta şunları diyorduk: “Bu dönem doğrudan devrime geçiş dönemi değildir ve bizim bu döneme uyarlanmış genel politik sloganlarımız olmalıdır; o zaman kitleleri kazanabiliriz. İşçi ve köylü sovyetleri şu anda sadece propagandif bir slogandır. Eğer sovyetleri örgütleme mücadelesini bir eylem sloganı olarak ele alırsak, kesinlikle proletaryadan karşılık bulmayacağız. Fakat MK, “Kahrolsun Kuomintang hükümeti” ve “sovyet rejimini kurun” sloganları yerine bizim mevcut genel politik slogan olarak “Ulusal meclisi toplayın” talebini geçirmek istediğimizi açıkladı. Atılmamın sebeplerinden biri de budur.
5. Bir mektubumda, “hâlâ milliyetçi bir ruhla dolu geniş kitleleri, bize sempati duymaya ve emperyalistlerin Kuomintang’ı kullanarak ve Doğu Çin Demiryolu sorununu bahane ederek Sovyetler Birliği’ne saldırmak için yaptığı manevralara karşı çıkmaya” hazırlayan “Doğu Çin Demiryolunun yönetiminde Kuomintang’ın izlediği ülkenin yağmalanması veya vatana ihanet politikası”na dikkat çekmemiz gerektiğini söyledim. Bu, SSCB’nin savunulması sloganının kitlelere nüfuz etmesine yardım edecekti. Ama MK, SSCB’nin savunulması sloganının yerine Kuomintang tarafından ülkenin yağmalanmasına karşı çıkan sloganı yaymak istediğimi söyledi. Atılış nedenlerimden biri de budur.
6. MK’ya parti içindeki ciddi siyasal sorunlarla ilgili birçok mektup yazdım. MK bunları partiden uzun süre gizledi. Dahası, Komintern’in ve MK’nın delegeleri bana açıkça, prensipte farklı politik fikirlerin parti içinde dile getirilemeyeceğini söylediler. Yoldaşça meşru bir tartışma aracılığıyla Merkez Komitenin hatalarını düzeltme umudu kalmadığından, örgütün rutin disipliniyle engellenmemem gerektiğine ve yoldaşların da mektuplarımı okunması için başkalarına iletmelerine engel olunmaması gerektiğine inanıyorum. Bu da atılmamın sebeplerinden biridir.
7. 7 Ağustos konferansından bu yana, MK benim hiçbir toplantıya katılmama müsaade etmiyor ve bana yapmam için herhangi bir görev vermiyordu. Daha sonra 6 Ekimde (atılmamdan yalnızca kırk gün önce), bana birden bire şunları belirten bir mektup gönderdiler: “MK size, partinin politik çizgisi altında MK’da editörlük görevini üstlenip üstlenmeyeceğinizi ve bir hafta çerisinde «Muhalefete Karşı» adlı bir makale yazıp yazmayacağınızı sorma kararı almıştır.” Merkez Komiteyi oportünizm ve komploculuk çizgisini sürdürmesinden dolayı defalarca eleştirmiş olduğumdan, atılmam için bazı mazeretler yaratmaya giriştiler. Bugün, Yoldaş Troçki’nin görüşlerinin Marksizm ve Leninizmle özdeş olduğunu esasen kavramış bulunmaktayım. Nasıl kendi düşüncelerime aykırı, yanlış kelimeler yazabilirdim?
8. Yoldaş Troçki’nin Buharin ve Stalin’in oportünist politikasına kararlı bir şekilde karşı çıktığını biliyoruz. Stalin kliğinin şayialarına kulak asamaz ve Lenin’le el ele Ekim Devrimine önderlik eden Yoldaş Troçki’nin gerçekte bir karşı-devrimci olduğuna inanamayız (Bu belki Çinli Stalinist klik, Li Li-san vb. tarafından bizim hakkımızda çıkartılan söylentilerce “kanıtlanabilir”). Troçki'den bir yoldaş olarak söz ettiğimiz için, MK bizi “devrimi zaten terk etmiş olmakla, proletaryayı terk etmekle ve karşı-devrim tarafına geçmekle” suçladı ve bizi partiden attı.
Yoldaşlar! MK, beni partiden atmak ve hiçbir kanıt olmadığı halde bir “karşı-devrimci” olarak damgalamak amacıyla bugün bu yanlış gerekçeleri icat etmiştir. Yoldaşların çoğunun bu konuda net olmadığına inanıyorum. MK’nın kendisi bile şöyle demiştir: “Bunu anlamayanlar çıkabilir!” Fakat bazı yoldaşların bunu anlamamalarına rağmen onlar beni partiden atıp, karşı-devrim safına geçtiğimi söylediler. Yine de, neden bizleri yanlış bir şekilde “karşı-devrimciler” olarak suçladıklarını gayet iyi anlıyorum. Bu kendilerinden farklı olanlara saldırmak için son moda Çinliler tarafından yaratılan bir silahtır. Meselâ, Kuomintang kendi suçlarını kapatabilmek için komünistleri “karşı-devrimci” olmakla suçlar. Çan Kay-şek, kendisini devrimin cisimleşmesi olarak tanıtarak, kitleleri devrim tabelâsıyla aldatmaya çalışıyor. Ona muhalefet edenler “karşı-devrimciler” ve “gerici unsurlar”dır.
Birçok yoldaş biliyor ki, MK’nın beni partiden atmak için ileri sürdüğü yukarıda aktardığım yanlış gerekçeler yalnızca biçimsel ve resmi mazeretlerdir. Gerçekte, benim partide ifade edilen düşüncelerimi duymaktan ve onların devam eden oportünizm ve darbeciliğine, müflis bir politikayı yürütmelerine yönelttiğim eleştirilerden bıkmışlardır.
Dünyanın birçok burjuva ülkesinde, feodal kalıntılar ve yarı feodal sömürü yöntemleri söz konusudur (Siyahlar ve Güney Denizi takım adalarındaki köleler feodal öncesi kölelik sistemine benzer) ve feodal güçlerin kalıntıları mevcuttur. Çin buna çok daha benziyor. Elbette devrimde bunu ihmal edemeyiz; ama Komintern ve MK oybirliğiyle, Çin’de feodal kalıntıların hâlen ekonomi ve politikada baskın bir konum işgal ettiğini ve hakim güç olduğunu savunuyor. Dolayısıyla bu kalıntıları devrimin hedefi olarak değerlendiriyor ve düşmanı, devrimi bastıranları –burjuva güçleri– ihmal ediyor. Burjuvazinin tüm gerici faaliyetlerini, feodal güçlerin faaliyetleri olarak yutturuyor.
Çin burjuvazisinin hâlâ devrimci olduğunu, asla gerici olamayacağını ve gericilerin hiçbirinin burjuva olamayacağını söylüyorlar. Bu nedenle ne Kuomintang’ın burjuvazinin çıkarlarını temsil ettiğini ne de Milliyetçi hükümetin burjuvazinin çıkarlarını temsil eden bir rejim olduğunu kavramıyorlar. Bundan çıkartılan sonuç, Kuomitang’ın veya onun Nanking kesiminin yanında, şu anda ya da gelecekte, gerici olmayan, devrimci bir burjuva partinin var olduğu ya da olacağıdır. Dolayısıyla taktikler ve pratik faaliyetlerde bugün yalnızca Reorganizasyoncuları izliyor ve Çan Kay-şek’i devirmenin askeri çalışmasını yapıyorlar.[195] Platformda, burjuvazinin iktisadi güçleriyle çelişebilecek herşeye karşı çıkarak ve proletaryanın diktatörlüğü sloganını yaymaya karşı çıkarak, gelecekteki üçüncü devrimin karakterinin hâlâ burjuva-demokratik devrim olması gerektiğini söylüyorlar.* Burjuvazi hakkında böyle yanılsamalar ve onun süregiden bu cazibesi, yalnızca geçmiş oportünizmin devam ettirilmesi olarak değil, onun derinleştirilmesi olarak değerlendirilmelidir. Gelecekteki devrimde, bu, çok daha utandırıcı ve acınası bir yenilgiye yol açacaktır.
Eğer “sovyet rejimini kurun” sloganını bir eylem sloganı olarak ele alıyorsak, sadece nesnel koşullar devrimci bir dalga için olgunlaştığında bu sloganı ortaya atabiliriz. Bu slogan her istendiğinde gündeme sokulamaz.* Geçmişte, devrimci dalga sırasında, “sovyetleri örgütleyin” ve “sovyet rejimini kurun” sloganlarını benimsemedik. Doğal olarak bu büyük bir hataydı. Gelecekte, devrim gerçekleşirken derhal işçi, köylü ve asker sovyetlerini örgütlemek zorunda kalacağız. Sonra kitleleri “sovyet rejimini kurun” sloganı için mücadeleye seferber edeceğiz. Üstelik bu, proletarya diktatörlüğünün sovyeti olurdu, işçi ve köylü demokratik diktatörlüğünün sovyeti değil.
Şu anda, karşı-devrimci güçler tamamen galip gelmiş ve kitlesel devrimci eylem dalgası söz konusu değilken, “silahlı ayaklanma” ve sovyetlerin kurulmasının nesnel koşulları olgunlaşmamıştır. Şu anda “sovyetleri örgütleyin” sloganı yalnızca bir propaganda ve bir eğitim sloganıdır. Eğer onu bir eylem sloganı olarak kullanıyor ve işçi sınıfını “sovyetleri örgütlemek” için derhal pratik mücadeleye seferber ediyorsak, kitlelerden bir karşılık bulmaktan bütünüyle mahrum kalacağız.
Mevcut durumda, “ulusal meclisin toplanması için savaş” demokratik sloganını benimsemeliyiz. Bu hareket için nesnel koşullar olgunlaşmıştır ve şu anda sadece bu slogan geniş kitleleri legal politik mücadele aracılığıyla ve devrimci yükselişe ve “silahlı ayaklanma” mücadelesine ve “sovyet rejiminin kurulmasına” doğru harekete geçirebilir.
Mevcut MK bunu yapmıyor, darbeciliği sürdürüyor. Onlar devrimin yeniden doğuşunun olgunlaştığını düşünüyor** ve bizi “işçi ve köylü sovyetlerinin kurulması” sloganına sadece bir propaganda sloganı olarak baktığımız için kınıyorlar; böylelikle mantıken bu sloganı bir eylem sloganı olarak ele alıyorlar. Bundan dolayı, parti üyelerine sürekli olarak işçi mahallelerinde gösteriler için sokaklara çıkma siparişi ve işçi yoldaşlara greve çıkma emrini veriyorlar. Her küçük günlük mücadele yapay olarak, işçi kitlelerinin ve işçi yoldaşların gitgide partiden uzaklaşmalarına yol açan gürültülü büyük bir kavgaya dönüştürülüyor.
Dahası, geçenlerdeki Kiangsu temsilciler konferansında, “büyük bir grev hareketi” ve “yerel ayaklanmalar” örgütleme kararı alındı. Geçen yazdan beri Şanghay işçileri arasında küçük mücadelelerin işaretleri vardı, fakat bunlar ortaya çıktığı anda partinin darbeci politikası yüzünden yeniliyorlardı. Bundan böyle, şüphesiz hepsi ezilecekler; eğer Kiangsu temsilciler konferansının aldığı kararlar uygulanırsa, bu işçi mücadeleleri yok edilecek. Partimiz, işçilerin yaklaşan devrimci mücadele dalgasına yardım eden bir kılavuz değildir artık; daha ziyade işçi mücadelelerinin köklerini harap eden bir cellât haline geliyor.
Şu anki Merkez Komite, kendisini içtenlikle Altıncı Kongrenin iflas eden çizgisine dayandırarak ve Komintern’in* doğrudan rehberliği altında, yukarıdaki iflas etmiş politikayı sürdürmekte ve partiyi ve devrimi tasfiye ederek geçmişin oportünizminin ve darbeciliğinin üstünü örtmektedir. Geçmişte oportünist hatalar işleyen ve devrimi yenilgiye götüren ister Komintern ister Çin Komünist Partisi, kim olursa olsun, bu bir suçtur. Şimdiye kadar bu hatalar Muhalefetteki yoldaşlar tarafından açıkça ifade edilmiştir ama onlar hâlâ geçmişteki hatalarını itiraf etmiyor ve bilinçli olarak hatalı çizgilerini sürdürüyorlar. Üstelik, birkaç bireyin hatalarını kapatabilmek uğruna, Bolşevizmin örgütsel normlarını bile bile ihlal ediyor, en üst parti organlarının otoritesini suiistimal ediyor, ve farklı politik fikirleri ifade ettikleri için sayısız yoldaşı partiden atarak ve bile bile partiyi bölerek parti içinde özeleştiriyi engelliyorlar. Bu, suçların en aptalca ve en utanç verici olanıdır.
Hiç bir Bolşevik kitlelerin önünde açık özeleştiriden korkmamalıdır. Partinin kitleleri kazanmasının yegâne yolu, cesurca özeleştiri yapmaktır, hiçbir şekilde özeleştiri korkusuyla kitleleri kaybetmek değil. Şu anki Merkez Komite gibi, kendi hatalarını örtbas etmek, kitleleri kesinlikle kaybetmek demektir.
Yoldaşların çoğunluğu, farklı ölçülerde de olsa, bu hataları ve partinin krizini hissetmiştir. Partiye sadece geçimimizi sağlayacak bir araç olarak bakmadığımız sürece, parti ve devrime karşı bir sorumluluk duygusuna sahip olduğumuz sürece, her yoldaş ayağa kalkmalı ve partiyi bu krizden kurtarmak için partinin özeleştirisini kararlı bir şekilde yapmalıdır. Partimiz yıkımın eşiğine gelirken kollarımızı kavuşturup, sessizce seyretmek kuşkusuz suçtur!
Yoldaşlar! Hepimiz biliyoruz ki; her kim partinin hatalarını bir parça eleştirmek için ağzını açsa, hatalar düzeltilmeden öylece dururken, partiden kovuluyor. Ama bir muhasebe yapmalıyız. Hangisi daha önemlidir: Partiyi tehlikeden kurtarmak mı, yoksa kendimizi partiden atılanlar listesinden kurtarmak mı?
“Genel silahlı ayaklanma çizgisi”ni ve çeşitli yerlerde bunu takiben gerçekleşen ayaklanmaları benimseyen 7 Ağustos konferansından bu yana, Merkez Komiteye, kitlelerin devrimci duygularının o dönem yüksek bir düzeyde olmadığına, Kuomintang rejiminin çabucak yıkılamayacağına, nesnel koşullar oluşmamışken girişilecek ayaklanmaların sadece partinin gücünü daha da zayıflatacağına ve onu kitlelerden daha da yalıtacağına işaret eden birçok mektup yazdım. Ayaklanma politikasının yerine, kitleleri günlük mücadelelerinde birleştirme ve kazanma politikasının geçirilmesini önerdim. Merkez Komite ise, yaygın ayaklanmaların oportünizmi düzeltmek için kesinlikle geçerli yeni bir yol olduğunu ve ayaklanmanın nesnel koşullarını hesaba katmanın ve ayaklanmanın başarısının nasıl garanti altına alınacağını düşünmenin oportünizm olduğunu ileri sürdü. Şüphesiz düşüncelerimi dikkate almadılar ve sözlerimi şaka olarak algıladılar. Sözlerimi, oportünist hatalarımı düzeltmediğimin kanıtı olarak her yere yaydılar. O zamanlar, parti örgütünün disiplini ile engelleniyordum, ve partiyi yıkıma götüren Merkez Komitenin politikasına karşı kararlı bir mücadele yürütmek için örgütün başına geçmekten aciz olarak negatif bir tutum takındım.
Bunun sorumluluğunu üstleniyorum. Altıncı Kongreden sonra hâlâ, yeni Merkez Komitenin artık nihayet Komintern’in hatalarla dolu çizgisini körü körüne takip etmenin gerekmediği gerçeğini kendi kendisine görecek kadar olaylardan ders almış olduğuna dair yanlış bir anlayışım vardı. Yanlış tutumumu sürdürdüm ve Altıncı Kongrenin çizgisinden ilkesel olarak tatmin olmuş olmamama rağmen parti içinde bir ihtilâf yaratabilecek farklı teorilerde diretmedim. Çan Kay-şek ile Kwangsi klikleri arasındaki savaştan ve “30 Mayısın yıldönümü hareketinden” sonra, Merkez Komitenin oportünizm ve darbeciliği inatla devam ettireceğini ve alenen kendini değiştirmeyeceğini derinden hissettim: Yönetim organının ciddi bir biçimde yanlış olan çizgisi, en alttan en üste tüm parti üyelerinin açık bir tartışma ve eleştirisi dışında düzeltilemezdi. Fakat tüm parti üyeleri, “öfkelenmeye cesaret eden ama konuşmaya etmeyen” bir durumda, parti disiplinin hakimiyeti ve sınırlaması altında bulunmaktadır.
Artık, (sayısız yoldaşın sıcak kanlarıyla yaratılan) partiyi, durmaksızın süren ve özü itibarıyla yanlış olan bir çizgi tarafından yıkılmış ve felâkete sürüklenmiş görmeye dayanamazdım. Bu nedenle, sorumluluğumu yerine getirmek için, Ağustostan itibaren, kendi fikirlerimi ifade etmeye başlamaktan başka bir şey yapamazdım. Bazı yoldaşlar, Merkez Komitedeki insanların birkaç liderin çıkarını partinin ve devrimin çıkarlarından daha önemli saydıklarını, her yerde kendi yanlışlarını örtbas etmeye giriştiklerini ve yoldaşların eleştirilerini asla kabul edemeyeceklerini, onları bu kadar açıkça eleştirdiğimden ötürü bunu partiden atılmam için bir bahane olarak kullanacaklarını söyleyerek beni vazgeçirmeye çalıştılar. Fakat partiye duyduğum saygı, beni kendi çıkarlarımla ilgilenmeme yolunu kararlı bir şekilde izlemeye zorladı.
Komünist Enternasyonal ve Merkez Komite uzun zaman Çin Devriminin yenilgisinin herhangi bir kaydının gözden geçirilmesine karşı çıkmıştır. Ve şimdi, onları eleştirmeye devam ettiğimden ötürü, birdenbire şu beyanatı icat ettiler: “O [yani, ben] büyük devrim döneminde kendisinin oportünist önderlik hatasını kabul etmekte samimi değildir ve geçmişteki çizgisinin gerçek hatasının nerede yattığını kabul etmeye karar vermiş değildir, bundan dolayı eski hatalı çizgisini sürdürmesi kaçınılmazdır.”
Bu sözler yazarlarının eksiksiz bir tasviridir. Gerçekte, eğer zihnime ket vursaydım ve proletaryanın çıkarlarına aldırmasaydım, eğer kendi geçmiş hatalarımı kavramaya karar vermemiş ve kirli işlerini yapmaya istekli olsaydım ve geçmişteki yanlış çizgilerini sürdürmelerine göz yumsaydım, daha önce de olduğu gibi, oportünizmin eski kalemine ve diline bel bağlayacaklar ve kendi hatalarını örtbas etmek amacıyla beni sözde Troçkizme saldırmak için kullanacaklardı. Beni partiden nasıl atabilirlerdi?
Hayatımın büyük bir kısmında kötü toplumsal güçlere karşı mücadele eden ben mi doğru ve yanlışı birbirine karıştırmak gibi aşağılık bir işi yapmak istiyorum? Li Li-san diyor ki: “Çinli oportünistler* geçmiş büyük devrimin yenilgisinin derslerini tam olarak sindirmek istemiyor, kendi hatalarının üstünü örtmek için Troçkizmin bayrağı ardına sığınmaya çalışıyorlar.” Gerçekte Yoldaş Troçki’nin yazıları beni Stalin ve Buharin’in yazılarından çok daha şiddetli eleştiriyor; ve onun tarafından dikkat çekilen geçmiş devrimin derslerinin yüzde yüz doğru olduğunu görmekten başka bir şey yapamaz ve beni eleştiriyor diye sözlerini asla reddedemezdim. Yoldaşlarımın en sert eleştirilerini kabul etmeye hazırım, ama devrimin ders ve deneyimlerini toprağa gömmeye değil. Ben, partiyi kurtarmaya çalışmaksızın partinin krizini görmek ve gelecekte partinin üye kitlesi tarafından suçlanmak yerine, Li Li-san ve diğer birkaç kişi tarafından bugün partiden atılmayı tercih ederim.
Proletaryanın çıkarları için yürüttüğüm mücadelemde kötü güçlerin baskısına maruz kalırken kafaca huzurlu olmayı yeğ tutarım. Zalim ve çürümüş bürokratik unsurların peşinden gitmeyi kesinlikle reddederim!
Yoldaşlar! Merkez Komite tarafından partiden atılmamın birkaç kişinin kendi hatalarını örtbas etmesi amacıyla yapıldığını biliyorum. Onlar yalnızca, parti içerisinde benim fikirlerimin ifade edilmesini işitme ve benim politik sorunlar üzerine açık bir tartışmadan yana olduğumu duyma “belâsından” kendilerini kurtarmayı değil, aynı zamanda benim atılmam aracılığıyla tüm yoldaşların çenelerini kapatması gerektiğini göstermek istiyorlar. Partinin üye kitlesinin asla benim atılmam gerektiği fikrini içinden geçirmediğini biliyorum. Partinin tepesindeki birkaç lider tarafından atılmama rağmen, yine de tabandaki kitleler ile aramda asla herhangi bir düşmanlık ya da kötü bir his olmamıştır. Stalin kliğinin oportünist politikasını izlemeyen hem Enternasyonal’deki hem de Çin’deki tüm yoldaşlarla el ele proletaryaya hizmet etmeye devam edeceğim.
Yoldaşlar! Partinin şu anki hataları kısmi ya da tesadüfi değildir: Geçmişte de olduğu gibi, bu hatalar Stalin tarafından Çin’de yürütülen oportünist politikanın bütününün dışavurumudur. Stalin'in gramofonu olmayı arzulayan Çin Komünist Partisi Merkez Komitesinin sorumlu başları, hiçbir zaman herhangi bir politik bilinç ortaya koymamışlardır ve giderek daha da beter hale geliyorlar: Asla iflah olamazlar. Rus partisinin Onuncu Kongresinde [1921], Lenin şöyle demişti: “Yalnızca, parti içinde ilkesel olarak farklı politik düşünceler var olduğunda ve bu ayrılıkları gidermenin başkaca yolu yoksa, ancak o zaman fraksiyonel gruplaşmalar akla yatkındır.” O zamanlar bu teoriye dayanarak Bolşevik harekete önderlik etti.
Şu anda, partimizde, parti krizinin üstesinden gelmek için başka hiçbir yola (parti içinde legal ya da açık tartışmaya) izin verilmemektedir. Her parti üyesi partiyi kurtarma yükümlülüğüne sahiptir. Bolşevizmin ruhuna ve politik çizgisine geri dönmeli, sımsıkı kenetlenmeli ve açıkça Yoldaş Troçki’nin önderlik ettiği Uluslararası Muhalefet safında, yani gerçek Marksizm ve Leninizmin bayrağı altında durmalıyız. Komintern ve Çin partisi Merkez Komitesinin oportünizmine karşı kararlı, ısrarcı ve adamakıllı mücadele etmeliyiz. Sadece Stalin’in ve onun gibilerin oportünizmine değil, Zinovyev ve diğerlerinin uzlaşmacı tavrına da karşıyız. “Parti tabanının dışına düşmek” denen şeyden korkmuyoruz ve Çin devrimini ve partiyi kurtarmak için herşeyi feda etmekten çekinmiyoruz!
Proleter selâmlarımla,
Çen Tu-ziu
Militant (New York), 15 Kasım ve 1 Aralık 1930; 1 ve 15 Ocak ve 1 Şubat 1931.