
Onlar Bahar dallarıdır Tomurcuklarla yüklü Çiçeğe dönüşecek Onlar Alev kıvılcımları Yüreklerimizi tutuşturacak Onlar Umudumuzun çiçekleri Karanlıkları yırtıp Yarına ulaşacak Bir gün Çiçeklerin açtığı bir bahar günü Göğsüne yatırdığın yiğitlerin Çatlatıp yüreğini Kızıl güllere dönüşerek Yeryüzüne çıkacak!
Şiirler vardır Acıları dile getiren Şiirler vardır Senin, benim, onun Hüzünlerimizi biriktiren. Düşün Sen dışarda göğüs germektesin Sevdalın içerde kucaklamakta zorlukları Yürekleriniz buluşur ortak dizelerde Özleminiz çağıldar Geçmiş, gelecek günler Gözlerinizde yaşar. Acı ve sevinç Birbirinin ikiz kardeşi İkisiyle de yaşamayı öğrenmeliyiz. Hüner Acılı günlerde bile Umudu yitirmemek geleceğe Bereketli yağmurlara dönüştürmek Kara bulutları. Üstelik Söz vermiştik seninle Akıtmaya sevinci Mirasyedi hovardalığıyla Dost gönüllere. Acı ve sevinç Birbirinin ikiz kardeşi İkisiyle de yaşamanın tılsımı bizde Acılar dayanıklılığımızdır bizim Sevinçler yarına umudumuz Günler biraz zor gelse de Karanlıklar tanrısı söndüremez ateşimizi Sevinci biriktirir Kara gün cimriliğiyle Coşturur çayları Okyanusları köpürtürüz! Yüreğimizde, ellerimizde, bilincimizde Büyülü bir hüner var En derin acıları bile İnançlı bekleyişlere dönüştürürüz... Tarih ana “Neşeli ozanlar” demiş bize Direnç tomurcukları açtırırız Dost gönüllerde!
Dostlar Dostlarımız Yanıyoruz! Özlem tutuşturdu yüreğimizi Dayanamıyoruz Çamların esintisi Sesinizi getirdi Gürül gürül yankılara dönüşüyor Bileklerimizde Gözlerimizde bakışlarınız Ak köpüklere dalıyor Dalga dalga Dalgalanıyor Gümüş kanatlı kuşları Uçurduk Sizleri bekliyoruz... Asırlık kollarıyla Kenetlendi çınarlar En has madenden Döve döve Koca bir semaver yaptı Bakırcılar Masalara sığamadık Üç bir yanına saçıldık Kıyıların Deniz kenarlarına çektik Sıralarımızı Gök gözlü kızlar demliyor Çaylarımızı Haydi soğutmayalım Dostlar! Al karanfil köklerinizle Süzülüp derinlerinden yüreklerin Ne olur, bir an için Yanımıza gelin…
Bir el! Yüzyılın yüzkarası çizgilerinde gizli Bir el! Körpe fidanları kıran, kıyıcı Bir el! Bir SS eli Bir Gestapo Bir Kara Gömlekli! Bir el tetiğe bastı Bir gül ağacı kırıldı Düştü yere Yiğit bir Anadolu insanı Binlerce elin üstünde dalgalandı Bir kadın Hıçkırıklarla yüklü Meyveyle yüklü bir kadın Dalgalara atladı O yiğit insan Dindirebilmek için Sevdiceğinin kederini Kara gözlerinin Işığını armağan etti. Kara gözlü bebek “Babamı görmedim” diye üzülme Babanın gözlerinin ışığı sende… Kara gözlü bebeğim Konuşmaya başladığın gün Babanı soracaksın Bütün babasız çocukların sorduğu gibi Annen gözlerini saklayarak senden Güzel şeyler anlatacak sana Sen yumarak kara gözlerini Tatlı bir uykuya dalacaksın Güzel masallar dinleyen bebeklerin Yaptığı gibi. Bir gün... Resimleri tanımasını öğrenince Babanı tanıyacaksın Seninki gibi gözleriyle Fotoğrafından bakacak baban. Bir gün Daha da büyüyünce Kara gözlerinin ışığıyla babanın Dünyaya bakacaksın! Birlikte doyacaksınız güzelliğine Dağların... Ovaların... Denizlerin... Ve insanlarınızın güzelliğine Biz Senin ışık yüklü kara gözlerine bakıp Babana doyacağız.
Uçaklar ve bombalar altında Gecelemedim sığınaklarda Varşova’da, Moskova’da, Hiroşima’daki çocuklar gibi Ama benim de çocukluğum Savaş korkusuyla geçti Hiç savaş görmedimse de Siren sesleriyle tanıştım Çocuk gözlerini fal taşı gibi büyüten O korkuyu ben de yaşadım Büyüklerim anlatırlardı Yolumu yitirmişim siren sesleriyle Yitirmişim ne kelime O günü hiç unutamıyorum Bir bakkal amca Ve çiçekli kâğıda sarılı Karamelâ şekeri aklımda... Sirenler haykırmaya başladığında Bir masal ejderi Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte Bir Arap devi kükrüyor sandım Bizim çocukluğumuz korkularla geçti Korkularımızın kaynağında Masal canavarları gizliydi Sonra birden bir filmi hatırladım Canavar düdüklerinin ardından Bombalar sokaklara yağıyordu Ve dev gibi gözleriyle çocuklar Analarını arıyordu “Bizim de başımıza bombalar mı yağacak bakkal amca?” Amca ne dedi bilmiyorum Sokaklarda koştum, koştum Dev gözlü çocuklar gibi Yıkılan bir evi arıyordum Yıllar gibi uzun gelmişti dakikalar Soğuk savaşlar! Sirenli tatbikatlar! Küçücük bir kızdım ben Bunları bilemedim Büyüyünce öğrendim savaşları Ama çiçekli kâğıda sarılı karamelâm Bakkal amcada kaldı...
Gerçek İki kere iki dört ederin içinde gizliydi Beş yaşımda. Yedi yaşımda Dünyanın yuvarlak olduğunu Öğrendim. Tam hatırlamıyorum Belki de on bir yaşımda Evrenin sonsuz olduğunu söylediydi Ağabeyim O yaşlarda uykularımı bölüp Sonsuzluğu düşlerdim Denizlerin ötesini, yıldızları Yine de sonsuzluk kavramı Coğrafya bilgimin sınırlarındaydı Ya da matematik derslerinde öğrendiğim Sayılarda. Herhalde on üç yaşıma kadar Sayılar sıfırdan başlıyordu Sıfırdan da küçük sayılar olduğunu Söylediğinde öğretmenim Ona isyan ettiydim Bunca yıl öğrendiklerimiz Yalan mıydı diye!.. Belki de sıfırın ardına geçmek Bir dönüm noktası olmuştur bende On dört yaşımda On beş yaşımda Ve daha sonra Gerçeği sıfırların ve yıldızların Ötesinde aradım On yedi yaşımda İnsanlığın sonsuzluğunu Düşlemeye başladım. Şimdi rahatım İki kere iki dört ediyor gene Sayılar sıfırdan eksiye ve artıya gitmekte Gökyüzünde gene yıldızlar... Ama en önemlisi Yeryüzünde sonsuz devinim Ve umutlar var! Sonsuzluk somutlanamasa bile Gene de örneklemek isterim İlk ateş yakıldığında İlk kez yarıldığında karanlıklar İnsanlar sevinçten coşarak haykırmışlar... Bugün de Bu yaşlı dünyamızda Karanlıkların yırtıldığı yerde Aynı coşkuyla insanlar Özgürlük türküsü yakıyorlar Bana sorarsanız derim ki Sonsuzluk biraz da budur işte!..
Önceleri tepede bir yavru kavaktı Özlemi büyüyüp güneşe ulaşmaktı Bir gün fidan boylu delikanlılar gördü Işıklı başları güneşe eriyordu Özlem ve özen yürüdü köklerine Artık tepenin en fidan boylusu oydu. O gün al gömlekli civanlar geçiyordu Bir büyük sevdayla titredi genç bedeni Güneşin rengini kucaklamak istedi Dallarına baktı Çıplaklığından utandı Ve en büyük sevdaları emdi de köklerinden Tepenin en güzel yeşillerine donandı Artık en yeşiliydi En fidan boylusuydu Ama en sevinçlisi değildi tepenin Al gömlekli yârini göremez oldu! Akşam rüzgârlarıyla aradı sevdiğini Sevdiğini bir iğrenç binanın üçüncü katında buldu Her gece, her gündüz Ufak bir pencereyi gözlüyordu. Bir gün serin esintiler bir haber getirdi Sevdiği onu ayın ışıklarında bekleyecekti Akşam oldu Ay doğdu Ama sevdiceği yoktu Kaç gün, kaç gece Bekledi, bekledi Özlemi karşıda bir küçük penceredeydi Göremedi yiğidini, bir türlü göremedi. Ağlayan bulutlara karıştı gözyaşları Yeşil yaprakları yaşlarla ağırlaştı Yavaş yavaş toprağa eğildi başı Sevdalısıyla karşılaştı!.. Yeryüzünün en güzel çiçekleriydi bunlar Kıpkızıl kan çiçekleri! Sevdalı kavak Yerde yatan yârini kucaklayarak Sevdasını, özlemini yeşil yapraklarına serpti Ve o günkü fidan boylu delikanlılar gibi Işıklı başı güneşe ermekteydi...
Bugün, bu saat, bu dakika Yaşamın sevincini katlettiler 973’te Şili’de, Santiago’da... Bakır cevherinin yüreğine sapladılar Paslı hançerlerini Bakırın kanı Hançerin pasıyla morardı Ve o günden beri Şili’de Bakırlar mora çaldı. Durdurdular! Yeşeren çiçeğin düşmanları Tüm yiğitlerin Yürek çırpıntılarını durdurdular. Toprak Şili’nin aşkıyla köklendi Çileli, onurlu, bereketli analar gibi Kucakladı yiğitlerini! O günden beri Şili’nin hanımelleri Bulûğa eren genç kızlar gibi Nazlı… Gururlu… Ve dehşetli sır doludur Şili’nin çiçekleri Sırlarını yalnızca Şili rüzgârlarına duyurur. Şilili madencilerin kulağında Damar damar çınlar toprağın sesi Bakırda, altında ve kükürtte Yaratan Şili’nin sesi vurur Durur... Maden ocaklarında kazmalar İşçiler sesleri göğe savurur. 973’ten beri Güneş ışıklarıyla yıkanmaz sokaklar Şili sokakları bu yüzden Dehşet, keder ve kükürt kokar. Ama... Şili gecelerinin gizini bozamadılar Gece olduğunda Ve denizler kabardığında ay ışığında Al gelincikler uyandırır madencileri Akasyalar bir bir kapılara vurur Kazma ve küreklerin ışıltısında Tüm Şili bir gece toplantısına durur!.. Bin yıllık ezgilerle Toprak uyandırılır Ve nehirlerle Bakırın damarına vura vura İçli bir halk türküsü çalınır Gecenin ıssızlığında Okyanuslara taşır nehirler Ozanın dizelerini Neruda’nın sesini Güzeller güzeli denizkızları Altın tellerinden bir gitar yapar Bir İspanyol gitarı. Şili Ve toprak Ve nehirler Ve madenler... Eski günlere gider Onları dinlerler: Neruda’yı Jara’yı. Boz buğdaylar Neşeyle sallar başaklarını Toprağın kökleri Şili göklerine karışır Şilili emekçiler her gece gökyüzünde Yiğitlerini seyreder Neruda’nın dizeleri Victor Jara’nın gitarıyla güçlenirler.
Suskunlukları yırtan Bu hıçkırıklar da ne? Zambak yüzlü kızlar mı Sevdalardan kopuyor Al gömlekli gençler mi Göklere tırmanıyor? Bu damla Ulu bir çınardan mı Gam yüklü anadan mı Yaş döken oğullara? Yoksa Al karanfil mi Yitiriyor rengini Gecenin bir vaktinde Bembeyaz kesilen mi? Çağıl çağıl seslerle Dereler mi inliyor Kopan bir fırtına mı Bulutlu gecelerde? Geceleri uykuda Düş gören çocuklar mı Rüyada sayıklayan En doyulmamışlara? Kıraç, kuru yüzüyle Bir dede mi ağlıyor Kupkuru kederlerden Toprak mı yarılıyor? Boynu bükük nergis mi Bir dal mı koparılan Bir gelincik dalı mı Sevdiğine doymayan?
Biliyorum Benimle yaşayacak En güzel türküler kopacak yüreğinden Eski günleri andıracak Kırlarda dolaşırken Ciğerlerine çekecek havayı Papatyaları okşayıp Bir demet gül derecek bana Kıyamayacak goncalara Büyümeye koyacak Özgürlüğü okşayacak avuçlarında Ak kuşları uçurup Rüzgâra savuracak Güneşle sararacak saçları Bana bir tutam koparacak Bal rengi gözleriyle Kollarken aydınlıkları Gözlerim kamaşacak Biliyorum Evet biliyorum! Tüm özlemlerimi Bir sepete doldurup sevgilim Bir çift turna kuşuyla Hücreme yollayacak…
Sevgilim... Seni denizin bilinmezliklerinde bekleyeceğim Dostlara yakın Düşmanlara ıraktır orası Orda bekle beni bir gece yarısı Bekle sevgilim geleceğim Ay ışığından giysiler giyeceğim Saçlarım kıpırdatacak suları Ellerimle parçalayacağım karanlıkları Beklediğin muştuları taşıyacağım sana Balıkçı kayıklarıyla Belki de güneş batmayacak bir daha İnsanların gözlerine sevinçler sığmayacak Sen orda beni beklerken gece yarısı Sevgilim... O zaman böyle geceler olmayacak!
Yeterince tanımamışsın kavgayı Kendini sınamadan atmışsın adımını Dümdüz yollarda yürümeyi düşlemişsin Çukurları, tepeleri düşünmemişsin bile Ayağın ilk tökezlediğinde Yollara buldun kabahati Aklından bile geçmedi Kendini suçlamak Behey şaşkın! Biraz da etrafına bak Nasıl da yürüyorlar aynı yolda Başlar ilerde Omuzlar dimdik… Çukura yuvarlanmışsan Suçu esas kendinde ara Eğer yola devam edecek gücün yoksa İnsanlık onurunu korumayacaksan Sen orda, ömrünce o çukurda yat!
Seninle baş başa Yanıyor gözlerim Işığınla Demirden olsa da Erirdi ya... Sana verdiğim yüreğime bak Sana karşı nasıl yumuşak Hazırım her an tutuşmaya Bir alev çiçeğiyim İki kişilik sevdaların Yalazı değil içimdeki İçimde Yürekleri tutuşturan yangınlar... Yangınların içinden Koşuyorum sana Sevdalı başımı yaslayıp yollarına Şu an seninleyim Şu an seni düşünüyorum Umudum... Belki uzaksın Belki yakınsın bana Bilmiyorum Belki... Kar gibi saçlarımla Kavuşacağım sana Belki de bedenim Dönüşecek toprağa Ne fark eder? Ya elimde kızıl bir bayrakla Karşılayacağım seni Ya da o gün yoldaşlar Kızıl bir karanfil dikecekler Başucuma...
Aynı zil sesleriyle uyanmak uykulardan İki kara zeytin tanesi atıştırmak Hep aynı yollardan geçmek mi yaşamak? Bir masanın, bir tezgahın başında Tüketmek bir günü daha Hep aynı otobüslerde Yorgun yüzlere eklenmek mi? Akşamlarında bir kara kutuda Yitirmek mi anlamı Aynı saatlerinde yatıp gecelerin Hep aynı şeylere uyanmak mı? Çekilebilir kılmak için yaşamı Çekilmez şeylerin tuzağına kapılmak mı? Erişmek varken dostlukların tadına Bir eşyanın boş düşüyle oyalanmak mı? Değil be kardeşim, değil Böylesi yaşamak değil! Yaşamak… Yeşermek bitkiler gibi Yaşamak… Dönüşmek geleceğe Güçlü ellerle kavrayıp çelişkiyi Birlikte dövüşüp Birlikte büyütmek Geleceği.
Güneş batmak üzereyse Radyoda sevdiğin şeyler çalıyorsa Şair olmaya gerek yok İçinden geldiğince haykır Tüm gücünle Yeter! Yeter ayrılığımız! Dostlar Eski günlerdeki gibi Birlikte olmalıyız.
Biliyorum sen karar vermedin Düşman ayırdı bizi Yine de... Hani o türküdeki gibi Ya beni de götür Ya sen de gitme!
Bir ateş yanıyordu içimde Buz gibi sular döktüm üstüne Eridi buzlar Tutuştu sular Ben de şaştım bu işe Ateşe...
Önce boyun eğmeyi öğrettiler insanlara Ve sonra susmayı... Açlığa, susuzluğa Ve her şeye karşın Yine insanların Dilleri, dudakları ve gözleri vardı. Dil ne işe yarar dedi biri Anlatmaya Neyi? Ezilmemeyi Ya dudaklar? Üflemeye Nereye? Ateşe Coşturmak için ateşi. Ya gözlerimiz Ne zaman öğrenecekler Onların Görme dediklerini görmeyi? “Soruyoruz ya!” dedi biri O halde şimdi öğreneceğiz. Baktılar, baktılar Ve gözler çakmaklaştı Yalaza dönüştü diller Dudaklar açıldı, kapandı Üst üste, üst üste, üst üste Milyonlarca dil, dudak ve göz Harekete geçti. Kesildi Susmayı emredenlerin sesi Boyun eğdirenler Boyun eğdi!
Kendi ellerimizle gönlümüzce bir yaşam yarattığımızda kendimize bahçelerimizde açacak gelinciğimiz bahar rüzgârlarıyla hışırdarken çiçeklerimiz yanımıza gelecek on sekiz yaşlarında yaşamı yarım bırakıp gidenlerimiz... Gökyüzü karardı Gecenin ışığı yandı Masama baktım Bu gece gelecek On sekiz yaşında arkadaşım Onunla masamda randevulaştım Pencereden bir ışık süzüldü Kâğıtlar hışırdadı On sekiz yaşın güzelliği Kollarıma atıldı. Geçmişi anlatıyor bana: Yüz binlerle koşarken meydanlara Düşlerken denizlere açılmayı Öpüşürken kahverengi gözlü bir kızla Ve çevirirken Ehrenburg'un “Fırtına”sının yapraklarını... Ölüm girdi aramıza Yarım bıraktırdı yaşamı Doyamadım kokusuna Yeni açan o kır çiçeğinin Bakışlarım Bahar bulutlarında Takıldı kaldı Düşüncem o sayfada Yaşam bir fırtınayla Altüst olurken İnsanlar neden Suskun kalmaktaydı? Ay çekildi gökten Sabahın ışığı yandı Konuğum uzaklaştı, uzaklaştı. Yıldızlar bir yanıp Bir söndükçe uzakta Her gece seslenir kulağıma Usulca Duyuyor musunuz sizde onu On sekiz yaşında Yaşamı yarım bırakıp Giden çocuğu? “Bana bilmediğim şeyleri anlat Yaşamadıklarımı... Fırtına’nın sonunu anlat O kızın dudaklarını Çiçekler hâlâ goncada mı Ve çok mu güzel On sekiz yaş sonrası?”
Usulca açılır kafesin kapısı Yürekler buluttan giysilerini giyer Sessizce rüzgâra süzülürler Sabah topraklarına düşen İlk kar gibi ak bulutlar Titrerler akşam rüzgârlarında Kıpırtılarla göklere erişirler Yukarda Yıldızların arasında bir kadın Sıcağına tutulur güneşin Döner durur alevin ışığında Bir adam Sımsıkı sarılır bir çocuğa Geleceğin masalını anlatır ona Aşağıda Çiğdem tarlalarında Bir ana Açlığı ve acıyı geçirir şişlerine Geleceği dokur oğullarına Bir erkek Bekleyişlerin sınırında Elinde karanfil goncasıyla Telleri boyar kırmızıya Kolan vurur rüzgâr Bir aşağıya, bir yukarıya Hızlanır bulutlar Şimşekle evlere sokulurlar Bir çocuk bekler sabırsızca Özlemle bekler bulutları Değiştirmek için gözündeki ıslaklığı Şimşeğin ışığıyla… Çocuk gözlerinden emerler buharları Ak bulutlar, kara kara Dururlar yağmurlara Sonra... Bir fırtına kopar ansızın Geleceğin ilk damlaları düşer Bir yaz sağanağıyla Yağmurlar yağdıkça Kara bulutlar dönüşür beyazlara Soyunur giysilerini yürekler Yine usulca kafese süzülürler...
Gazetelerden: “...Haitililer aşağı yukarı on yıldır köhne teknelerle, takalarla, şileplerle Amerika’ ya geliyorlar. Kelleyi koltuğa alıp 600 millik yolu aşanların sayısı bir hesaba göre yüz bine varıyor... Denize dökülüp yaşamlarını yitirenlerin sayısını kimse bilmiyor.” Uzaklaşır küçük tekneler Gecenin sessizliklerinde Haiti kıyılarından Umutlarla… Parlar gözleri Haitili kardeşlerin Parlar kocaman Açlıkla. Umutla bakar gözleri Dalgaların ardında Düşlerle dolu Amerika kıyılarına... Küçük bir tekneyle Açılmışlar okyanuslara Küçük bir tekne Ve büyük umutlarla Ayazmış gece Üşüyorlarmış Ve bir şeyleri yokmuş yanlarında Ayın ışıklarından başka Örtemiyormuş o da Kara derilerini... Haiti kıyılarında Dizilmişler kenara Kadınlar ve çocuklar El sallıyorlarmış Yoksul ve pembe avuçlarıyla Küçük tekneye Düşlerini ve erkeklerini götüren Açık denizlere... Büyükmüş umutları Haitili kara kardeşlerin Bir dilim ekmek Bir tas sıcak çorba Bir iş örneğin. Küçük tekne Uzaklaşmış, uzaklaşmış Büyük umutlarla Kadınlar ve çocuklardan Yoksul ve pembe avuçlardan Kalakalmışlar denizin ortasında Koskoca dalgalarla... Düşleri dalgaların ardında Küçük teknede otuz üç kara derili Okyanus acımasız Okyanus deli gibi Düşleri okyanusta Balıklara yem olmuş Kapkara gövdeler Dalgaların içinde Görünmez olmuş... Otuz üç kara derili Paramparça umut tekneleri Dalgaların üstünde Varmışlar Amerika’ya Karışmış kapkara deriler Kara kabuklu böcekler gibi Florida kıyılarının Altın kumlarına... Yalnızca gözleri durur orda Koca, koca Bakar... Bir böcek gözü değil Bakar! Karaya vuran balık gözü değil Bakar durur Koca koca Aç insan gözleri Florida kıyılarının Dev gibi apartmanlarında Denize karşı balkonlarında Sabah kahvelerini yudumlayanlara.
Çöken bir inşaatın altında kalıp ölen kimsesiz ve isimsiz bir inşaat işçisinin, öldükten sonra, dostu servi ağacına yazdırdığı vasiyetidir. Güzel servi ağacım Öyle mahzun mahzun Kıpırdamasın yaprakların Bitti acılarım Rahatım... Çağırma beni yanına Bırak Olduğum yerde kalayım Dünyada ilk defa Uzanıp sere serpe Bir yapının dibine Bakıyorum yıldızlara... Güzel servi ağacım Anlat insanlara Acınacak hiçbir şey yok Ölümümde ve yaşamımda Yalnızca fırtınalarla seslen Sevgi ve öfke dile bana... Anlat fırtınalarla Nasıl yaşadıysam Öyle öldüğümü Yoğururken harcı Alın teri ve kanla... Güzel servi ağacım Yaşarken hiç sormadılar Hatırımı Bir ağaç Bir kuş Bir de isimsiz dostlardan başka. Uzat kollarını Sarıl sımsıkı Yaklaşmasın yanıma Alın terimi ve kanımı Akıtanlar harca... Başka bir şey istemem Yapraklarının hışırtısı Ve isimsiz dostlar Yeter bana.
Belki günlerden dündü Belki önce yıllarca Mutlaka mevsim güzdü Fırtına koptuğunda Bir yaralı kuş düştü Pencerenin yanına Bembeyaz kanatlarla. Benim ak güvercinim Diye seslendi ona Yüreğinden akıttı İnsanın sevgisini Sıcacık yarasına. Yine bir güz günüydü Uçarken fırtınaya Bembeyaz kanatlı kuş Ey insanoğlu dedi Yüreğinin aşkıyla Özgürlüğümü verdin Böyle anlatacağım İnsanları, kuşlara. İnsanoğlu seslendi Özgürlüğü öğrettin Bembeyaz kanadınla Böyle anlatacağım Kuşları, insanlara. Yine bir güz günüydü Rüzgârlı, fırtınalı Yanı başına düştü Beyaz kanatlı kuşun Özgürlüğün aşığı... Kırmızı gagasıyla Akıttı sevgisini Bütün bir güz boyunca O yaralı dostuna. Ey insanoğlu dedi Özgürlüğü yaşattım Yıllar yıllar boyunca Bembeyaz kanadımda Al ak kanatlarımı Git karış fırtınaya! Seni anlatacağım Kuşlara, insanlara Özgürlüğü yarattı Özgürlüğe aşkıyla.
Aydınlık ve derindi Gözleri yemyeşildi Tıpkı seninki gibi Oğlum şimdi uzakta Benim gücüm yetmiyor Al yeleli at olup Tepeleri aşmaya Oğlum şimdi uzakta Benim gücüm yetmiyor Göğsümdeki sıcağı Bindirip rüzgârlara Oğlumu ısıtmaya. Ey oğlumun gözleri Kadar sevdiğim ırmak! Güçlü kolları vardı Senin dağların gibi Şimdi gücü yetmiyor Yaralı bir oğulun Uzatamaz elini Demir parmaklıklardan. Irmak bari sen Ona bir şey götürsen Al bir avuç yaş Kederli anasından... Kıvrıl, dolan usulca Dağlarının ardından Bir tutam gözyaşı serp Yarılmış ayaklara...
Hayır! Ayıplamayın beni Haykıracağım Ben de bilirim Günler acıyla yüklense bile Dayanması gerektiğini insanın Hayır! Dokunmayın bana Ağlayacağım Ben de bilirim Büyük üzüntülere karşın Ağlamaması gerektiğini insanın Hayır! Bir şey söylemeyin bana Konuşmayacağım Ben de bilirim Sözcüklerin önemini Yaşamında insanın Bakın sol yanıma Evet bakın Yaralı bir kuş Çırpınıyor orada Bir bebeği bir daha Okşamayacak kadına Bir dostu bir daha Görmeyecek adama Bir kızı bir daha Sarmayacak çocuğa Yani onlara Onlara... Dokunmayın bana Ve ayıplamayın Ağlayıp Susacak Ve haykıracağım!