
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin 50. yıldönümü yaklaşırken, sendikalara mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışının hâkim olmasının yarattığı sonuçlarla, sınıf işbirlikçi anlayışın hâkim olmasının yarattığı sonuçlar arasındaki fark daha da netlikle açığa çıkıyor. Sermaye sınıfının koronavirüs bahanesiyle işçi sınıfına karşı açtığı savaş, bürokrat sendikacıların gerçek yüzünü bir kez daha açığa çıkarıyor. Türkiye’nin “en büyük” sendika konfederasyonu Türk-İş’in başkanı Ergun Atalay 1 Mayıs vesilesiyle televizyonlara çıkmış, çeşitli açıklamalarda bulunmuştu. 1 Mayıs günü meydanların sessizliğe gömüleceği, işçilerin yürüyüşlerle sesini duyuramayacağı belli olduğundan, Türk-İş Başkanının yorumları merak ediliyordu. Atalay’a 1977 1 Mayıs katliamının sorumlularının bulunmasından asgari ücret görüşmeleri sırasında yaşanan “mikrofon kazası”na, Türkiye’de sendikalara gerek olup olmadığından koronavirüsün işçileri nasıl etkilediğine kadar pek çok soru soruldu. Atalay’ın bu sorulara verdiği cevaplarla Türk-İş bürokrasisinin suya sabuna dokunmama ısrarı ve iktidar destekçiliği bir kez daha açığa çıkmıştı. Mesela Atalay, 1977 1 Mayıs’ında 34 işçiyi katleden faillerin “meçhul” olduğunu, olayın hâlâ aydınlatılmadığını ve bu katliamı yapanların 15 Temmuz’u yapanlarla aynı kişiler olduklarını söyledi. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1 Mayıslara ve işçi mitinglerine saldıranlar sermaye sınıfı ve onların iktidarlarıdır. 1 Mayıs katliamının ve ardından gelen darbelerin Türkiye’de ordunun, devletin, sermayenin ve emperyalist güçlerin ortaklığıyla organize edildiğini bilmeyen yok. Atalay açıklamalarında bu tarihi gerçeğin dahi üstünden atlıyor ve dış mihraklar, işgalciler, emperyalistler vurgusunu öne çıkarıyor. Bugünkü iktidarın mağdur olduğu, ülkemize sahip çıkmazsak emperyalistlerin biz işçileri tehlikeli emellerine alet edecekleri algısını oluşturmaya çalışıyor. İşçilerin uluslararası birlik ve dayanışma gününde koyu bir milliyetçilik propagandası yapıyor. Üstelik Türk-İş 1977 1 Mayıs katliamının aydınlatılması için 43 yıldır kılını dahi kıpırdatmamıştır. Ergun Atalay televizyonlarda yaptığı açıklamalarda “bugüne kadar 1 Mayısları anlam ve önemine uygun olarak kutladıklarını” iddia etti. Bu iddiasını desteklemek üzere önceki 1 Mayıslardan örnekler verdi. Kocaeli’de kutladıkları 1 Mayıs’ta kıdem tazminatını konu edindiklerini, Hatay’da Zeytin Dalı harekâtına destek verdiklerini, Çanakkale’de çukur eylemlerini protesto ettiklerini, Zonguldak’ta iş cinayetlerine karşı çıktıklarını ve Ankara’da 15 Temmuz darbe girişimini protesto ettiklerini dile getirdi. Bu yıl Trakya’da 1 Mayıs’ı kutlamak kararında olduklarını söyledi. Belli ki Atalay Yunanistan sınırdaki göçmenleri gündeme getirerek ve Yunanistan’ı suçlayarak iktidara bir kez daha destek olmak niyetindeydi. Bu, Atalay’a göre 1 Mayıs’ı anlamına uygun biçimde kutlamak oluyor. Her 1 Mayıs vesilesiyle belirttiğimiz gibi sendikal bürokrasi işçilerin birleşik, kitlesel 1 Mayıs kutlamasını engellemek için işçileri bizzat bölmektedir. Hak-İş ve Türk-İş tarafından farklı kentlerde kutlanan 1 Mayıslar içerik olarak işçilerin sorunlarını ve taleplerini öne çıkarmaktan uzaktır. Bu tarihi günü bürokrasinin gövde gösterisi yaptığı ve hükümete örtülü destek verildiği mitinglerin malzemesi haline getirmek istiyorlar. Daha düne kadar ayrı meydanlarda 1 Mayıs kutlayan ve işçileri bölen sendikalar bu yılki 1 Mayıs’ta meydanları boş bırakmada, koronavirüs bahanesiyle işçilerin zihnine korku ve panik havası estirmede güç birliği yapmışlardır. İşçilere “şimdi mücadele zamanı değil” demekten çekinmemişlerdir. Atalay, 1 Mayıs günü “düzgün işverenlere, MESS’e, TİSK’e, yaptıkları güzel işler ve işten atmaları yasakladıkları için hükümete” teşekkür etmiştir. Sendikalı işyerlerinde sorun olmadığını ileri sürmüştür. Demek ki gündem ne olursa olsun, kriz, iş cinayetleri, savaş veya 1 Mayıs fark etmez, sendika bürokratları lafı döndürüp dolaştırıp işçileri sermayenin çıkarlarına boyun eğdirmeye çalışmaktadır. Bu zatlar her dönem işçilerin başına musallat olmakta son derece maharetliler. Atalay, aynı röportajda televizyon ekranlarında kendini aklamaya çalıştı. “Basının, sendikacıların nokta kadar yanlışını çarşaf çarşaf haber yaptıklarını, hiçbir günahı yokken örneğin kamu sözleşmelerinde canına okuduklarını”, “basının iddia ettiği gibi bir durum olsaydı, 3 ay önce yapılan Türk-İş başkanlık seçimlerinde yüzde 87 gibi yüksek bir oy alamayacağını” söyledi. “Sendikacılar akıllı adamlardır” diyen Atalay, keyifle, gururla yeniden seçilmesini neredeyse sütten çıkmış ak kaşık kadar suçsuz olduğuna bağladı. Oysa kameralar önünde mikrofon açıkken söyledikleri son derece netti: “Uzasa işi karıştıracağız...” Yani kamu sözleşmelerini uzatmadan bağıtlayarak tabanın grev basıncını maharetle nasıl bastırdığını bakana fısıldadı. Ekranda kısa bir “kral çıplak” durumu yaşadıktan sonra Atalay, Türk-İş Olağan Genel Kurulu ile kendini aklamayı başardı. Her 4 yılda bir yapılan genel kurulların, Türk-İş içinde sendikal demokrasinin kanıtı olmadığını kendisi de iyi biliyordur. Tepeden belirlenen delegelerle seçime gidilmesi, demokrasi nutuklarının atılması şov yapmaktan öte bir anlam taşımıyor. Televizyon sunucusu “bir dost meclisinde işçinin konfor alanının değişmesine bağlı olarak sendikaların eski sendikalar olmadığını, sendikayı doğuran şartların artık geçerli olmadığını, bugün sendikalara artık gerek olmadığı çıkarımını yaptıklarını” anlattı. Atalay’ın cevabı, “bu kör bir bakış, Avrupa’da bunu söylerseniz çok ayıplarlar, tüm kurumlar değerlidir” şeklinde oldu. Sendikaların sendikasız işçiler için önemini anlatmaya koyuldu. Avrupa’da ayıplarlar da, peki ya Türk-İş’te? Hükümetin ve sermayenin saldırıları bu kadar yoğunken işçilerin hangi “konfor alanı” kalmıştır? Sendikal mücadelenin esamesinin okunmadığı günümüzde hükümet mi sermaye mi işçileri koruyup kollayacak? Düşük ücrete, ağır çalışma koşullarına, taşeronlaştırmaya, mezarda emekliliğe mahkûm eden anlayış mı işçilere “konfor alanı” sunmuştur? Faşist zihniyetin işçi örgütlerinin kolunu kanadını kırmak arzusuyla yanıp tutuştuğunu bilmeyen yok. İşçilerin bu konfor zırvalığıyla örgütlenmesinin gereksiz olduğunu savunanlar palazlandıkça palazlanıyorlar. Fakat derinleşen kriz işçilerin öfkesini bilediğinde bu beylerin konfor alanı fena halde daralacak. Sermaye sınıfının sendikal bürokrasiyi yanı başında tutmaya çalışması da kâr etmeyecek.