
Marksist Tutum olarak, AKP iktidarının izleyegeldiği politikaların Türkiye’yi içte ve dışta büyük çelişki ve gerilimlere sürüklediğini uzunca süredir vurgulamaktaydık. Erdoğan’ın kendi yürüyüşünün önündeki engelleri görünüşte birer birer aşıyor olması, sanıldığının aksine sorunların azalmasına değil daha da artmasına yol açıyor, madalyonun diğer yüzünde çelişki ve gerilimler yatışmak bir yana depreşiyordu. Biz bu noktaları vurgularken 15 Temmuzdaki darbe girişimi geldi. Bu çelişki ve gerilim alanlarından biri devletin içi iken, bir diğeri, belki de en önemlisi dış siyaset alanıydı. AKP ve Erdoğan dış siyasette esasen Osmanlıcı bir tasavvur içinde bölgenin hâkim gücü düzeyine yükselmeyi ve giderek de büyük dünya güçlerinden biri olmayı hayal etmekteydi. Bu tasavvur ve hayallerin halen de terk edilmiş olduğu söylenemez. Bu dış siyaset perspektifi dünya üzerinde sayısı milyarları bulan Müslümanların lideri ve Müslüman ağırlıklı ülkelerin hamisi/lideri konumuna yükselme esasına dayanmaktadır. AKP iktidara geldiği günden bu yana bu genel çizgisini dünyanın mevcut şartları içinde somutlamaya girişti. Önceleri bu, ABD emperyalizminin yedeğinde ılımlı İslamın model ülkesi durumuna gelme ve diğerlerine örnek oluşturma kapsamında yürütüldü. Bu çerçevede Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanlığı rolü verildi Türkiye’ye. Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası içine girilen hegemonya yarışı ve emperyalist savaş süreci, AKP’nin dış politika uzmanlarınca dünya üzerinde yeni bir fırsatlar döneminin açılması olarak görülüyor, güç ilişkilerinin bu yeniden harmanlanma sürecinde İslamın büyük bir rol oynayacağı hesap ediliyordu. Aslında ABD emperyalizminin de hesabı buydu. ABD, Müslüman ağırlıklı ülkelerin kendi denetiminde ılımlı bir İslam anlayışı çerçevesinde dönüştürülmesini, kapitalist dünyaya entegre edilmesini ve buralarda Batı yanlısı rejimlerin kurulmasını arzuluyordu. Bu bölgelerin kapitalist dünya sistemine tam anlamıyla entegre edilmesi tarihsel bir tıkanıklık içindeki kapitalizm açısından temel önemde bir konuydu. Ilımlı İslam, model ülke ve Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ABD ile AKP arasında deyim yerindeyse ilk nikâh kıyılmıştı. Ancak uygulamaya geçildiğinde çok geçmeden pürüzler çıkmaya başladı. İran ve Suriye sorunlarında ABD bu ülkelere ağır bir abluka, yıldırma ve çevreleme siyasetini dayatırken, AKP yönetimi bu ülkelerin daha barışçıl yollarla “adam edilebileceğini” savunuyordu. AKP iktidarı, ABD’nin oluşturmaya çalıştığı odaklanmayı bozucu bir rol oynamaya başlamıştı. Bunun en çarpıcı örneği Türkiye’nin BM’de İran meselesinde yanına Brezilya’yı da alarak ABD’ye kafa tutması olayında yaşandı. Brezilya, üzerine uygulanan baskı sonucu çabuk çark ettiyse de Türkiye genel olarak tavrını sürdürdü. ABD için bir sınır aşma olarak görünen bu olay yine de sineye çekildi. AKP bu tür hafif zorlamalarla ABD politikalarının belli ölçülerde esnetilebileceğini düşünüyordu. Aynı şey Suriye’de yaşandı. Bu dönem “komşularla sıfır sorun” adı verilen hat izleniyordu. Ticaretin geliştirilmesi, ekonomik bağların güçlendirilmesi, insani-kültürel etkileşimin, turizmin geliştirilmesi vs. temelinde diplomatik ve siyasi planda da ılımlı bir atmosfer oluşturularak bölgede ekonomik gücü ve insan kaynağı daha üstün olan Türkiye’nin “barışçıl” yöntemlerle bir hegemonya kurması hedefleniyordu. Ancak bu politika özü gereği emperyalistti ve bu öz sadece barışçıl yöntemlerle sürdürülebilir bir öz değildi. Çünkü savaş ve saldırganlık emperyalist politikanın özünde mevcuttur. Nitekim daha sonra, bölgedeki Filistin-İsrail sorunu dâhil birçok sorunda arabulucu rolüne soyunan ve taraflarca muteber görülen Türkiye kısa sürede kimsenin hazzetmediği ve ilişkileri çatışmalı hale getiren bir ülke oldu. 2009-2010’da Hamas ve Gazze sorunu üzerinden İsrail ile yaşanan gerginlik ve ilişkilerin kopması bunun ilk büyük örneğiydi. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Arada Ermenistan’la işlerin bozulmasını bir kalemde geçersek, 2010 sonunda patlak veren Arap halklarının isyan dalgası asıl büyük mesele olarak Suriye’yi öne çıkardı. O zamana kadar Suriye rejimiyle sıkıfıkı ilişkiler geliştiren ve “yumuşak” yöntemlerle dönüşüm için Batı ile Suriye arasında hem arabulucu olan hem de bir anlamda kalkan olan Türkiye, apar topar politikasını değiştirerek, Suriye’nin parçalanıp yağmalanmasına balıklama daldı. Bu balıklama dalış Suriye yağmasından pay kapma telâşı kadar, Suriye Kürdistanı’nda daha önce Irak Kürdistanı’na benzer bir sürecin yaşanmasına mani olma amacını da yansıtıyordu. Suriye rejiminin kısa sürede çökeceği hesap ediliyor ve patlak veren iç savaş alabildiğine körükleniyordu. ABD-Batı ve gerici Körfez devletleri ile birlikte Suriye’nin içine her türlü kirli yöntemlerle müdahale edildi. Suriye halkı içinde yeterli savaşçı güç çıkmayacağının kısa sürede anlaşılmasıyla, dünyanın dört bir yanından cihatçı çetelerin sevkiyatına hız verildi. Bu politikanın süreklileşmesi çok zaman almadı ve radikal İslamcı savaş çeteleri bir kanser gibi yayıldı. Rejimin hesap edildiğinden daha dayanıklı çıkması nedeniyle savaş Libya’daki gibi sonuçlanmadı. Her ne kadar uzayan iç savaş dalgalı bir seyir izlediyse de, önceleri ABD’nin İslamcı çetelere desteğinin eski temposunu yitirmesi ve en son halkada da Rusya’nın doğrudan müdahalesiyle süreç Esad rejimi lehine dönmeye başladı. Türkiye ABD politikalarına da kısmen ters düşen biçimde gerici Körfez rejimleriyle birlikte izlediği çizgiyi sonuna kadar zorladı. O kadar ki, iş sonunda bir Rus uçağının düşürülmesine dek vardı. Türkiye bu çok riskli hamleyle Suriye’de Rusya karşısında daha pasif ve yumuşak bir pozisyona geçmiş olan ABD’yi bir oldubittiyle karşı karşıya bıraktı. Ancak Rusya’nın sert tutumu karşısında kendisi büyük bir açmaza düştü. Türkiye Suriye sınırında uçak dahi uçuramaz hale geldi, içerideki ekonomik dengeleri etkileyecek ölçüde ciddi kayıplara uğradı. İzlenen politikanın Türkiye açısından ikinci büyük temel dayanağı olan Rojava’yı boğma stratejisi ise çok daha net biçimde iflas etti. ABD’nin Rojava Kürt güçlerine destek vermesiyle, Türkiye’nin dayattığı kırmızı çizgiler birer birer hükümsüzleşti. Rojava konusunda izlenen siyaset kaçınılmaz olarak Türkiye içindeki Kürt sorununda izlenen siyaseti de etkiledi. Kürt sorununda yaşanan kısmi yumuşama berhava oldu ve sonunda Kürt illerinde daha önce görülmemiş ölçüde bir savaş tablosu ortaya çıktı. İçeride Kürt hareketi büyük bir yıkım pahasına belli ölçüde geriletildiyse de, Rusya ile yaşanan gerilimin de büyük katkısıyla Rojava siyasetini sürdürme olanakları iyice baltalanmış oldu. ABD Türkiye’nin Rojava ile ilgili taleplerini alay ede ede reddetti. ABD’ye karşı koz olarak kullanılan İncirlik üssünün kullanım izni de bir süre sonra verilmek zorunda kalındı. Bir yandan Suriye içinde Türkiye’nin de destekçileri arasında olduğu İslamcı güçler zemin kaybediyor, bir yandan da Rojava’da istemediği ve yaygara kopardığı ne varsa bir bir gerçekleşiyordu. Tüm bunlar izlenen dış siyasetin iflasının silsile halinde kabulü anlamına geliyordu. ABD ile düşülen çelişkilerin aynı düzeyde daha fazla sürdürülemeyecek oluşu nedeniyle Türkiye istemeye istemeye IŞİD’e daha fazla diş göstermek zorunda kaldı. Bu durum Türkiye içinde, Atatürk Havalimanı katliamında olduğu gibi, çok ciddi IŞİD saldırılarını beraberinde getirdi. Bu gibi saldırılar aslında bölgedeki savaşın giderek Türkiye’nin batısına da sirayet ettirilmesinin sinyalini veriyordu. “Sıfır sorun” diye pazarlanan bir politikayla yola çıkan Türkiye, daha sonra hem ABD ve Rusya gibi iki büyük güçle hem de İran, Suriye, Irak, İsrail ve Mısır gibi bölge güçleriyle düşman ya da zıt konumlara düştü. Avrupa’yla ilişkilerin zaten pek yolunda gitmediği olgusunu ve Batı basınının yoğun biçimde Erdoğan ve AKP iktidarı aleyhine haber, yorum ve değerlendirmelere yer vermesini eklediğimizde ortaya dört başı mamur bir kriz tablosu çıkıyordu. Sonuç olarak bu durumun sürdürülebilir olmadığı açıktı. Gidişat içerideki göreli ekonomik “istikrarın” da bozulması yönünde işaretler doğurmaktaydı. Davutoğlu’nun bir mini darbeyle görevden uzaklaştırılıp yerine Binali Yıldırım’ın getirilmesi, dış siyasette tornistan için bir vitrin işlevi gördü. Yıldırım herkesin gözlerine baka baka Suriye’deki “anlamsız iç savaş”tan, dış politikada düşmanları azaltıp, dostları arttırmaktan söz etti. Ve nitekim o burnundan kıl aldırmayanlar, bir çırpıda İsrail ve Rusya’nın elini eteğini öptüler ve nedamet getirerek ilişkileri düzeltme yoluna girdiler. Benzer çabaların, kimisi gizli kapaklı biçimde Mısır, İran ve hatta Suriye ile de yürütüldüğü anlaşılıyor.