
Geçtiğimiz Aralık ayında medyaya akademik bir raporun verileri yansıdı. Bu veriler, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ve Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Çarkoğlu’nun, Uluslararası Sosyal Saha Çalışmaları Programı (International Social Survey Program-ISSP) kapsamında hazırladıkları “Türkiye’de ve Dünyada Vatandaşlık” başlıklı raporun içerisinde yer alıyor. Araştırma, büyük çoğunluğu birbirine güvenmeyen, siyasi faaliyetlerden ve “sivil toplum örgütleri”nden uzak duran, düşüncelerini dillendirmek üzere kamu görevlileriyle yüzleşmekten kaçınan, hakkını aramaktan korkan bir toplum tablosu çıkarıyor karşımıza. Burjuva demokrasisinin nispeten daha gelişkin olduğu ülkelerdeki toplumlarla kıyaslandığında Türkiye toplumunun halinin içler acısı durumu daha da net ortaya çıkıyor. 12 Eylül faşizmiyle yenilgiye uğratılmış, örgütsüzleştirilmiş olan emekçi yığınlar yaşatılan travmaları atlatabilmiş değil. Aradan geçen on yıllar boyunca farklı biçimlerde sürekli yenilenen olağanüstü dönemler, 12 Eylül yenilgisinin izlerinin genç kuşaklara da sirayet etmesine yola açtı. Faşizm ile yıldırılmış, terbiye edilmiş emekçi kitlelerin genç kuşakları da kendilerini bu cendereden henüz kurtarabilmiş değildir. Devletin kesintisiz olarak sürdürdüğü psikolojik savaş, geniş yığınların aklını ve düşüncesini dumura uğratıyor. Bu cendereden kendini kurtarabilenlerin sesi devlet terörü ile kısılmaya çalışılırken toplumun algısını yöneten mekanizmalar devreye sokularak rejim açısından “çatlak ses” çıkartanlar marjinalize ediliyor. Türkiye’deki rejimin topluma bugüne değin yaşattığı travmaları ve insanlara solutulan zehirli siyasi atmosferi hesaba katmaksızın rapordaki verileri ele almak, içinde yaşadığımız toplumun insanlarına dair haksız değerlendirmelere yol açacaktır. 41 ülkede yürütülen araştırmanın Türkiye ayağında 58 ilde 1509 kişi ile görüşülmüş. Türkiye’de vatandaşların büyük çoğunluğunun siyasete katılımı “oy verme” ile sınırlı. Siyasi parti, gönüllü kuruluş ve derneklere üye olmayanların oranı %90’ı buluyor. Bu tür kurumlara üye olan %10’luk kesimin genelde orta ve üst sınıf mensuplarından oluştuğunu, işçi sınıfının, köylülüğün, yoksul emekçi kesimlerin örgütsüz olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla araştırmanın ortalama %10 olarak verdiği örgütlülük oranı yanıltıcı olmamalıdır. Emekçi sınıfların örgütlülük oranı %10’dan çok daha düşüktür. İşçi sınıfının %10’luk bir kesimi bile kendi siyasi çıkarları doğrultusunda hareket eden siyasi örgütlenmelere katılsaydı, ortaya çıkacak muazzam güç ve elde edilecek başarılar, işçi sınıfının örgütsüz kesimlerini de hızla örgütlü mücadelenin saflarına çekebilirdi. Ekonomik açıdan daha “üstte” yer alan burjuvazi, kendi sınıf çıkarlarını örgütlü biçimde savunmayı da biliyor. Öte yandan, Kürt yoksul kitlelerinin çoğunluğunun siyasete katılım açısından istisnai bir durum oluşturduğu malûmdur. Yoksul Kürt kitleler sınıfsal temelde olmasa da, kendi ulusal talepleri için örgütlenerek siyasete Türkiye ortalamasının üzerinde bir katılım gösteriyorlar. Raporda, “siyasal gösteriye katıldım” diyenlerin oranının en yüksek olduğu ülkenin %61’le Güney Kıbrıs olduğu belirtilirken, Türkiye’de bu oranın da %10’da kaldığı söyleniyor. Türkiye’de egemenlerin yıllardır sürdürdüğü psikolojik savaş insanların algısını öylesine bozmuş durumda ki, “siyasi gösteriye katılmak” insanların zihninde şiddet görmek, cop, gaz, tazyikli su ve mermi yemek, terörist olarak anılmak vb. ile özdeş görülmektedir. Bu yüzden kitleler, taleplerini birlikte yüksek sesle dillendirebilecekleri eylemlerden kaçınıyorlar. Araştırmaya katılanların sadece %14’ü toplu bir dilekçeye imza attığını söylemiş. Dünya ortalaması ise %45. İşçi örgütlerinin yürüttükleri imza kampanyalarında pek çok işçinin dilekçenin içeriğine katılmakla birlikte imza atmaktan çekindiğini yıllardır gözlemliyoruz. Bu çekincelerin önemli bir kısmı rejimin yarattığı korkudan kaynaklıdır. “Neme lazım, başıma bir iş gelir” korkusu, kendine güvensizlik, iradesizlik ve bilinçsizlikle birleşince içeriğine katıldığı bir metne imza atmaktan bile geri duran sinik bir tipoloji karşımıza çıkıyor. Öte yandan işçi örgütlerine yönelik güvensizlik de pek çok kaynaktan besleniyor. İşçilerin, uzlaşmacı sendika bürokratlarına haklı tepkisi, burjuvazi tarafından bir bütün olarak sendikal harekete güvensizliğe dönüştürülüyor. İşçi, mücadeleci işçi örgütlerinin yürüttüğü bir imza kampanyasına katıldığında ise “terörist” olarak damgalanma endişesi taşıyabiliyor. Genel olarak toplumun, özellikle de örgütsüz emekçi yığınların düşürüldüğü durum işte bu denli vahimdir. Araştırmanın verileri içerisinde en dikkat çekici olanı, insanların birbirlerine güvenmediğini ortaya koyan verilerdir. 41 ülke arasında başkalarına en az güvenen insanlar Türkiye’de yaşıyor. İnsanlara güvenilebileceğini söyleyenlerin oranı sadece %14. Aileden devlet kurumlarına kadar sürekli “güvensizlik” aşılanan, “babana bile güvenme” sözünün yaygın kullanıldığı bu toplumda sadece %14’lük bir kesim insanlara güvenilebileceğini ifade etmiş. Oysa insanlar birbirlerine güvenmeye, yalnız olmadıklarını hissetmeye ihtiyaç duyar. Toplu bir dilekçeye imza atanların oranıyla insanlara güvenebileceğini söyleyenlerin aynı oranda (%14) olması basit bir tesadüf olamaz. Tanımadığı insanların imza topladığı bir kampanyaya katılan insanlar aslında başkalarına güvenebileceklerini ifade etmiş olurlar.