
Yaklaşık yirmi yılı kapsayan uzun süreli bir gerileme döneminin ardından 2000’lerin başından itibaren canlanmaya başlayan sınıf hareketi, son birkaç yıldır belirgin bir şekilde yükselişe geçmiş bulunuyor. İşçi sınıfının genç kuşakları sınıf mücadelesiyle tanışırken, dünyanın dört bir yanında, kitlelerin öfkesi kendiliğinden patlamalar şeklinde kendini dışavuruyor. Kapitalizmin yarattığı benzer sorunların pençesindeki emekçi kitleler harekete geçtiklerinde, aralarındaki binlerce kilometreye aldırmaksızın hemen her ülkede benzer tepkileri gösteriyorlar. Geçtiğimiz yıl Tunus’ta başlayan isyan tüm Arap coğrafyasına yayıldı ve Mısır’da yüz binlerce emekçi Tahrir Meydanını isyanın simgesi haline getirdi. ABD’de Wall Street’te patlak veren ve on binleri sokağa döken “İşgal Et” hareketi, benzer bir gelişim göstererek tüm dünyada yankı buldu. Aynı şekilde İspanya’nın Puerto del Sol Meydanı da öfkeli gençlerle, işçilerle doldu ve oradan Tahrir’e selamlar gönderildi. Bunlar, son bir yıl içinde tanık olduğumuz kendiliğinden kitle hareketlerinden birkaçı. Bunlara pek çok ülkede işçilerin milyonlara varan sayılarla katıldığı genel grevleri de eklediğimizde, oldukça geniş bir kitle hareketiyle karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkacaktır. Ne var ki, söz konusu hareketlerin tüm kitleselliklerine ve militanlıklarına rağmen düzen dışına çıkamadıkları ve nihayetinde zayıflayıp sönümlendikleri de bir vakıadır. Pek çok örnekte devrimci durumlara yol açacak kadar ileri giden bu hareketlerin yarı yolda durmalarının başlıca nedeninin devrimci önderlik eksikliği olduğunu dile getiren komünistler açısından, buradan çıkarılması gereken sonuç, enternasyonalist komünist temellerde devrimci bir partinin inşa edilmesi için her zamankinden fazla ter akıtmak olmalıdır. Ne var ki, Marksist geçinip reformizm sularında kürek çeken sosyalist grupların kestirme yol arayışlarının sonu gelmemektedir. Bunlara göre görev, kitleler nezdinde güvenilirliklerini yitiren geleneksel burjuva işçi partilerinin yerine, anti-kapitalist temellerde yeni kitle partileri yaratmaktır. Bu doğrultuda yürütülen tartışmalarda ve girişimlerde, eski dersler tümüyle unutulmuşçasına hareket edilmekte, yüz yılı aşkın bir süredir denenip devrimci mücadele tarihinin sınavında tökezleyen örgütlenme modelleri yeni şeylermiş gibi gündeme getirilmektedir. Sınıf içinde Bolşevik tarzda çalışma yürütmekten uzak duran sosyalist grupçuklarda bu tür arayışların çok daha yaygın olduğu görülmektedir. Bunlar, son dönemlerde sıkça tanık olduğumuz kendiliğinden hareketlerin kitleselliklerinden etkilenerek, kerameti bunların örgütlenme modellerinde ya da anlayışlarında görüyorlar. Dergi çevreleri olmaktan öteye geçemeyen bu gruplar, Leninist örgüt modelini örgütsel alandaki tıkanmışlığın ve güçsüzlüğün nedeniymiş gibi sunuyorlar. Bunlar aynı zamanda, Leninist örgüt yaratmaya odaklanmanın geleneksel işçi partilerine alternatif geniş anti-kapitalist örgütler yaratmayı da engellediği iddiasındadırlar. Onlara göre, kitleselleşmenin yolu, güya aşağıdan yukarı inşa edilen ve geniş kesimlere kucak açan gevşek yapılardan geçmektedir. Birlik adına ilkelerden alabildiğine taviz verip, esnekliğe, çoğulculuğa, farklılıklara vurgu yapan bu tür gruplara, platformlar, forumlar, internet üzerinden kurulan tartışma grupları, “ağ”lar, kısacası hiçbir bağlayıcılığı olmayan şekilsiz yapılar pek bir cazip gelmektedir. İşçi sınıfından alabildiğine kopuk, daha çok üniversite öğrencilerine ve küçük-burjuva aydınlara hitap eden, kadrolarını gerçekte disipline pek gelemeyen bu kesimlerden devşiren söz konusu çevrelerin sınıf doğasına da aslında böylesi bir örgütlenme (daha doğrusu örgütlenmeme!) anlayışı denk düşmektedir. Böylelerinin solun çok parçalılığını ve yalıtıklığını aşmak için bulduklarını sandıkları sihirli değnek, yukarıda saydığımız türden şekilsiz yapılar içinde “demokratik”, “açık” tartışmalar yürüterek ortak eylemler gerçekleştirmek ve buna uygun esneklikte bir kitle örgütü inşa etmektir. Birlik için yeni yollar, yeni örgüt biçimleri aramak lazım diyerek yola koyulan bu tür çevreler, nihayetinde örgütlülük adına örgütsüzlüğü savunmaktadırlar. Kimileri ise bunu açıktan yaparak, bu tür şekilsiz yapılarla politik partileri karşı karşıya koymaktadırlar. Onlara göre politik partiler, yukarıdan aşağıya örgütlenen hiyerarşik yapılardır ve en demokratiğinde bile otoriter bir işleyiş söz konusudur. Olması gereken şey ise, aşağıdan yukarıya örgütlenen, herhangi bir merkezden yönetilmeyen, tüm kararların oybirliğiyle alındığı ve oybirliğiyle alınmayan kararlara hiç kimsenin uyma zorunluluğunun olmadığı ağ tipi örgütlenme biçimleridir! Bu tür bir anlayışla bıraktık devrimin, bir grevin bile örgütlenemeyeceği açıktır, ama hiyerarşi, disiplin ve merkeziyetçilik düşmanı iflah olmaz küçük-burjuva solcuyu bu değil, kendi egosunun tatmini ilgilendirir. Varlığından söz edilemeyecek kadar gevşek örgütler onun idealidir. Disiplin onu bunaltır, bireysel özgürlüğü kısıtlanmamalıdır, kafasına yatmayan şey çoğunluğun kararı olsa da uymak zorunda bırakılmamalıdır, o istediği zaman istediği yerde olmalıdır, hiçbir şey onu bağlamamalıdır! İster en sağ temellerde, isterse daha sol görünümlerde olsun, aslında bu tür arayışlar ve sözde keşifler hiç de yeni değildir. Son yirmi yıllık süreç bunun sayısız örneğiyle doludur. Gerilere gidecek olursak, SSCB ve Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından sosyalist solda yaşanan dağınıklık ve güç kaybı, dünyanın pek çok ülkesinde benzer girişimleri belirgin bir şekilde hızlandırmıştı. O süreçte Türkiye’dekiler de dahil pek çok sosyalist grup, derinlemesine bir sorgulama sürecine girmeksizin hayata geçirilen birlik girişimlerine, sorunu çözecek sihirli değnek gözüyle yaklaşmıştı. Ancak beklendiği üzere bu “birlik”lerin, “komite”lerin vb. ömrü fazla uzun olamadı ve sağlıksız temellerde gerçekleştirilen her birleşme, yeni bölünmelerin yolunu açmaktan öteye geçemedi. Çöküşün yarattığı moral bozukluğunun ve umutsuzluğun egemen olduğu bu yıllarda, sosyalist örgütler alabildiğine güç kaybederken, sınıf hareketi de dibe vurdu. Bu genel durgunluk ve gerileme sürecinde, 2000’li yılların başında bir kırılma yaşandı. Yeni yüzyılın başlangıcı, bir yandan ABD’nin Afganistan ve Irak’a saldırması, ekonomik krizin Arjantin başta olmak üzere çeşitli ülkeleri şiddetli bir şekilde sarsması ve neo-liberal saldırıların yıkıcı sonuçlarının çarpıcı bir şekilde kendini göstermesiyle karakterize olurken, öte yandan tüm bu etkiler sonucunda yükselişe geçen sınıf hareketi açısından da yeni bir sürecin boy verdiğinin işaretçisi oldu. 1999 sonunda Seattle’da ortaya çıkıp yayılan “küreselleşme karşıtı” hareket, Afganistan ve Irak’ın emperyalist güçlerce işgal edilmesine karşı yükselen savaş karşıtı hareket, emperyalist zirvelere alternatif olarak örgütlenen Sosyal Forumlar vb., uzun bir sessizliğin ardından ortaya çıkan kitlesel muhalif hareketlerin ifadeleriydi. Ağırlıklı kısmını genç kuşakların oluşturduğu milyonlarca insanın seferber olmasıyla kendini gösteren bu hareketler, SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra ciddi bir moral bozukluğuna ve dağılmaya uğrayan solda da büyük bir heyecan yarattı. Bu süreçte, bağlayıcılığı olmayan gevşek örgütlülükler temelinde kitleselliği yakalama uğraşı, politik söylemin de alabildiğine muğlaklaşmasına yol açacaktı. “Sosyal forum”larda öne çıkarılan “başka bir dünya mümkün” gibi, bir yandan olumlu şeyler çağrıştıran ama öte yandan neye karşı çıkıldığı ve neyin istendiği belirsiz bırakılan bozbulanık ifadeler bunun tipik bir örneğiydi. Ne var ki, siyasal ve ideolojik bulanıklığın ve örgütsüzlüğün damgasını bastığı bu tür eylemlere katılım, kısa bir süre sonra giderek zayıflamaya başladı ve nihayetinde tümüyle sönümlendi. Gevşeklik ve ilkesizlik, kitleselleşmeyi değil dağılmayı ve etkisizleşmeyi doğuracak, dolayısıyla, nitelikten çok niceliğe önem veren ve teorik netliği sekterlik ilan eden reformist grupların hevesleri yine kursaklarında kalacaktı. Aynı şey savaş karşıtı hareket için de geçerlidir. 2003’te Irak’a yönelik işgal harekâtının hemen öncesinde dünya çapında gerçekleştirilen savaş karşıtı eylemlere 20 milyona yakın insan katılmıştı. Ama devrimci bir siyasal önderliğin toparlayıcılığından ve yönlendiriciliğinden yoksun olan bu kitlesellik, ilerleyen yıllarda giderek azalmış ve hareket çarpıcı bir düşüşle etkisini yitirmişti. Sonuç olarak, daha geniş kesimleri kucaklayabilmek adına politik dili alabildiğine hafif, mesajları güçsüz, örgütlülüğü gevşek, karnaval havasının hâkim kılınmak istendiği eylemler hiç de amaçlarına erişemediler. Kapitalizm yerine neo-liberalizmi düşman ilan eden, emperyalist ve haksız savaşlar yerine pasifist temellerde genel bir savaş karşıtlığı söylemini öne çıkaran, daha büyük kitleleri kucaklama adına apolitikliği dayatan reformist yapılar, bu eriyip dağılma karşısında büyük bir hayalkırıklığına uğradılar. İngiltere başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde bu süreçte oluşturulan “Socialist Aliance”, “Respect” türü ilkesiz “ittifak” girişimleri de dağılıp gitti. Bu tür girişimlerin müptelası olan politik yapılar, güç kazanmak yerine bugün on yıl öncekinden daha zayıf bir konumda bulunuyorlar. Ancak reformist hayaller yeniden ve yeniden üremeye, üretilmeye devam ediliyor.