
Dünya halklarında savaş karşıtı eğilim hızla güçleniyor. 15 Şubat günü dünya çapında yapılan gösterilere rekor düzeyde, toplam 12 milyon dolayında insan katıldı. Bu gösteri dünya tarihinin en geniş savaş karşıtı gösterisi olduğu kadar, genel anlamda tarihteki en büyük protesto gösterisi niteliğini de taşıyor. 5 kıtaya yayılan 70 ülkede 600’den fazla kent ve kasabada insan kalabalıkları, kana susamış emperyalistlerin halkı savaş arabasına yedeklemek için yürüttüğü tüm çabalara rağmen sel olup aktı. Hiç kimse bu gösterilerin birtakım sapkınların, eksantrik “çiçek çocuklar”ın ya da “havai üniversite öğrencileri”nin işi olduğunu iddia etmeye bile cüret edemedi. Yaklaşık olarak yeryüzündeki her 500 kişiden biri bu protestolara katılarak, değişik derecelerde olmak üzere savaşa karşı aktif bir tutum almış oldu. Aktif olmamakla birlikte savaşa karşı olan kitlelerin büyüklüğü ise muazzam boyutlarda. Düzen cephesindeki en kudurgan savaş yanlıları bile dünya kamuoyunun büyük bölümünün bu savaşa karşı olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyor. ABD’deki bazı istisnalar hariç tüm kamuoyu yoklamaları bunu teyit ediyor. Nazım’ın sözleriyle “büyük insanlık” hâlâ ölmedi. Bu eylemle birlikte önemli bir momentten geçen savaş karşıtı hareket, dünya tarihinde ilk defa bir savaş henüz başlamadan bu denli geniş bir kapsama ve etkinliğe ulaşmış olma niteliğini de taşıyor. 15 Şubat 2003 tarihi bundan sonra muhtemelen gerçek anlamda ilk küresel çaplı eylemin tarihi olarak da anılacak. Gösteriler özellikle ABD emperyalizminin savaş çabalarına açık destek veren ülkelerde muazzam bir kitleselliğe ulaştı. Bush’un “fino köpeği” olarak anılan Blair’in İngiltere’sinde 1,5 milyon insan Londra sokaklarında yürüyüş yaptı. Yürüyüş güzergâhının sonu olan Hyde Park’taki miting ve konuşmalar saatler sonra bittiğinde bile henüz yürüyüşün başlangıç noktasında olup yürüyüşe başlayamamış kortejlerin olduğu bildiriliyor. Çoluk çocuk, kadın erkek insan selinin ancak 160 yıl öncesinin Çartist hareketiyle kıyaslanabilecek bir manzarayı anımsattığı söylenebilir. ABD emperyalizminin bir diğer yardakçısı Berlusconi’nin İtalya’sında 2,5 milyon insan Roma’yı insana boğdu. Aynı olgu 1,5 milyonu Barselona’da 1 milyonu Madrid’de olmak üzere toplam 57 kentte 6 ila 7 milyon insanın sokaklara döküldüğü Aznar’ın İspanya’sında yaşandı. Savaş şakşakçılığında İngiltere’yle yarışan Avustralya gibi seyrek nüfuslu bir ülkede dahi yüzbinlerce insan sokaklardaydı. Üstelik bu ülkede gösteriler ertesi gün de sürdü ve 16’sında Sydney’de yapılan eylemlere 500 bin kişi katıldı. Savaşın baş sorumlusu olan ABD’de de geniş kitleler gösterilerde yer aldılar. New York’ta 500 bine yakın kişi kana susamış Bush yönetimine karşı savaş istemediğini haykırdı. Mahkeme kararıyla yasaklanarak yasadışı ilân edilmiş olduğu halde gerçekleştirilen New York’taki gösteride yakınlarını 11 Eylül saldırısında yitirenlerin de kendilerini tanıtan bir pankart arkasında yürümeleri, hem New York’taki hem de Los Angeles’taki gösterilerde bazı ünlü sinema oyuncularının yer almaları ve Körfez Savaşına katılmış bazı Amerikan askerlerinin de ön saflarda yürümeleri dikkat çekti. Kitlelerde hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gözlemlenen bu hızlı politikleşme süreci egemenlerin hepten göz ardı edecekleri boyutları şimdiden aşmış durumda. Tüm burjuva yorumcular yorumlarına artık “kitleleri” de bir faktör olarak dahil etmek zorunda hissediyorlar kendilerini. En önde gelen savaş çığırtkanlarından olan İngiliz dışişleri bakanı Jack Straw bile kamuoyu tepkisini ihmal ederek davranamayacaklarını söylemek zorunda kaldı. Önceki tutumunun aksine İngiltere savaş için ikinci bir BM kararının gerekliliğini vurgulamaya başladı. İngiltere, Almanya ve Fransa’da yapılan kamuoyu yoklamaları çok doğru bir biçimde halkın büyük bölümünün dünya barışı için en büyük tehdit olarak Saddam ya da Kuzey Kore’yi değil, ABD’yi gördüğünü ortaya koyuyor. Şüphesiz savaş karşıtı hareket henüz büyük ölçüde sınırlı ve boz bulanık talepler üzerinden deviniyor. Savaşın altında yatan derin nedenler ve sorunun gerçek çözümü kitleler tarafından henüz geniş ölçüde kavranılmış değil. Kitleler kendi deneyleriyle öğrenmenin henüz ilk emekleme aşamalarındalar. En önemlisi, işçi sınıfı harekete henüz damgasını basabilmiş değil. Şüphesiz en yakıcı eksiklik, net bir politik perspektif çizerek kitleleri sorunun gerçek kaynağı olan kapitalizmin yıkılışına yöneltecek bir enternasyonal sınıf önderliğinin henüz inşa edilememiş olması. Dünya tarihinde yeni bir dönemece girilmiş olduğunu uzun süredir vurguluyoruz. Kitleler, son onyılların ölü toprağını üzerlerinden yavaş yavaş silkeleyerek ayağa kalkıyorlar. Küreselleşme karşıtı gösteriler, Latin Amerika’da devrimci durumlara kadar varan kitle hareketliliği bunun göstergesi. Bu diziye şimdilerde savaş karşıtı kitle gösterileri de eklenmekte. 15 Şubatın bu süreçte yeni bir zirve noktasını işaretlediği aşikâr. Hiç tereddütsüz kitlelerin hareketliliğinin dünya çapında daha da yükselerek artacağını öngörebiliriz. Önümüzde yeni bir tarihsel dönem açılmış durumda ve bu dönem, özellikle son on-yirmi yıldır dünya ölçeğinde dibe vurmuş olan sınıf mücadelesinin keskinleşmesiyle karakterize olacak. Bu dönemde dev kitlesel mücadeleler, savaşlar ve devrimler göreceğiz. Yaşamları tarihin bu dönemine isabet eden kuşaklar kendilerini buna hazırlamalıdırlar. Tarihin treni hızlanıyor. Bu önemli eylem enternasyonalist komünistlerin, ne kadar uzun olursa olsun gerileme dönemlerinin eninde sonunda geçici olduğuna ilişkin bilimsel temelli sarsılmaz inançlarını ve buna dayalı tarihsel iyimserliklerini bir kez daha doğrulamıştır. Ayrıca nefesi çabuk kesilip karamsarlığa düşenlerin görkemli tarihsel miyopluğunu da göstermektedir. Öte yandan bu genişlikteki bir eylem, küreselleşen kapitalizmin, entenasyonalist bir mücadele perspektifinin kitleler tarafından kavranmasını eskiye nazaran nasıl daha da kolay kıldığını ortaya koyuyor. Yükselen eylemler henüz kendiliğindenlik düzeyinde olsa bile bunun pratik bir olgu haline gelebildiğini de göstermektedir. Proletarya enternasyonalizmi ilkesinin pratik bir gerçeklik haline gelmesinin nesnel imkânları tarihte hiç bu denli güçlü olmadı. Emperyalist ülkeler işçi sınıfına karşı özel bir güvensizlik besleyen ve onun devrimci potansiyelini darkafalı milliyetçi bir kibirle küçümseyen üçüncü dünyacı anlayışın zavallılığı da bir kez daha teşhir oldu. Alanları dolduranlar büyük ölçüde bu ülkelerdeki işçi-emekçi kitlelerdi.