
Kapitalist sistem krizle birlikte işçi sınıfına daha da azgınca saldırıyor. Kitlesel işten çıkarmalar, kuralsız ve esnek çalıştırma politikaları ve adına reform denilerek getirilen yasalar bu saldırı sürecinin bir parçası olarak hayat buluyor. Buna karşılık yükseltilen eylemler şimdilik patronları dizginlemeye yetmiyor. 12 Eylül faşist darbesinin ardından örgütlenme, mücadele ve dayanışma geleneğinin önemli ölçüde unutulması, sendikalaşmanın önüne konulan yasal engeller ve sendika bürokrasisinin uğursuz rolü, mücadele çıtasının yükseltilmesine ket vuruyor. 1980 darbesi gibi korkunç bir deneyime sahip olan burjuvazi, işçi sınıfı hareketini kökten yok etme yoluna gitmiş ve darbenin yarattığı korkunun gölgesiyle işçi sınıfını baskı altında tutmayı başarmıştır. Bugün krize karşı kitlesel mücadelenin yükseltilememesinin bir nedeni de, bilinçaltına yerleştirilen bu korkunun henüz atılamamış olmasıdır. Oysa tarihe dönüp baktığımızda, Türkiye işçi sınıfının her dönem bu denli tepkisiz olmadığını görüyoruz. 60’lı yıllarla başlayan süreçte işçilerin attığı her adım, bir üst basamağa sıçrama şeklinde oluyordu. İşçi sınıfı kendini tanımaya başlıyor, gücünü görüyor ve özgüvenini kazanıyordu. Grev ve toplu sözleşmenin henüz yasak olduğu bir süreçte yeni bir tomurcuk patlıyordu. Sayısı küçük ama yüreği büyük Kavel işçilerinin şanlı mücadelesi ilk kıvılcımlardan biriydi. Ve Kavel’le başlayan süreç 15-16 Haziran direnişlerini ve 1977 1 Mayıslarını yarattı. 1980 öncesinde burjuvazinin kalkanlarını öylesine sivriltmesine neden olan işte bu örgütlü işçi sınıfıydı. Hep birlikte karar alan, hep birlikte ayağa kalkan ve hep birlikte yürüyen örgütlü bir güçtü karşılarındaki. İşçilerin mücadele çıtasının yükselmesiyle, dönemin sendikal anlayışının sorgulanması ve militan sınıf sendikacılığının yaratılması yönünde önemli kilometre taşları döşeniyordu. Grev, sendika, örgütlenme, dayanışma ve mücadele kelimeleri işçilerin hayatında yer ediyordu. Patlayan mısır tanecikleri gibi birbiri ardına patlak veren grevler, mücadele deneyimlerini bir fabrikadan diğerine vakit kaybetmeden taşıyordu. Trio Lastik işçileri, Bursa Belediye işçileri, Mersin Ataş rafinerisi, İstanbul Bozkurt Mensucat, Singer, Goodyear, Berec, Sungurlar, Batman Rafinerisi, Zonguldak Kozlu Maden İşçileri ve Paşabahçe işçileri… Her biri tek yürek olmuşçasına yükseltiyordu işçi sınıfının sıkılı yumruklarını. İşçilerin örgütlü olduğu Türk-İş sendikasının uzlaşmacı sendikacılık anlayışı, işçi sınıfının yükselen mücadelesini boğmaya çalışıyor, tabandan gelen güç ise Türk-İş’in tepesini sarsan ve ayrıştıran fay hattını döşüyordu. Ortak sınıf tavrının sergilendiği bu dönemde Paşabahçe grevi, devlet güdümlü sendikal anlayışın sarsılmasının en önemli zincirini oluşturacak ve DİSK’in kurulmasının da önünü açacaktı. CHP, İş Bankası dolayımıyla, 1935 yılında kurulan Paşabahçe Şişe-Cam’ın hatırı sayılır ortaklarındandı. İşçilerin çalışma koşullarıysa son derece kötüydü. Yevmiye 60 kuruş, sendika yok, sigorta yok, hafta tatili yok. Önce Cam İş sendikası örgütlendi Paşabahçe Şişe Cam’da. Ne var ki 1964 yılında Cam-İş tarafından üç yıllığına 15 kuruşa imzalanan toplu sözleşme, Paşabahçe işçileri arasında büyük bir öfke yarattı. Bu tepkinin sonucu olarak işçilerin çoğunluğu Cam-İş’ten ayrılıp Kristal-İş’e üye oldular. Kristal-İş sendikası 1966 yılında, Cam-İş tarafından imzalan sözleşmenin patronların taleplerinin kopyası olduğunu söyleyerek Paşabahçe patronlarını yeni bir sözleşme imzalamaya çağırdı. Bu çağrının reddedilmesi üzerine 31 Ocak 1966 günü 2200 işçi hiç tereddütsüz greve çıktı. 5 Şubat günü Paşabahçe İskele Meydanında bir miting düzenlediler. “İş Hayatında Köleliğe Paydos!”, “Emeği Savunmak Kutsal Vazifemizdir” dövizlerini taşıyarak yürüdüler. Aileleri ve diğer sektörlerde çalışan işçiler de dayanışma için Paşabahçe işçileriyle bir arada durdular. İşçiler bildiriler dağıtarak kararlı duruşlarını dosta düşmana gösteriyorlardı. “Biz işçiyiz. Paşabahçe’de bir fabrika şişe ve cam yapar, orada çalışırız. Beyoğlu’nda süslü bir mağazası var. Tabaklar ve bardaklar görürsünüz de iftihar edersiniz. İşte onları yaparız biz. 1800 derece hararetin altında çalışırız. Hepimiz 2500 kişiyiz. Ailelerimizle 10.000. Toplu Sözleşme Kanunu çıktı dediler. Biz de hak isteyebilecekmişiz. Üç sene evvel sözleşme yapıldı. Bize bir şey veren olmadı. Biz de greve başladık. Bugün 80 günü geçti gene de hakkımızı istiyoruz. Dağlardan ebegümeci topluyoruz, labada topluyor, balık olursa oltayı alıp koşuyoruz. Evde fazla eşya vardı, kilim, mintan, iskemle gibi. Onları da satıyoruz…”