“Bonapartizm iki karşıt sınıfa eşit muamele anlamına gelen bir denge rejimi kurmaz. Tam tersine, bir denge görüntüsü sayesinde ezilen sınıfları aldatıp yatıştırarak, egemen sınıf lehine çok daha fazlasıyla taraflı olur.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.54)
Haziran ayı başında Putin, Pikalyevo’da krizden etkilenerek kapanan 3 fabrikanın işçilerinin karayolu kapatma eylemi üzerine bölgeye giderek duruma müdahale etti. Medyanın eşliğinde kapanan fabrikaların ücretleri ödemeyen patronlarıyla toplantı düzenleyen Putin, kameraların önünde patronları azarladı. Patronları bencillik ve cimrilikle suçladı ve işçilerin maaşları ödenmezse söz konusu fabrikaları devletleştireceğini söyleyerek tehditler savurdu. Anlaşma metnini cebinden çıkarırken “Neden herkes benim geleceğimi öğrenince hamam böcekleri gibi dolaşmaya başladı? Neden daha önce karar almadınız?” diyerek patronları azarlayan Putin, sözleşmeyi imzalamayan Rusya’nın en zengin adamı ünlü oligark Oleg Deripaska’yı yanına çağırdı. Kalemini ünlü patronun önüne atarak “buraya gel ve imzala” diyen Putin, imzayı atıp odadan çıkmaya yönelen Deripaska’ya “kalemimi vermeyi de unutma” dedi.
Fabrikadan ayrılırken patronlara “kendi aranızda anlaşamazsanız biz icabına bakarız” diyen Putin, Pikalyevo halkının sevgi gösterileri arasında kasabadan ayrıldı. Bu arada işçilerin aylardır ödenmeyen maaşları (1,5 milyon dolar) bir saat içerisinde ödendi. Toplantı görüntüleri televizyonlarda yayınlanınca Rusya’nın dört bir yanından işçiler Putin’e teşekkür ve sevgi mesajları göndermeye başladılar. Putin Moskova’ya dönerken gazetecilere “Bu fabrikalar özelleştirilirken, 1990’ların başında torpilli adamlar ucuza fabrika sahibi oldular. Kâr ederken işçilerine tek kuruş vermediler. Şimdi zarar ediyoruz diye işçinin maaşını da vermiyorlar” diyordu.
Böylelikle Putin, kamuoyu desteğini arttıracak ve bilinçsiz işçilerin gönlünü fethedecek bir şova imza atarken, burjuvaziye de bir anlamda “ayar çekmiş” oldu. “Aranızda anlaşamazsanız biz icabına bakarız” diyerek iktisadi egemenliği elinde tutan burjuva sınıfa, aralarındaki dengeyi kuracak siyasal gücün kendisi olduğunu hatırlatıyordu.
Putin’in popülist şovları bununla sınırlı değildi. Pikalyevo’daki tavırlarının üzerinden 2 hafta geçmişti ki, bu sefer de büyük bir markette boy gösterdi. Marketteki fiyatları denetleyip yöneticileri “bu sosisler neden pahalı, fazla kâr ediyorsunuz” diye azarladı.
İşçi sınıfına verilen bu tür aldatıcı mesajlar işçi hareketi açısından ciddi bir tehlike oluşturuyor. Bugüne kadar dünyanın pek çok ülkesinde “Bonapartlar” ya da “kurtarıcılar” popülist manevralarla işçi sınıfının çoğunluğunun, hatta sosyalist kesimlerin gözlerini boyamayı, daha da ötesinde “kör etmeyi” başarabilmişlerdir. Tam da bu yüzden popülist manevralar icra etme ve sınıf hareketini yolundan saptırabilme yeteneği de sergileyebilen Bonapartist rejimlerin niteliğine ilişkin Marksist çözümlemeleri döne döne hatırla(t)mak zorundayız.
Olağanüstü burjuva rejimler üzerine bazı hatırlatmalar
Bonapartizm, burjuvazinin olağanüstü rejimlerinden biridir. Burjuvazi, iktisadi egemenliğini tesis etmek veya güvence altına almak üzere olağanüstü koşullarda olağanüstü rejimlere ihtiyaç duyar. Burjuva demokrasisi kuvvetler ayrılığını, yani yasama, yürütme ve yargı güçlerinin farklı organlarca paylaşımını gerektirir. Aslında olağan koşullarda yürüyen burjuva demokrasisinde bile bu kurumlar tam manasıyla birbirlerinden bağımsızlaşamazlar. Bu organların birbirleriyle ilişkisi devlet aygıtının yapılanması, siyasal gelenekler ve mevcut siyasal güç ilişkilerine göre ülkeden ülkeye farklılık gösterebilmektedir. Ancak örneğin yargı organlarının yasama ve yürütmeden bağımsızlığının korunması sorunu pek çok ülkede sık sık tartışma konusu olabilmektedir. Öte yandan, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay gibi yargı organlarının olağanüstü yetkilerle donatıldığı Türkiye gibi ülkelerde ise bazı durumlarda yargı, yasama ve yürütmenin önüne geçebilmekte, böylelikle siyasal çatışmaların merkezine oturabilmektedir.
En demokratik burjuva rejimin bile özünde bir burjuva diktatörlüğü olduğu asla unutulmamalıdır. Seçimler bu gerçekliğin perdelenmesi ve burjuva demokrasisine ilişkin yanılsamalar yaratılması açısından önemli bir işlev görür. Sandık başına giden halk kendi iradesinin yasaları belirleyen organa yani parlamentoya yansıdığına, yürütme gücünün yani hükümetin de kendi iradelerinin ürünü olduğuna inanır: “(…) parlamenter demokrasi sanki ulusun egemenliğiymiş gibi yansıtılsa da, gerçekte burjuva diktatörlüğünün kitlelerce ‘gönüllü’ kabullenilişi anlamına gelir.” (Elif Çağlı,
age, s.61)
Yasama ile yürütme arasındaki ilişki olağan ve olağanüstü burjuva rejimler arasında farklılık gösterir: “Parlamenter rejimin siyasal güç dağılımında parlamento, devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ilkesi çiğnenir; siyasal iktidar, baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir.” (Elif Çağlı,
age, s.60)
Gerek Bonapartizm gerekse de faşizm, burjuvazinin olağanüstü rejimleridir. Bu iki olağanüstü burjuva rejim arasında özellikle yürütme gücünü mutlaklaştıran yönleri itibarıyla pek çok benzerlik vardır. Öte yandan bu iki rejim arasındaki farkın küçümsenmemesi gerekir: “Bonapartist hükümet biçimi, otoriter bir yönetim oluşturarak kendisine sınıflar ve klikler arası sözde bir barış rejimi görüntüsü verirken, faşizm proletaryaya karşı açık bir iç savaş yürüten totaliter bir rejim olarak biçimlenir.” (Troçki’den aktaran Elif Çağlı,
age, s.99)
Rusya’da Bonapartizmi hazırlayan koşullar
Rusya’da Bonapartist bir rejimin oluşumu, özgün yönler taşıyor. Troçki, bürokratik bir karşı-devrim ile SSCB’de egemenliği ele geçiren bürokrasinin kapitalizmi yeniden restore edebileceğini öngörmüş, hatta bu restorasyonun demokratik bir burjuva rejimle değil, ancak Bonapartist bir burjuva siyasal rejim altında yürütüleceğini ileri sürmüştü. Troçki’nin kapitalist restorasyon ihtimali üzerine 1930’larda geliştirdiği bazı öngörüler, restorasyonun gerçekleştiği 1990’lı yıllar itibarıyla geçerliliğini yitirmiş olsa da
[*], restorasyonun ancak Bonapartist bir rejim altında gerçekleşebileceğine ilişkin öngörü, Marksizmin bilimsel gücünü ve siyasal kavrayış derinliğini gözler önüne sermektedir.
Rusya’da Bonapartist rejimin özgün yönlerini anlayabilmek için bu olağanüstü döneme nasıl varıldığını kısaca hatırlamak gerekiyor. SSCB’de 1986 yılında siyasal ön adımları atılan kapitalist restorasyon süreci 1991 yılına gelindiğinde yeni bir eşik noktasına ulaştı. SSCB resmen sona ererken Rusya’da kaotik bir dönem başladı. 1992’de başlayan, devlet mülkiyetindeki üretim araçlarının özelleştirilmesi süreci, tarihin en büyük yağmasına sahne oldu. SSCB dönemi boyunca egemenliği elinde tutan bürokratik sınıf, işbirliği içerisinde olduğu yeraltı ekonomisinin zenginleriyle birlikte korkunç bir yağma gerçekleştirdi. Kapitalist restorasyon süreci yolsuzluk ekonomisi yarattı. Restorasyon sürecinde yaratılan türedi burjuvalar dünyanın sayılı zenginleri arasına girdi. Bu arada Rus mafyası da dünyanın en güçlü mafyalarından biri haline geldi. Kapitalist restorasyon süreci, içe kapalılık koşullarında ayakta durabilen pek çok işletmenin dünya kapitalizmine entegrasyonun başlamasıyla birlikte rekabet edemez hale gelmesine yol açtı. Dolayısıyla üretici güçlerde kısmi bir yıkım gerçekleşti. Emtia fiyatlarının dünya fiyatlarına denkleşmesi sürecinde yıllık enflasyon %2500’e kadar yükseldi. Madenler, petrol, doğalgaz gibi hammaddeler devletçe belirlenen düşük fiyatlar üzerinden satın alınıyor ve dünya fiyatları üzerinden satılıyordu. Dünya fiyatları ile Rusya’daki malların fiyatları arasındaki farklılık “giderilirken” suyun başını tutan fırsatçı bir kesim spekülasyon ve yağma ile muazzam ölçüde zenginleşiyordu. Enflasyonun %2500’e ulaştığı bir ortamda devlet, özel sektöre %10 ilâ %25 arasında değişen faiz oranlarıyla kredi bahşediyordu.
Kitlelerin yaşam standardında ise trajik bir gerileme yaşandı. Ağustos 1991’de Yeltsin, KGB merkezli bir bürokratik kliğin darbe girişimine karşı tankların üzerine çıkarak kahraman rolünü oynadı. Irak ve Libya hariç tüm kapitalist dünya Yeltsin’i “demokrasi kahramanı” ilan etmişti. Ancak aynı “demokrasi kahramanı” 1993’te yetkilerini kısıtlamak isteyen Duma’yı feshetmeye kalkışacaktı. Yeltsin’in bu kararına direnen Duma tanklarla kuşatılacak, hatta bombalanacaktı. Yeltsin, Duma’nın tanklarla ve bombalarla dize getirilmesini takiben Anayasayı da değiştirerek diktatoryal yetkiler elde edecekti.
Kapitalist restorasyon süreci kaçınılmaz olarak her bölgenin kapitalistleşen eski bürokratlarının kendi egemenlik bölgelerinde daha etkin ve bağımsız hareket etme isteğini doğurdu. Moskova’nın merkezi otoritesinin zayıflaması, merkezkaç güçleri kontrolden çıkma noktasına getirmişti. Aslen ekonomik bir birlik olarak federatif tarzda bir araya gelen cumhuriyetler, ardı ardına bağımsızlıklarını ilan ettiler. Doğalgaz ve petrol geçiş hatları üzerinde stratejik bir konuma sahip olan Çeçenistan da 1991’de bağımsızlığını ilan etmişti. Ancak Moskova, Çeçenistan meclisinin bağımsızlık kararını tanımayarak askeri müdahaleye yöneldi. “Demokrasi kahramanı” ilan edildiği dönemde Yeltsin, eski SSCB dönemi cumhuriyetlerine “ne kadar istiyorsanız o kadar egemen olabilirsiniz” diyerek egemenlik haklarının sınırını sadece o halkın kendisinin belirleyebileceğini açıklıyordu. 1993’te ise iktidar yetkilerini elinde toplayan ve muhalefeti ezen Yeltsin, 1994’te Çeçenistan seferini başlattı. Savaş üzerinden siyasi rant elde etmek isteyen Yeltsin 1996’da ikinci kez kendini seçtirtmeyi başarmıştı ama aynı yıl Çeçenistan seferi hüsranla sona erdi. İlerleyen yıllarda Putin de Çeçenistan sorununu siyasi rant elde etmek ve otoriter yönetimini meşrulaştırmak amacıyla kullanacaktı. 2000 yılında başlatılan ikinci Çeçenistan seferi Putin’in yükselişinde özel bir yere sahip olacaktı.
Merkezi otoriteyi güçlendirmeye yönelik tüm çabalara karşın restorasyon döneminin ilk yılları boyunca Moskova’nın otoritesi zayıflamıştı. Yeltsin döneminde devlet başkanlığı makamı tam manasıyla Bonapartist bir rejime uygun düşecek tarzda olağanüstü yetkilerle donatılmış bulunuyordu. Ancak üretici güçlerin yıkıma uğradığı, toplumsal birikimlerin acımasızca yağmalandığı, burjuvazinin yağmaya ve birikimlerini yurtdışındaki bankalara kaçırmaya yöneldiği, ekonominin uluslararası rekabete dayanabilecek sektörler yaratamadığı gerileme koşullarında, olağanüstü bir rejimin istikrar sağlaması ve kendisinin de istikrar kazanması mümkün değildi. Ekonomik yıkım koşullarında sadece merkezi otoriteyi güçlendirerek, yani sadece kılıcın gücüne dayanarak merkezkaç güçleri tamamen kontrol altına alabilmek mümkün değildi. Rusya’nın eski etkinlik sahalarının önemli bir kısmının ABD’nin ve AB’nin hegemonyasına sürüklenmesini önleyebilmesi mümkün olmayacaktı.
1998 yılına gelinirken ekonomik krizin derinleşmesi ve yeniden filizlenmeye başlayan işçi hareketleri politik istikrarsızlık denklemini tamamlıyordu. 1997’de Asya-Pasifik merkezli başlayan finansal kriz Rusya’yı da etkisi altına aldı. 1998 Ağustosunda Yeltsin yönetimindeki Rusya, borçlarını ödeyemeyeceğini ve bankalardaki hesapları dondurduğunu açıklayacaktı. Restorasyon sürecinin gelinen aşamasında Rus kapitalizminin derhal istikrar kazanmaya ihtiyacı vardı.
Rusya’da işçi sınıfı yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu. Bürokratik diktatörlükten kurtulmanın ve “demokrasiye” geçişin yarattığı umutlar sönmüştü. 1990’daki büyük madenci grevi siyasi olarak Yeltsin’e kazanç sağlamıştı. SSCB döneminden beri Stalinist bürokrasinin tekelindeki sendikalar restorasyon sürecinde de uğursuz rollerini oynamaya devam ettiler. Özelleştirmeler yapılırken sendikalar işçilerden, işletmelerin mülkiyetinin yerel ya da ulusal bürokratların eline geçmesini desteklemelerini istediler. Gerekçe basitti: “İşletmeler yabancı sermayenin eline geçmesin!” İşçi sınıfını bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda harekete yönlendirebilecek hiçbir siyasi öznenin olmadığı koşullarda sınıfın cılız tepkileri de egemen kliklerden birinin hizmetine koşuluyordu.
Piyasa ekonomisi ve burjuva demokrasisi, işçi sınıfına, iktisadi bunalım, işsizlik, yoksulluk, yağma ekonomisi, şımarık türedi zenginler, ahlâki çöküş ve geleceğe dair belirsizlik sunuyordu. 1999’a gelinirken durum buydu. İşsizlik işçi sınıfı üzerinde öyle ağır bir basınç oluşturuyordu ki, grev mücadeleleri genelde ödenmeyen ücretleri alabilmek veya işyerinin kapanmasını engellemek için yapılıyordu. Bunların yanı sıra bazı büyük ve ekonominin can damarı olan, çalışma şartları nedeniyle grevci işçilerin yerine hemen başka işçi çalıştırılması imkânı olmayan işyerlerinde de grevler gerçekleşti. Sendikalar çıkarcı bürokratların elindeydi; buna karşın, kaynamaya başlayan taban, mücadeleci işçilerin bağımsız hareketlerini de ortaya çıkarıyordu.
Siyasal istikrarsızlığın ana unsuru, egemen sınıf klikleri arasındaki çıkar çatışmalarının muazzam ölçüde keskinleşmesiydi. SSCB döneminde devlet mülkiyeti, egemen bürokrasinin üzerinde yükseldiği zemini oluşturuyordu. O dönemde çelişkiler daha ziyade devlet aygıtı içerisinde konum edinme veya farklı bürokratik klikler arasındaki çekişmelerle sınırlıydı. Kapitalist restorasyon süreci ise bürokrasinin, devlet mülkiyeti olarak somutlanan toplumsal birikimleri yağmalayarak kendi özel mülkiyetlerine geçirme kavgasını gündeme getirecekti. Böylesi bir yağmanın devam ettiği bir ortam, bürokratların ve yeni yetme burjuvaların olağan bir demokratik işleyiş altında birbirleriyle uzlaşmalar temelinde restorasyon sürecini devam ettirmelerini imkânsız kılıyordu. Bu koşullarda burjuvazinin genel çıkarları bağlamında elzem olan “ülke birliğini korumak” da imkânsız hale geliyordu. Nitekim farklı bölgelerin veya cumhuriyetlerin egemen kesimlerinin kendi mülkiyetlerini ve iktidarlarını olabildiğince sağlama almak üzere kendi yerellerinde milliyetçi bir politikaya yönelmeleri doğaldı.
İşte tüm bu koşullar, Rus kapitalizmine istikrar kazandıracak bir otoritenin tam anlamıyla tesisini gerekli kılıyordu. Türedi-mafyatik Rus burjuvazisi (oligarklar), Rus kapitalizminin bütünsel ve uzun vadeli çıkarları adına siyasal güçlerinden feragat etmek zorundaydı. Rus kapitalizmi bir “kurtarıcı” arıyordu ve Putin şahsında o “kurtarıcı” bulundu.
Putin’in yükselişi
1975’te hukuk fakültesinden mezun olan Putin, SSCB gizli servisi KGB içerisinde ajan olarak çalışmaya başlar. Almanya’da teknoloji casusluğu yapar. Ardından Leningrad’da üniversite yönetiminde yer alır. 90’lı yıllarda St. Petersburg kentinde belediye başkan yardımcılığı dâhil pek çok görev üstlenir. Şehrin yabancı sermayeye açılmasını sağlayan ve borsayı kuran adam olur.
Hem sermaye çevreleriyle içli dışlı olan hem de devlet aygıtını iyi tanıyan Putin, bürokrasinin basamaklarını tırmanır. 1998 yılında Rusya İstihbarat Örgütü (FSB) başkanlığına yükselir. Aynı zamanda Rusya Güvenlik Konseyinin de başındadır. Ağustos 1999’da başbakan yardımcılığı ve vekilliği yapan Putin, Yeltsin’in Aralık 1999’da istifa etmesinin ardından, seçim yapılana kadar devlet başkanlığı görevini vekâleten üstlenir. Putin, Yeltsin’in desteğiyle ve onun varisi olarak koltuğa oturur.
1999’da Çeçen milislerle Rus birlikleri arasında Dağıstan sınırında çatışmalar başlayınca, Yeltsin içişleri bakanını görevden alıp, başbakanlığa da Rusya Güvenlik Konseyinin başındaki Putin’i getirdi. Hemen ardından Rusya’nın çeşitli bölgelerinde ve Dağıstan’da 250 kadar sivilin hayatını kaybettiği esrarengiz bombalama olayları yaşandı. Putin bombalamalardan Çeçen milisleri sorumlu tutarak “terörle mücadele” bahanesiyle Çeçenistan seferini başlattı. Başkent Grozni’nin alınmasına kadar geçen 4 aylık savaş zarfında Rus uçakları Çeçenistan’ı 11.300 defa bombaladı (bu dönemde Rusya’nın Çeçenistan’a yağdırdığı bombaların, ABD’nin Irak işgalinde kullandığından fazla olduğu iddia edilmektedir). Bombalardan kaçan Çeçen mültecilerin sayısı 200 bini geçecekti. Daha sonraları ise Çeçen milislerin yaptığı iddia edilen ve 250 sivilin öldüğü bombalamaların Rusya İstihbarat Örgütü tarafından gerçekleştirildiği iddiaları ortaya atılacaktı.
Devlet başkanlığı seçimine birkaç ay kala Çeçenistan seferini başlatan Putin, seçime birkaç hafta kala Çeçenistan’ı bombalayan savaş uçaklarından birinin yardımcı pilot koltuğuna oturarak Rus milliyetçiliği kartına sarıldı. Bu süreçte merkezi otoriteyi güçlendireceğinin işaretlerini de veren Putin, 7 Mayıs 2000’de yapılan başkanlık seçimlerinde ilk turda %53 oranında oy alarak devlet başkanı oldu. 2004 başkanlık seçimlerinde ise %71 oranında oy alarak ikinci kez başkan seçildi.
Bu süreçte Putin, beklenebileceği gibi, işçi sınıfını hedef alan saldırılardan da geri durmadı. 2001 yılında çıkardığı yeni iş yasasına göre günlük çalışma süresi 12 saate kadar; haftalık çalışma süresi ise toplamda 12 saat ilâ 16 saat arasında uzatılabiliyordu. 2004 seçimlerinden güçlenerek çıkması ise Putin’e, işçi sınıfına daha fazla saldırma cesareti verdi. Bu dönemde devreye sokulmaya çalışılan 122 numaralı federal yasa ile sosyal haklar tasfiye ediliyordu. Toplu taşımacılığın ve ilaçların ücretsiz olması gibi uygulamalar sona erdiriliyor, emekçilere ek ödenek verileceği açıklanıyordu. Öğrencilerin eğitim hakları da saldırı altındaydı. Ancak bu sefer Putin’in evdeki hesabı çarşıya uymadı. Emekliler başta olmak üzere yarım milyon işçi sokağa indi. 600 yerleşim biriminde aniden kitlelerin tepki göstermesi iktidarı korkuttu. Putin, yaşlı-emekli işçilerin sosyal haklarını koruma kararlılığını görerek yasayı geri çekti. Öğrencilerin eylem yapmasına bile gerek kalmadan onlarla ilgili saldırı yasası da geri çekildi. Ancak sosyal haklara yönelik saldırılar başka alanlarda devam etti. Konutların kullanım masraflarının sosyal hizmet kurumlarınca ödenmesine son verilerek bu masrafların kiracılar tarafından ödenmesi kararlaştırıldı. Sosyal konut elde etme hakkı kısıtlandı. Konutlar özelleştirildi. İşçiler ve öğrenciler kaldıkları yurtlardan ihraç edilirken emlak spekülatörlerinin önü de açılmış oluyordu. Toplu ulaşım fiyatları yükseltildi. Pek çok protesto eylemleri düzenlense de bu saldırılar geri püskürtülemedi.
Diğer taraftan Putin, Yeltsin döneminde hükümetleri yönlendiren büyük sermaye gruplarını da sindirmeye yöneldi. Berezovski ve Gusinski gibi seçkin oligarklarla ilgili yolsuzluk soruşturmaları başlatan Putin, Yeltsin döneminin yağmacı-türedi oligarklarının siyasi saltanatına önemli ölçüde darbe vurdu. Bazı kritik işletmeler yeniden devletleştirildi.
Bu otoriterleşme sürecinin bir parçası olarak Putin dönemi boyunca muhalif medya organları baskı altına alındı, bazıları kapatıldı. Basın özgürlüğü fiilen sona erdi. Putin’in geçmişini araştıran gazeteciler “şüpheli” biçimde “kaza” geçirerek öldü, Rusya dışına kaçan bazı muhalifler gittikleri ülkelerde suikasta uğradı.
Başta Çeçenistan olmak üzere “sorunlu” cumhuriyetlerin liderlerinin yetkileri kısıtlanarak Rusya Federasyonu’nun merkezi yetkileri arttırıldı. Bununla bağlantılı olarak, Çeçenistan sorunu, “terörle mücadele” söylemi üzerinden baskı aygıtlarını yetkinleştirmek üzere hâlâ bir bahane olarak kullanılmaktadır.
Putin bu süreçte Bonapartvari biçimde sivrilerek başarılı olmuştur. Ancak onun bunu başarmasında dönemin ekonomik koşullarının önemli ölçüde belirleyici olduğunu unutmamak gerekiyor. 2000-2008 yılları arasında petrol ve doğalgaz fiyatlarının yükselmesi, Rusya’ya hem büyük bir ekonomik getiri hem de uluslararası arenada siyasi güç bahşetti. Devlet işletmesi olan Gazprom (doğalgaz şirketi) dünyanın en büyük şirketleri arasına girdi. Petrol ve doğalgaz satışından sağlanan döviz girdisi dış ticaret açığının kapanmasını sağladı, döviz rezervleri artınca Ruble istikrar kazandı. Ekonominin olumlu sinyaller vermesi daha önceleri yurt dışındaki bankalara akan birikimlerin Rusya’ya dönmesini sağladı. Dışarıdan sermaye girişinin de başlamasıyla beraber ekonomide hızlı bir büyüme dönemine girildi. İktisadi temelin güçlenmesi Rus egemenlerinin özgüvenini pekiştirdi.
Avrupa’nın muhtaç olduğu doğalgazı elinde tutan ve Avrupa ülkelerine kendi doğalgazına muhtaç olduklarını sık sık hatırlatmaya başlayan Rusya, Avrupa nezdinde siyasi güç ve prestijini arttırdı. Petrol ve doğalgaz fiyatlarının yükselmesi, tüm dünyanın enerji kaynaklarının paylaşımına odaklandığı koşullarda hammadde zengini Rusya’ya büyük bir avantaj sağladı. Restorasyon döneminin kaotik ortamını geride bırakan Rus kapitalizmi, Avrasya açılımları ile emperyalist bir güç olmanın gereklerini yerine getiriyor; ABD ve AB emperyalistleri ile Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Orta Asya’da hegemonya mücadelesi yürütüyor.
Putin’in son dönemde popülist şovlara yönelmesi ve dünya basınında daha fazla yer tutması dünya kapitalizminin krizi ile yakından bağlantılıdır. Kapitalist kriz hammadde fiyatlarını aşağı çekerken Rusya’nın bu alandaki ekonomik avantajları tersine dönüyor. Yıllardır hızlı büyüyen ekonominin temposu yavaşlıyor, işsizlik artıyor. Kriz koşullarında işletmeler yatırımlarını azaltıyor. Krizin daha da derinleşmesiyle birlikte çelişkiler daha da yoğunlaşacaktır.
İşten çıkarmalar, işçi ücretlerinin ödenmemesi ya da geciktirilmesi, ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin uzatılması, sosyal hakların gaspı gibi uygulamalar giderek yaygınlaşıyor. Krizin faturasını emekçilere kesmeye yönelik tüm çabalar, işçi sınıfını adeta sınıf savaşımı arenasına davet ediyor. Elbette Rusya işçi sınıfı da, er ya da geç bu davete icabet edecektir. Putin gibi liderler ise işçi sınıfının bilincini bulandırmak ve mücadelesini yolundan saptırabilmek için her yolu deneyeceklerdir. Putin’in popülist şovlarının amacına ulaşması mümkündür; şayet Rusya işçi sınıfına Marksizmin ışığını taşıyacak devrimci bir öncü tarih sahnesinde yerini almazsa!
[*] Troçki, kapitalist restorasyonun Rusya’yı yarı-sömürge haline getireceğini de öngörmüştü. Kapitalist restorasyon 1930’lu yıllarda gerçekleşseydi o günün geri koşullara sahip Rusya’sında bu öngörü de önemli ölçüde doğrulanabilirdi. 1990’ların 30’lu yıllara göre kıyaslanmaz ölçüde gelişkin Rusya’sı ise, kapitalist restorasyonun başlangıç dönemlerinde emperyalizmin etkisini güçlü bir biçimde hissetmesine karşın “yarı-sömürge” haline gelmemiştir. Burada ilginç olan nokta şudur: Bugün dünyadaki bazı Troçkist çevreler, Troçki’nin 1930’lu yıllardaki çözümlemelerine dayanarak Rusya’nın yarı-sömürge haline gelmiş olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddia, Troçki sonrası Troçkizmin, Troçki’nin çözümlemelerini dondurarak onun çözümlemelerini nasıl karikatürize ettiğinin ibret verici örneklerinden biridir.