Avusturya devlet radyo ve televizyon kuruluşu ORF’nin internet sitesinde yayınlanan bir haber, bazen egemen sınıfların ne kadar “dürüst” ve “realist” davranmak zorunda kaldıklarının güzel bir örneği olması açısından oldukça ilginç. İnsanların yaşadıkları sosyal-ekonomik ortamın insan sağlığına olan dolaylı-dolaysız etkileriyle ilgili olarak Oxford Üniversitesi sosyal-epidemoloji uzmanı David Stuckler başkanlığında bir araştırmacı grubu, AB üyesi 26 ülkede şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir bilimsel araştırma yapmışlar. Bu araştırma sırasında, söz konusu 26 ülkenin 1970-2007 yılları arasındaki zaman dilimine ait kayıtlı bütün istatistik verileri göz önüne alınmış. Verilerin kaynağı ise Dünya Sağlık Teşkilatı WHO ile Uluslararası Çalışma Örgütü ILO. Araştırmanın ortaya çıkardığı gerçekler oldukça ürkütücü. İşsizlik oranındaki yıllık her %1’lik artış, 65 yaş altı grubundaki intihar vakalarının %0,8 oranında yükselmesine sebep olmuş. Bu da AB genelinde yılda 550 fazladan intihar vakasına tekabül ediyor. Buna paralel olarak cinayet vakaları da yine %0,8 oranında artmış. Ama bu arada “sevindirici” bir gelişme de olmuş! Trafik kazaları %1,4 oranında azalmış. İşsizliğin tırmandığı bir toplumda, otomobil sahibi insanların sayısının ters orantılı olarak düşmesinden ve buna bağlı olarak trafik kazalarının görece olarak azalmasından daha mantıklı ne olabilir ki? İşsizlik oranının bir yıl içinde %3’ün üzerinde yükseldiği daha kötü dönemlerde ise bunun insanlar üzerindeki yıkıcı psikolojik etkisi daha da dramatik bir durum almış. Bu dönemlerde intihar vakalarındaki yıllık artış oranı %4,5’e kadar yükselmiş. Bu da AB genelinde yıllık 3000 fazladan intihar vakası demek. Öte yandan aşırı alkol tüketimine bağlı ölüm olaylarının da bu dönemlerde %28 oranında arttığı tespit edilmiş. Bazı gelişmiş ülkelerin Keynesci politikalar çerçevesinde sosyal yardım ve harcamaları arttırdığı dönemlerde intihar olaylarında ve psikolojik rahatsızlıklarla ilgili şikâyetlerde gerileme gözlenmiş. Bu bilimsel araştırmaları yürütüp sonuçları medya organlarına takdim eden bilim adamları, biraz da içinde bulundukları küçük-burjuva sınıfsal konumlarından ötürü olsa gerek, bu ürkütücü manzaranın sorumluluğunu mevcut kapitalist sistemin sırtına yüklemek yerine, “daha sağlıklı sosyal politikalar üretilmeli” gibi yuvarlak lafları ağızlarında gevelemeyi tercih ediyorlar. Oysa gerçek bütün çıplaklığıyla ortada. Kapitalizmin insanlara işsizlikten, yoksulluktan, ruhsal bunalımlardan başka verebileceği hiçbir şey yok. Onlar da aslında bu “cinnet” düzeninin insan doğasında yaratmış olduğu yıkım ve tahribatın bal gibi farkındalar. Kısa bir süre önce Avusturya medyasında, bu zengin ülke için yüzkarası olarak değerlendirilmesi gereken bir haber daha gündeme geldi. Avusturya’da tam 100.000 çocuk, küçük, soğuk, kötü yalıtılmış ve rutubetli konutlarda yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu çocukların tamamı işçi-emekçi ailelerinin çocukları ve bu ailelerin %45’i sosyal yardıma muhtaç, yoksulluk sınırında yaşayan aileler. Bu çocukların büyük bir kısmının evlerinde oynayabilecekleri, ders çalışabilecekleri, uyuyabilecekleri bir çocuk odası bulunmuyor. Ekonomik anlamda zaten çok zayıf durumda bulunan emekçi ailelerinin satın alma güçleri, patlak veren krizle birlikte iyice düşmüş bulunuyor. Bundan 8-9 yıl kadar önce kendi para birimi olan şilingi tedavülden kaldırıp avro kervanına katılan Avusturya’da, “serbest piyasa ekonomisi” kuralları gereğince kontrolsüz bırakılan fiyatların başını alıp gitmesi neticesinde, yeni para birimi emekçi halka yalnızca pahalılık ve yoksullaşma getirdi. Mal ve hizmet fiyatları kısa bir süre içinde spekülatif şekilde ortalama %40 civarında artarken, işçi ve emekçilerin ücretleri birebir avroya ayarlanarak, hiçbir reel artış yapılmaksızın ödenmeye devam edildi. Aradan geçen yıllar boyunca bu eğilim hızını yitirmedi ve bugün ülkedeki mal ve hizmet fiyatları, şiling dönemine göre %100 artmış durumda. Kısaca özetlemek gerekirse, Avusturya emekçi halkı da kapitalizmin yıllardır sürdürdüğü neo-liberal, emek düşmanı politikalardan payını fazlasıyla almış bulunuyor. Avrupa Birliği genişleme süreci kapsamında Birliğin bünyesine alınan eski “sosyalist” ülkelerin bazı “uyanık” vatandaşları ise, bu gelişmeden kendilerine yeni gelir kaynakları yarattı. Bu ülkelerden Schengen anlaşması sayesinde pasaport bile göstermeden Avusturya’ya “turist” olarak gelen genç ve güzel kadınlar, Avusturyalı para babalarının cinsel fantezilerine cevap verip, kendi ülkelerindeki koşullarla kıyaslandığında astronomik sayılabilecek paralar kazanıyorlar. Erkekler ise suç çeteleri oluşturup hırsızlık, dolandırıcılık, yankesicilik, dilenci mafyası gibi sektörlerde sıradan Avusturya vatandaşının canını yakacak faaliyetlerde bulunup yolunu buluyor. Ahlâki çöküntü, fuhuş, çocuk pornosu, çocuk tacizciliği, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, seks turizmi, işsizlik, yoksulluk, ekonomik kriz, cinnet ve bunalım. İşte o allı-pullu Avrupa Birliği’nin Avrupa halklarına bahşettiği pembe hayat budur! Bu manzara karşısında hükümet ortağı Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin öngördüğü çözüm, Viyana’daki polis kadrosunu 1000 yeni polisle takviye etmek. Parti, bastırdığı bir bildiriyle, halktan bu konuda destek istiyor. Bir burjuva partisinden daha realist ve ayakları yere basan çözümler üretmesini beklemek zaten hayalcilik olurdu. Çünkü onlar bu düzenin sahibi olan egemenlerin politik temsilcisi ve mevcut sistemin muhafaza edilmesi bu “profesyonel” siyasetçilerin de var olma koşulu. Ekonomik küçülme ve şirket iflaslarına paralel olarak hızla tırmanan işsizlik Avusturya kapitalizmine alarm çanları çaldırırken, yakında bir şeylerin patlak vereceğinden korkuya kapılıp daha fazla kolluk gücü oluşturmaya çalışan bu burjuvalar, kurmayı tasarladıkları 1000 kişilik ilave polis kadrosuyla belki işsizliği de azaltmayı hedefliyorlar, kim bilir?! Sonuç olarak o polislerin maaşları ve teçhizatları da bu emekçi halkın ödediği vergilerden karşılanmayacak mı?!