
Afganistan’da devam eden mevcut savaşı anlamak için, bu trajik toprakların tarihini şekillendiren faktörleri göz önünde bulundurmak gerekir. Afgan tarihi, Afganistan’ı art arda zapteden istilâcılar sayesinde pek çok iniş çıkıştan geçmiştir. Bazıları gelip giderken, bazıları da yerel halkla bütünleşip kaynaştı. Afganistan Güney Asya’ya giriş kapısıydı. Yirminci yüzyılın başlarında Hindistan’ın İngiliz genel valisi Afganistan’ı “Asya’nın kokpiti” olarak adlandırırken, ünlü şair İkbal, Afganistan’ı “Asya’nın kalbi” olarak betimliyordu. Batıdan ve kuzey batıdan dalgalar halinde gelen Ariler, eski kültürü ve uygarlıkları silip süpürdü ve yeni bir kültürün temellerini attı. Bu topraklar en eski dinlerden olan Zoroastranizm, Maniçanizm ve Budizmin geliştiği topraklardı. MS 654’te Arap orduları Afganistan’a doğru hızla ilerlediler ve İslam mesajını taşıyarak Amu Derya ırmağına ulaştılar. Bu yeni dinin süratle başarı kazanmasının nedenlerini anlamak zor değildir. İran’a ve Afganistan’a egemen olan Sasani İmparatorluğu, parlak başarılarına rağmen, ezilen halk üzerinde aşırı baskılar uyguluyordu. Son 2500 yıl içinde Afganistan’da en az yirmi beş değişik hanedanlık hüküm sürdü. Cengiz Han ve Moğollarını, Persler, Yunanlılar, İskitler, Partlar, Hintliler, Beyaz Hunlar ve Türkler takip etti. Bunların hepsi de, Afganistan’ın bugünkü durumuna kısmen ya da tamamen şekil veren, Akdeniz’den Hint alt-kıtasına veya Hindistan’dan Orta Asya’nın bozkırlarına kadar uzanan çok geniş ancak kısa ömürlü imparatorluklardı. Her bir yeni istilâ veya göç, yüzyıllar boyunca şaşırtıcı karmaşıklıkta bir etnik mozaik yaratarak, arkasında, ya yerli halkları melezleştiren ya da onları dağlara çekilmeye zorlayan yerleşimciler biçimindeki kendi etnik tortularını bıraktı. Afganistan, kabaca Fransa boyutlarında olan ve her tarafı kara ile kuşatılmış bir ülkedir. Hindu Kuş ve Pamir sıradağları Afganistan’ı kuzey ve güney olmak üzere ikiye böler. 1979’da (yükselen devrimin ardından) yapılan ilk ve son nüfus sayımına göre, Afganistan’ın toplam nüfusu 15,5 milyondu. Yirmi dil konuşulmasına rağmen, insanların çoğu iki dili anlamaktadır: Paşto ve Farsçanın özel bir lehçesi olan Dari dili. Baskın etnik grup olan Paştunlar ülkenin güneyinde otururlar. Ülkenin kuzeyinde ise, aynı etnik ilişkiyle Orta Asya’dakilere bağlanan üç temel etnik grup vardır. Badgiş eyaletindeki küçük Türkmen nüfus Türkmenistan’la, Mezar-ı Şerif merkezli orta kuzey bölgedeki daha büyük Özbek nüfus Özbekistan’la, kuzey Afganistan Tacikleri de Tacikistan’la ilişkidedirler. On sekizinci yüzyılın başlarında, Güney Afganistan’da, iki önemli yerel güç olan Abdaliler ve Gazeliler ortaya çıktı. 200 yıl boyunca kabileler ve alt-kabileler, kendi amansız kan davalarıyla boğuşmuş ya da Afganistan’a gelip savaşan üç güçlü yabancı imparatorluk –Moğollar, İranlı Safeviler ve Orta Asya’nın Özbek hükümdarları– tarafından şu ya da bu ölçüde denetim altına alınmıştı. İranlı fatih Nadir Şah’ın 1747’de öldürülmesinin ardından, bu üç imparatorluk da buhar olmuştu. Nadir Şah’ın Ekim 1747’de ölümünün yarattığı politik boşluğu doldurmak için, kral belirlemek üzere Kandahar’da bir kabile reisleri Jirga’sı (meclis) toplandı. Jirga, Nadir Şah’ın ordusunda hizmet veren genç bir savaşçı olan Ahmet Han’ı seçti. Ahmet Han, türbanına takılan bir buğday başağıyla kral ilân edildi ve Ahmet Şah Dürrani ismini aldı. Ahmet Şah modern Afgan devletinin kurucusuydu ve fetihlerine önde gelen güç olan Paştunlar da dahildir. Onun ölümünden sonra imparatorluk hizipsel kabile savaşlarıyla parçalanmıştır. 1780’de Dürrani İmparatorluğu, Orta Asya hükümdarlarıyla, Amu Derya ırmağının Orta Asya ile yeni Afganistan devleti arasında sınır olarak tayin edildiği bir anlaşma yapmıştı. Sonraki yüzyılda Dürrani imparatorları İndus ırmağının doğusundaki topraklarını kaybettiler. Çeşitli Dürrani klanları arasındaki kan davaları, güçlerinin boşa harcanmasına yol açtı. Kuzeni Davud Han’ın kral Zahir Şah’ı tahtan indirip Afganistan’da cumhuriyet ilân ettiği 1973’e kadar, Afganistan’da 200 yıl boyunca şu ya da bu Dürrani klanı egemenliğini sürdürdü. Afganistan’a sonunda bir ulusal birlik görünüşü veren, her şeyden çok Avrupa emperyalizmi oldu. Ahmet Şah’ın fethinden kısa bir süre sonra, Hindistan’da, Clive’ın Plassey’deki zaferi, İngiltere’nin Afganistan’ı egemenliği altına almak için amansız yürüyüşünü başlattı. Avrupa’da Napolyon gücünün doruklarındaydı. Çar I. Aleksandr ile 1807’de Tilsit anlaşmasını imzaladılar ve Hindistan’a ortak bir akın yapmayı planladılar. Bu tehlike, İngilizleri Afgan hükümdarlarla dostane bir anlaşma yapmaya sevk etti. Elphinstone, ona verilen özel bir görevle, güncel savunma yolları ve araçlarını tartışmak için Peşaver’de Şah Şuja ile görüştü ve 7 Haziran 1809’da bir anlaşma imzalandı. Ancak anlaşmanın mürekkebi bile kurumadan Şah Şuja iktidarı kaybetti. Şah Şuja yakayı kurtarmayı başardı ve Lahor’a kaçarak İngilizlere sığındı. 1821-33’te bir İngiliz görevlisi olan A. Barnes, Afganistan’ı, Buhara’yı ve Türkmenistan’ı ziyaret etti. Daha önce Lahor’daki Maharaja Ranjit Singh’in mahkemesine gelmişti. Barnes aslında topografya ve bununla ilişkili diğer askeri görevler üzerinde çalışmak üzere görevlendirilmişti. Mayıs 1836’da Afganistan Kralı Dost Muhammet Rusya’ya bir elçi gönderdi. Elçi, Rusya’dan, Çar I. Nikola’nın Rusya, İran ve Afganistan arasında işbirliği öneren mesajını getiren bir Rus görevlisi olan Yüzbaşı Yan Vitkerich ile birlikte döndü. Dost Muhammet Rusya’ya elçi gönderdiğinde, Kâbil’de bir İngiliz elçisi ortaya çıktı. Bu, Dost Muhammet’i yenmekle görevlendirilmiş olan Yüzbaşı A. Barnes’tan başkası değildi. Afgan-İngiliz görüşmeleri bir anlaşma yapılmaksızın son buldu. Dost Muhammet I. Nikola’nın teklifini kabul etti. Bu İngiltere’yi kızdırdı ve bir kez daha Afganistan’a saldırmak için Şah Şuja’yı desteklemeye başladılar. İngiltere, Maharaja Ranjit Singh ve Şah Şuja arasında bir anlaşma imzalandı. İngiliz emperyalizmi ve Ranjit Singh, Şuja’yı atadan kalma tahta tekrar oturtmaya söz verdiler. Firozpur’da toplanan İngiliz güçleri 2 Kasım 1838’de Kandahar’a doğru yürümeye başladılar. Karl Marx şöyle kaydeder: “Palmerton (İngiltere başbakanı) parlamentonun bilgisi dışında savaşa girdi. Afgan savaşı, sahte belgelerle hafifletildi ve haklı gösterildi.” 25 Nisan 1839’da İngiliz birlikleri şiddetli bir savaşın ardından Kandahar’ı ele geçirdiler ve Şuja’yı kral olarak atadılar. Ancak Kâbil’de, Cakar-Celalabat yakınlarında şiddetli bir dirençle karşılaştılar. Afgan halkı onlara dört bir yandan saldırdı. 15.000 İngiliz birliğinden sadece biri Celalabad’a ulaştı. 13 Ocak 1842’de, nöbetçiler, lime lime olmuş bir İngiliz üniforması içinde, acınacak haldeki bir atın üzerinde bir adam fark ettiler; at da adam da ümitsiz bir şekilde yaralanmıştı. Bu adam, üç hafta önce Kâbil’den ayrılan 15.000 kişi içinde hayatta kalan tek insan olan Dr. Brydon’du. Açlıktan ölmek üzereydi, diye yazar Karl Marx Hindistan tarihi üzerine yazdığı ünlü notlarında. Afgan kuvvetleri Kandahar’ı kuşattı. Nisan 1842’de Şuja, Bala Hisar kalesinde yakalandı. İngiliz kuvvetleri ilk İngiliz-Afgan savaşında çok kötü bir şekilde yenilmişlerdi. Tarihten ders almayı öğrenmek zordur. İngilizler bile Afganistan’a yaptıkları ilk müdahalenin feci sonuçlarını çabucak unuttular. Gelecek 50 yıl boyunca İngiliz politikası iki aşırı uç arasında bocaladı. Bir düşünce okulu, karışıklık çıkaran halkı Hindistan’ın kuzeybatı sınırında kendi başlarına bırakma taraftarıydı. Diğeri ise, sınırlarını kuzeyde Hindu Kuş’a kadar genişletmedikçe Hindistan’ın hiçbir zaman güvende olamayacağını savunuyordu. 1860’larda Rusya’nın yeniden güneye doğru yürümeye başlaması, 1878’deki ilerleme politikasını güçlendirdi. Bir Rus diplomatik heyetinin 21 Kasım 1878’de Kâbil’e gelmesi, bunu daha da teşvik etti. İngiliz ordusu Afganistan’ı ikinci kez istilâ etti. Ancak Afganlar ikinci İngiliz istilâsını bu kez de bozguna uğrattılar. Halk yine isyan etti ve Kâbil’de genel bir ayaklanma oldu; Binbaşı Cavagnari ve İngiliz ordu heyetinin kurmayları öldürüldü. Kâbil’in yeni hükümdarı olan Abdul Rahman Han, ironik bir şekilde, Rus üniforması giyerek ve askeri yardım teklifiyle doğrudan Rusya’dan geldi. İkinci İngiliz-Afgan savaşı olan 1878-80 savaşı Afganistan’ı İngiliz kontrolü altına sokamasa da, en azından Kâbil’de bir dereceye kadar dostça bir rejim kurdu. Abdul Rahman Han’ın, ülkesinin nazik konumuna ilişkin hiçbir yanılsaması yoktu. İki aslan arasında kalan bir keçi ya da iki değirmen taşı arasındaki bir buğday tanesi misali Afganistan gibi küçük bir güç, nasıl olur da iki taş arasında toz haline gelmeden kalabilir? diye yazıyordu otobiyografisinde. Haleflerine önerebileceği tek çözüm, dikkatli bir politika izlemeleri veya tarafsız kalmaları, Afganistan’ın iki büyük komşusunun düşmanlığından kaçınmaları ve bunların ülkenin içişlerine karışmalarına engel olmalarıydı. İngilizler Afgan halkına boyun eğdirme amaçlarından vazgeçmediler. Birkaç yıl içinde büyük bir İngiliz kuvveti Afganistan’ın doğu ve güney sınırlarına gelip dayandı. Ve 12 Kasım 1893’te de, İngiliz hükümetinin Hindistan’daki dışişleri sekreterlerinde biri olan Henry Durand buraya ulaştı. Emir Abdul Rahman Han Afganistan’ın yeni sınırını kabul emek zorunda kaldı. Durand hattı olarak adlandırılan bir hat, yeni sınır çizgisi olarak belirlendi ve Afganistan’ı nüfusunun üçte birinden mahrum bıraktı. Durand hattı Afgan halkını yapay bir şekilde böldü ve doğal olmayan bir sınır yarattı. Sonraki kırk yıl boyunca, 1919’daki üçüncü Afgan savaşına kadar, Afganistan İngilizlerin hamiliği altında kaldı. 1905 Rus devriminin Afganistan üzerinde de etkisi olmuştu. Afganistan’da ve Türkiye’de bir reform hareketi başladı. Nasirullah Han’ın kardeşi Kral Habibullah, 1901’de Siraj-ul Akber gazetesini yayımlamaya başlayan Tarsi grubunda aktif bir rol aldı. Bu, ilerici unsurlar ve vatansever subaylar arasında çok popüler oldu. Genç Türklerin sesi haline geldi. Gerçekten bu dönem, Lenin’in de süreci tanımladığı gibi, Asya’nın uyanış dönemiydi: “Hindistan’daki birçok radikal grup anti-emperyalist bir cephe kurmak için Afganistan’a göç etti. 1917 Kasımında, tüm dünyayı, özellikle de Asya’yı sarsan Ekim Devrimi, Rusya’da yeni bir dönem açtı. Yeni bir çağ başladı ve boyunduruk altındaki diğer birçok ülke gibi Afganistan da bundan son derece etkilendi.” Bolşevik devrimi Asyalı halk yığınları arasında umutları canlandırdı. Kral Amanullah Bolşevik devriminden o kadar çok etkilendi ki, Afganistan’ın bağımsızlığını ilân etti. Sovyetler Birliği Amanullah hükümetini tanıdı. Bolşevikler, yaptıkları işler sayesinde, özellikle Doğu’nun çalışan kitlelerinin dostu olduklarını gösterdiler. Ancak Afganistan’ın bağımsızlığı İngiliz emperyalizmi tarafından gerçekten kabul edilmedi. Hindistan’daki Afgan elçisi, dışişleri sekreteri Henry Dobbas tarafından çağırıldı ve bir Bolşevik büyükelçisinin Kâbil’e gelmesine Afganistan’ın neden izin verdiği soruldu. Afgan elçisi bunun sebebinin Afganistan’ın bağımsız olması olduğunu söylediği zaman, Dobbas, Amerika, Fransa ve İtalya’nın da bağımsız olduğuna, ama bunların Bolşevik elçilerin oralara gitmesine izin vermediğine işaret etti! Dobbas, Amanullah’ın bayrağının kırmızı olduğuna ve bunun aynı zamanda Bolşeviklerin bayraklarının da rengi olduğuna dikkat çekti. 28 Şubat 1921’de Afganistan ve Sovyet Rusya arasında bir dostluk anlaşması imzalandı. Çok kısa bir süre sonra Amanullah Asya’da popüler oldu. Moskova’da Afgan-Türk dostluk anlaşmasının imzalanmasından sonra, Afgan elçisi Batı’ya hareket etti. 28 Nisanda Paris’te bir Afgan-Fransız ticaret anlaşması ve 3 Haziranda İtalya’yla diplomatik ilişkilerin kurulmasına ilişkin bir anlaşma imzaladı. 22 Haziranda Tahran’da İran’la bir dostluk anlaşması imzalandı. Afganistan, tarihinde ilk olarak, İngiliz ikiyüzlülüğü tarafından sıradağlar arasında yalıtıklaştırılmaktan kurtuluyordu ve bunların hepsi Ekim devrimi sayesindeydi. 22 Kasımda, Afganistan ve İngiltere arasında, dış politika da dahil olmak üzere Afganistan’ın tam bağımsızlığının tanındığı bir anlaşma imzalandı. Yardım ödenekleri kaldırıldı, ancak 1893 sınırı (Durand Hattı) yeniden onaylandı. Amanullah Afganistan’da ilerici reformlar gerçekleştirdi. Afganistan’ın laik bir devlet olduğunu ilân etti. Devlet işlerinde din adamlarının rolü azaltıldı ve mollaların ve kabile şeflerinin topraklarına sınırlama getirildi. Daha önce vergi vermekten muaf olan bazı kabilelere vergi konuldu. Bir bankacılık sistemi getirildi. Kölelik yasaklandı, hem kadın özgürlükleri konusunda hem de eğitim alanında reformlar başlatıldı. Amanullah 1928’de altı aylık bir Avrupa turuna çıktı. Ziyaretleri sırasında ticaret anlaşmaları yaptığı gibi, Batı’dan yeni ekonomik paketler de aldı. Bu reformlar, tüm geleneksel kabile toplumunu sarstı. En çok etkilenenler mollalardı. Vakıf topraklarına el konuldu, mollaların hakimiyetleri azaltıldı ve bağımsız mahkemeler kuruldu. Kadınların eğitiminin yaygınlaşması da bunların toplumsal pozisyonlarını tehdit ediyordu. Bunlar, feodal lordlarla birlikte, sonunda Amanullah’ın devrilmesine neden olan İngiliz emperyalizminin de desteğiyle gericiliğin çekirdeğini oluşturuyorlardı. Anarşik durumdan avantaj elde eden kişi, başkentin kuzeyindeki vadilerden birinden olan, Baça Saqa (“su taşıyıcısının oğlu”) takma adlı bir Tacik eşkıya idi. Saqa, en azından Taciklerin gözünde, zengin yolcuları ve kraliyet yetkililerini soymakla ve ganimetin bir parçasını fakirlere dağıtmakla ün salmış Robin Hood benzeri bir şahsiyetti. Kâbil’i ele geçirdi ve kendisini Afganistan kralı olarak ilân etti. Amanullah kaçtı ve Roma’ya yerleşti, tahtı elinden alınan bir başka kral olarak Zahir Şah da kırk yıl sonra bu örneği izleyecekti. 1929 başlarında Nadir Han Paris’ten Hindistan’a gitti ve Kâbil’i yeniden alma girişiminde bulunmak için İngiltere’den yardım istedi. İngilizler için bu iyi bir fırsattı. Ekim ortalarında Nadir Han yeterince büyük bir kabile ordusu toplayarak Baça Saqa’yı yendi ve Kâbil’i işgal edip kral oldu. İlk adımı, Amanullah karşıtı ajitasyonu ateşleyerek çok önemli bir reform karşıtı rol oynamış olan dini liderlerin desteğini almak oldu. Önemli camilerin imamlarına hükümetten maaş bağlattı. Kasım 1933’te, genç bir öğrenci, muhtemelen Amanullah ailesiyle aralarındaki kan davası nedeniyle, onu kendi sarayında vurdu. Nadir Han’ın 19 yaşındaki oğlu Prens Zahir Şah 8 Kasım 1933’te kral oldu. Ancak Zahir Şah hükümdarlık ettiği 25 yıl boyunca amcalarının gölgesindeki bir kukladan başka bir şey değildi. Nadir Şah 1933’te öldürüldüğünde, Prens Zahir Şah ve daha sonra monarşiyi yıkan ve cumhuriyeti kuran kuzeni Davud, henüz onlu yaşlardan çıkmamışlardı bile. İki kuzen birlikte büyüdüler. Her ikisi de Fransa’da eğitim gördü ve eğitimlerine sınıf arkadaşı olarak Kâbil’deki Afgan Askeri Koleji’nde devam etti. 1973’te HDHA’daki [1] Parçam [2] grubunun yardımıyla kuzeni Davud tarafından devrilen Zahir Şah, Roma’ya sürgün gitti.