Gerek Türkiye’de gerekse dünyada burjuvazi milliyetçiliği her geçen gün daha da yükseltiyor. Emperyalist hegemonya savaşının kızışması ile dünyanın her yerinde emekçilere dönük saldırılar artıyor, anti-demokratik yasalar yürürlüğe konuyor, işçi-emekçi yığınlar üzerindeki baskı artırılarak toplum sindirilmek isteniyor, faşizan uygulamalar baş gösteriyor. Bu çerçevede, burjuva devlet, görünmeyen, yasadışı yüzü de dâhil olmak üzere tüm kurumlarıyla daha da güçlendiriliyor. 11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan emperyalizminin emekçilere dönük başlattığı ve kitlelerin birbirini ihbar etmesi üzerine kurduğu fişleme operasyonu gerçekten de faşizm uygulamalarını hatırlatmaktadır. Avrupa ülkelerinde faşist partilerin oy oranları yükselirken, neo-Naziler yabancı düşmanlığını kışkırtarak başka uluslardan işçilere dönük saldırılar düzenliyorlar. Son günlerde statükocu-devletçi burjuva güçlerin yükselttiği şovenizm histerisiyle faşist hareket kendine alan açmaya çalışırken, milliyetçilik ve faşizm meselesi de tartışma gündemine girdi. Ne var ki kapitalist düzenin hekimliğine soyunan sosyal demokratlar, liberal aydınlar ve hatta sözümona sosyalistler, faşizmin kapitalizm ile bağlarını kopartarak tarihsel bir çarpıtmayla konuyu ele alıyorlar. Böylelikle faşizm, akademik ve liberal burjuva çevrelerde entelektüel bir tartışma konusu olmaktan ileri gitmezken bir taraftan da yanlış fikirler pompalanıyor. İşte tam da bu konu tartışılırken meseleyi Marksist bir yaklaşımla inceleyen çalışmalara bakmakta yarar var. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme – Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili adlı kitabında faşizm olgusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini ortaya koyuyor. Marx’ı, Lenin’i, Troçki’yi ve Komintern belgelerini inceleyerek, somut tarihsel örnekler üzerinden konuyu Marksist bir bakış açısıyla ele alıyor. Burjuva devletin aldığı farklı siyasi biçimleri incelerken Çağlı, biçime dair önemsenmesi gereken bir yöntem izliyor. Çalışmadaki Marksist yöntem ve kullanılan dilin berraklığı, politik bir kaygının özenle gözetildiğini gösteriyor. Böylece Çağlı, kapitalizmin gelişme aşamasında ve onun emperyalizm döneminde ortaya çıkan burjuva olağanüstü rejimleri –Bonapartizm, faşizm– inceleyerek, bu rejimlerin farklılıklarını ve kimi zaman birinden ötekine geçişleri de gözler önüne seriyor. Çağlı’nın eserinin özgünlüğü, 19. yüzyılın olağanüstü burjuva rejimlerini ve 20. yüzyıl boyunca birçok ülkede yaşanan faşizm olgusunu belli bir bütünlük içinde ele almasıdır. Kitapta sorun bütün boyutlarıyla ele alınıyor. Burjuva devlet aygıtının genel yapısı ve olağanüstü siyasi biçimlenmeleri, kapitalist üretim ilişkileri ve sınıflar mücadelesinin gidişatıyla bağı içinde inceleniyor. Zira kapitalizmin gelişme döneminde ve sonraki aşamalarında burjuva devlet tipi aynı kalmasına karşın, onun siyasi biçimlenmeleri sürekli değişmiştir. Marx, kapitalizmin gelişme dönemindeki burjuva devletin aldığı siyasi biçimleri, burjuva devletin bir tahliline girişerek 18 Brumaire’de ortaya koymuştu. Ancak sermayenin yoğunlaşarak ve merkezileşerek yarattığı ve kapitalist çelişkileri de keskinleştirerek bir üst evreye taşıdığı tekeller dönemi olan emperyalizm çağındaki burjuva siyasal biçimler Marx’ın döneminden belli farklılıklar gösterir. Fakat ikincinin anlaşılması için birincinin incelenmesi elzemdir. Çağlı, kitabına koyduğu adla da burjuva olağanüstü rejimlerin birbirinden bağımsız ele alınmaması gerektiğini belirtmiş oluyor. Kitabın önsözünde, burjuva olağanüstü rejimlerin geçmişteki ve bugünkü biçimlenmeleri arasındaki ilişkiye dikkat çekiliyor: Burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimlenmeleri konusunda sağlıklı bir tartışma yürütebilmek için, Marx’ın Bonapartizm çözümlemesinden hareket etmenin vazgeçilmez bir zorunluluk olduğu açıktır. … Marx’ın değerlendirmeleri bir yönüyle o dönemin somut koşullarını yansıtıyor olsa da, dikkatli biçimde incelendiğinde görülecektir ki, aslında kapitalizmin daha sonra ortaya çıkan olağanüstü yönetim biçimlerinin kavranabilmesi bakımından da inanılmaz zenginlikte ipuçları sunmaktadır. Bu ipuçlarından hareketle günümüze doğru düşünsel bir yolculuğa çıkmaksızın, emperyalizm aşamasına ulaştığında kapitalizmin içinden çıkardığı yeni bir olağanüstü biçimi, faşizmi lâyıkıyla kavramak mümkün değildir. Burjuva olağanüstü yönetim biçimlerine ihtiyaç duyulmasının nedeni kapitalizmin bir işçi devrimiyle tehdit edilmesi gerçeğidir. Egemen sınıfın içine düştüğü yönetememe bunalımı ve işçi-emekçi yığınların eskisi gibi yönetilmemek için ayağa kalkmasıyla burjuva düzen birdenbire ölümcül bir devrim tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Burada burjuvaziyi dar boğaza sürükleyen esas güç, işçi sınıfının kapitalizme karşı ayağa kalkmasıdır. Ancak kapitalizmin gelişme dönemindeki karşı-devrim reaksiyonu ile emperyalizm döneminin karşı-devrim reaksiyonu kuşkusuz aynı olamaz. Çağlı özellikle bu ayrımın altını çizerken, olağanüstü siyasal biçimlenmeleri şemalaştırmanın Marksist bir yaklaşım olmayacağını, sürecin diyalektik gelişimiyle bu rejimlerin birbirinin içine de geçebileceğini vurgular. Nitekim 12 Eylül faşist diktatörlüğünün çözülüş süreci Bonapartist bir rejime hayat vermiştir: 1983 yılında yapılan seçimlerle askeri faşist cuntanın yönetimden çekilmesi ve yerini sözde parlamenter bir işleyişin alması, olağanüstü yönetimin faşist diktatörlük biçiminin sona ermesi anlamına gelir. Olağanüstü yönetim, bu kez de Özal başbakanlığındaki 1983-1989 döneminde Bonapartist bir biçim altında varlığını sürdürmüştür. Olağanüstü rejimdeki bu biçim değişikliği, açık savaş yöntemleriyle devrimci hareketi ezip temel görevini yerine getirmesinden sonra, faşist diktatörlüğün Bonapartist bir yönetim doğrultusunda çözülebileceğinin örneğini verir. Finans kapital, giriştiği yeniden yapılanma hamlesini işçi mücadelesinin tekrar kesintiye uğratmasını önlemek ve devrimci hareketin yeniden başını kaldırmasını engellemek amacıyla bu kez de Bonapartist yönetim biçimine ihtiyaç duymuştur Elif Çağlı emperyalizm döneminin olağanüstü burjuva rejimlerinin çeşitli görünümler aldığını vurguluyor. Klasik faşizmi şemalaştırarak askeri diktatörlük görünümlü faşizm biçimlenmelerini sırf şemalarına uymuyor diye faşizmden saymayan anti-Marksist yaklaşımları da eleştiriyor. Almanya ve İtalya’da faşizm, sivil partiler aracılığıyla ve geniş küçük-burjuva kitleler üzerine basarak iktidara tırmanmıştı. Proleter devrimin muzaffer olmayışı karşısında umutsuzluğa kapılan küçük-burjuva ve lümpen proleter yığınlar soluğu hızla karşı-devrim kampında alırken, faşizm, çeşitli motifler kullanarak ve milliyetçi ideolojiyle kitlelerin beynini yıkayarak, küçük-burjuvaziye kurtuluş ümitleri vererek iktidara gelmişti. Korkunç bir diktatörlük kuran faşizm işçi sınıfının tüm örgütlerini ve siyasi partilerini dağıtmış, ezmiş, yok etmişti. Çağlı, faşizmin iktidara geçmesiyle yeni devlet aygıtları oluşturmadığını, fakat iktidar tekeli oluşturarak monolitik bir yapı kurduğunu vurgulayarak Troçki’den şu pasajı aktarıyor: Faşizm zafere ulaştıktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idari ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal eline geçirir. Almanya ve İtalya dışındaki ülkelerde de iktidarı tehlikeye girdiğinde, burjuvazi farklı görünümler altında bile olsa faşizme başvurmaktan geri durmamıştı. Bu dönemde Troçki’nin, Polonyalı Marksistlerin, askeri diktatörlük görünümündeki Pilsudski rejimini faşizm olarak değerlendirmemelerini eleştirdiğini hatırlatan Çağlı, Türkiye’de, Latin Amerika’da ve birçok ülkede yaşanan askeri diktatörlük biçimindeki faşizm örneklerine dikkat çekiyor. Faşizmin iktidara yürüyüş biçimine bakmanın yetersiz olduğunu, esas olarak kurulan iktidarın taşıdığı öze bakmak gerektiğinin altını çiziyor. Bununla birilikte askeri faşist diktatörlüklerin iktidara gelmeden önce küçük-burjuva ve lümpen kitlelerin hoşnutsuzluğunu kullandığını, bu iktidarların ansızın peyda olmadığının unutulmaması gerektiğini hatırlatıyor: Yunanistan’da yaşanan 1967 Albaylar cuntası, Şili’deki 1973 Pinochet rejimi, Türkiye’deki 12 Eylül Askeri Cuntası gibi siyasal rejimler, bu ülkelerde finans kapitalin dışa açılma ihtiyacına, bu doğrultudaki yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesi dönemine denk düşen ve devrimci mücadelenin, işçi hareketinin açıkça ezilmesini amaçlayan kanlı siyasi yönetimlerdir. Öncekilerden farklı olarak, bunlar faşist tipte askeri diktatörlüklerdir. Faşizmi küçük-burjuvazinin iktidarı olarak sunan Poulantzas’ı eleştiren Elif Çağlı, iktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm ayrımına dikkat çekiyor: “Faşist diktatörlüğün sınıf niteliği ile, faşizmin seferber ettiği kitle hareketinin sınıf niteliği kesinlikle aynı kapsamdaki sorunlar değildir.” İktidara yükselen faşizm ele geçirdiği devlet tekelini küçük-burjuvaziyi ezmek için kullanmaktan çekinmez; hatta buna mecbur kalır. Çok keskin bir dönüş yaparak üzerinde yükseldiği küçük-burjuva kitlelere saldırır, devletin çelik mengenesinde onu sıkarak ve ortamı terörize ederek küçük-burjuva hareketi bastırır. Böylelikle tüm toplumu etkisiz hale getiren faşizm, finans kapitalin en kanlı diktatörlüğünü kurar. Lenin sonrası Komintern’in faşizm tahlillerini eleştiren Çağlı, Troçki’nin faşizm tahlilinin ve önerdiği mücadele yöntemlerinin ana hatlarıyla geçerli olduğunun altını çiziyor. Sovyet bürokrasisinin elinde kapitalist dünya ile diplomasi aracına dönüştürülen Komintern’e göre sosyal demokrasi faşizmin ikiz kardeşiydi. Bu Stalinist yaklaşıma göre sosyal demokrasi ve faşizm bir ve aynı olgulardı ve bundan dolayı her ikisine karşı da aynı tavrı almak gerekiyordu. Böylece sosyal demokrat partiler sosyal faşist ilan edilerek geniş işçi yığınları faşizmin kucağına itilmiş olunuyordu. Oysa Lenin dönemindeki Komintern ve Troçki, sosyal demokrasiyi burjuva düzenin olağan döneminin bir parçası olarak adlandırırken, faşizm ile farkını da kesin bir şekilde ayırarak vurguluyorlardı. Zira faşizm burjuva düzenin en kanlı diktatörlüğüdür ve burjuva olağan parlamenter rejimlerle büyük farklılıklar gösterir. Sosyal demokrat partiler de dahil tüm işçi örgütlerini darmadağın ederek işçi sınıfını koyu bir sömürü ve baskı altına alır faşizm. Bu farklılıklar ise işçi sınıfının mücadele taktiklerinin tayini bakımından oldukça önemlidir. Aynı Komintern, Almanya’da faşizm iktidara geldikten sonra oportünist bir manevrayla, sosyal faşist ilan ettiği sosyal demokrasi ile “Halk Cepheleri” kurmaktan çekinmeyecekti. Üstelik orta burjuvaziyi ve büyük burjuvazinin bir kesimini bu cephenin içine çekmek amacıyla, faşizmi finans kapitalin yalnızca en kudurgan kesiminin diktatörlüğüne indirgeyerek, faşist rejimin sınıfsal tabanını daralttı. Böylece Stalinist Sovyet bürokrasisi sınıf işbirlikçiliğine teorik bir dayanak oluşturmuş oluyordu: Fakat daha baştan hatırlatalım, bu ve faşizme ilişkin benzeri tanımlarda yer alan finans kapital vurgusu (ya da aynı gerçekliği anlatmak bakımından kullanılan büyük sermaye, tekelci burjuvazi gibi kavramlar), onun emperyalizm çağında burjuva düzenin hegemon gücü olması bakımından önem taşır. Yoksa burjuva düzen devam ettiği sürece, burjuvazi bir bütün olarak egemen sınıf olmayı sürdürür. Kitabının üçüncü bölümünü esas olarak Türkiye’ye ayıran Çağlı, Türkiye’nin kuruluş sürecini, tepeden burjuva devrimleri ve ortaya çıkan Kemalist devletin yapısını inceliyor. Aynı bölümde üç ayrı askeri darbeyi ele alan Çağlı, 12 Eylül faşizmini Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan klasik faşizm örnekleri ile karşılaştırarak çözümlüyor ve aralarındaki kimi biçimsel farklılıklara rağmen özsel aynılığını vurguluyor. Ek bölümlerde ise başta Latin Amerika ülkeleri, İspanya ve Yunanistan’da faşizmin aldığı görünümleri ele alıyor. Gerek önceki bölümlerde gerekse Türkiye’deki 12 Eylül faşizmini incelerken, faşizmin iktidara yükselişi ile iktidardaki faşizm ve çözülme evresindeki faşizmin farklılıklar gösterdiğini özellikle vurgulayan Çağlı, böylece Türkiye’deki solun sürekli faşizm savını da eleştiriyor. Bu husus önemlidir. Zira faşizmin iktidarda olduğu ve işçi sınıfının tüm sendikal ve siyasal örgütlerinin dağıtıldığı kanlı bir dönem ile, burjuvazinin devrim korkusunu atlatarak düzenin iplerini gevşettiği çözülme dönemlerinde işçi sınıfı için izlenmesi gereken politikalar aynı olamaz. Faşizm iktidardayken atomize olmuş işçi hareketi, faşizmin çözülme evresinde burjuvazinin araladığı kısmi “demokratik” ortamı kullanmaktan geri durmaz ve bu durum kendi çalışma biçimlerini ve taktiklerini de beraberinde getirir. Çağlı, Türkiye’deki faşizm sürecini şöyle özetliyor: 12 Eylül faşist diktatörlük dönemiyle başlayıp, Bonapartist bir yönetim ve asker-polis devlet uygulamalarının ağır bastığı fazlarla ilerleyen süreci, bir bütün olarak 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak doğru bir tutumdur. Zira burjuva devletin faşist iktidar biçimi ortadan kalkmış olsa dahi, faşist iktidarın siyasal ve toplumsal yaşamda yarattığı altüstlüğün uzantı ve kalıntıları devam etmiştir. İşte bu nedenle 1983’ten 2002’ye uzanan süreci, 12 Eylül rejimi olarak adlandırmak anlamlıdır. Fakat özel olarak faşist diktatörlüğün çözülüşüyle, genel olarak 12 Eylül rejiminin çözülüşünü de birbirine karıştırmamak gerekir… Böylece Türkiye’de, faşizmin iktidara tırmandığı 12 Eylül öncesi dönem, faşizmin iktidarda olduğu askeri cunta dönemini ve nihayet 1983’te cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra işlemeye başlayan faşizmin tasfiye dönemini birbirinden ayırt etmiş oluruz. Genel olarak milliyetçiliğin yükselişe geçtiği ve faşizmin tartışıldığı bir konjonktürde Elif Çağlı çalışmasıyla faşizm olgusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini Marksist açıklıkla ortaya koyuyor. Akademisyenlerin ve liberal aydınların faşizmi kapitalizmden kopartarak ele almasına ve kimi sosyalistlerin “artık burjuvazi akıllandı, faşizme başvuramaz” kör yaklaşımlarına karşı Çağlı’nın eseri özellikle okunmalı. Genç işçi ve öğrenci devrimcilerin, faşizm konusunda yaratılmaya çalışılan bunca kafa karışıklığına karşı Marksist bir bilinçle donanmaları ve olayları tarihi bütünlük içinde, diyalektik-materyalist açıdan kavramaları mutlak bir zorunluluktur. Elif Çağlı çalışmasıyla bu olanağı bizlere sunmuş bulunuyor.