Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı

1 Ekim 2005

Kendisini dünyaya "parlamenter demokratik" bir rejim olarak tanıtan Türkiye’deki burjuva rejimin, Batı’ya kıyasla sergilediği anormallik ve çarpıklıklar, özellikle AB süreci başladığından bu yana, hem içerde hem de dışarda iyice göze batar olmuştur. Gerçekten de bu ülkede asker-sivil yüksek bürokrasinin siyasal iktidar mekanizması içinde sahip olduğu özgül konumun (ya da statünün), Batı’nın burjuva parlamenter rejimlerinde görev yapan bürokrasinin konumundan oldukça farklı ve oldukça fazla bir şey ifade ettiği çok açıktır. Acaba bu farklılık nereden kaynaklanmaktadır? Bu soruyu sağlıklı bir şekilde yanıtlayabilmek için, bizdeki asker-sivil yüksek bürokrasinin (aristokratik bürokrasi de diyebiliriz buna) tarihi köklerine inmek ve bu sosyal kategorinin Osmanlı’dan Cumhuriyete uzanan tarihsel süreçteki serüvenine biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Bu aynı zamanda, Türkiye ile Avrupa kapitalizminin tarihsel gelişme farklılıklarını anlamamız bakımından da önemli ipuçları sunacaktır bize.

Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /1

1.Bölüm

Bugünü anlamak geçmişi doğru kavramakla mümkün

Uzun süreden beri burjuva devletin zirvesinde, başta Avrupa Birliği (AB) sorunu olmak üzere pek çok sorunda (Kürt sorunu, Kıbrıs, demokratikleşme, sivilleşme vb.) içten içe bir çatışmanın yürüdüğü biliniyor. Burjuva iktidar bloku içinde gelişen bu çatışmanın, AB’yle bütünleşmek isteyen liberal burjuva kesim ile, eskide ayak direyen statükocu-milliyetçi burjuva kesim (asker-sivil yüksek bürokrasi) arasında geçtiği de bir sır değil. Burada dikkat çeken husus, statükocu-milliyetçi kesimin sergilediği ilginç tutumdur. Marx’ın da belirttiği gibi, varlık nedeni burjuvazi içindeki maddi iş/zihinsel iş ayrımına dayanan ve asli görevi sermaye sahibi burjuvazinin ortak işlerini yürütmek ve ona tâbi olmak olan bu kesim, Türkiye’de kendisini burjuvazinin de üstünde görmekte ve sanki iktidarın gerçek sahibi ya da devletin gerçek efendisi kendisiymiş gibi davranabilmektedir. Bürokratik elitin bu davranışı, burjuva rejimin işleyişi açısından gerçekten de ilginç bir durum oluşturuyor bu ülkede. Tabii bu ilginç durumun Avrupa’nın kapısında bekleşen AB’ci büyük burjuvaziyi ve siyasal temsilcilerini ciddi bir şekilde rahatsız ettiğini söylemeye bile gerek yok! Kendisini dünyaya “parlamenter demokratik” bir rejim olarak tanıtan Türkiye’deki burjuva rejimin, Batı’ya kıyasla sergilediği bu anormallik ve çarpıklıklar, özellikle AB süreci başladığından bu yana, hem içerde hem de dışarda iyice göze batar olmuştur. Gerçekten de bu ülkede asker-sivil yüksek bürokrasinin siyasal iktidar mekanizması içinde sahip olduğu özgül konumun (ya da statünün), Batı’nın burjuva parlamenter rejimlerinde görev yapan bürokrasinin konumundan oldukça farklı ve oldukça fazla bir şey ifade ettiği çok açıktır. Acaba bu farklılık nereden kaynaklanmaktadır? Bu soruyu sağlıklı bir şekilde yanıtlayabilmek için, bizdeki asker-sivil yüksek bürokrasinin (aristokratik bürokrasi de diyebiliriz buna) tarihi köklerine inmek ve bu sosyal kategorinin Osmanlı’dan Cumhuriyete uzanan tarihsel süreçteki serüvenine biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Bu aynı zamanda, Türkiye ile Avrupa kapitalizminin tarihsel gelişme farklılıklarını anlamamız bakımından da önemli ipuçları sunacaktır bize.

Farklı iki tarihsel arka plan

Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve bir burjuva sivil toplumun oluşması sürecinin Batı Avrupa’dakine kıyasla oldukça farklı bir tarzda yaşandığı su götürmez bir gerçekliktir. Dolayısıyla bu gerçeği görmezden gelerek ya da üzerinden atlayarak bugünü açıklamaya çalışmak, hem doğru değildir hem de mümkün değildir. Her şeyden önce şunu söylemeliyiz ki, bu farklılığın arka planında Doğu ile Batı’nın, bir başka deyişle Osmanlı ile Avrupa’nın tarihsel gelişim farklılıkları yatmaktadır. Bir zamanlar bu ülkede, Avrupa kapitalizminin tarihsel arka planını oluşturan Batı feodalitesi ile, Türkiye kapitalizminin tarihsel arka planını oluşturan Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısı üzerine ciddi çalışmaların yapıldığı biliniyor. Ama ne yazık ki bu önemli çalışmalar, zamanında hak ettiği ilgiyi görememiş ve bir süre sonra da konu hepten unutulmaya terk edilmiştir. Sözünü ettiğimiz çalışmalar özellikle 60’ların sonu ve 70’lerin başında yapılmıştır. Resmi tarihin belirlediği sınırların dışına çıkarak, Türkiye’de kapitalizmin ve burjuva sivil toplumun tarihsel arka planını Marksist bir bakışla aydınlatmayı amaçlayan söz konusu çalışmalar, Avrupa’daki bazı Marksist tarihçilerin başlattığı önemli bir araştırmadan esinlenmekteydi. Bir kısım Avrupalı Marksist, 60’lı yılların ikinci yarısında çok önemli bir konuyu, Marx’ın Grundrisse’de değindiği Asya tipi üretim tarzı ve Doğu despotizmi konusunu tartışmaya açmışlardı. Marx, bu üretim tarzının, Batı’da ortaya çıkan antik kölecilikten de feodalizmden de farklı olduğunu saptamıştı. Marx’ın 1857-58 tarihlerinde Londra’da kaleme aldığı ekonomi politikle ilgili bu elyazmalarının Avrupa’da gün yüzüne çıkarılması, yazılışından tam yüz on yıl sonra (1960’larda) mümkün olabilmişti. Bu eser, üretim biçimleri ve toplumların tarihsel evrimi konusunda Marx’ın diğer eserlerinin hiçbirinde bulunmayan pek çok önemli bilgiyi içeriyordu. Grundrisse’nin yayımlanması, o dönemde kafası Stalinist dogmalarla dumura uğramamış Marksistler arasında büyük ilgi uyandırmış ve toplumların tarihsel evrimi konusunda Marksist araştırmaların yeniden canlanmasını sağlamıştı. Marx konuyla ilgili pek çok yazısında, Hindistan, Çin, İran ve eski Rusya’nın yanı sıra, Osmanlı’nın tarihini de bir Doğu despotluğu tarihi olarak değerlendirmişti. Marx’ın bu belirlemesinden hareketle, Osmanlı’nın toprak düzenini, üretim ilişkilerini, sosyal yapılarını ve devletin toplumla ilişkilerini yeniden inceleyen bazı Marksist araştırmacılar, Osmanlı toplumunun gerçekten de Batı feodalitesinden farklı bir yapıda olduğu sonucuna varmışlardı. Osmanlı devleti feodal değil, Marx’ın tanımladığı gibi Asyatik üretim tarzına dayanan bir Doğu despotizmi özelliği göstermektedir diyorlardı bu araştırmacılar. Onlara göre, Osmanlı’da kapitalizmin gelişememesi ve Batı’daki gibi bir burjuva sivil toplumun oluşamaması, devletin toplumsal yaşamın tüm alanları üzerinde (ekonomi, siyaset, kültür vb.) kurduğu Asyatik-despotik hâkimiyetten kaynaklanmıştır. Çünkü bu despotik hâkimiyet, Osmanlı toplumunda Batı’daki gibi bir gelişmeyi sağlayabilecek sosyo-ekonomik iç dinamiklerin oluşmasını daha baştan engellemiş bulunuyordu. Osmanlı’nın Batı ile olan gelişme farkının nedenlerini ortaya koyması ve dolayısıyla Türkiye kapitalizminin gecikmişliğinin tarihsel nedenlerine ışık tutması bakımından üzerinde önemle durulması gereken bir saptamaydı bu kuşkusuz. Özellikle de 60’lı yıllarda “Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı ve devrim stratejileri” üzerine ilginç tartışmalar yürüten Türkiyeli sosyalistler açısından! Ama gelin görün ki, o dönemde sosyalistlerin önemli bir çoğunluğu (hepsi dememek için söylüyoruz), Marksizmi öğrenmekten ziyade Stalinizmin vülger tarih anlayışını, Kemalizmi ya da “üçüncü dünyacı” teorileri etüt etmekle meşgul oldukları için, Türkiye kapitalizminin tarihsel arka planına ışık tutan bu önemli Marksist tahlil dikkatlerini bile çekmemişti! 1960’lı yıllarda Türk solunun büyük çoğunluğunun tarihsel evrim konusundaki bilgisi, Stalin’in Tarihsel Materyalizm broşüründe sunulan “beşli şema”nın ötesine geçmiyordu ne yazık ki. Bu şemanın mantığına göre, tarihte her toplum mutlaka ardışık bir sıra izleyerek, şu beş tarihsel evreden geçmek zorundaydı: İlkel komünist toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplum. Stalin’e göre, tarihteki her toplum, kapitalizme gelinceye değin bu şemada belirtilen ilk üç aşamadan (ilkel komünal, köleci ya da feodal) mutlaka ardışık bir biçimde geçmişti. Yani bu anlayışa göre, köleciliği yaşamadan feodalizme, feodalizmi yaşamadan da kapitalizme geçilemezdi. Aslında Stalin’in kurduğu bu şemanın mantığı, materyalist bir tarih anlayışından çok, kaderci determinist bir tarih anlayışını yansıtmaktaydı. Marx’ın tarihsel evrim konusunda getirdiği açılımın, Stalin’in bu vülger yaklaşımıyla hiçbir ilgisi yoktu tabii ki. Marx esas olarak, ilkel komünal toplumun üç ayrı çözülüş biçiminden söz ediyordu. Birinci tip çözülüş, Asya tipi bir sınıflı toplum oluşumuna (Doğu despotizmi), ikincisi antik köleci topluma (Yunan ve Roma) ve üçüncüsü de feodal topluma yol açmıştır. Yani sözü edilen bu eski sınıflı toplumlar ya da uygarlıklar, biri diğerinin içinden çıkıp gelişmiş değillerdir. Her biri, ilkel komünist toplumun farklı zamanlarda ve farklı tipte çözülüşünün ürünüydüler. Ne var ki, Marksist geçinen pek çok “sosyalist bilim adamı”, toplumların tarihsel evrimine ilişkin Marx’ın bu materyalist tarih anlayışını esas alacak yerde, o dönemde Stalin’in vülger tarih anlayışını sorgusuz sualsiz benimsemekte bir sakınca görmediler. Stalin’in evrim şemasını ve açılımını esas alan bu “bilim adamları”, her toplumun geçmişinde mutlaka bir köleci ya da feodal aşamanın varlığını keşfetmeye çalışıyorlardı ciddi ciddi! Eğer inceledikleri toplumun yapısı köleciliğe de feodalizme de uymuyorsa, o zaman orasından burasından çekiştirerek, ya köleciliğe ya da feodalizme uydurmaya çalışıyorlardı o toplumu. Çünkü Stalinci anlayışa göre, eski toplumlara ilişkin olarak, köleci ya da feodal kategorisi dışında başka bir sınıflı toplum kategorisi zinhar olamazdı! İşte tarihsel evrimi bu şabloncu yaklaşımla açıkladıkları için de, Asya’daki pek çok toplumu aynı “feodalizm” çuvalının içine tıkıştırıverdiler bu “bilim” adamları! Buna göre, eski Roma ve Yunan nasıl köleci bir toplum ise, eski Mısır da onlar gibi bir köleci toplum idi! Keza, eski İngiltere, Fransa nasıl feodal bir toplum ise, eski Çin, Hindistan, İran ve Osmanlı da öyle bir feodal toplum idi! 60’lı yıllarda pek çok Türkiyeli sosyalistin “tarihsel materyalizm” bilgisi de Stalin’in bu vülger tarih anlayışından ileriye geçmiyordu kuşkusuz. Stalin’in beşli şeması esas alınıp, kapitalizm öncesi her toplumun mutlaka köleci ya da feodal bir aşamadan geçmiş olduğu varsayımı bir kez doğru kabul edilince, Osmanlı’nın da mutlaka bu aşamalardan birine dahil edilmesi gerekiyordu doğal olarak! Eh, köleci bir toplum olmadığı açık olduğuna göre, Osmanlı olsa olsa feodal bir toplum olabilirdi ancak! Ve böylece, Türkiye kapitalizminin tarihsel arka planını oluşturan Osmanlı’nın toplumsal yapısı da üç aşağı beş yukarı Orta Çağ Avrupa’sının feodal toplum şablonuna uydurularak izah edilmeye çalışıldı. Dolayısıyla, Osmanlı toplumunda üretim ilişkileri, mülkiyet biçimleri, sınıfsal yapı ve devlet, Avrupa feodalizmine benzer bir biçimde açıklanmaya başlandı. Hatta bununla da yetinilmedi; bu feodal yapının 60’lı yıllar Türkiye’sinde de hâlâ yer yer geçerli olduğunu “kanıtlayan” teoriler “geliştirildi”! Ama bu şabloncu yaklaşımın bilimsellikle hiçbir ilgisi yoktu tabii. Nitekim sıra Osmanlı’nın tarihsel gerçekliğini Avrupa feodalitesi ile kıyaslamalı olarak açıklamaya geldiğinde, bu şabloncu yaklaşımın tutarsızlığı apaçık ortaya çıkıyor ve o zaman da Türkiye tarihi ile ilgili pek çok canalıcı sorun yanıtsız kalıyordu. Oysa Marx’ın Asya tipi üretim tarzı ve Doğu despotizmi üzerine yaptığı açılımlar, Osmanlı’nın tarihsel gerçekliğiyle ilgili tüm bu tutarsız yaklaşımları ortadan kaldırmaya yetecek zenginlikteydi. Marx’ın bu konudaki çözümlemeleri, hem Osmanlı sosyo-ekonomik formasyonunun Batı Avrupa feodalitesiyle olan temel farkını anlamak, hem de Türkiye kapitalizminin 150 yıllık gecikmişliğinin gerçek nedenlerini kavramak bakımından son derecede yararlı ipuçları sunmaktaydı.

Avrupa’nın farkı

Bilindiği gibi kapitalizmin ilk ortaya çıktığı ve gelişimini tamamladığı yer Batı Avrupa’dır. Batı Avrupa’nın feodal düzeni içinde büyüyen servetler ve ilerleyen üretim teknikleri, bir süre sonra ticaretin gelişmesine ve feodal zümreler sistemi dışında bir tüccar-müteşebbis sınıfın oluşmasına yol açmıştır. Bu yeni oluşan sınıf, feodal düzenin hiç bir zümresine dahil değildi ve istese de giremezdi. Gelişmesini sistemin dışında sürdüren bu yeni sınıf, ilerleyen dönemde, bir yandan emek-gücü ile üretim araçlarını bir araya getirip yeni bir üretim biçimini organize ederken, diğer yandan da gözünü yeni pazarlara, yeni ufuklara dikecekti. Dolayısıyla, Batı Avrupa’da, biriken servetlerin sermayeye dönüşmesi ve kapitalist üretim ilişkilerinin ilk nüvelerinin ortaya çıkması, daha feodal toplumun bağrında yaşanmaya başlamış bir süreçti. Özel mülkiyet, ferdi girişimcilik ve serbest mübadele ilişkileri temelinde gelişen bu tarihsel süreç, sonunda ticaret kentlerinin kendi kendini yönetme hakkını elde etmesi (özerkleşmesi) ve feodal zümreler düzeninin dışında, kent soylu bir sınıfın (burjuvazinin) oluşmasıyla sonuçlanacaktı. Amerika’nın keşfi, yeni ticaret yollarının bulunması ve sömürgeciliğin başlamasıyla birlikte, altın ve değerli madenler de Avrupa’ya akmaya başladı. İşte bu süreçte iktisadi egemenlik alanını giderek genişleten burjuvazi, sonunda feodalizmin dayattığı yerelliğin dar çerçevesinden de kurtularak yeni ufuklara açılacaktı. 17. yüzyıla gelindiğinde ise Batı Avrupa’da feodalizmin çözülüşü tamamlanmış ve geniş topraklar üzerine serpiştirilmiş küçük mozaik parçalarını andıran feodal beyliklerin yerini, merkezi-mutlakiyetçi krallıklar almıştı. Burjuvazi bu süreçte merkezi-mutlakiyetçi krallıkla işbirliği yaparak gelişmesini sürdürdü. Ne var ki ulaşılan bu aşama da, gelişen üretici güçlerin ve büyüyen özel sermayenin (burjuvazinin) ihtiyaçlarını karşılamıyordu. Çünkü bu kez de mutlakiyetçi krallığın keyfi yönetimi ve kralın etrafındaki soyluların imtiyazları, burjuvazinin önünde bir engel olarak dikilmekteydi. Bu durumda siyasal iktidarı ele geçirerek kralın keyfi yönetiminden kurtulmak ve soyluların imtiyazlarını saf dışı etmek burjuvazi için bir zorunluluk olmuştu. Nitekim ilerleyen yıllar içinde burjuvazi halk kitlelerini (köylüler, kent küçük-burjuvazisi, işçiler) yanına çekerek, kendi devrimini gerçekleştirmeyi ve kapitalist temeller üzerinde kendi siyasal toplumunu (yani burjuva devleti) inşa etmeyi başaracaktı. Önce Hollanda’da, sonra İngiltere’de yürüyen bu büyük mücadelenin en parlak zaferi 1789 Fransız devrimi oldu. Burjuvazinin hizmetine koşulan yeni devlette (burjuva parlamenter cumhuriyet veya meşruti kralllık) görev yapacak siyasetçi ve bürokratları da bizzat burjuvazi organize edecekti. Bundan böyle devlet gücü, kralın keyfi kararları uyarınca değil, parlamento sıralarını dolduran sermaye sahiplerinin ekonomik çıkarları uyarınca kullanılacaktı. Böylece burjuvazi, ekonomik gücünü siyasal güçle taçlandırmış oluyordu. Kısacası, Batı tipi gelişmenin ayırdedici özelliğine vurgu yapmak istersek şunu söyleyebiliriz: Batı’da bir burjuva sınıfın oluşması ve bu sınıfın kapitalist üretim ilişkilerini geliştirmesi, kendisi de istisnai tarihsel koşulların bir araya gelmesiyle oluşan Batı feodalitesi içinde mayalanmıştır. Bu oluşum sürecinin esas dinamiği, feodal zümreler sisteminin dışına itilen ve bu nedenle de gelişmesini sistemin dışında yapmak zorunda kalan tüccar sınıfı olmuştur. Bu sınıf kendine yer açabilmek ve kendi çıkarlarına uygun bir düzen yaratabilmek için, daha baştan mücadeleci, girişimci olmak zorunda kalmış ve bu nedenle de bağımsız bir gelişme şansına sahip olabilmiştir.

Osmanlı toplumu ve Asya tipi üretim tarzı

Oysa tarihsel arka planı ve sosyo-ekonomik temeli Batı feodalitesinden farklı olan Osmanlı’da bu süreç, Batı’dakinden oldukça farklı yaşanmıştır. Osmanlı toplumunun sosyal bileşimi, tepedeki yönetici-devlet sınıfı (saray, asker-sivil bürokrasi, ulema) ile tabandaki doğrudan üreticilerden (tarımcılar ve zanaatkârlar) ibaretti. Hem tarım komünleri (reaya[1] çiftlikleri), hem de kentlerdeki zanaatçı loncaları, merkezi devletin sıkı kontrolü altındaydı. Her türlü ekonomik işlem, devlet tarafından düzenlenmekte ve denetlenmekteydi. Avrupa’da kapitalizmin geliştiği yıllarda (16-17. yüzyıllar), Osmanlı’nın sosyal bünyesinde gelişmesini başlı başına ticarete dayanarak sürdüren, bu yolla servet biriktirerek güçlenen ve Batı feodalitesindeki gibi özerk bir konum elde edebilen bağımsız bir tüccar sınıfı söz konusu değildi henüz. Çünkü Osmanlı’da en temel üretim aracı olan toprağın mülkiyetinin başından beri devlete ait olması nedeniyle, tarımdan elde edilen toplumsal artığın (reayanın ürettiği artık-ürünün) büyük bir bölümü de vergi ve haraçlar olarak merkezi bürokrasinin elinde yoğunlaşıyordu. Bu koşullar altında tarım topluluklarının elinde, başlı başına serbest mübadele ilişkilerine (özel ticarete) konu olabilecek anlamlı büyüklükte bir artık-ürün birikimi kalmıyordu geriye. Dolayısıyla, sistemin işleyişini şu ya da bu ölçüde etkileyecek özel bir ticari sermayenin birikmesi ve bu temelde özerk bir tüccar sınıfının ortaya çıkması, ya da Batı’da olduğu gibi özerk ticaret kentlerinin oluşması da söz konusu olamıyordu. Osmanlı’nın klasik döneminde (17. yüzyıla kadar olan dönemde) ticaret hiçbir biçimde köy topluluklarına girebilmiş değildir. Bu dönemde ticaret, daha çok sarayın (despotun) ve kentlerde oturan asker-sivil yönetici bürokrasinin lüks tüketim ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan uzak mesafe ticaretinden ibaretti. Yani köy topluluklarının ürettiği artık-ürün ancak devletin eline geçtikten sonra meta haline gelebiliyor ve ticarete (uzak mesafe ticaretine) konu olabiliyordu. Ne var ki bu tür bir ticaret de devletin görevlendirdiği memurların sıkı denetimi altında, yabancı ülkelerden gelen tacirler (Osmanlı sistemine dahil olmayan kimseler) tarafından gerçekleştirilmekteydi. Bu yüzyıllarda devletin yaptığı şey, değişim için değişim (meta ticareti) değil, kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanım değerlerinin bir değişimiydi. Osmanlı’da ekonominin esas temelini oluşturan reaya çiftliklerindeki doğrudan üreticinin (reayanın) durumuna gelince; bu kesim, kentlerdeki ekonomik ve toplumsal hayatın tamamen dışında, kendi içine kapanık bir ekonomik yaşam sürdürmekteydi. Asyatik karakterde olan bu tarım topluluklarında ne toprakta özel mülkiyet, ne meta, ne de mübadele ilişkileri gelişmişti. Ayrıca da bu topluluklarda işbölümünün düşük düzeyde olması ve tarım ile zanaatın topluluk içinde birbirini tamamlayan birlikteliği, her türlü ihtiyacın topluluk içinde karşılanmasına yol açıyor ve bu da tarım topluluklarını kendine yeterli, dışa kapalı ekonomik birimler haline getiriyordu. Bu özellikleri nedeniyle, tarım toplulukları, Osmanlı despotizmi altında yüzlerce yıl sürekli kendini tekrarlayan bir bitkisel yaşam sürdürdüler. Engels bir yazısında, masum ve zararsız gibi görünen bu Asyatik tarım komünlerinin, varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Doğu despotluğunun ekonomik temelini oluşturduklarını söylemişti. Özel mülkiyetin, gelişmiş bir işbölümünün ve serbest mübadelenin olmadığı yerde, elbette ki pazarın ve kapitalist ilişkilerin gelişebilmesi de mümkün olamazdı. Marx da yaptığı araştırmalarda, Asya tipi üretim tarzının egemen olduğu toplumların, değişime karşı en dirençli toplumlar olduğu kanaatine varmış ve bu toplumların, kapitalizmi geliştirecek içsel dinamiklere sahip olmadığını ve dolayısıyla, kapitalizmin bu toplumlara ancak dışsal bir etken olarak girebildiğini (Hindistan örneği) söylemişti. Bu açıdan baktığımızda, Osmanlı toplumunun evriminin Batı’daki gelişmeyle tam bir tezat oluşturduğunu söyleyebiliriz. Batı’da devlet, bizzat toplumun geçirdiği evrime göre, yani toplumsal sınıfların ekonomik ilişkilerdeki ağırlığına göre biçimlenmiştir. Oysa Osmanlı’da bunun tam tersi olmuş, toplumsal ilişkiler ve sınıflar, despotik devletin elinde yoğrularak biçimlenmiştir. Osmanlı toplumunda üretici olmayan (asalak) devletlû sınıfın toplam nüfus içindeki payı, Orta Çağ Avrupa’sının feodal toplumlarındaki yönetici sınıfa oranla çok daha büyük bir yer tutmaktaydı. Yönetici devlet sınıfına mensup nüfusun bu denli kalabalık oluşu, Osmanlı kentlerinin oluşması ve Batı’ya nazaran farklı bir işlev kazanmasında da esaslı bir rol oynamıştır. Her şeyden önce bu kentler, Batı’da olduğu gibi feodal otoriteye (senyöre) karşı mücadele ederek özerklik kazanmış kentler değillerdi. Tam tersine bu kentler, bizzat merkezi devletin kurduğu ve devlet sınıfının ikamet ettiği bir tür askeri yönetim karargâhı gibiydiler. Yönetici devletlû sınıfın konuşlanması ve ihtiyaçlarının karşılanması zorunluluğuyla oluşturulan bu kentlerde kuşkusuz belirli oranda sanayi ve ticaret organize edilmekteydi. Fakat gerek sanayi gerekse ticaret, doğrudan iç ve dış pazar için yapılan serbest bir faaliyet (değişim için değişim) olmaktan çok, kentlerde ikamet eden devletlû sınıfın ve onların hizmetkârlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir faaliyetten ibaretti. Dolayısıyla, esnaf ve zanaatçı loncalarının yaptığı bu sınırlı faaliyet, devletin mutlak kontrolü altında işleyen bir “üretim” ve “ticari” faaliyet olmaktan öteye geçemiyordu. Despotik merkezi bürokrasinin mutlak denetimi ve belirleyiciliği altında işleyen bu üretim ilişkileri, Batı’da serbest mübadele ilişkilerinin yarattığı gibi bir pazar ekonomisinin gelişmesini ve dolayısıyla devletten bağımsız bir sivil toplum alanının oluşmasını tarihler boyunca engellemiştir. Bu nedenle, Batı’da 16 ve 17. yüzyıllarda ticarete dayalı ilkel sermaye birikimi temelinde gelişen kapitalist ilişkiler ve bir burjuva sınıfının oluşumu süreci, aynı yüzyıllarda Osmanlı’da hiç yaşanamamıştır. Osmanlı’daki gibi mutlakiyetçi despotik bir egemenlik altında biçimlenmiş olan sosyo-ekonomik yapılar içerisinde, Batı’da görülen kapitalist gelişmeye yol açacak içsel dinamiklerin oluşabilmesi çok güçtü. Engels de 1890’da Neue Zeit’ta yayımlanan bir makalesinde bu konuya işaret ederek şunları yazdı: Gerçekten de, tıpkı bütün Doğu egemenlikleri gibi, Türk egemenliği de, kapitalist bir toplumla uzlaşmayacak bir şeydir; çünkü elde edilen artık-ürünü zorba valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden kurtarmak imkânsızdır; burada, burjuva mülkiyetinin ilk temel şartını, yani tüccarın ve malının emniyet altında bulunması halini görmüyoruz.[2]

Osmanlı’da siyaset de bürokrasinin mülkiyetindeydi

Toprağın başlıca üretim aracı olduğu ve hep öyle kaldığı Osmanlı’da gücü elinde bulunduranlar, toprağa hükmedenlerdi elbette. Osmanlı’da toprakların mülkiyeti devlete ait olduğu için, bu gücü mutlak olarak elinde bulunduran, egemen devletlû sınıf, yani saray ve merkezi bürokrasi idi. Osmanlı’nın Batı feodalitesinden temel farkı da buradaydı. Batı’nın feodal toplumunda yüksek devlet görevleri ve bu görevlere bağlı makamlar (yüksek bürokrasi) doğrudan özel toprak sahibi soyluların, yani toprak aristokrasisinin (prensler vb.) elinde olurdu genellikle. Oysa Osmanlı’da bürokrasi, özel toprak sahipliğinden, soyluluktan vb. geliyor değildi. Osmanlı bürokrasisi, devşirme usulüyle toplanıp sosyal kökeniyle bağları tamamen kesilen ve özel olarak devlet görevleri için eğitilip hazırlanan kapıkullarından oluşuyordu. Dolayısıyla, Osmanlı bürokrasisinin gücü, Batı feodalitesinde olduğu gibi özel mülkiyet (toprak) sahibi oluşundan değil, devleti mülk edinmesinden ve dolayısıyla devlete ait mülkiyeti yönetme yetkisinden kaynaklanıyordu. Batı feodalitesinde bürokrasi, son tahlilde soylu toprak sahipleri (feodal beyler) sınıfının genel çıkarlarının hizmetindeydi. Osmanlı despotizminde ise bürokrasi, devletlû sınıfın çıkarlarının, yani yönetici sınıf olarak kendisinin hizmetindeydi. Batı feodalitesinde sosyal mücadele, büyük toprakların özel mülkiyetini tekelinde bulunduran soylular (senyörler, lordlar) sınıfı ile, emekçi köylüler ve gelişen kentli sınıf (burjuvazi) arasında olmuştur. Ve bu mücadele kendi tarihsel gelişimi içinde çeşitli siyasal biçimler alarak ilerlemiş, sonunda feodalizmin tasfiyesiyle noktalanmıştır. Oysa Osmanlı’da bu mücadele, devlete ait toprağın yönetimini ve denetimini devlet adına elinde bulunduran merkezi bürokrasi ile, bu toprağın gelirine fiilen el koymaya kalkışan ve devletin merkezi otoritesine başkaldıran merkezkaç güçler (derebeyleşen eşraf ve mütegallibe) arasında olmuştur hep. Tabii bu da bir iktidar mücadelesiydi; ama, Batı’da olduğu gibi ezilen, sömürülen emekçi köylüler ve yükselen burjuvazi ile feodal aristokrasi arasında değil, egemen merkezi bürokrasi ile onun iktidarına ortak olmak isteyen merkezkaç güçler (taşradaki devlet arazilerine el koyan âyan, bey, ağa takımı) arasındaki bir mücadeleydi bu. Nitekim sömürücü sınıflar arasındaki bu mücadele, Osmanlı’nın çöküşüne kadar da hep devam etmiştir. İktidarını başkalarıyla paylaşmaya pek gönüllü olmayan Osmanlı merkezi bürokrasisi, bu konuda her türlü mücadeleyi göze alarak ve her türlü entrikaya başvurarak hegemonyasını sürdürmesini bilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı’nın merkezi despotik devlet düzeni zaman zaman sarsıntı geçirmesine rağmen, her seferinde yeniden otoritesini tesis ederek ayağa dikilmesini bilmiştir. Keza, taşradaki mütegallibe de, merkezi otoritenin bu zayıflama ve sarsıntı dönemlerinde, aynı yöntemlere başvurarak, merkezi bürokrasiye karşı iktidar mücadelesini sürdürmüştür. Tarihe baktığımızda, benzer süreçlerin diğer Asya tipi imparatorluklarda (örneğin Çin, İran gibi) da aynı şekilde yaşandığını görmekteyiz. Osmanlı merkezi otoritesinin zayıflamasıyla birlikte, özellikle 18. yüzyıldan itibaren, İmparatorluğun Asya’daki topraklarının büyük bir bölümünün idaresi, hukuken olmasa bile fiilen yeni güç odaklarının (ayanların) eline geçti. Bu dönemde merkezkaç güçlerin elinde önemli sayılabilecek servetlerin biriktiği biliniyor. Fakat bu servet birikimi, hiç bir zaman Batı’daki gibi özerk bir ticaret sermayesinin gelişmesine ve dolayısıyla müteşebbis bir sınıfın (burjuvazinin) oluşmasına yol açmadı. Çünkü merkezkaç güçlerin elinde biriken bu servetler de son tahlilde ticaretin ve müteşebbis sermayenin gelişmesinde değil, daha çok devlet katında mevki, makam yani mansıb satın alarak Osmanlı yönetici sınıfına dahil olmak için kullanılacaktı. Hukuki açıdan kimseye toprakta tam olarak özel mülkiyet hakkının tanınmadığı ve sık sık servetlerin müsaderesine başvurulduğu Osmanlı düzeninde, taşrada şu ya da bu yolla servet biriktirip zengin olan eşraf ve mütegallibe için gene de en tercih edilir yol, canlarının ve mallarının emniyetini sağlamak üzere, resmi görevler satın alarak devletlû-yönetici sınıfın saflarına katılmaya çalışmak oluyordu. Osmanlı yönetim sistemi de buna özellikle izin veren bir sistemdi zaten. Çünkü ancak bu yolla merkezkaç (rakip) güçleri kendi bünyesi içine alarak eritebiliyordu merkezi bürokrasi! Özetle söylemek gerekirse, Osmanlı devletinin eski despotizminden gelen temel bir ilkesi 19. yüzyılda da geçerliliğini koruyordu hâlâ. Osmanlı merkezi otoritesi (saray ve merkeziyetçi-despotik bürokrasi), kendisine rakip olacak özerk ekonomik güç odaklarının oluşmasına ve yaşamasına asla imkân tanımak istemezdi. Çünkü bu güçlerin yaşamasına imkân tanımak demek, padişaha ve merkezi bürokrasiye ait olan toplumsal artık-ürüne başkalarının da ortak çıkması ve dolayısıyla merkezin ekonomik payının azalması demekti. Bu da devletlû sınıfın (bürokrasinin) gönül rızasıyla katlanacağı bir şey değildi elbette! Ayrıca merkezi bürokrasinin buna katlanması, siyasal iktidarının da zayıflaması anlamına gelirdi. O nedenle, Osmanlı devletinde egemen sınıfı oluşturan merkezi bürokrasi, kendini zayıf hissettiği dönemlerde merkezkaç güçlere mecburen verdiği tavizleri, kendini güçlü hissettiğinde derhal geri almayı ilke haline getirmiş bir sınıftı. Toparlayacak olursak, Osmanlı’da, Batı’daki gibi bir kapitalistleşme sürecinin yaşanması, yani ticaret temelinde bir servet birikiminin oluşması ve bu temel üzerinde özerk bir müteşebbis sınıfın gelişip güçlenerek kapitalist üretim ilişkilerini yaygınlaştırması, Müslüman-Türk nüfus bakımından 19. yüzyılın sonuna kadar görülmüş bir olay değildir. Bu söylediğimizin tek istisnası, Balkanlar’daki gayrimüslim azınlıkların 19. yüzyılın sonlarına doğru başlattığı girişimler olabilir. Osmanlı’da burjuva dönüşüm süreci, Batı’ya kıyasla en az yüz elli yıllık bir gecikmeyle (esas olarak da 1908 Jön Türk Devrimiyle) başlayabilmiştir. Ama Batı’dan farklı olarak bu süreç, daha baştan merkezi bürokrasinin denetiminde işleyen, tepeden güdümlü bir süreç olmuştur. İlk olarak İttihat ve Terakki iktidarında şekillenen kapitalistleşme-modernleşme projesi, Cumhuriyet döneminde de gene merkezi bürokrasinin (bu kez Kemalist bürokrasinin) güdümünde, otoriter bir proje olarak devam etmiş ve ancak devletin kapitalist uygulamalarıyla (1929-39) işlerlik kazanabilmiştir. Bu bakımdan, Osmanlı merkezi bürokrasisinin geleneklerinin Cumhuriyet döneminde de yaşatıldığını söylemek pek de abartılı bir saptama olmaz. Evet, bizde asker-sivil yüksek bürokrasinin, sermaye sahibi burjuvaziye rağmen siyasal iktidar mekanizması içinde neden bu kadar etkin olabildiğini ve neden Batı’daki bürokrasiden oldukça farklı bir profil sergilediğini anlamak herhalde zor almasa gerek! Nitekim Osmanlı’nın Batı karşısında her bakımdan bağımlı hale geldiği ve bir yarı-sömürge durumuna düştüğü 19. yüzyıl ile, yeni bir devletin (TC’nin) kuruluşunun ön koşullarının mayalandığı 20. yüzyılın ilk çeyreği, Osmanlı bürokrasisinin özgül konumunu ortaya koyması bakımından çok önemli bir tarih kesitini oluşturmaktadır. Bu bakımdan, Tanzimat, Islahat, Birinci Meşrutiyet, 1908 Jön Türk devrimi, İkinci Meşrutiyet, Milli Mücadele ve nihayet Cumhuriyet’in kuruluşu süreçlerinde asker-sivil bürokrasinin oynadığı başat rol iyi incelenirse, “devleti kurtarma” çabalarının bu kesime nasıl ayrıcalıklı bir konum kazandırdığı daha da iyi anlaşılacaktır!

[1]   Reaya sözcüğü, Osmanlı’da devlet mülkiyetindeki toprakta (tımar) çalışan doğrudan üretici bağımlı köylüler için kullanılan bir terimdir. Arapça raiyye ya da raiyyet (sürü) sözcüğünün çoğuludur. Reayanın belirleyici özelliği vergi yükümlülüğüdür. [2]   Aktaran: Selahattin Hilav, Marx, Türkiye Üzerine, Önsöz içinde, Gerçek Yay.,1966, s.9

Ekim 2005
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /2

2.bölüm

Osmanlı’da “devlet”in ya da bürokratik korporasyonun oluşumu

Yazımızın birinci bölümünde değindiğimiz üzere, Orta Çağ Avrupa’sında oluşan feodal sistem ile Osmanlı’nın asyatik-despotik sistemi arasında aynılıklar değil, niteliksel farklılıklar vardır. Nitekim temeldeki bu farklılıklar, her iki sistemin tarihsel gelişme eğilimine de yansımış ve neticede farklı toplumsal-siyasal sonuçlara yol açmıştır. Tekrarlamak pahasına da olsa, bu iki sosyo-ekonomik formasyon arasındaki önemli farklılık noktalarını burada bir kez daha hatırlatalım: Batı feodalitesinde bürokrasi, egemen sınıfa (büyük toprak sahibi feodal beylere) tâbi bir görevliler topluluğu iken, Osmanlı’da “bürokrasi” egemen sınıfın ta kendisi idi. Batı feodalitesinde büyük topraklar feodal beylerin (senyörler, lordlar) ve kilisenin özel mülkiyeti altında iken, Osmanlı’da toprak devletin mülkiyeti altında (mirî toprak) idi. Batı’da feodal beyler, sahibi oldukları toprakların gelirlerine (yani serflerin ürettiği artık ürüne) özel mülkiyet hakkına dayanarak doğrudan el koyarken, Osmanlı’da bürokrasi, toprağın gelirine (reayanın ürettiği artık ürüne) ancak devlet dolayımıyla ve devlet adına (vergi biçiminde) el koyabilirdi. Batı’da feodal bey, üzerinde bağımlı köylülerin (serfler) yaşadığı toprağı (fief) bireysel mülk edinirken, Osmanlı’da egemen bürokrasi devleti mülk edinmişti kendine. Batı’da feodal beyin fief sahibi oluşu, özel mülk sahibi oluştan biraz fazla bir şeyi ifade etmekteydi. Çünkü bu sahiplik, toprakla birlikte, üzerinde çalışanlara da hükmetme yetkisi veriyordu feodal beye. Oysa Osmanlı’da sipahi beyinin, tımarı ve reayası üzerinde bireysel olarak böyle bir hükümranlık yetkisi yoktu. Batı’da feodal senyörün veya lordun başlıca kaygısı, kendi özel mülkü (malikânesi ve fief’i) üzerinde feodal egemenlik haklarını (dominium) merkezî krallığa karşı korumak ve sürdürmek iken, Osmanlı’da egemen sınıfı oluşturan bürokrasisinin temel kaygısı, kendi egemenliğinin başlıca kaynağı olan despotik devlet aygıtını, yani kendi merkezî iktidar gücünü merkezkaç güçlere (derebeyleşmeye) karşı korumak olmuştur hep. Batı Avrupa’da 17. yüzyıldan itibaren ekonomik ve siyasal feodalizm (feodal beyliklerin hâkimiyeti) tasfiye olurken ve mutlak krallık (merkezî devlet) güçlenirken, Osmanlı’da bunun tam tersi olmuş; merkezî devletin gücü çözülüp zayıflarken, merkazkaç güçler (ayan, bey, ağa, derebeyi vb.) gelişmeye başlamıştır. Osmanlı’da egemen bir sınıf niteliği taşıyan yönetici bürokrasinin tarihsel-toplumsal rolünü, Batı’daki bürokrasinin rolüyle karşılaştırdığımızda, gerçekten de ilginç sonuçlar çıkmaktadır ortaya. Bu bakımdan, Osmanlı devletinin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 600 yıllık dönemde, Osmanlı bürokrasisinin tarihsel-toplumsal evrimine biraz daha yakından bakmakta yarar var. Böylece, Doğu’nun despotik devletlerinde egemen bir sınıf olarak tezahür eden bürokrasinin, ne mene bir “bürokrasi” olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Bilindiği üzere, Osmanlı devletinin kuruluş süreci 14. yüzyılın başlangıcına dek gitmektedir. Ama onun gerçek anlamda asyatik despotik bir imparatorluk devleti olarak yapılanması, esas olarak Bizans’ın fethinden (1453) sonra olmuştur. Osmanlı devleti bu yeniden yapılanma ve yükseliş döneminde, Doğu örneği bir bürokratik imparatorluk olan Bizans’ın mirasını da devralarak çıkmıştır tarih sahnesine. Kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 600 yıllık tarihine baktığımızda, Osmanlı’nın birbirinden farklı özellikler taşıyan dört ayrı döneminden söz edebiliriz. 1300’lerin başından Bizans’ın fethine (1453’e) kadar olan birinci dönem, Osmanlı beyliğinin diğer Türk beylikleri üzerinde hegemonyasını kurmaya ve feodalizm karşıtı merkezî bir devlet gücü oluşturmaya çalıştığı dönemdir. Bizans’ın fethinden 17. yüzyıla kadar süren ve “klasik Osmanlı dönemi” diye adlandırılan ikinci dönem, Osmanlı devletinin despotik bir Doğu imparatorluğuna yükseldiği dönemidir. 17 ve 18. yüzyılları kapsayan üçüncü dönem, bu asya tipi despotizmin sosyo-ekonomik temellerinde ve merkezî siyasal yapısında bozulmaların olduğu (bozuk düzenli despotizm) ve büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı bir istikrarsızlık ve gerileme dönemidir. Ve nihayet 19. yüzyıldan itibaren gelişen dördüncü dönem ise, Batı kapitalizmi karşısında sürekli gerileyen ve giderek bir yarı-sömürge durumuna düşen despotik bir imparatorluğun çözülüş ve çöküş dönemidir. Osmanlı Devletini kuranlar kimlerdi? Osmanlı devletini kuranların bir göçebe-aşiret topluluğu (Kayı aşireti) olduğu ve aşiret geleneklerini muhafaza ederek bir devlet kurmaya giriştikleri görüşü bir zamanlar çok yaygın bir inanıştı. Ne var ki bu inanışın Osmanlı tarihçileri tarafından sonradan uydurulmuş rivayetlere dayandığı ve tarihsel gerçeklerle bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılmıştır. Nitekim Osmanlı tarihi üzerine yapılan yerli ve yabancı pek çok bilimsel araştırma ve inceleme, bu tür rivayetleri doğrulayacak herhangi bir tarihî belge ve bilginin mevcut olmadığını ortaya koymuştur.[1] Çağdaş tarihçilerin yaptığı araştırmalar da göstermektedir ki, Osmanlı devletini kuranlar, bir göçebe aşiret topluluğunun değil, “savaşçılığı zenaat edinmiş ve bunun için bir nevi şirket haline gelmiş”[2] bir savaşçılar topluluğunun (gaziler ocağının) başındaydılar. Yani Osmanlılar bağımsız beylik kurmaya kalkıştıklarında, bir kabile aristokrasisine değil, bir savaşçılar birliğine mensuptular. Osmanlı ailesi etrafında gönüllü olarak örgütlenmiş meslekten savaşçıların oluşturduğu bu askerî çekirdek, gerçekte göçebe-aşiret topluluğunun çözülüşü döneminde ortaya çıkmış bir örgütlenmeydi. Yani bu savaşçı topluluğun üyesi olan “meslekten savaşçılar”ın ve onların başındaki Osmanlı ailesinin ne göçebelikle ne de aşiret yaşamıyla bir ilişkileri kalmıştı. Bir benzetme yapılacaksa eğer, “gazi ocağı” denen bu savaşçı topluluk, Orta Çağın başlangıcında Cermen aşiret topluluklarının içinden çıkan Cermen savaş şefleri ve askerî maiyetlerin (Comitatus) oluşturdukları savaşçı birliklere benzetilebilir ancak. Bilindiği üzere, Orta Çağın başlarında Avrupa’da, Cermen aşiret yapılarından kopan ve bir askerî şefin etrafında profesyonel bir savaşçı birlik oluşturan insanlar, ya doğrudan kendi hesaplarına ülke ve toplum zaptetmek üzere fetih savaşları yürütürler, ya da bir devletin (örneğin o dönemde Roma’nın) hizmetine girerek paralı asker olurlardı. Roma eyaletlerinin Cermen kavimler tarafından istilası döneminde, kendi hesaplarına fetih ve ganimet savaşları yürüten bu Cermen askerî şefleri ve maiyetleri, Cermen aşiretlerinin ortak mülkiyeti altında olan topraklara da el atarak, buraları da kendi özel mülkleri haline getirdiler. Böylece, bir zamanların askerî şefleri, bu yolla toprak beyliğine (senyör) terfi ederken, toprağını yitiren özgür Cermen köylüsü de giderek bağımlı bir köylü (serf) durumuna düşecekti. Nitekim, Batı Avrupa’da feodalizmin ekonomik, siyasi ve hukuki bir sistem olarak örgütlenmesi de bu taban üzerinde olmuştur. Osmanlı ailesi etrafında örgütlenmiş olan askerî maiyetlerin (gazilerin) başlangıçtaki durumu da bir bakıma bu Cermen comitatus’unun durumuna benzemektedir. Çoktandır aşiret yapılarından kopmuş ve kişisel bağlılık temelinde bir savaş şefinin etrafında toplanmış bulunan meslekten savaşçılar (Gaziler Ocağı), daha Anadolu’ya gelişlerinden itibaren, başlarındaki askerî şefleriyle birlikte Selçuklu devletinin hizmetine girmişlerdi. O dönemde Selçuklu Sultanından Bizans sınırında küçük bir uç beyliği alan Osmanlı ailesi, Selçuklu devletine bağlı onlarca askerî beylikten (uç ümerası) biriydi. Selçuklu ümerasının (askerî bürokrasinin) içinde yer alan Osmanoğulları, göçebe-aşiret reislerinin yaşadığı kır ya da yaylada değil, genelde olduğu gibi, ümeranın ikamet ettiği şehirlerde yaşıyordu. Yani gelecekte Osmanlı devletinin başına geçecek olan Osmanlı ailesi, bir göçebe-aşiret aristokrasisinin içinden değil, Selçuklu devlet ricalinden (devlet adamlığından) geliyordu.

Osmanlı devletinin doğuşu

13. yüzyılın sonlarına doğru, Anadolu-Selçuklu devletinin Moğol (İlhanlılar) istilası altında çözülüp dağılması ve Selçuklu tahtının boşalmasıyla birlikte, Anadolu’nun siyasal durumu tamamen değişmişti. O dönemde Bizans sınırında Selçuklu Sultanı adına küçük bir uç beyliğini deruhte etmekte olan Osmanlı beyliği, Selçuklu devletinin yıkılmasıyla birlikte, Anadolu’daki pek çok Türkmen beyliği gibi (Karamanoğlu, Eşrefoğlu, Tekeoğlu, Çandaroğlu, Menteşe, Germiyan, Saruhan, Aydınoğlu, Umur Bey, Karasi vb.) bağımsız bir beylik haline gelmiş ve çok geçmeden de “hanedanlık” ilan ederek kendi “devletini” kurmaya girişmişti. “Savaş gücü ile ülke ve toplum zaptederek bunların üstüne siyasal güç kuranlar çeşitli kaynaklardan gelirler. Bazan bir göçebe aşiret önderi bu işi yapar, bazan aşiret değil de, savaşçılığı zenaat edinen ve bunun için bir nevi şirket haline gelen ‘savaşçı ocakları’ görülür. … Eğer şartlar elverişli ise, kendi teşebbüsleriyle savaşlar yapıp servetler edinirler, güçlenir, devlet kurarlar. … Fakat hangisi olursa olsun, kazandıkları serveti ekonomik üretime yatırmazlar. Önemli fark burada. Onu bir fon olarak kullanıp, idare ve savaş yolu ile bu serveti daha da arttırmanın yolunu tutarlar. Kendilerine ‘din uğruna gaza’ etme süsünü de verebilirlerse milyonlarca insana hükmederler; ekonomik üretimin herhangi bir kolunda bulunan bir sınıf olmadan, sınıfların tepesinde bir ‘süper sınıf’ haline gelirler, devleti bu nitelikte güderler.”[3] İşte Osmanlılar da kurdukları askersel temelli ilkel devlet aygıtına dayanarak, kendilerine memleket (üzerinde tarımcı toplulukların yaşadığı topraklar) edinmeyi ve Anadolu’daki diğer beylikler üzerinde hâkimiyet kurmayı bu süreçte başlıca stratejik amaç edinmişlerdi. Gerek Bizans’la ve gerekse Anadolu’daki Türkmen beylikleriyle olan ilişkilerinde hep bu stratejik hedefi gözeten bir politika güttüler. Osman Gazi’den Fatih Sultan Mehmet’e kadar uzanan birinci dönemin karakteristik çizgisi budur. Bu dönem boyunca, toprak fethi için savaşmak ve fethedilen topraklardaki tarımcı toplulukları (müslim ve gayrimüslim reayayı) merkezî devletin bağımlı kiracısı konumuna sokan bir toprak düzeni kurmak, Osmanlıların temel politikası oldu. Bu ilk kuruluş döneminden itibaren, devletin ekonomik temelini sağlamlaştırmak ve Osmanlı Beyliği’nin birliğini ve dirliğini sağlamak üzere, fethedilen toprakların devlet mülkiyetine geçirilmesi (mirî arazi yapılması) Osmanlılar için yaşamsal önem taşıdı. Osmanlılar kendilerinden önce Selçukluların uygulamış olduğu despotik devlet geleneklerine uyarak, daha kuruluş döneminden itibaren, merkezin (hanedanın) otoritesini güçlendirecek ve merkezkaç güçlerin oluşmasına fırsat vermeyecek bir mülkiyet ilişkisini (mirî arazi) ve toprak rejimini (dirlik düzeni-tımar sistemi) tesis etmeye büyük özen gösterdiler. Dolayısıyla, Osmanlı devletinin uyguladığı bu rejim, başlangıçta özel mülkiyete ve feodal oluşumlara kapı açabilecek kimi mülkiyet biçimlerini (örneğin malikâne, yurtluk, vakıf mülkler gibi) içermiş olsa bile, bunlar genel uygulamanın yanında birer “istisna” olarak kalmıştır. Esasen toprakta hâkim mülkiyet biçimi “devlet mülkiyeti” olduğu için, Osmanlı toplumunda özel mülkiyete dayalı feodal oluşumlar asla yaşama fırsatı bulamayacaklardı. Batı Avrupa’daki feodal toprak sistemine (feodal beylerin, toprağın bireysel-özel mülkiyetine ve bağımlı köylüler üzerinde hükümranlık hakkına sahip olmaları) karşıt olan Osmanlı toprak sistemi, özel olarak Osmanlıların bir keşfi değildi elbette. Onlardan çok önce, hem Arap-İslam, hem de Türk-İslam devletlerinde Doğu despotizmine özgü bir gelenek olarak uygulanmaktaydı bu sistem. Buna göre, başlıca üretim aracı olan toprakların ve doğal kaynakların mülkiyeti, hükümdarın şahsında somutlanan devlete aitti. Dolayısıyla, yalnızca devletle özdeşleşmiş olan hükümdar toprağı dilediği gibi temellük edebilirdi. Nitekim bir Türk-İslam devleti olan Selçuklu Devleti’nin sultanları da, mülkiyeti devlete ait olan toprakları askerî ikta (tımar) olarak ümeraya (askerî bürokrasiye) tahsis etme geleneğini hep sürdürmüşlerdi. Buna göre, toprağın rakabesi (kuru mülkiyeti) devlete ait olmak üzere, kullanım (tasarruf) hakkı çiftçiye (reayaya) ve gelirinden yararlanma (intifa) hakkı da askerî hizmet karşılığı olarak ümeraya bırakılmıştı. İşte Osmanlılar da bağımsız bir beylik haline gelip, kendi hesaplarına toprak fethine girişince, zaptettikleri topraklar üzerinde bu asyatik-despotik geleneği aynen sürdüreceklerdi. Daha önce de belirttiğimiz üzere, kuruluşundan Bizans’ın fethine kadar olan birinci dönem, Osmanlı Beyliği’nin bir yandan yeni topraklar zaptetmek, diğer yandan da merkezî otoritesini Anadolu’daki Türkmen beyliklerine kabul ettirmek için savaştığı dönemdir. Bir başka deyişle bu dönem, Osmanlı’nın küçük bir hanedanlık devleti olmaktan, gerçek bir asya tipi despotik imparatorluk devleti olmaya doğru ilerlediği dönemdir. Yaklaşık yüz elli yıl (1300-1453) süren bu tarih kesiti, hanedanlık ilan eden savaşçı-fetihçi bir topluluğun (uç beyliğinin), asya tipi bir imparatorluğa nasıl yükselebildiği ve mutlak otoritesi altına soktuğu bölgelerde, tarımcı toplulukları yüzyıllar boyunca nasıl duragan bir asyatik yapı içerisinde tuttuğunu göstermesi bakımından çok önemli bir tarihsel kesittir. Bu Doğuya özgü tarihî olayın sırrına ilk vakıf olan insan, günümüzden yüzyıllarca önce (14. yüzyılda) yaşamış büyük tarihçi İbn Haldun’dur. Kuzey Afrika’da yetişmiş olan bu tarihçi, yazdığı eserde (Mukaddime) bize “despotik devlet” denen türün bir çeşit anotomisini vermektedir. Buna göre, Doğuda kurulan devletlerin tarihsel yaşamı şunu göstermekteydi: Doğuda her devlet, tıpkı bir insanın yaşamında olduğu gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ama devletlerin yaşamında meydana gelen bu değişikliklerden alttaki toplumlar (tarım toplulukları) hiçbir biçimde etkilenmezler. Bunlar oldukları yerde dururlar. Ve kurulacak olan yeni “despotik” devletler de gene bunların tepesine çöreklenerek kurulurlar. Nitekim İbn Haldun’dan yüzyıllarca sonra gelen Karl Marx da aynı sonuçları çıkartacaktı Doğu toplumlarına ilişkin olarak.

Osmanlı’da egemen sınıfın oluşum tarzı

Kuruluş dönemindeki Osmanlı hükümdarları, henüz Sultan ya da Padişah unvanıyla değil, savaşçı-fetihçi bir askerî şefi simgeleyen Gazi ya da Bey unvanıyla anılırlardı. Arapçadan gelme bir sözcük olan sultan, aslında “egemenlik” demektir. Farsçadan gelen padişah ise, hükümdarların hükümdarı anlamına gelir. “Sultan” unvanını ilk kullanan, dördüncü Osmanlı hükümdarı I. Bayezid (1389-1402) olmuştur. Bu ayrıntı, ilerde göreceğimiz gibi, kuruluş dönemindeki bir devletin durumu ile daha sonra imparatorluk haline gelmiş bir devletin durumu arasındaki farkı yansıtması bakımından oldukça önemli bir “ayrıntı”dır. Savaş, Orta Çağın tüm despotik devletleri için olduğu gibi, Osmanlı devleti için de biricik ekonomik görevdi. Çünkü o dönemde devletin gelirlerini arttırmanın başlıca yolu, savaşarak toprak ve ganimet elde etmekti. Osmanlı devletinin kuruluşu döneminde fethedilen ve yerleşilen topraklar, Osmanlı hükümdarının akrabalarına, silah arkadaşlarına (Gazilere) ve gördükleri hizmetlere karşılık şeyh ve dervişlere (dinsel ve mesleksel kökenli tarikat ehline) paylaştırılmakta idi. Ama bunlar toprağa yerleşsin ve çiftçilik yapsınlar diye değil! O topraklar üstünde zaten çitçilik yapmakta olan reayanın ürettiği üründen bir pay alarak geçimlerini sağlasınlar ve aynı zamanda bu toprakları ve reayayı hükümdar (devlet) adına denetlesinler diye! Demek ki Osmanlı hükümdarının maiyetlerine bağışladığı şey, toprağın mülkiyeti ya da kullanım (tasarruf) hakkı değil, yalnızca gelirinden (vergi-rant) yararlanma (intifa) hakkıdır. Osmanlıların kullandığı terimle söylersek, bağışlanan bir geçim kaynağı, yani “dirlik” idi. Üstelik, bağışlanan bu dirlik, verasetle geçmez ve dirlik sahibi onu başkasına devredemezdi. Genellikle dirlikler, sahiplerine ömür boyu kaydıyla verilirdi. Topraklar üzerinde mutlak hakka sahip olan ise, devletle özdeşleşmiş Osmanlı hükümdarıydı ve dirlik alıp vermeye yalnızca o yetkiliydi. Toprağın tek ve gerçek sahibinin devlet olduğu ve tabandaki üreticinin (reayanın) ise devletin daimi kiracısı sayıldığı böyle bir sistemde, acaba egemen sınıf kimdi? Yoksa devlet mi? Soyut bir kavram olan “devlet”in kendi başına bir sınıf olarak tanımlanamayacağı çok açık. Çünkü genel anlamda toplumsal bir sınıf, üretim araçlarıyla olan ilişkisine ve toplumsal üretim sürecinde tuttuğu yere göre tanımlanan somut bir insan grubunu ifade eder. Bu insan gruplarından biri veya birkaçı egemen-yönetici durumunda iken, diğerleri egemenlik altındadır yani yönetilen durumdadır. Osmanlı toplumunda egemenlik altında olan reaya olduğuna göre, bu durumda egemen sınıf kimlerden oluşuyordu? Elbette ki reayanın ürettiği artık ürüne el koyanlardan, onun sırtından geçinenlerden başkası değildi bu sınıf. Yani devletin sahip olduğu ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran ve bu güce dayanarak reayayı sömüren Osmanlı hükümdarı (saray) ve aristokratik bürokrasi! O halde, burada açıklığa kavuşturulması gereken asıl nokta, Osmanlı’da bu egemen “devletlû sınıf”ın nasıl oluştuğu ve hangi unsurlardan teşekkül ettiğidir. Osmanlı’da egemen sınıf bileşiminin zaman içinde değişikliğe uğradığını biliyoruz. Örneğin, kuruluş döneminde egemen sınıf korporasyonu içinde yer alan kimi unsurların yerini, ilerleyen dönemlerde başkaları devralmıştır. Bu bakımdan, Osmanlı’daki egemen sınıf bileşiminin tahlilini, ilgili dönemlere göre ayrı ayrı ele almak gerekiyor.

Kuruluş dönemindeki egemen sınıf korporasyonunun bileşimi

Osmanlı devletinin kuruluşu döneminde öncü bir görev üstlenmiş olan askerî unsurlar, aynı zamanda Osmanlı yönetici (egemen) sınıfının da ilk kuşağını oluşturuyorlardı. Egemen sınıfın bu ilk kuşağı, değişik toplumsal kökenden gelerek Osmanlı ailesi etrafında örgütlenmiş savaşçı gaziler ile, tarikat mensubu şeyh ve dervişlerin (şehirlerde ahîler, kırlarda babailer) seçkinlerinden oluşuyordu. Bunlardan birinci gruba girenlerin seyfiye (askerî), ikinci gruba girenlerin ise ilmiye diye adlandırıldığı biliniyor. Bu ilk kuşak yöneticiler içinde hegemon durumda olanlar ise askerî şefler idi. Fakat devlet örgütlenmesinin en tepesinde, savaşçı birliğin başı olarak, her zaman Osmanlı hükümdarının üstün egemenliği vardı. Osmanlı yönetici sınıfının bu ilk kuşağının oluşmasında başlıca rolü, kabile yapılarından derlenen “askerî güç” ile toprakta uygulanan “dirlik” düzeni oynamıştır. Buna göre, fethedilen ve devlet mülkiyetine geçirilen topraklar, bir geçim kaynağı (dirlik) olsun diye seyfiye ve ilmiye mensuplarına tımar verilmekteydi. Tımarlar büyüklüğüne göre has, zeamet ve tımar olarak üçe ayrılıyor ve bunlar bulundukları mertebeye göre seyfiye ve ilmiye mensuplarına tahsis ediliyordu. Osmanlı’nın devlet yapılanmasına göre, toplum karşısında devletin otoritesini temsil eden seyfiye ve ilmiye mensupları, aynı zamanda devletin mülkiyeti altında bulunan tımarların yönetim ve denetimini de hükümdar adına ellerinde bulunduruyorlardı. Toplumun üretmen sınıfı (reaya) karşısında, seyfiye ve ilmiye bürokrasisinin bu örgütlü üstün konumu, giderek kolektif sömürücü bir sınıf niteliği kazandıracaktı onlara. Nitekim, Osman Gazi’den I. Murad’a kadar olan birinci dönemde (1300-1360), devleti yöneten ve aynı zamanda toplumun egemen sınıfını oluşturanlar, bu ilk kuşak seyfiye ve ilmiye mensupları olmuştur. Şimdi bu iki kesimin, mülkiyet ilişkileri açısından durumlarına bakalım. Osmanlı devletinin ilk zamanlarında askerî sınıfın önde gelen kesimini alpler, gaziler ve akıncı beyleri oluşturmaktadır. Osmanlı’nın ilk zamanlarında ordunun belkemiğini oluşturan tımarlı sipahinin (süvari birliğinin) ilk nüvelerini de bunlar oluşturacaktır. Tımar sahibi askerî sınıf (sipahi beyleri), reayadan toprak rantı karşılığı olarak topladığı vergilerle hem kendi geçimini sağlamakta, hem de savaşta orduya tam teçhizatlı asker yetiştirmekte idi. Türkmen ahaliden derlenen bu sipahi askerleri, seferde Osmanlı ordusunun asıl gücünü temsil ediyordu. Osmanlı devleti bu tımar usulü sayesinde, en önemli asker gücüne maaş vermekten, iaşesini temin etmekten, savaş alet ve edevatı hazırlama masraflarından da kurtulmuş oluyordu. Kuruluş dönemindeki Osmanlı askerî teşkilatında, tımarlı sipahi dışında iki cins örgütlenme daha bulunuyordu: Azap askeri ile yaya ve müsellemler. Azap askeri nakdi ücretle tutulmuş olup, Osmanlı hükümdarının şahsına bağlı hassa ordusunu oluşturmaktaydı. Osmanlı Beyliği’nin ilk dönemlerinde büyük bir şöhrete sahip olan bu askerler, yeniçerilik kurulmadan önce devletin ücretli daimi ordusunu meydana getiriyorlardı. Yaya ve müsellemler (atlılar) ise, çoğu Türk olan köylü halktan toplanan askerlerdi. Başlangıçta bunlara askerî hizmetleri karşılığı olarak ulufe (gündelik) dağıtılır ve toprakta çalıştıklarında birtakım vergi muafiyetleri tanınırdı. Bu askerler yalnızca sefer zamanlarında çağrılır ve diğer zamanlarda kendi işlerini (tarımcılık) yaparlardı.[4] Mülkiyet ilişkileri bakımından ilmiye sınıfının (ulema) durumuna gelince: Osmanlı beyliğinin kuruluşunda, şehirlerde ahîlerin, kırlarda babailerin büyük roller üstlendiğini daha önce belirtmiştik. Bu her iki teşkilât da dinsel kökenli idi. Bu teşkilâtların mensubu olan şeyh ve dervişlere başlangıçta hem tımar olarak, hem de malikâne biçiminde toprak bağışlandığı bilinmektedir. “Mirî arazinin, toprak, zaviye ve köy olarak tarikat şeyhlerine geçirilişi çoklukla ikta-istiğlâl yoluyla yapılmakta ve karşımıza, bazan hayrî, bazan da aile vakıfları olarak çıkmaktadır. Bu vakıfların bazan öşürü (ürün vergisi -M.S.) alınmakta, fakat bazan öşürü bile zaviyeye terkedilmektedir.”[5] Ulemaya dirlik olarak verilen, fakat zamanla vakıf mülk niteliği kazanan bu topraklar, aslında mirî toprak sisteminden bir hayli sapmış ve neredeyse özel mülkiyete yaklaşmış topraklardı. Osmanlı hükümdarlarının, yaptıkları hizmetlere karşılık şeyh ve dervişleri devamlı mükâfatlandırmaları, bu zümreyi, diğerlerine kıyasla oldukça zenginleştirmişti. Nitekim, şeyh ve dervişlerin ileri gelenlerinin 15. yüzyıldan itibaren egemen sınıf korporasyonu içinde en varlıklı kesim haline gelmeleri de bunu teyit etmektedir. I. Bayezid (Yıldırım) devrinden itibaren şehirlerde ulema olarak anılmaya başlayan bu kesim, devlet ve toplum içinde artan nüfuzları sayesinde önemli bir güç sahibi kişiler haline geldiler. Artık Osmanlı devlet yönetiminde iktidar, egemen yönetici sınıfın ikinci kuşağını oluşturan bu ulema kesimin elinde yoğunlaşacaktı. Ulemanın, Osmanlı sultanları üzerindeki nüfuzu ve devlet içindeki otoritesi, Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar tartışmasız devam edecekti. “Bu ulema Osmanlı hükümdarlarının yanına geldikleri zaman dünyayı her türlü düzenbazlıklar ile doldurdular. Evvelleri hesap ve arazi defterleri bilinmiyordu. Bunlar gelince hesap ve arazi defterleri yaptılar. Para yığmak ve hazine vücuda getirmek âdetinin başı da onlardır.”[6] Fakat bu birinci dönemde, gerek askerî seçkinlerin gerekse ulemanın arazi temlikleri ve aile vakıfları dolayısıyla artan ekonomik güçleri, mirî toprak düzenine dayanan Osmanlı’nın despotik devlet yapısını gene de bozamamış ve sistemi feodalizm yönünde bir çözülmeye ya da parçalanmaya uğratamamıştır. Sözü edilen bu özel mülkiyet benzeri malikâneler ve vakıf-mülkler, Osmanlı toprak sistemi içinde, kaideyi bozamayan birer istisna olarak kalmışlardır. “Osmanlı toplumunda toprak mülkiyetinin devlete ait oluşu ve devletin saray, asker ve ulema gibi hâkim zümreler tarafından temsil edilişi, bu devirlerde hâkim sınıf içindeki iktisadi çatışmaların, çok kere siyasi çatışmalar şeklinde tezahür etmesine sebep olmuştur.”[7] Nitekim egemen sınıf korporasyonu içinde, gerek şehzadeler arasındaki saltanat kavgaları olsun, gerekse bürokrasi içinde ulema, ümera ve kapıkulları arasındaki siyasal çatışmalar olsun, bunların hepsinin altında yatan şey aslında iktisadi çıkar çatışması idi. Burada şu soru akla gelmektedir: Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde temel bir rol oynayan askerî maiyetlerin (gazilerin, akıncı beylerin) pozisyonu, Orta Çağdaki Cermen askerî maiyetlerinin (comitatus) pozisyonuna çok benzemesine rağmen, neden Osmanlı toplumunda da Cermenlerde olduğu gibi bir feodalleşme süreci yaşanmamıştır? Ya da toprakta bir servaj sistemi (serf-senyör ilişkisi) neden gelişmemiştir? Bu soruların yanıtı, mükemmel biçimine Bizans’ın fethinden sonra ulaşan Osmanlı Devleti’nin despotik örgütlenmesinde aranmalıdır. Bu örgütlenmenin yarattığı “yönetici sınıf” (kapıkulu bürokrasi) yalnızca Doğu’ya özgü olup, Batı Orta Çağının hiçbir devletinde görülmeyen bir sınıftı. Sorunun bu yönleri üzerinde yazımızın üçüncü bölümünde duracağız.

[1] Bu konuda Mustafa Akdağ, Ömer Lûtfi Barkan, Halil İnalcık, Niyazi Berkes gibi tarihçi ve araştırmacıların eserlerine bakılabilir. [2] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, cilt I, Gerçek Yay., 1972, s. 12 [3] age, s.12 [4] M. Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, c.1, Cem Yay., 1974, s.276 [5] Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Köz Yay., 1971, s.60 [6] P. Wittek’den aktaran Sencer Divitçioğlu, age, s. 61 [7] age, s.63

1 Kasım 2005
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /3

3. Bölüm

Engels’e yazdığı 21 Haziran 1853 tarihli mektubunda Marx şöyle diyordu: “Bernier haklı olarak Doğu’daki bütün olayların temelinde toprakta özel mülkiyet olmayışını görür ve bu konuda Türkiye, İran ve Hindistan’a atıfta bulunur. Bu, Doğu cennetinin gerçek anahtarıdır.”[1] Engels de hemen o ay içinde Marx’a yazdığı cevapta şöyle der: “Toprak mülkiyetinin olmayışı, gerçekten de Doğu’nun tümü için anahtar. Doğu’nun siyasal ve dinsel bütün tarihi de burada saklıdır. Ama nasıl oldu da doğulular, feodal biçiminde de olsa toprak mülkiyetine varamadılar?”[2] Kapitalizm öncesi ekonomik-toplumsal oluşumlarla ilgili çalışmalarını bu dönemde kesintisiz olarak sürdüren Marx, doğuluların neden toprakta özel mülkiyete (feodal biçiminde de olsa) varamadıklarını sonunda keşfetmişti. Marx’a göre bunun birbirine bağlı iki nedeni vardı. Birinci neden, Doğu toplumlarında çok eski zamanlardan beri devam edegelen despotik devlet oluşumlarının varlığıydı. Bu tip devletler, tarımcı toplulukların üzerine çöreklenerek bu toplulukları her açıdan kendilerine bağımlı hale getiriyorlardı. Batı’da görülen güçsüz ve dağınık feodal devletlerden farklı olarak, Doğu’nun despotik devletleri son derece merkezi-bürokratik bir yapıda örgütlenmiş güçlü devletlerdi. Doğu’da ortaya çıkan bütün Arap-İslam ve Türk-İslam devletleri de bu kategoride devletlerdi. İkinci neden ise, Doğu’da tüm toprakların her zaman üstün bir topluluğun, yani despotik devletin mülkiyeti altında bulunmasıydı. Bu yüzden, topraklar üzerinde bireysel ya da ailesel düzeyde bir “özel mülkiyet” gelişmemişti. Toprağın devlet mülkiyeti altında olması, toprağı işleyen köylüleri de devlete bağımlı “daimi kiracılar” durumuna getirmişti. “Bu şartlar altında, bu devlete tâbi olan herkes için geçerli olandan daha güçlü bir siyasal ya da iktisadî baskının varlığına gerek yoktur. Devlet bu durumda en yüksek beydir. Burada egemenlik, ulusal çapta yoğunlaşmış olan toprağın sahipliğinden oluşur. Ama öte yandan, toprağın gerek özel, gerek ortaklaşa zilyetliği ve tasarrufu olmasına karşın, toprakta özel mülkiyet yoktur.”[3] Doğu toplumlarının gelişim çizgisinin Batı’ya göre farklı oluşunun temelinde yatan gerçeklik, nereden bakarsak bakalım, çok eski zamanlarda ortaya çıkmış ve kapitalizm öncesi tüm Doğu toplumlarını derinden etkilemiş olan despotizm geleneğidir. Bu geleneğin taşıyıcısı olan Doğu’nun despotik devletleri, toplum içinde bir sınıfa dayanıyor değillerdi aslında. Tersine, toplumdan bağımsız ve toplumun üstünde bir güç olarak örgütlenmiş olan bu devletler, tüm toplumun tepesinde “süper bir güç” olarak durmakta ve tüm toplumu bir sürü gibi gütmekteydiler. Dolayısıyla bu devletler, toplumsal yaşamın tüm alanlarını (ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb.) mutlak kontrolleri altında tutabildikleri sürece, yaşamlarını sürdürebilirlerdi. Böyle bir despotizm düzeninde en üstün, en yüce otorite olarak toplumun en tepesinde oturan ve devlet iktidarını kendi şahsında somutlaştırmış bulunan despot (hükümdar), elbette ki “tanrısal bir güç” ya da “kutsal bir baba” olarak görünmekteydi topluma. O halde burada asıl açıklığa kavuşturulması gereken nokta şu oluyor: Toplumdan bağımsız olarak örgütlenen, dolayısıyla toplumun herhangi bir sınıfına dayanmayan bu tip devletler, nasıl oldu da yüzyıllar boyunca ayakta kalabildiler? Despotik devletleri ayakta tutan ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında belirleyici bir güç olmalarını sağlayan “gizemli” mekanizma neydi acaba? Bildiğimiz kadarıyla bu mekanizma, kendini devletle özdeşleştirmiş olan yönetici devletlû sınıfın, yani Doğu despotizmine özgü “kapıkulu bürokrasi”nin oluşturduğu örgütlü güçten başkası değildir. O halde gelin, Doğu despotizmine özgü bu muazzam bürokratik mekanizmayı, önce genel oluşumu bakımından ve daha sonra da Osmanlı toplumu özelinde incelemeye çalışalım.

Despotik devlete özgü bir yönetici sınıf: Kapıkulu bürokrasi

Despotizmin egemen olduğu toplumlarda, devlete ait olan mülkün (yani topraklar üzerindeki güç ve hükümranlığın) her ne surette olursa olsun bölünmesi ve yönetici sınıfın şu ya da bu bireyinin veya yönetici sınıf dışındaki toplum bireylerinin “özel mülkiyeti”ne geçmesi söz konusu olamazdı. Bu toplumlarda mülkün tek sahibi, tanrının yeryüzündeki elçisi sıfatıyla ve devletin başı olarak, yönetici sınıf piramidinin en tepesinde oturan hükümdardır. Ama bu sahiplik, bugün anladığımız anlamda bir “özel mülkiyet” sahipliği olmayıp, devletle “özdeş” olmanın getirdiği bir “devlet adına” sahipliktir. Despotik tarzda düzenlenmiş eski Doğu toplumlarında, hükümdar (despot) da dahil olmak üzere yönetici egemen sınıfın unsurları (devleti yöneten asker-sivil bürokrasi, ulema vb.), görevlerinin karşılığı olarak ya hazineden maaş alırlar ya da devlete ait toprağın intifa hakkından, yani toprak gelirinden (vergi-rant) yararlanırlardı. Ama öte yandan, yönetici-egemen sınıf konumundaki bürokrasinin sahip olduğu bu “yararlanma” hakkı irsî bir hak değildi. Yani veraset yoluyla mirasçılara intikal edemezdi. Çünkü yönetici bürokratın devlet katında işgal ettiği makam ve taşıdığı ünvan, onun özel mülkü ya da soydan geçme “müktesep hakkı” olmayıp, devlet yönetimindeki fonksiyonuna (işlevine) bağlı ve görev süresiyle sınırlanmış olan bir “hak” idi. Tarihte uzun ömürlü olmuş despotik devletlerin başındaki hükümdarların, şu üç kuralı bir doğa yasası gibi benimseyip uyguladıkları biliniyor: Birincisi, toprakta “devlet mülkiyeti” sisteminin sıkı bir şekilde uygulanması; ikincisi, mülkiyeti devlete ait olan topraklarda devletin “daimi kiracı”sı olarak çalışan toprağa bağlı çiftçilerin sıkı bir denetim altında tutularak aynı düzen içinde kalmalarının sağlanması ve üçüncüsü, devletin toplumun üstünde mutlak bir güç olarak yaşamasını sağlamak üzere, toplumun sınıflarından tamamen bağımsız, kapıkulu denen bir yönetici devlet sınıfının yaratılması ve bu yolla devletin monolitikliğinin korunması. Bu kurallar, tarihte ortaya çıkan despotik yapıdaki devletlerin hemen hepsinde uygulanmış ortak kurallardır. Dağınık ve parçalı bir görünüm arz eden Batı Avrupa’daki feodal yapıların tersine, Doğu’nun despotik devletlerinin uzun ömürlü oluşu, söz konusu kuralları sıkı bir biçimde uygulamış olmalarına bağlıdır. Nitekim, tarih incelendiğinde görülmektedir ki, Doğu’da kurulan despotik devletlerin pek çoğu, bu kurallara uydukları ve dış etkenlere kapalı bir yapıyı sürdürebildikleri sürece ayakta kalabilmişler, fakat kurallar bozulduğunda ve bu toplumlar dış etkenlere açık hale geldiklerinde, çözülme ve çöküş kaçınılmaz olmuştur. Tarih bize, en eski çağlarda bile despotik hükümdarların, devleti yönetecek bürokrasiyi doğrudan kendilerine bağlı kullardan seçerek oluşturduklarını ve bunu yaparken de nasıl ince eleyip sık dokuduklarını gösteren pek çok örnek sunmaktadır. Örneğin, Mısır, Çin, Laos, Vietnam vb. gibi eski çağın asyatik toplumlarında, devlet memurluğuna alınacak insanlar son derece sıkı sınavlardan geçirilirdi. Öte yandan, Osmanlı’daki uygulamasını aktarırken de değineceğimiz gibi, devlete bağlı “kapıkulu yönetici” yetiştirmek üzere devşirilen gençlerin, geldikleri toplumsal sınıf ve çevreyle her türlü bağlarının kesilmesi de gene kesin bir kuraldı bu despotik devletlerde. Devşirilen gençler sarayda uzun bir eğitimden geçirilerek devlete kapıkulu yetiştirilirlerdi. Kapıkulları, kapıkulu ocakları denen, tamamen dışa kapalı, korporatif bir örgütlenme içinde tutulurlardı. Örneğin, Osmanlı’da Hıristiyan çocuklardan devşirilip eğitilerek devletin en yüksek makamlarına getirilen asker-sivil yöneticiler, Mısır’da köle sülalesinden gelerek hanedanlık kuran Memlûklar ve bazı eski Hint devletlerinde krallığa kadar yükselmiş köle kökenli hükümdarlar hep bu kapıkulu sınıfına mensuptular. Yeri gelmişken, “devlet” sözcüğünün, bugünkü yaygın anlamına nazaran bu toplumlarda taşıdığı farklı anlama dikkat çekmek gerekiyor. Arapçadan gelen bu sözcük , “feleğin çarkının dönüşünün bazı kişileri ‘talihli’ kılması demekti…. Asıl önemli olan şey devlet değil, hükümdar ve onun adamlarıdır. Bunlar en yüksek güç yerine gelme talihine uğramış, başlarına ‘devlet kuşu’ konmuş talihliler olduklarından kendilerini devletli sayarlardı. Bu toplumlarda devlet bir müessese değil, güç sahibinin bir sıfatıdır. Çiftçi nasıl çiftli çubuklu, zenaatkâr nasıl iş yerli ve araçlı, tüccar nasıl paralı ise baştakiler de devletlidir.”[4] Doğu despotizmine özgü bu kapıkulu sınıfı, eski sınıfsal köklerinden tamamen koparılmış ve sosyal çevreleriyle bağları tamamen kesilmiş unsurlardan meydana geldiği için, devlet dışında hiçbir kökensel aidiyeti bulunmayan, “köksüz” ve “yapma” (sentetik) bir sınıftı. Bu sınıf, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlardaki (örneğin köleci, feodal ve kapitalist toplumlardaki) sınıflardan hiçbirine benzemez. Çünkü bu sınıf, üretim sürecindeki toplumsal işbölümünün bir sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. O, üretim sürecinden bağımsız olarak, devlet katındaki fonksiyonel bir işbölümünün sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, devlette yönetici sınıf konumunda olan kapıkullarının bu “sınıf” konumları geçici bir nitelik taşımakta ve üstlendikleri yöneticilik işleviyle (yani mevki ve makamlarının süresiyle) sınırlanmış bulunmaktadır. Öte yandan, despotik devletlerin devasa bir bürokratik mekanizmaya sahip olmaları ve bu mekanizma içinde kapıkullarının sayısının sürekli artması, bu devletlerin yumuşak karnını oluşturuyordu aynı zamanda. Çünkü, tarihteki örneklerinden de biliyoruz ki, üretimden ve toplumdan tamamen kopuk bu yapay sınıfa mensup olanların sayısının sürekli artması, despotik sistemin iç dengelerinin bozulmasına, devlet yönetiminde yozlaşmalara, çıkar çatışmalarına, iktidar kavgalarına ve nihayet sistemin kaçınılmaz çöküşüne yol açmaktaydı.

Bizans’ın fethi ve Osmanlı’da “kapıkulu bürokrasi”nin iktidara gelişi

Osmanlı devletinin niteliği ve yönetici sınıf korporasyonunun bileşimi, kurulduğu 14. yüzyılın başından yıkıldığı 20. yüzyıla kadar hep aynı kalmış değildir. Kuruluş döneminde, alpler, gaziler gibi aşiret kökenli askerî unsurlar ile, şeyhler, dervişler, abdallar gibi yarı askerî-yarı mistik tarikat ehline dayanan Osmanlı devlet örgütlenmesi, asıl asyatik despotik karakterine II. Mehmed (Fatih) zamanında kavuşmuştur. Tabii, bu aynı zamanda egemen devletlû sınıf içinde esaslı bir değişikliğin olduğu ve yeni bir örgütlenmenin yapıldığı anlamına geliyordu. Bu dönemin tarihsel sınırlarını belirtmek istersek şunu söylemeliyiz: Osmanlı’da asya tipi despotik imparatorluk modeline uygun yapılar esas olarak 15. yüzyılın ortalarında oluşmuş ve 17. yüzyılın başlarına kadar da bozulmadan devam etmiştir. Diğer taraftan sözü edilen bu dönem, Batı Avrupa’da kapitalizme geçildiği, para ekonomisinin geliştiği ve bir burjuva sınıfın ortaya çıkmaya başladığı dönemdir. Avrupa’daki gelişmeler ile Osmanlı sisteminin statik bir yapıya kavuşması arasındaki çarpıcı tezat da burada başlar zaten. Osmanlı hükümdarları, güçlenme belirtisi gösteren merkezkaç eğilimlere karşı baştan beri olumsuz bir tutum içinde olmuştur. Kuruluş dönemindeki Osmanlı hükümdarları, güçlerinin yettiği yerlerde, feodal yapıdaki beyliklerin yaşamasına asla izin vermediler. Güçlerinin tam olarak yetmediği kimi yerlerde ise, uzlaşmalar yaparak var olan feodal yapıdaki beylikleri kendilerine bağlı tutmaya çalıştılar. Bu da gösteriyor ki, Osmanlıların kurduğu devlet, Doğu geleneğine uygun olarak daha baştan “despotizme eğilimli” bir devlet idi. Nitekim ilk Osmanlı hükümdarlarının başlangıçtaki uygulamaları, yani fethedilen toprakların hükümdar ailesi ve savaş ortakları (gaziler, şeyhler, dervişler) arasında “ülüş” sistemiyle paylaştırılması yöntemi, çok uzun ömürlü olmamıştır. İlk başlarda görülen, akrabalara ve savaş ortaklarına “malikâne”, “yurtluk” vb. biçiminde toprak temliki (mülk verme) usulü, belli bir zaman sonra tamamen terk edilmiş ve bunun yerini, genel bir uygulama olarak “askerî tımar” sistemi almıştır. Bunun anlamı, toprağın mülkiyeti (rakabesi) devlette kalmak şartıyla, toprağın vergi gelirinin askerî şeflere hizmet karşılığı tahsis edilmesidir. Artık bütün tımarlar doğrudan doğruya Osmanlı sultanı tarafından verildiği ve istendiğinde geri alınabildiği için, akıncı beylerinin ve benzeri askerî şeflerin iktisadî güç elde ederek ve kendi özel silahlı güçlerine dayanarak, ileride feodal beyler haline gelmeleri önlenmiştir. Bu nedenledir ki, Osmanlı toplumunda orta çağ Avrupasındaki gibi toprak mülkiyetine dayanan soylu bir aristokrasinin ortaya çıkması hiçbir zaman söz konusu olmadı. Kaldı ki, devletin mutlak hâkimi konumunda gözüken Osmanlı ailesi de, Batı’daki feodal beyler gibi soyluluğa dayanan bir geçmişe sahip değildi. Osmanlılık aslında bir soyun temsilcisi olmayıp, tamamen fetih savaşlarına dayalı iktisadî durum ve şartların yarattığı bir birliğin adı idi. Toprağın mülkiyetinin devlete ait olduğu bir durumda, devleti temsil eden hâkim unsurlar da ancak fonksiyonel olarak (yani görev yetkilerine dayanarak) bu konumu elde edebilirlerdi. Nitekim, “eski vak’a-nüvisler Osmanlılardan bahsederken, onları daima ‘devlet hizmetinde bulunan ve devlet bütçesinden geçinen hâkim ve müdir (idare eden –M. S.) sınıf’ olarak nitelendirmişlerdir”[5] Osmanlılar, kendilerinden önceki despotik devletlerin (örneğin, İran ve Anadolu Selçuklu Devletlerinin) deneyimlerini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle, fetihler yoluyla genişlemiş olan topraklar üzerinde savaş ortaklarının hak iddiasında bulunarak ayrı bir baş çekmelerinin (derebeyleşmelerinin) önüne geçebilmek için, daha I. Murad (Hüdavendigâr) zamanında (1360-89) önlem almaya başlamışlardı. İlk önlem olarak, doğrudan padişaha bağlı olacak yeni bir yönetici bürokrasiyi (kul zümresini) örgütlemeye giriştiler. Osmanlı beyliği başlangıçta henüz küçük bir hanedanlık devleti iken, ilk Osmanlı hükümdarlarının bu beyliği savaş ortaklarıyla (gaza beyleriyle) birlikte yönetmeleri pekâlâ mümkün olabilmişti. Ama fethedilen topraklar genişleyip de gaza beyleri üzerinde kontrol güçleşince, Osmanlı hükümdarlarının endişeleri de artmaya başladı. Devleti birlikte kurdukları ve yönettikleri eski savaş ortakları kendi aralarında bir çıkar birliği oluşturabilir ve ellerinin altında bulundurdukları silahlı güçlere dayanarak ayrı bir baş çekebilirlerdi pekâlâ. Nitekim bunun ön belirtileri de ortaya çıkmıştı. I. Murad’ın tahta geçmesinden hemen sonra Ankara’da ahîlerin başkaldırması ve Trakya’da kimi akıncı beylerinin kendi hesaplarına topraklarını genişletmiş olmaları, Osmanlı hükümdarı için birer tehlike sinyali idi. Selçuklu devlet geleneği içinde yetişmiş bir aileden gelen Osmanlı hükümdarları, kendi yönetimleri altındaki gaza beylerinin güçlenmesine ve ayrı bir baş çekmesine asla fırsat vermeyeceklerdi. Nitekim I. Murad, merkezkaç güçlerin oluşması tehlikesine karşı, doğrudan kendine bağlı olacak yeni bir askerî ve idarî yapıyı oluşturmaya girişecekti. Bu yapı, hükümdarın merkezî iktidarını güçlendirecek bir şekilde örgütlenecek ve mutlak bir şekilde hükümdara bağlı olacaktı. Böylece, Osmanlı devletinde yeni bir yönetici bürokrasinin (doğrudan padişaha bağlı kapıkulları) örgütlenmesi uygulaması başlamış oluyordu. Bu örgütlenme Avrupa feodalizminde hiç görülmemiş bir örgütlenmeydi. Osmanlı devlet yönetiminde önemli bir rol üstlenecek olan bu kapıkullarının devşirme usulüyle örgütlenmesi dâhiyane fikrini padişaha ilk öneren ve teşvik edenler, ulema sınıfına mensup devlet adamları oldu. Aslında ulemanın bu önerisi, bir iktidar çekişmesi içinde oldukları askerî şeflerin artan gücünü dizginlemeye yönelikti. Fakat tarihin bir ironisi olsa gerek, ulemanın, askerî şeflerle mücadelesinde vurucu güç olsun diye yarattığı bu devasa bürokratik makine (kapıkulları) sonunda yaratıcısını da ikinci plana iterek, kendisi iktidara el koyacak ve böylece Osmanlı yönetici sınıfının üçüncü kuşağı tarih sahnesine çıkmış olacaktı. Osmanlı devlet teşkilâtında kapıkullarının ilk nüveleri, savaşta tutsak edilen Hıristiyan gençlerden (pençik oğlanları) devşiriliyordu.[6] Devşirmelerin bir araya getirildikleri ve yetiştirildikleri yer, “acemi ocağı” denen kurumdu. Fakat tutsak edilen bu Hıristiyan gençlerin ellerine geçen ilk fırsatta kaçmaları yüzünden, sonradan bu yöntemden vazgeçildi. Yeni sisteme göre, tutsak alınan gençler önce Anadolu’daki Türk reaya çiftliklerine gönderiliyor ve burada hem çalışıp hem de Müslüman adet ve geleneklerini öğrendikten sonra, yedi-sekiz yıllık bir eğitim dönemi için acemi ocağı denen kapıkulu yetiştirme ocağına giriyorlardı. Bu dönem acemilik ve aynı zamanda da hizmet görme dönemiydi. Devşirme yöntemi esas olarak Fatih Kanunnamesi ile yasalaştı ve kuralları iyice belirlendi. Fatih zamanında çıkan devşirme kanunnamesine göre, Müslüman ve Yahudilerin, Gürcü, Çingene, Kürt, Acem, Arap ve Türklerin çocukları devşirilemezdi. Bunun yanı sıra, hanenin tek çocuğu, çoban ve sığırtmaçlar, köse, kel, doğuştan sünnetli, çok uzun ya da çok kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, bir sanatı bulunanlar, İstanbul’u görmüş olanlar da devşirilemezdi. Başlıca devşirme bölgeleri ise Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Hırvatistan idi.[7] Kul olarak yetiştirilecek oğlanlar artık savaşta esir alınanlardan değil, Hıristiyan reaya ailelerin 14-18 yaş arasındaki sağlam vücutlu ve akıllı erkek çocukları arasından devşiriliyor ve bunlar asker ya da idareci yetiştirilmek üzere ayrılıyorlardı. Acemi ocağında eğitilip yetiştirilen devşirmelerin bir bölümü kapıkulu ocaklarına alınıyordu. Bu ocaklar, Osmanlı Devleti’nin sürekli ordusunu (ücretli) oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya, atlı ve teknik sınıftan asker ocakları idi. Yeniçeri Ocağı da bu ocaklardan sadece biriydi, ama daha sonra en önemlisi ve sistemin temel taşı olacaktı. Bunun yanı sıra, bir de padişahın yakın hizmetinde ve idarî görevlerde çalışmak üzere sarayın Enderun[8] bölümünde eğitime alınan saray içoğlanları (buradaki “iç” kelimesi, padişahın devamlı olarak oturduğu sarayı belirtiyor) vardı. Kapıkulu adayları, Balkanlar’daki Hıristiyan köylerinden devşirilip Anadolu’ya gönderildiklerinde, orada sipahilerin ve Türkçe bilen reayanın yanında basit bir Türkçe de öğreniyorlardı. Daha sonra İstanbul ve Edirne’deki acemi okullarında Arapça ve Farsça da öğrendiklerinden, bunların karmasından Osmanlıca dediğimiz bir dil gelişecekti. Bu dil de tıpkı padişah, kul ve devlet gibi, toplumdan kopuk, köksüz ve sentetik (yapma) bir şeydi. Ama tıpkı kapıkulları gibi, bu Osmanlıca dili de ilerde devlet-i âlî Osman’ın alâmeti fârikasından biri olacaktı. Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren devlet katında iktidarı yavaş yavaş eline geçiren “kapıkulu bürokrasi” tümüyle devşirme kullardan oluşuyordu. Sınıfsal köklerinden tamamen koparılmış olduklarından toplum içinde hiçbir sınıfla kökensel bağları kalmamış olan ve kendilerini bütünüyle devlete ait hisseden bu kapıkulları, devlet içinde tam manasıyla “kapalı kutu” bir sınıf oluşturdular.

Kullar köle miydi?

Peki, devlet katında yöneticilik düzeyine kadar çıkan bu kullar köle miydiler? Bu konu eskiden beri yeterince anlaşılmış olmadığından, sık sık yanlış yorumlara kapı açmıştır. Örneğin bizde ve Batı’da yazılan kimi Osmanlı tarihi kitaplarında, kulların birer “köle” (saray köleleri) oldukları söylenmektedir. Oysaki Osmanlı kaynaklarından hiçbirinde bunlara köle dendiğine rastlanmıyor. “Birçok hallerde de bunlar açık bir şekilde kölelerden ayrılıyor (meselâ Koçi Bey devlet adamlarının kapılarında köle kullanacaklarına kul kullanmalarını tenkit eder). Gerçekte yükselmiş kapıkullarının çoğunun kendi köleleri vardı.”[9] O dönemin koşullarında köle, satın alınabilen bir mal gibiydi. Bu anlamda kölenin sivil hakları olmadığı gibi, hiçbir politik yetkisi de yoktu. Kölelik aslında devşirilme yolu ile doğmazdı. Köleler ya kaçırılarak, ya tutsak edilerek, ya da satın alınarak köle yapılan insanlardı. Ya da bir köleden doğdukları için köle olurlardı. Erkek ve kadın köleler, ya şahısların hizmetinde, ya da üretim sürecinde birer üretim aracı olarak kullanılırlardı. Tüm bunların hukukî ifadesi ise, bir insanın bir başka insanın malı olmasının kabulü anlamına geliyordu. Nitekim, antik çağdaki Roma hukuku ile orta çağdaki İslam hukuku, kölenin durumunu bu bakış açısıyla bir özel hukuk (kişi hukuku) konusu olarak düzenlemişti. Tabii, kendi özel hukukunda buna yer vermeyen toplumlar ise, insanları köleleştirme eylemlerini suç saymakta ve bir tüzel hukuk hükmü ile yasaklamaktaydılar. Nitekim eski Yunan’da, yoksullaşan yurttaşların geniş çapta köleleştirilmesi eylemine son vermek için çıkarılan Solon Kanunları bunun bir örneğidir. Osmanlı’da da köleler vardı; ama bunlar eski Roma ve Yunan’da olduğu gibi üretim sürecinde birer üretim aracı olarak değil, daha çok kişisel hizmetlerde (ev hizmetlerinde vb.) kullanılırlardı. Bu anlamda sarayda da bol miktarda erkek ve kadın kölelerin bulunduğu bilinen bir şey. Osmanlı’da kişisel hizmetler için kölelik, 19. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Oysa kullar, kölelerden çok farklı bir statüdeydiler. Bir kere kullar, belli bir amaç için devşirilen ve yalnızca erkeklerden oluşan bir insan grubuydu. Devşirilme amaçları ise, yalnızca devlet hizmetinde görev yapacak olmalarıydı. Köleler gibi haklardan mahrum değillerdi, tersine pek çok imtiyazlara sahiptiler. Bunlar saraya mensubiyetle birlikte, kişilikleri ve yerleri belirlenen “adamlar” oluyorlardı. Yani bir anlamda devlet “ricali”ne (rütbeli mevki sahibi kimseler) katılmış oluyorlardı. Tüm politik kimlikleri saraya mensubiyetten kaynaklandığı için, bunların hepsi padişah kulu sayılıyorlardı. Dolayısıyla kullar, devlet katında ve padişahın emrinde bir ocak (korporasyon) olarak örgütlenmiş görevliler grubuydular. Öte yandan, kölelerden de kul devşirilebilirdi kuşkusuz. Ama köle olan kulluğa derildiği zaman köleliği sona ererdi. Çünkü onun statüsü tamamen değişmiş olurdu. O artık bir kişinin malı olmaktan çıkar, bir kapıya (devlet makamına) kapılanırdı. “Kapı”, bir siyasi gücün sembolüydü ve o güce intisab etmekle birlikte kapıkulu da o gücün taşıyıcısı, uygulayıcısı ve aracı olurdu. Kul bu gücü kullanırken bir “hak” ile donanmış değildi, ama gücü kullanma işinde kendisine bir “yetki imtiyazı” verilmişti. “Hak geri alınmaz bir şeydir; imtiyaz ise takmadır, geri alınabilir.”[10]

Toplumsal değil fonksiyonel bir sınıf

Bizans’ın fethinden hemen sonra, ulemanın önde gelen isimlerinden Sadrazam Çandarlı Halil Paşa idam edildi (1453). Bu olay aslında Osmanlı devlet yönetiminde ulemanın üstünlüğüne son veren bir olaydır. Eski “savaş ortaklığı” döneminin ilmiye sınıfına mensup olan bu ulema taifesi, kendilerini çok önemli bir yerde görmekteydiler. “Çünkü bunlar kendilerini bir yandan İslâm peygamberinin şeriatinin temsilcileri, bir yandan da ‘ulülemrin’ yani hükümdarın delegesi sayarlardı. Bir yandan padişaha şeriati öğretirler, öte yandan halka ‘Ulül-emr’e itaatin bir borç olduğunu telkin ederlerdi. Bunlar ne halktılar ne de kul.”[11] Ama devlette üstlendikleri görevler nedeniyle (kadılık, müftülük, müderrislik vb.) daima halktan uzak, devlete yakın oldular. Fatih Sultan Mehmed’in padişahlığı döneminde, ulemanın yanı sıra devlet idaresinde sözü geçen eski ailelerin nüfuzları da bertaraf edilmiş ve bunların yerine, padişahın emir ve arzusuna mutlak surette uyan kişiler getirilmeye başlanmıştı. Bu kişiler aslında devşirme usulüyle toplanıp sarayda (Enderun mektebinde) yetiştirilen padişaha bağlı kullardır. Böylece, Fatih zamanında kulların devletin askerî-idarî-ilmî-mülkî tüm yürütme mekanizması içine geniş çapta nüfuz ettiğini ve devlet iktidarının giderek bu kul taifesinin eline geçmiş olduğunu görüyoruz. Nitekim, bu tarihten Kanunî Sultan Süleyman’ın ölümüne (1566) kadar olan dönemde sadrazamlık makamına gelen 23 kişiden 20’sinin kapıkullarından, sadece 3’ünün ulemadan olması da bunun bir göstergesidir. Batı’dan farklı olarak, toplumsal değil fonksiyonel bir işbölümünün ürünü olan ve anonim bir varlığa sahip bulunan Osmanlı hâkim sınıfı (yönetici bürokrasi), kapıkullarının iktidara gelişiyle birlikte bu vasfını büsbütün pekiştirmiş oluyordu. Aynı zamanda bu durum, Osmanlı Devleti’nin despotik niteliğinin tam olarak belirginleşmesi anlamına gelir. Osmanlı Devleti artık başlangıçtaki gibi küçük bir hanedanlık devleti değil, Bizans’ın muazzam bürokratik mekanizmasını da devralmış, asya tipi despotik bir imparatorluk devleti idi. Nitekim Osmanlı tarihinde, “hükümdarlar hükümdarı” anlamına gelen “Padişah” ünvanını ilk kullanan da Fatih Sultan Mehmed olacaktı. Dolayısıyla, Osmanlı despotizminin gerçek anlamda ilk kurucusu ve kanuncusunun Fatih Sultan Mehmed olduğunu söyleyebiliriz. Fatih’ten önceki dönemlerin devlet yönetiminde esas olarak medreseden gelme ulemanın ağırlıkta olduğu ve padişahı yetiştirenlerin de bizzat bunlar olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, önceleri bu ulema “ekâbir” takımı karşısında, padişahın mutlak yetkisi az çok sınırlanmış durumdaydı. Fakat Fatih zamanında bu durum tamamen değişti. Devlet iktidarının her kademesi ve hükümet idaresi (başta vezirlik olmak üzere), Enderun’da yetişmiş ve doğrudan padişaha bağlı olan kulların eline geçti. Kullardan oluşan yeni hükümet mekanizması, sırtını kendisi gibi kullardan oluşan ordunun ulufeli (ücretli) kesimine (özellikle yeniçerilere) dayadı. Osmanlı hükümdarlarının haftada iki gün devletin en yüksek yönetim organı olan Divana (hükümete) başkanlık etmeleri ve toplantıları yönetmeleri kuralı da Fatih’in padişah oluşuyla birlikte ortadan kalktı. Artık Divana katılmayan padişah, “devleti yönetme görevindeki en önemli bir fonksiyonunu da ‘vekil-i mutlak’ı olan vezir-i azama geçirmek suretiyle, kendisi ancak arzları ve divanın kararlarını kabul veya geri çeviren mutlak iradeli bir baş otorite haline gelmişti.”[12] Osmanlı’daki despotik devlet yapılanmasının önemli bir özelliğini ortaya koyması bakımından, burada bir noktanın daha kaydedilmesi gerekiyor. Fatih döneminden itibaren, “devlet kadrosunda hükümdarın (kendi iddiasının aksine olarak) artık ‘mülkün sahibi’ durumunda bulunmadığı, padişahlık görevinde ancak irsî bir memur gibi oturduğu” gerçeğidir.[13] Bundan böyle devlet, Osmanlı ailesine miras kalmış bir mülk (mülk-i mevrus) olarak değil, birliği padişah tarafından temsil olunan tek ve bölünmez bir varlık olarak algılanacaktır.[14] Osmanlı devletinin despotik yapısı Fatih döneminde tam manasıyla belirginleşince, aslında padişahın da fonksiyonel bakımdan “yüce devlet”in bir kulu olduğu (kul-padişah) ortaya çıkmıştır. Padişah, kulların en tepesinde duran bir kuldur; bürokratik korporasyonun ve dolayısıyla despotik devletin bölünmez bütünlüğünün bir sembolüdür o! “Osmanlı padişahının, kapıkulu ocaklarının birinci ortasının yoldaşlarından sayılması, ulufe günü yeniçeri ağası giysisi ile kışlaya gelmesi ve ulufesini alması, at üstünde bir kâse şerbet içmesi gelenekti”[15] Padişahı devletin “ücretli” kullarından biri olarak sembolize eden bu “kul-padişah” ritüeli de göstermektedir ki, toplumun tepesine çöreklenmiş olan despotik devlet, aslında toplumun üstünde asılı duran bürokratik korporasyonun anonim gücünden başka bir şey değildir. Yani Osmanlı devleti, Batı’da olduğu gibi toplumun bir sınıfına değil, toplum sınıflarıyla hiçbir bağı olmayan “yapma bir sınıf”a (kullara) dayanmaktadır. İşte asıl Osmanlı denilenler de, devletin halktan ayırıp kullandığı bu kullardır. Dolayısıyla, Osmanlı padişahları da esasen toplumun veya halkın değil, has Osmanlı denen bu kapıkullarının başbuğudurlar. Yeri gelmişken, “kerim devlet” konusunda bizde çok sık ve yaygın olarak düşülen bir yanlışa da burada değinmek isteriz. Osmanlı’nın bahsettiğimiz bu despotizm dönemini romantikleştirenler, bu dönemde devletin adaletinin toplumsal yaşamı mükemmel biçimde düzenlediğini ve bu nedenle de sınıf ayrımı ve çatışması olmadığını söylerler. Bu düşünceye göre, Osmanlı devleti öyle bir “kerim” devlet idi ki, tüm toplumu hem yüce varlığıyla koruyor, hem de toplumun bireyleri arasında adaleti temin ediyordu. Onun için Osmanlı toplumu imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum idi! Aslında tarihimize ait bu yanlış ve çarpık düşünceler, Türkiye sol hareketinde de oldukça yer etmişlerdir. Eski kuşaktan sosyalistlerimiz arasında Osmanlı’nın bu döneminden övgüyle söz eden ve örnek alınmasını isteyen az insan çıkmamıştır. Evet, Osmanlı’nın despotik sisteminde devlet adaleti ve düzenlemesi vardı ama, bu hiçbir zaman halkın çıkarlarını korumak ya da sınıfsız, imtiyazsız bir toplum yaratmak için değildi. Devletin, dolayısıyla yönetici sınıfın (yani bürokratik korporasyonun) gelir kaynakları kesilmesin, süt veren ineğe iyi bakılsın diye yapılıyordu bu düzenlemeler. Devletin “kerimliği”, sürüyü koruyan sürü sahibinin “kerimliğinden” daha ileri değildi Osmanlı’da!

Despotik devlet altında ekonomi ve toplum

Burada bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor. Osmanlı toplumunun evrim çizgisinin Batı’daki gelişmeyle tam bir tezat oluşturduğunu daha önce söylemiştik. Batı’da devlet, bizzat toplumun geçirdiği evrime göre, yani toplumsal sınıfların ekonomik ilişkilerdeki ağırlığına göre biçimlenmiştir. Bir başka deyişle, özel mülkiyete dayanan Batı toplumlarında devlet, iktisaden egemen olan sınıfın devletidir. Oysa, aşağıda göreceğimiz gibi, Osmanlı’da bunun tam tersi söz konusudur. Osmanlı’da devlet, ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir ürünü olmayıp, tam tersine, kendisi ekonomiyi ve toplumu elinde yoğurarak biçimlendiren “kutsal” bir varlık görünümündedir. Buradan çıkan sonuç şudur ki, Osmanlı toplumunda sınıfsal ayrışmayı yaratan esas faktör toplumun içinde gelişen dinamik mekanizmalar değil, despotik devletin ta kendisidir. Osmanlı toplumundaki sınıfsal oluşumlar, toplumun kendi doğal gelişimi içinde gerçekleşen ekonomik-toplumsal bir ayrışmanın ürünü olmayıp, devletin dayattığı fonksiyonel bir ayrışmanın ürünüdürler. Osmanlı devletinin elindeki muazzam güç, daha önce de değindiğimiz gibi, bütün toprakların ve doğal kaynakların mülkiyetinin onun tekelinde bulunmasından ileri geliyordu. Kuruluşundan başlayıp 17. yüzyıla kadar olan dönemdeki devlet ve toplum yaşantısını göz önünde bulunduracak olursak, Osmanlı’da toplumun bireylerinin başlıca üç büyük fonksiyonel bölüme ayrıldığını söyleyebiliriz: 1- genel anlamda askerîler sınıfı diye çağırılan yönetici bürokrasi; 2- şehirliler; 3- çiftçiler. Bu fonksiyonel bölünme aslında yönetenler ve üretenler diye de özetlenebilir. Bu ayrışmada padişah en üstte durmakta, askerî ve sivil işlevler üstlenmiş kullar da onun altında yer almaktadır. Padişah da dahil, birinci sırada gelen bu askerîler sınıfı her türlü vergiden muaftır. Bu sınıf kendi içinde ayrıca ücretli (yani hazineden geçinmeli) ve dirlikçi (yani reayadan topladıkları vergi geliriyle geçinen) olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır. Askerîler diye tanımlanan bu devletlû sınıf dışında kalan bütün halk yığınları (ister şehirli, ister köylü olsun), “reaya” deyimi ile ifade ediliyordu. Bütün topraklar ve doğal kaynaklar devletin mülkü sayıldığı için, şehirli ve çiftçi reaya da bu dev işletmenin emekçileri sayılıyordu elbette. Artık ürünleri devletlû sınıf (askerîler) tarafından (vergi adı altında) çekilip alınan ve iliklerine kadar sömürülen emekçiler! Bu devlet sisteminin toplum anlayışına göre, toplum, devletin güdümü altında çalışmak üzere örgütlenmiş ve her birinin işlevi ve görevi ayrı ayrı önceden belirlenmiş olan organlardan oluşmaktadır. Ama devlete karşı farklı işlevler ve görevlerle yükümlü olsalar bile, bu insan gruplarının birlikte oluşturdukları bütünsel bedenin (yani toplumun) tek bir amacı vardır: devlet-i âlî Osman’ın bekasını sağlamak! Bu toplum nizamının hiç bozulmadan sürmesi, Osmanlı devleti için yaşamsal önemdeydi kuşkusuz. Çünkü anlattığımız cinsten bir devlet düzeni, ancak böyle koyun sürüsü gibi güdülen ve hiçbir değişim geçirmeyen statik bir toplumun üzerinde durabilirdi. Sürekli değişim içinde olan bir toplumun üstünde ise asla! Onun için, Osmanlı devlet adamlarının ve ulemanın ağızlarını her açtıklarında, “düzen”den, “nizam”dan dem vurmaları boşuna değildi. Tüm Doğu despotizminde olduğu gibi, Osmanlı despotizminde de toplum başka, devlet başka şeydi. “Toplum, onların deyimiyle ‘reaya’ yerden bitme bir şey. Osmanlı kafasına göre, toplum ‘reaya’ ve ‘beraya’ yani köylü ve kentli halktır. Devlet ise efendi veya babadır. Bulunduğu yere tanrı tarafından getirilip konmuştur. … Bu iki varlığı İslâm ve Osmanlı yazarları çok defa ‘sürü’ ile ‘çoban’a benzetirlerdi.”[16] Klasik anlamda Osmanlı despotizmi, Kanunî Süleyman döneminde en yüksek noktasına ulaştıktan sonra, 16. yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başladı. Doğu’nun despotik devletlerinin yaşamını incelemiş olan İbn Haldun’un söylediği gibi, bu tip devletler doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Ama bu devletlerin üzerine oturdukları toplumlar olduğu yerde dururlar ve her defasında bu toplumların tepesine, aynı tipte bir yenisi gelip oturur. Fakat Osmanlı devleti için böyle olmamıştır. Çünkü Osmanlı devletinin “bozuk düzen” içinde yaşamını sürdürdüğü dönem (18. ve 19. yüzyıllar), onun yerini bir başka “despotik” devletin gelip almasının artık mümkün olmadığı kapitalizm dönemiydi. Osmanlı despotizminin “bozuk düzen” içinde yaşamını nasıl sürdürdüğünü ve Avrupa’da gelişen kapitalizm karşısında nasıl bir çöküş sürecine girdiğini de gelecek bölümde incelemeye çalışacağız.

[1] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol. Yay., Kasım 1995, s. 90, düzeltilmiş çeviri [2] age, s. 90, düzeltilmiş çeviri [3] Marx, Kapital, c.3., Sol Yay., Şubat 1990, s. 695, düzeltilmiş çeviri [4] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, Gerçek Yay., Nisan 1972, s. 55 [5] Fuat Köprülü’den aktaran Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, s.65 [6] Pençik: Akın ve savaşlarda ele geçirilen her beş tutsaktan birinin devletin payı olarak devlete verilmesi. Osmanlı’da bu uygulama, fetihler döneminin kapandığı 17. yüzyılın sonlarına değin sürmüştür. [7] kaynak: Ana Britannica [8] Enderun: Kelime anlamı iç, yürek demek. Osmanlı’da sarayın harem dairesi kısmına verilen ad. [9] N. Berkes, age,s. 94 [10] N. Berkes, age, s. 100 [11] N. Berkes, age, s. 115 [12] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, c.2, Cem Yayınevi, 1974, s. 72 [13] M. Akdağ, age, s.73 [14] M. Akdağ, age, s. 73 [15] kaynak: Ana Britannica [16] N. Berkes, age, s. 56

1 Aralık 2005
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /4

4. Bölüm

Osmanlının ekonomik yükseliş ve siyasal ihtişam dönemi (14, 15 ve 16. yüzyıllar)

Buraya kadar anlattıklarımızla, Osmanlı toplumunda devletin (yani siyasal gücün) nasıl bütün güçlerin en tepesinde duran bir “süper güç” olduğunu ve tüm ekonomik-toplumsal yaşamın bu güç tarafından nasıl güdüldüğünü ortaya koymaya çalıştık. Öte yandan, bu tipte bir despotik güç oluşumunun yalnızca Osmanlı’ya özgü bir şey olmayıp, kapitalizm öncesi tüm Doğu toplumlarının tarihsel bir gerçekliği olduğuna işaret ettik. Nitekim, Marx’ın kullandığı “asya tipi üretim tarzı” ve “doğu despotizmi” kavramlarının da esasen bu tarihsel gerçekliği ifade eden kavramlar olduğunu söyledik. Marx, Doğu ve Batı uygarlıklarının kapitalizm öncesi gelişim çizgilerini incelerken, bu iki uygarlık çizgisi arasında (gerek mülkiyet biçimleri ve üretim ilişkilerinin, gerekse toplumsal ve politik yapıların oluşumu bakımından) esaslı farklılıkların bulunduğu gerçeğini saptamıştı. Sonunda her iki uygarlık çizgisi de kapitalizme varmıştır. Ama, bunlar arasındaki tarihsel gelişim farklılığı, kapitalizm öncesinde olduğu gibi, kapitalizme geçtikten sonraki ekonomik, toplumsal ve politik süreçlerde de kendini güçlü bir biçimde hissettirmeye devam etmiştir. Nitekim, şu an incelemekte olduğumuz Osmanlı toplumunun evrim çizgisi de bu gerçekliğin canlı bir örneğini sunmaktadır bizlere. Şurası bir gerçek ki, Batı’dan farklı bir gelişme seyri izlemiş olan Osmanlı toplumunun ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel yapıların, Batı’dan farklı bir uygarlık çizgisini simgelediği açıktır. Yazımızın bundan önceki bölümlerinde, Osmanlı’da devletin kuruluşu ve ekonomik-toplumsal yapıların oluşumuyla ilgili temel saptamalarımızı ortaya koymaya çalışmıştık. Şimdiki ve daha sonraki bölümlerde ise, Osmanlı despotizminin Batı feodalizmi karşısındaki yükselişinin (14, 15 ve 16. yüzyıllar) ve sonra da Batı kapitalizmi karşısındaki gerileyişinin (17. yüzyıldan itibaren) temel nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. Bilindiği üzere, asyatik-despotik karakteri esas olarak II. Mehmed (Fatih) döneminde belirginleşen Osmanlı devleti, 15. ve 16. yüzyıllarda giriştiği fetih savaşları sayesinde topraklarını alabildiğine genişletmiş ve hem Doğu’ya hem de Batı’ya hükmeden bir despotik imparatorluk düzeyine yükselmişti. Bu bakımdan, 15. ve 16. yüzyıllar, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün doruğuna ulaştığı yüzyıllar oldu. Bu ekonomik yükseliş ve siyasal ihtişam döneminin ayırt edici bir özelliği, Osmanlı devletinin askerî-idarî-malî tüm yönetim kademelerinin, kendini devletle özdeşleştirmiş olan devşirme kulların (kapıkulu bürokrasinin) elinde temerküz etmiş olmasıdır. Dolayısıyla, esas olarak Bizans’ın fethi ile başlayan ve Osmanlı devletini zenginliğinin ve siyasal gücünün doruğuna ulaştıran genişleme döneminde başlıca rolü, iktidarı elinde tutan bu devşirme kulların oynadığını söylemek yanlış olmaz.

Batı’da feodalizm çöküyor, Doğu’da despotizm yükseliyor!

15. yüzyılın ortalarına kadar, uygarlık dünyasının temeli Avrupa değil Asya kıtası idi. Batı uygarlığının en ihtişamlısı olan Büyük Roma İmparatorluğu zamanında bile, Asya’nın birinci büyük imparatorluğu olan Çin, ulaşılması özlenen efsanevi bir diyardı Batı için. Roma’nın çöküşünden sonraki yüzyıllarda ise, Çin’den Avrupa’ya doğru uzanan şerit üzerinde (Hindistan, İran, Orta Asya, Yakın Doğu bölgelerinde) pek çok Doğu imparatorluğu daha kurulacaktı. Aynı yüzyıllarda Avrupa, bu uygarlık âleminin dışında kalan ve ekonomik, askerî, siyasî açıdan esamisi dahi okunmayan bir “çevresel bölge” konumundaydı. Bu eski kıta, tüm Orta Çağ boyunca para, servet ve endüstri bakımından hep Asya’nın gerisinde kaldı. Avrupa’nın bu durumda kalışının temel bir nedeni ise, bu kıtanın 8. yüzyıldan başlayarak müslüman Arapların, Hunların ve Normanların istilâlarına maruz kalması ve kendi içine kapanmasıydı. 9. yüzyılda Frank (Karolenj) İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra, Batı Avrupa’da yaşayan ve Engels’in deyimiyle “barbar geleneklerinin anılarını hâlâ taşımakta olan” Cermen topluluklar, kıtayı istilâ eden bu yeni fatihler karşısında boyun eğerek uyruklaşmayı değil, kendi toplulukları içinde himaye aramayı yeğlemişlerdi. Saldırılar karşısında içe kapanma ve toprak imtiyazları yoluyla himaye arama çabaları, 9. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da istisnai bir sistemin (feodalizmin) gelişmesiyle sonuçlandı. İnsanlar arasında “metbuluk-vasallık” ilişkisine dayanan bu sistem, sonuçta toprakta “serflik” ilişkilerinin gelişmesine ve giderek özgür Cermen köylüsünün serfleştirilmesine yol açtı. Bu döneme ait “her toprağın bir beyi olmalı” (“senyörsüz toprak olmaz”) özdeyişi, feodal çağın karakterini özetleyen bir özdeyiştir. Avrupa kıtasında, birbirinden yalıtılmış, kendi içine kapanmış feodal ekonomilerin yüzyıllar boyu hükmünü sürdürmüş olması, bu kıtayı merkezileşmiş bir devlet gücünden ve ekonomik bütünlükten yoksun bırakmıştı. Bu durum Avrupa’yı Asya’daki uygarlığın gerisine düşürdüğü gibi, para, servet ve teknoloji açısından da Asya’ya bağımlı hale getirdi. Batı’nın orta çağları diye tanımlanan bu tarihsel dönem, Avrupa’da Rönesans’ın başlamasına kadar sürdü. 15. yüzyıla girildiğinde, Batı Avrupa artık feodalizmden uzaklaşmış bulunuyordu. Ne var ki, aynı yüzyılda Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’da feodalizm yeniden canlanıyor ve buralarda büyük köylü kitleleri daha da serfleştiriliyordu. Avrupa’nın bu kesimindeki feodal rejimlerin hemen hepsinde köylü ayaklanmaları yaşanıyordu. Bu nedenle de feodal rejimler askerî açıdan güçsüz ve dağınık bir konumdaydılar. Oysa Osmanlı devleti, 15. yüzyılın başlangıcından itibaren askerî, idarî ve malî açıdan güçlü bir merkezi-despotik yapılaşmaya doğru ilerlemekteydi. Askerî gücü ve savaş tekniği bakımından üstün konumda bulunan Osmanlı devleti, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın işte bu dağınık feodal güçleriyle karşı karşıya gelecek ve tutuştuğu her savaşta bu güçleri alt etmekte zorlanmayacaktı. Osmanlı devleti, özellikle İstanbul’un fethinden sonraki genişleme döneminde, Balkanlar’da ve Orta Avrupa’da ele geçirdiği topraklarda feodal hanedanlıkları tuzla buz ederek, serflik ilişkilerine son vermiş ve buralardaki hıristiyan köylü topluluklarını Osmanlı devletinin reayası konumuna dönüştürmüştü. Öte yandan, zaten feodal beylerin keyfî baskı ve zulmünden yılmış bulunan hıristiyan köylü kitleleri (serfler) de Osmanlı’nın gelişini bir kurtuluş gibi karşılamışlardı. Nitekim, Osmanlı hakimiyetine giren bu bölgeler, daha sonraları Osmanlı’ya bol bol devşirilecek “kul” sağlayan yerler olacakı. Osmanlı’nın Avrupa’daki bu ilerlemesi de gösteriyor ki, askerî-idarî-malî açıdan güçlü bir merkezî örgütlenmeye sahip bulunan Doğu tipi despotik bir rejimin karşısında, böyle bir merkezi örgütlenmeden ve askerî güçten yoksun bulunan Orta Çağ kalıntısı dağınık feodal yapıların tutunabilmesi mümkün değildi. Batı’da feodalizm çökerken, Doğu’da despotizmin yükselişinin temelinde yatan gerçek neden de buydu. Ama tabii bu, üretici güçlerin o zamanki verili gelişmişlik düzeyinde geçerli olabilen bir durumdu. Üretici güçlerin gelişmesi, Batı’da kapitalizmin gelişmesini sağlayacak bir düzeye ulaştığında ise durum tersine dönmüştür. Üretici güçlerin gelişmesine ayak uyduramayan, ama kendi içinde de evrimci dinamiklere sahip bulunmayan Osmanlı despotizmi (asyatik üretim tarzı), belli bir noktadan sonra çöküş sürecine girmiştir. Bu noktaya, Osmanlı devletinin gelişme dönemlerini incelerken ileride değineceğiz.

Despotik rejimin sürekli genişleme ihtiyacı nereden kaynaklanıyordu?

Asya’da, tarımcı topluluklar üzerine çöreklenerek kurulmuş olan bütün despotik devletler, varlıklarını sürdürebilmek için sürekli fetih savaşları yaparak topraklarını genişletmek, yağma ve talanla hazinelerini güçlendirmek zorundaydılar. Büyük bir askerî gücü ve bürokratik mekanizmayı ayakta tutmaları buna bağlıydı çünkü. Dolayısıyla, savaş onlar için temel bir ekonomik faaliyet alanıydı. Nitekim Doğu despotizmi tarzında örgütlenmiş olan Osmanlı devletinin de sürekli genişleme ihtiyacı içinde olması, işte bu zorunluluğun bir ifadesiydi. Asyatik üretim tarzı üzerinde yükselen Doğu devletlerinin temel fonksiyonlarını inceleyen Marx, 25 Haziran 1853 tarihinde New York Daily Tribune’de yayınlanan Hindistan’da İngiliz Egemenliği adlı makalesinde şöyle yazıyordu: “Çok eski zamanlardan beri Asya’da, genellikle üç hükümet bakanlığı olagelmiştir: Maliye, ya da iç yağma; Savaş (Harbiye) ya da dış yağma; ve nihayet Bayındırlık.” (Marx-Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay., Eylül 1992, s.145-46) Marx burada, despotik bir devletin kendi varlık koşullarını devam ettirebilmek için nasıl bir sömürü mekanizması örgütlediğine dikkat çekmektedir. Doğu’ya özgü bu sömürü mekanizması, devleti elinde tutan yönetici sınıfın (bürokratik korporasyonun), tarımda çalışan dolaysız üreticilerin (devlete bağımlı çiftçilerin) ürettiği artık-ürüne el koyması şeklinde işlemekteydi. Bu el koyma, vergi ve haraç biçimi altında gerçekleşmekte ve dolayısıyla, despotik devletin yönetimi altında, “vergili” ve “haraçlı” diye tanımlayabileceğimiz bir toplumsal yapı oluşmaktaydı. Esasen böyle bir toplumda, “maliye” idaresi ile “savaş işleri” idaresi, despotik devletin birbirini tamamlayan fonksiyonlarıydı. Çünkü tarıma dayalı Asyatik toplumlar üzerine çöreklenen bu despotik devletler, yağma ve fetih savaşları yaparak ganimet ve toprak ele geçirmedikçe, devletin yeni haraç ve vergi kaynakları (tımarlar) elde etmesi ve dolayısıyla, maliyesini güçlendirmesi mümkün olamazdı. Öte yandan, vergiye bağlanmış toprakların (tarımcı toplulukların) sayısı artmadıkça da, despotik devletin toprağa dayalı militer gücünün (tımarlı askerin) artması son derece zorlaşırdı. Marx’ın dikkat çektiği “bayındırlık işleri” idaresine gelince, bu bölüm, despotik devletin üçüncü temel fonksiyonunu meydana getirmektedir. Yani, üretimin ve yeniden-üretimin aksamadan yürütülmesi için, gerekli altyapı çalışmalarının (ulaşım yolları, kemerler, sulama kanalları vb.) örgütlenmesi görevi. Asyatik üretim tarzı çerçevesinde, tarımda artık-ürün üretiminin düzenli olarak sağlanabilmesi ve bunun devlete akıtılabilmesi için, söz konusu bayındırlık işlerinin de despotik devlet tarafından yerine getirilmesi temel bir şarttı. Despotik rejimlerde devletin bu üç temel fonksiyonu üstlenmiş olması, onun çok karmaşık-bürokratik bir idarî ve malî aygıta sahip olmasını ve bu aygıtta çok sayıda görevlinin çalışmasını zorunlu kılmaktaydı. Bu da despotik rejimin temel bir açmazıydı. Bu rejimlerde egemen yönetici sınıfın kütlesinin, devletin el koyduğu artık-ürün kütlesinden daha hızlı büyümesi, devleti, sürekli artan ihtiyaçları karşılayamaz duruma getirmekteydi. Bu dengesizliğin somut görüntüsü, egemen sınıf mensuplarının ve görevlilerin ikamet ettiği kentlerin devamlı büyümesine karşın, bu kentlerin maddi ihtiyaçlarını karşılayan tek kaynak olan kırsal kesimin (tarım komünlerinin) devamlı bir durgunluk içinde olmalarıydı. Despotik rejim bu çelişkiyi giderebilmek için, sürekli bir dış-artık elde etme ihtiyacı içinde olurdu. Ve tabii, dış-artık sağlama imkânı devam ettiği sürece sorun yoktur. Bu durumda sistem hiçbir evrim geçirmeksizin aynen devam eder. Yani Asyatik üretim tarzı ve onun üzerinde yükselen depotizm olduğu yerde durur. Fakat, sistem bu dış-artığı gerçekleştiremez (yani yeni fetih savaşları yaparak genişleyemez) ve başka malî kaynaklar da yaratamaz duruma gelirse, o zaman her şey tersine döner ve sistemin çöküşü kaçınılmaz olur. Tarihe baktığımızda, despotik sistemlerin yaşadığı çöküş sürecinin ve sonrasındaki gelişmelerin, tarihsel koşullara bağlı olarak iki farklı biçimde tecelli ettiğini görüyoruz. Eğer söz konusu olan, Asya’nın kapitalizm öncesi tarihsel koşulları ise, o takdirde, çöken bir despotik imparatorluğun yerini, aynı Asyatik temeller üzerinde gelip bir başkası almıştır hep. Fakat kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişmesi ve buna bağlı olarak Asya’nın tarihsel koşullarının da değişikliğe uğramasıyla birlikte, durum değişmiştir. Değişen bu koşullarda, örneğin Asya’nın tanınmış despotik imparatorluklarından Çin ve Osmanlı imparatorlukları çöktüklerinde, bunların yerini bir başka despotik imparatorluk ya da devlet almamıştır ve alamazdı da. Çünkü zamanında kendi içsel dinamikleriyle başka bir sisteme evrilememiş ve evrilmeleri de mümkün olmayan bu yaşlı imparatorluklar, çözülme ve çöküş süreçlerini, gelişmekte olan dünya kapitalizminin (dışsal dinamiğin) etkisi altında yaşamışlar ve bu nedenle de, önce Batı’nın yarı sömürgesi haline gelmişler, daha sonra da güdük bir burjuva “demokratik” devrim geçirerek, kapitalist gelişme sürecine eklemlenmişlerdir. Şimdi bu söylenenleri, incelediğimiz örnek eşliğinde, yani Osmanlı devletinin 15. yüzyıldan itibaren başlayan genişleme süreci temelinde izlemeye çalışalım.

Osmanlı’nın genişleme dönemi

Bilindiği gibi, Osmanlı devletinde kapıkulu ocaklarının kurulması ve bu ocaklarda yetişen devşirme kulların devletin yönetim kademelerinde (askerî, idarî, malî) yüksek yönetici görevlere getirilmeleri, bir başka deyişle Osmanlı devletinin despotik-bürokratik bir yapıya doğru evrilmesi, I. Murad (1360-89) devrinde başlamıştır. Bu dönemde Osmanlı devleti bir taraftan Anadolu’daki Türkmen beyliklerini topraklarına katarken, diğer taraftan da Balkanlar’da ve Orta Avrupa’daki genişlemesini sürdürdü. I. Murad, 1371-87 arasında Makedonya’yı, Manastır’ı, Niş’i, Sırbistan’ı fethederek Macaristan sınırına kadar dayandı. Bu birinci genişleme döneminde, henüz despotik yapısı tam olarak olgunlaşmamış olan Osmanlı devleti, fethettiği bu yerlerdeki feodal vasallıkları ve Bizans’tan kopan yerel hanedanları tamamen ortadan kaldırmak yerine, onları askerî ve malî açıdan kendine bağlamakla yetindi. Buna göre, Osmanlı devleti, kendi metbuluğunu tanıyan, yıllık vergilerini düzenli ödeyen ve istendiğinde Osmanlı ordusuna asker gönderen yerel feodal hanedanlarla işbirliğine gidiyordu. Böylece, Osmanlılar I. Murad döneminde Avrupa’da vasallık ilişkilerine dayanan bir imparatorluğun temellerini atmış oluyorlardı. I. Bayezid (Yıldırım) devrinde de (1389-1402) Osmanlı’nın genişlemesi sürdü. I. Bayezid, Batı Anadolu’daki bütün Türkmen beyliklerini topraklarına kattı ve Doğu Anadolu’daki bazı Türkmen beyliklerini ortadan kaldırdı. Daha sonra Balkanlar’a yönelen Bayezid, Bulgaristan’ı işgal ederek ilk kez doğrudan Osmanlı yönetimine bağladı ve ardından Konstantinopolis’i kuşattı. Macaristan’ın örgütlediği büyük haçlı ordusunu da Niğbolu Savaşında (1396) yenilgiye uğratarak, Tuna’nın güneyinde Osmanlı egemenliğini iyice pekiştirdi. Bu nokta 14. yüzyıldaki Osmanlı genişlemesinin doruğu oldu. 1397 yılında tekrar Anadolu’ya dönen Bayezid, Karamanlıları da ezip geçerek, bu son Türkmen beyliğini de topraklarına kattı. Ne var ki, bu genişlemenin ardından, Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda (1402) Timur karşısında aldığı büyük yenilgi, Osmanlı devletininin merkezî-siyasal birliğinin ve topraklarının parçalanmasına ve Bayezid’in oğulları (şehzade Çelebiler) arasında on yıl (1402-13) sürecek bir iktidar kavgasına yol açacaktı. Fetret Devri olarak bilinen bu iktidar boşluğu dönemi, nihayet Çelebi Mehmed’in (I. Mehmed), Bizans’ın da desteğiyle Osmanlı devletinin yönetimini ele geçirmesi (1413) ve egemenliğini kabul ettirmesiyle son buldu. Çelebi Mehmed’ten sonra gelen II. Murad’ın (1421-44 ve 46-51) hükümdarlığı döneminde Osmanlı devleti ikinci bir genişleme dönemi yaşadı. Fakat bu dönem aynı zamanda, devlet yönetimindeki devşirme kullar ile eski kurucu aristokrasiden gelen Türkmen soyluları arasında çekişmenin başladığı bir dönem olacaktı. II. Murad, eski Türkmen ailelerin Rumeli ve Anadolu’da kurdukları büyük mülklere yaslanarak güçlenmelerinden tedirgin olmuştu. Çünkü, Fetret Devrinde yaşanan ve bu Türkmen ailelerin de dahil olduğu iktidar kavgalarının anıları hâlâ belleklerde tazeliğini koruyordu. O nedenle II. Murad, hükümdarlığı döneminde Türkmen soyluların nüfuzunu dengelemek ve böylece gelecekte ortaya çıkabilecek “feodalleşme” eğilimlerini kırabilmek için, hizmetindeki Türkmen olmayan grupları güçlendirmeye koyuldu. Başta Yeniçeri Ocağı denen piyade gücünün örgütlenmesi olmak üzere, doğrudan kendisine bağlı devşirme kulların (hıristiyan gençlerin) yetiştirilmesine ve devlet yönetiminde görev almalarına ağırlık verdi. Dolayısıyla, II. Murad’ın hükümdarlığı dönemi, devlet yönetiminde devşirme kulların ağırlığının giderek arttığı ve Osmanlı devletinin bir kul devleti olmaya doğru evrildiği (ve bu anlamda despotik yapısının şekillenmeye başladığı) bir dönem oldu. Osmanlı devlet yapısındaki bu niteliksel değişim, ilerleyen süreçte kendi sonuçlarını yaratmakta gecikmeyecekti kuşkusuz. Yeni fethedilen toprakların tımar, zeamet ve haslar halinde dağıtımından aslan payını artık bu devşirme kullar kapıyordu. Giderek zenginleşen ve devlet yönetiminde sayıları artan devşirmeler, bu dönemde hep savaştan ve sürekli genişlemeden yana oldular ve padişahı da bu yönde teşvik ettiler. Çünkü, yeni tımarlar elde etmek ve servet yığmak, fetih yoluyla mümkün olabiliyordu! Bu yükseliş dönemlerinde başarılı giden fetih seferleri de yönetici sınıf korporasyonu içinde devşirme kulların ağırlığının sürekli artmasını sağladı. Bu durumda, iktidardaki pozisyonlarını yitirme telâşına düşen Türkmen aileler, devşirme kullar karşısında çıkarlarını koruyabilmek için, eski kurucu aristokrasiden gelen ve Osmanlı devletine birçok sadrazam yetiştirmiş olan ünlü Çandarlı ailesi etrafında birleştiler. Devşirme kullar Balkanlar’da ve Orta Avrupa’da feodal vasallıklara karşı fetih savaşları yapmayı ve genişlemeyi savunurken, bu savaşların devşirmeleri güçlendireceğinden çekinen eski Türkmen aileler ise, Avrupa’ya karşı barışçı ve uzlaşmacı bir politikayı savunuyorlardı. Devşirme kullar ile Türkmen soylular arasında içten içe süren bu iktidar kavgası, II. Mehmed (Fatih) tahta geçtiğinde (1451) de bütün şiddetiyle devam ediyordu. II. Mehmed de babası gibi, devletin eski kurucu aristokrasi ile olan göbek bağını kesmek ve devleti tam anlamıyla toplumdan bağımsız ve toplumun üstünde bir görünüme büründürmek istiyordu. Bu nedenle de, doğrudan sultana bağlı devşirme kullardan oluşacak ve devletin özerk çıkarlarını savunacak bir aygıtı geliştirmek üzere planlar yapıyordu. II. Mehmed tahta çıktığında, fetih savaşlarından, genişlemeden yana olan devşirmeler genç sultanın çevresinde toplanmıştı. Kurucu aristokrasiyi temsil eden Türkmen soylular ise, sadrazamlığını hâlâ koruyan Çandarlı Halil Paşa’nın etrafında kenetlenmişlerdi. Yani iktidar bloku içindeki çelişkiler, henüz çözülmemiş olarak duruyordu. II. Mehmed’in kesin desteğini alan devşirmeler, bekledikleri anın geldiğini düşünüyor ve iktidarı bütünüyle ele geçirip, eski kurucu aristokrasiyi saf dışı etmek için sabırsızlanıyorlardı. Ama kurucu aristokrasinin gücünü kırabilmek için, hem genç sultanın hem de devşirmelerin, kendilerine saygınlık kazandıracak, gerçekten büyük, hatta olağanüstü bir zafere ihtiyaçları vardı. O nedenle, devşirme ricalin II. Mehmed’e gösterdiği ilk hedef, doğrudan doğruya Bizans başkentinin, yani Konstantinopolis’in fethedilmesi idi. Gerçekten de, iki yakayı birleştiren bu tarihi kent başkalarının elinde kaldığı sürece, Osmanlı egemenliği Avrupa’da daha fazla genişleyemeyeceği gibi, Anadolu ve Rumeli’de fethedilen toprakları tek bir merkezî idare altında birleştirecek bir imparatorluk da kurulamayacaktı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ve diğer Türkmen soyluları ise, Bizans başkentine saldırmaya karşıydılar. Bizans’la barışın bozulmasının, bir haçlı seferine yol açacağını söylüyorlardı. Oysa asıl neden bu değildi. Onlar, Bizans başkentinin düşürülmesinin devşirmelerin bir zaferi olacağından ve bunun da kendi iktidarlarının sonunu getireceğinden korkuyorlardı. Nitekim korktukları başlarına geldi. Konstantinopolis’in fethinden sonra, Türkmen ailelerin önderleri ihanetle suçlanarak idam ya da sürgün edildi ve servetlerine el konuldu. İktidarın bütün kilit mevkilerine de devşirme kullar ve yandaşları yerleşti.

Doğu despotizmi ve Asya üretim tarzının feodal Avrupa’ya taşınması

Konstantinopolis’in fethi, Osmanlı’nın tarihinde yeni bir dönemin açılması anlamına geldi. Konstantinopolis’i kendine başkent yapan Osmanlı devleti, bir ayağı Asya’da diğer ayağı Avrupa’da olan büyük bir imparatorluk olarak çıkıyordu tarih sahnesine. İstanbul’un alınışı II. Mehmed’i “Fatih” unvanıyla İslam âleminin en ünlü hükümdarı yaptığında, onun düşü yalnızca müslümanları ve Türkler’i egemenliği altında toplamak değil, belki de Roma İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak ve hatta hıristiyan dünyasını bile kendi egemenliği altına sokmaktı. Kendisini Roma imparatorlarının ardılı olarak gören II. Mehmed’in fetihten sonra yaptığı ilk şey, devletin eski kurucu aristokrasiyle olan göbek bağını tamamen kesmek ve yalnızca sultana bağlı devşirme kullardan oluşan bir “devlet aygıtı” inşa etmek oldu. Böylece Osmanlı devleti, tam anlamıyla despotik bir niteliğe kavuşmuş oluyordu. II. Mehmed, devletin despotik yapısını pekiştirmeye yönelik bir diğer önlem olarak, gelir yaratan her türlü mülkiyetin sultana ait olduğu ilkesini getirdi ve bu ilkeye dayanarak, ilmiye sınıfının ve eski Türkmen ailelerin elindeki mülkleri ve vakıf toprakları zor alım yoluyla yeniden mirî araziye (devlet mülkiyetine) kattı. Bu sayede, genişleyen mirî araziden daha çok sayıda sipahiye tımar verme imkânı doğmuş oluyordu. Bunun yanısıra II. Mehmed, devşirme kullardan oluşan daimi piyade gücünün (yeniçerilerin) ulufelerini (ücretlerini) ödeyebilmek ve diğer savaş masraflarını karşılayabilmek için de hazineye ek gelir kaynakları yaratma yoluna gitti. Örneğin hazineye gelir sağlamak üzere, ayarı (içindeki altın ve gümüş miktarı) yüksek olan bütün sikkeleri dolaşımdan çekti ve yerine nominal değeri aynı, ama ayarı düşük sikke (züyuf akçe) çıkarttı. Herkesi, elindeki eski değerli sikkeleri, değeri düşük yeni sikkelerle değiştirmeye zorladı. Osmanlı devletinde ilk kez uygulanan bu “para tağşişi” usulüyle, hazineye ek altın ve gümüş kazandırmış oldu. Fatih’in hazineye ek gelir arayışında başvurduğu diğer bir yöntem, “bazı zorunlu tüketim maddelerini devlet tekeline almak, sonra bu gelir kaynaklarını birer mukataa olarak açık arttırma yoluyla en yüksek peşin bedeli ödeyenlere belirli sürelerle satmak” oldu. (Ana Britannica) Cihan egemenliği iddiası ile hareket eden Fatih Mehmed yaptığı fetih seferleriyle, Osmanlı’nın Avrupa ve Asya’daki egemenliğini babasından devraldığı sınırların ötesine taşıdı. Fatih zamanında Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki sınırları (Bulgaristan, Yunanistan, Mora, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Bosna, Hersek, Sırbistan, Romanya, Eflak ve Boğdan’ı kapsamak üzere) Macaristan’a dayandı. Önceki Osmanlı hükümdarları tarafından Avrupa’nın bu kesiminde kurulmuş bulunan gevşek vasallık ilişkileri, Fatih dönemde tamamen ortadan kaldırıldı ve tüm topraklar Osmanlı devletinin dolaysız mülkiyetine geçirildi. Bunun anlamı, fethedilen yerlerde feodal toprak düzeninin tasfiye edilmesi ve yerine Osmanlı’nın klasik toprak düzeninin (askerî tımar sistemi) geçirilmesiydi. Bu durumda, daha önce feodal beylerin buyruğu altında serfleştirilmiş olan hıristiyan köylü kitleler de, Osmanlı devletinin mülkiyetine geçen topraklarda, devletin daimi kiracısı (reaya-çiftçi) konumuna getiriliyorlardı. Tımar sistemi, Anadolu’da olduğu gibi, Rumeli ve Balkanlar’da da Osmanlı’nın idarî, askerî ve malî örgütlenmesinin belkemiğini oluşturacaktı. Böylece, Doğu despotizmi ve asyatik üretim tarzı, Osmanlı İmparatorluğu’nun şahsında feodal Avrupa’ya da girmiş oluyordu. II. Mehmed bir yandan büyük fetih seferleriyle imparatorluğunun sınırlarını genişletmeye çalışırken, diğer yandan, devletin despotik niteliğini sağlam temellere oturtmak için kurumsal yapılaşmaya büyük önem verdi. Kendinden önceki Osmanlı hükümdarlarının, örf aracılığıyla geliştirmiş oldukları siyasî, idarî, hukukî ve askerî usulleri, II. Mehmed, çıkardığı bir dizi kanunnamede (ünlü “Fatih Kanunnamesi”) sistemleştirmeye çalıştı. Bu nedenle, kapıkulu kavramını, hıristiyan devşirmelerin yanı sıra, müslüman-Türk kökenden gelenleri de kapsayacak şekilde genişletti. Müslüman olsun hıristiyan olsun, bundan böyle ancak padişahın kulları olmayı kabul edenler ve canlarını, mallarını, ailelerini padişahın hizmetine sunanlar devlet yönetiminde ve orduda mevki ve makam sahibi olabilecekti. “Böylece bütün önemli yöneticiler, komutanlar, beylerbeyleri ve sancak beyleri, tımarlılar, mültezimler, yeniçeriler ve sipahiler kapıkulu ocaklarının üyeleri haline getirilip sultanın iradesine bağımlı kılındılar.” (age) Esasında II. Mehmed yaptığı tüm bu düzenlemelerle, sosyal kökenleriyle bağları tamamen kesilmiş ve devletteki görevleriyle özdeşleşmiş bir yönetici sınıf korporasyonu (devletli sınıf) yaratmak istiyordu. Bunun yanı sıra Fatih, devletin bir bütün olarak yönetici ailenin (hanedan) mülkü gibi görüldüğü ve hanedan üyeleri arasında paylaşılıp parçalanmasının önüne geçilemediği eski Ortadoğu İmparatorluklarının durumuna düşmemek için de bir dizi önlem getiriyordu kanunnamesinde. Bunlardan biri ve en önemlisi, kardeş katlinin vacip olduğuyla ilgili o ünlü hüküm idi. Fatih, “Şehzadelerden hangisi başa geçerse ‘nizam-ı âlem’ uğruna bütün erkek kardeşlerini öldürtmesinin meşru olduğunu ünlü kanunnamelerine yazdı ve böylece bir bakıma, şehzadelerden hangisinin sultan olacağının belirlenmesi anında bütün kesimleriyle Osmanlı egemen sınıfını yeniden söz sahibi yaptı”. (age) Nitekim, Fatih’ten sonra gelen padişahlar bu kuralı sık sık işleteceklerdi “nizam-ı âlem” için! Örneğin, I. Selim (Yavuz) “yalnızca erkek kardeşleriyle onların yedi oğlunu değil, kendi beş oğlundan dördünü de öldürttü ve tahtın tek varisi olarak en yetenekli oğlu Süleyman’ı (Kanunî) bıraktı.” (age) Fatih Mehmed’den sonra gelen Osmanlı hükümdarları (özellikle Yavuz Selim ve Kanunî Süleyman) da onun açtığı yoldan ilerleyerek, imparatorluğun asyatik-despotik temellerde genişlemesini sürdürdüler. Bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul’un fethinden sonraki yaklaşık yüz yıl (1453- 1566) içinde, genişlemesinin ve siyasal ihtişamının doruk noktasına ulaştı. 15. yüzyılın ikinci yarısı ile 16. yüzyılın tamamını kapsayan bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki sınırları bugünkü Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Romanya, Macaristan, Rusya’nın bazı kesimleri ve Akdeniz’in doğusundaki adaları; Asya’daki sınırları Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin ve Arabistan’ın bir bölümünü; Afrika’daki sınırları ise, Mısır’ı ve Cezayir’e kadar tüm Kuzey Afrika’yı kapsıyordu. Osmanlı İmparatorluğu, askerî fetihlerin sağladığı “siyasal ihtişam” görüntüsünün yanı sıra, Akdeniz havzasındaki Doğu-Batı transit ticaretinden elde ettiği kazançlar ve tâbi ülkelerden gelen haraçlar ve vergiler sayesinde hazinesini de muazzam zenginleştirmiş bulunuyordu. Hazineye akan altınlar, ekonomik bir ihtişam görüntüsü veriyordu Osmanlı devletine. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî ve teknik açıdan olduğu kadar, servet yığılımı açısından da Batı’ya olan bu üstünlüğü, aşağıda açıklanacak nedenlerden ötürü çok uzun sürmeyecek ve 16. yüzyılın sonlarına doğru bu durum tersine dönecektir.

Yükseliş döneminde despotizmin iç çelişkisi

Bilindiği gibi, bir üretim tarzının temel çelişkisi, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında doğan çelişkidir. Bu çelişki, egemen ve sömürülen sınıflar arasında cereyan eden sınıf savaşımıyla dışa vurur kendini ve ancak, üretim tarzı ile ona karşılık düşen devlet tipinin aşılmasıyla çözülmüş olur. Ama tabii bu söylediğimiz, toplumsal ve siyasal yapıları (sınıflar ve devlet) özel mülkiyet temelinde oluşmuş sosyo-ekonomik kuruluşlar için geçerlidir. Örneğin kölecilik, feodalizm, kapitalizm gibi. Oysa Doğu despotizmi altında biçimlenmiş olan asyatik üretim tarzlı toplumlarda durum daha başkadır. Bu toplumlarda en temel üretim aracı olan toprak devletin mülkiyeti altında olduğu için, toprak üzerinde devletten bağımsız bir üretim ilişkisi kurulamaz ve dolayısıyla, devletten bağımsız bir sınıflaşma ve sömürü ilişkisi gelişemez. Buradaki sömürü ilişkisi, toprak sahibi olan devlet (dolayısıyla devleti elinde tutan yönetici sınıf) ile, o toprakta çalışan dolaysız üretici (çiftçi) arasında doğan bir ilişkidir. Ama burada çiftçinin ürettiği artık-ürün, çiftçinin elinden vergi biçiminde çekilip alındığı ve alan da devlet olduğu için, dolaysız üretici (toprağa bağlı çiftçi) karşısında feodalizmde olduğu gibi bir toprak beyi, ya da özel toprak sahibi görmez. Dolayısıyla, özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlarda görüldüğü şekliyle gerçek bir sınıf mücadelesi de gelişemez bu toplumlarda. Bu toplumlarda “sınıf mücadelesi” olarak görülen şey, aslında egemen sınıfın (devlet sınıfı) bölüntüleri arasında geçen mücadeledir. İktidar bloku içinde geçen ve daha çok saray entrikalarına dayanan bu mücadele, gerçekte mevki ve makam kapma (siyasal güç) mücadelesinden başka bir şey değildir. Çünkü egemen sınıfı oluşturan bireyler açısından, servet yığmanın, zenginleşmenin yolu, siyasal güç basamaklarında yükselmekten ya da bulundukları mevki ve makamlarını korumaktan geçer. Şurası bir gerçek ki, egemen sınıfın bölüntüleri arasında geçen bu mücadele sonucunda, ne despotik devletin yerini başka tipte bir devlet alır, ne de asyatik üretim tarzı başka bir üretim tarzına evrilir. Olan sadece sistemin iyice yozlaşması ve bir çöküş sürecine girmesidir. Doğu despotizminin (dolayısıyla asyatik üretim tarzının) temel çelişkisi, egemen sınıfın kütlesinin, devletçe ele geçirilen artık-ürünün kütlesinden daha hızlı büyümesi biçiminde dışa vurur kendini. Bunun sonucunda, egemen sınıf unsurlarının oturduğu kentsel kesimde belli bir ilerleme (üretici güçler ve teknoloji açısından) söz konusu olsa bile, despotizmin asıl gelir kaynağını sağlayan üretken kırsal kesim (tarım komünleri), sürekli bir durgunluk içinde yaşamını sürdürmek zorunda kalır. Bu durum, Doğu despotizminin “siyasal ihtişam” ve “ekonomik yükseliş” dönemlerinde de böyledir. Nitekim, Osmanlı despotizminin ekonomik yükseliş ve siyasal ihtişamının doruk noktası olarak bilinen Kanunî Sultan Süleyman dönemi de dahil olmak üzere, 16. yüzyılda yaşanan gelişmeler, bunun somut bir örneğini sunmaktadır bizlere. Kanunî Süleyman’ın tahta çıktığı 1520 yılından, yüzyılın sonuna kadar geçen seksen yıllık zaman dilimi, imparatorluk hazinesinin altın rezervi bakımından bir hayli zenginleştiği bir dönemdir. Fakat buna bakıp, toplumun da bu zenginlikten payını aldığı sanılmamalı. Hazinenin gelirleri arttıkça, devletin masrafları da artıyor. Çünkü devlet durmadan genişliyor ve genişledikçe de ihtiyaçları büyüyor. Despotik devletin asker-sivil bürokratik aygıtının durmadan şişmesi ve daha fazla kaynağı emmesi, toplumun yaşam koşullarını daraltıyor. Yani tam bir ters orantılılık işliyor devletle toplumun gelişmesinde. Bir tarafta yönetici sınıf (saray ve kapıkulu bürokrasi) daha fazla kaynak emerek, lüks ve debdebe içinde bir yaşam sürüyor, diğer tarafta pahalılık ve fiyat artışı nedeniyle toplum bunalıyor. Tepede bürokratik aristokrasinin elinde büyük bir servet yığılması olurken, tabanda geniş emekçi kitlelerin (reaya ve berayanın) yaşam koşulları kötüleştikçe kötüleşiyor. Toplumun üretim imkânları gittikçe daralıyor, ama buna karşın, yeni seferler ve askerî masrafları karşılamak için devletin olağanüstü vergi talepleri artıyor. Ve nihayet buna tepki olarak, 16. yüzyılın sonuna doğru imparatorluğun göbeğinde isyan hareketleri, eşkıyalık vb. başlıyor. Bu aslında, despotizmin yükseliş ve ihtişam döneminin ardından kaçınılmaz olarak gelen bir düşüşün, yani bir terse dönüşün başlamasıdır. Şimdi, Osmanlı despotizminin bu yükseliş döneminde yaşanmış birkaç örneği aktararak, durumu gözümüzde canlandırmaya çalışalım. “1527 yılında Osmanlı Devleti’nin kamu giderlerine tahsis edilmiş ‘harici hazinesi’nin gerçek gelirleri 277.244.782 akçe ve giderleri 200.126.393 akçedir. Yani, hazinenin 77 bin akçe fazla fazlası var. Aynı yıl florinin değeri 55 akçedir. Oysa 1592 yılında, hazinenin gelirleri topu topu 293.400.000 akçeye çıkmış olmasına mukabil, giderler 363.400.000 akçeye çıkmıştır. Yani hazine 70.000.000 akçe açık vermiştir. Bu durumda akçenin değeri düştükçe düşer ve florinin değeri 220 akçeye çıkar.” (Aktaran: Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.1, Gözlem Yay., 1974, s.407) Bir yanda hazine suyunu çekerken, akçenin değeri devamlı düşerken, fiyatlar alabildiğine artarken ve emekçi kitleler tam bir yoksulluk ve darlık içinde yaşarken, öte yanda sadrazamdan başlamak üzere, devletin tepesinden tabanına kadar tüm kapıkulu bürokrasinin yükünü tuttuğuna tanık oluruz. İktidarın bu mutlak sahipleri, oturdukları koltukların kendileri için sürekli olmadığının da bilincinde olarak, zamandan azami ölçüde yararlanmak isterlerdi. Bunlar, servet biriktirmedeki tek ve gerçek kaynağın, bürokratik hiyerarşide yükselmek, yani siyasal güç elde etmek olduğunu iyi bilirlerdi. Böyle olduğu için de, uzun vadede, hem siyasal hem de ekonomik açıdan felâketli sonuçlar getireceğini bilseler de, kısa dönemde kendilerine servet kazandıracak savaşlara, ya da tam tersine, gelecekte Osmanlı’nın hasımlarının işine yarayacak barışlara, kapitülasyon anlaşmalarına yeşil ışık yakmakta ustalaşmışlardı. Bu bağlamda, Osmanlı yüksek bürokratlarının, gerek devlet hiyerarşisi içinde, gerekse de devletler arası ilişkilerde, nasıl rüşvet ve yiyicilikle servet yığdıkları, dönemin diplomatlarının anılarında da bolca dile getirilmiş gerçeklerdir. “Bu yüzdendir ki, üç sultana vezir-i azamlık eden ve 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun en göze çarpan şahsiyetlerinden biri olan Sokullu Mehmet Paşa ‘Devlet katında mevkilere aday olanların sunduğu devamlı armağanlardan meydana gelen hadsiz hesapsız bir gelire sahiptir. (...) Mehmet Paşa altından ve değerli taşlardan müteşekkil akıl almayacak bir servete sahiptir. (...) Kim yüksek bir mevkie konmak isterse, ona yüzlerce, binlerce duka altınlık armağanlar sunmak ya da ayağına atlar, oğlanlar taşımak zorundadır.” (age, s.408) Ne var ki Osmanlı yönetici sınıfına mensup kesimlerin elinde biriken bu servetler, hiçbir zaman üretim alanında üretken bir yatırıma dönüşmeyecektir. Kaldı ki, siyasi kişilerin (yönetici sınıf mensuplarının) elinde biriken bu servetlerin hiçbir kalıcılık garantisi, dolayısıyla istikrarlı bir yapısı yoktu zaten. Çünkü her an müsadere (zor alım) yoluyla tekrar hazineye döndürülebilirdi bu servetler. Öte yandan, toprakta gerçek bir özel mülkiyetin ve serbest mübadele ilişkilerinin gelişmediği Osmanlı düzeninde, devlet sınıfının elindeki bu tür servet yığışmasının, verili üretim ilişkileri değişmediği sürece, üretim tarzında köklü bir değişikliğe yol açamayacağı da bilinen bir gerçekliktir. Nitekim Osmanlı’nın son yüzyıllarında olan da budur. 16. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı devleti, İbn Haldun’un Doğu despotizmleri için belirttiği o büyük çelişkinin eşiğine gelmiş bulunuyordu. İçte büyük çatırdamalar, çatışmalar baş gösterecektir. Ne var ki Osmanlı devleti bu süreci, İbn Haldun’un 14. yüzyılda tanımladığı, Doğu’ya özgü despotik dinasti (hanedan) devletlerinin yaşadığı bir çerçevede değil, çok farklı bir tarihsel çerçevede yaşayacaktır. Osmanlı despotizmi Batı’da kapitalizmin geliştiği bir momentte çözülüş sürecine girmişti. Bu nedenle de sonu, o eski Doğu imparatorluklarının sonu gibi olmayacaktı. Yani Osmanlı despotizminin yerini, aynı temeller üzerinde bir başka despotik imparatorluk alamazdı artık. Çünkü Batı’da kapitalizmin gelişmesi ve giderek bir dünya ekonomisi yaratma doğrultusunda ilerlemesi, kapitalizm öncesi eski dünyanın maddi temellerinin esaslı bir depremle sarsılmasına yol açmıştı. Eski maddi temel ortadan kalktığına göre, geçmişte bu maddi temeller üzerinde yükselmiş olan eski tipte despotik devletlerin yeniden kurulmasının nesnel imkânları da ortadan kalkmış oluyordu. Osmanlı despotizmi başka bir sisteme dönüşmeksizin kendi içinde yozlaştı (“bozuk düzenli despotizm”) ve giderek bu yoz ilişkiler çerçevesinde bir çürüme sürecine girdi. İşte burada, Marx’ın dile getirdiği ve üzerinde çok tartışılan, Doğu toplumlarındaki, daha doğrusu asyatik üretim tarzındaki “durgunluk” sorununa geliyoruz. Osmanlı toplumunun 17. yüzyıldan itibaren yaklaşık üç yüz yıl boyunca, bir gerileme ve çürüme süreci içinde yaşamış olmasına karşın, neden çökmediği ya da kendi içinde bir devrim geçirerek başka bir sisteme evrilmediği sorusunu yanıtlayabilmek için, ileriki bölümlerde bu “durgunluk” sorunu üzerinde biraz durmamız gerekecek.

1 Şubat 2006
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /5

5. Bölüm

Gelişen Batı kapitalizmi karşısında Osmanlının bocalama ve gerileme dönemi (17 ve 18. yüzyıllar)

Osmanlı İmparatorluğu’nun 15. yüzyılda başlayan ve 16. yüzyıl boyunca devam eden militer genişlemesi ve bu genişlemeye bağlı olarak gerçekleşen ekonomik yükselişi, 17. yüzyıla gelindiğinde artık daha ileri gidemeyeceği bir noktaya gelip dayanmış bulunuyordu. Bunun başlıca nedeni, Osmanlı toplumundaki hâkim üretim ilişkilerinin (Asyatik despotizm), bu toplumun bağrındaki toplumsal üretici güçlerin gelişmesine daha fazla imkân tanımayan bir karakterde olmasıydı. Aslında diğer despotik devletler gibi, Osmanlı devleti de belli bir genişleme döneminden sonra kaçınılmaz olan bir “tarihsel dönüm” noktasına gelmiş bulunuyordu. Osmanlı toplumundaki egemen üretim ilişkileri değişmediği sürece, bu toplumunun kendi içsel dinamikleriyle yeni bir üretim tarzına geçmesi ve daha gelişkin bir sosyo-ekonomik formasyona evrilmesi söz konusu olamazdı. Oysa bu söylediğimiz olay, feodal üretim tarzı içinde yeni üretim ilişkilerinin gelişme imkânı bulması sonucunda 16. yüzyıl Avrupa’sında yaşanmakta olan bir olaydı. Toprakta özel mülkiyetin, yaygın meta üretiminin ve serbest mübadele ilişkilerinin bulunmadığı, dolayısıyla bir sivil toplumun (özel mülkiyete dayalı sınıfların) oluşmadığı ve buna bağlı olarak da gerçek anlamda sınıf karşıtlıklarının ve sınıf mücadelelerinin gelişemediği Osmanlı toplumunda, evrimci ve devrimci dinamiklerin işleyebilmesi son derece güç, hatta imkânsız gibi bir şeydi. Bu durumda olan bir toplumdan beklenebilecek şey, kendini özellikle devlet katındaki (egemen sınıf içindeki) çatışma, yozlaşma ve çürümeyle dışa vuran, uzun ve sancılı bir çözülme süreci olabilirdi ancak. Nitekim, Asya tipi bir sınıflı toplum olan Osmanlı toplumunun 17. yüzyıldan itibaren içine girdiği süreç de bundan başka bir şey olmayacaktı. 17. ve 18. yüzyıllar, gelişen Batı kapitalizmi karşısında derin bir malî bunalım içine giren Osmanlının, hem merkezi despotik-devlet yapısında, hem de sosyo-ekonomik yapılarında esaslı bozulmaların, çözülmelerin ve dağılmaların yaşandığı; imparatorluk bünyesinde büyük toplumsal çalkantıların vuku bulduğu bir bocalama ve gerileme dönemidir. Başka bir deyişle bu dönem, düzeni bozulmuş despotizmin ayakta kalmak için direndiği bir dönemidir. Osmanlı despotizminin bu iki yüz yıllık dönem içinde ayakta kalmak için gösterdiği direnç, gerçekten ilginçtir. Bir yandan Batı Avrupa’da kapitalist üretim tarzı gelişiyor ve Osmanlı devleti de bu Avrupa ile ticarî ilişkiler geliştiriyor. Ama öte yandan aynı Osmanlı devleti, kendisini bu kapitalist transformasyonun dışında tutabiliyor ve kendi bozuk düzenli yapısını, müthiş bir direngenlikle iki yüz yıl daha sürdürebiliyor... Peki bu nasıl olabiliyor? Ya da Osmanlı’nın bu “başarısı”nın sırrı nerededir? Bunun o dönemdeki dış faktörlerle açıklanabilecek pek çok nedeni var kuşkusuz. Ama bizce bu sorunun asıl yanıtı, Osmanlı despotizminin maddi temelini oluşturan Asyatik üretim tarzının iç mekanizmalarında aranmalıdır.

Osmanlı toplumuna ilişkin önemli bir tartışma: Asyatik üretim tarzı ve “durgunluk” sorunu

Marx’ın, ileride yazmayı düşündüğü büyük esere hazırlık niteliğinde kaleme aldığı 1857-58 elyazmaları (Grundrisse), yazılışından neredeyse yüz yıl sonra (1953’te) yayımlanabilmiştir. Marx bu elyazmalarının “kapitalizm öncesi ekonomi biçimleri” başlığını taşıyan bölümünde, Asyatik üretim tarzının, diğer üretim tarzlarından (kölecilik ve feodalizm) farklı tipte bir “üretim tarzı” olduğunu söylüyordu. Şöyle ki, Batı uygarlığının (Batılı sınıflı toplumların) temelini oluşturan köleci ve feodal üretim tarzları, esas olarak toprakta özel mülkiyete dayanırken, Doğu uygarlığının (Doğulu sınıflı toplumların) temelini oluşturan Asyatik üretim tarzı, toprakta kolektif devlet mülkiyetine dayanmaktadır. Öte yandan Marx, Asyatik üretim tarzının, tarihsel olarak (yani zaman bakımından) köleci ve feodal üretim tarzlarına ön gelen bir aşama olduğunu belirtmektedir. 1859 yılında kaleme aldığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı esere yazdığı ünlü önsözde de bu görüşünü yineler Marx: “Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antik çağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., Eylül 1993, s.24) Sonradan Marx’ın bu açılımını yanlış yorumlayan kimi Marksistler, tarihsel bakımdan köleci üretim tarzına ön gelen Asyatik üretim tarzının, içerdiği üretici güçler bakımından da kölecilikten daha geri, daha ilkel bir üretim tarzı olduğunu iddia ettiler. Bu iddiaya ya da varsayıma göre, Asyatik üretim tarzı, kolektif topluluk mülkiyetine dayanan ilkel sınıfsız toplumdan (ilkel komünizmden), özel mülkiyete dayanan ilk sınıflı toplumlara (kölecilik ve feodalizm) bir geçiş aşaması ya da bir “ara aşama” idi yalnızca! Marx’ın Katkı’ya önsözdeki açılımını bu şekilde yorumlayanlar bu insanlar, Asyatik üretim tarzı ile köleci veya feodal üretim tarzları arasında, yalnızca tarihsel bir ardışıklığın değil, organik bir geçişselliğin de söz konusu olduğunu iddia ettiler. Yani onlara göre Asyatik üretim tarzı, tarihte kendi başına kalıcı bir uygarlık yaratabilmiş bir üretim tarzı değildi. Bu üretim tarzı, ya köleciliğe ya da feodalizme evrilen geçici ve “geçişsel” bir üretim tarzı idi yalnızca! Bu anlayış sahiplerine göre, tarihteki temel üretim tarzları, yalnızca Batı tipi uygarlığa temellik etmiş olan kölecilik ve feodalizm idi. Tarihsel evrim sürecinde ortaya çıkan Asyatik üretim tarzı ise, kalıcı hiçbir uygarlık yaratamamış olan “talî”, “geçici” ve “ilkel” bir üretim tarzı idi! Bu yaklaşımın, Marx’ın söyledikleriyle hiçbir ilgisi yoktur tabii ki. Bir kere Marx, Asyatik üretim tarzını da diğer üretim tarzları gibi, “temel” bir üretim tarzı olarak tanımlar. Gerçi Marx, Asyatik üretim tarzı ile köleci ve feodal üretim tarzları arasında tarihsel bakımdan bir ardışıklık olduğunu söylemiştir, ama organik bir ardışıklık olduğunu hiçbir zaman söylememiştir. Yani köleci ve feodal üretim tarzları, hiçbir biçimde Asyatik üretim tarzından türemiş değillerdir. Ya da başka bir ifadeyle söylersek, Asyatik üretim tarzı, hiçbir zaman köleciliğe ya da feodalizme evrilmiş değildir. Aslında Marx, kapitalizm öncesi ekonomik-toplumsal kuruluşlara ilişkin olarak, iki ayrı sınıflı toplum tipi ve iki ayrı uygarlık çizgisi ayırt etmektedir. Birincisi, toprakta kolektif devlet mülkiyetine dayanan Doğu despotizmi tarzındaki sınıflı toplum tipi (Doğu’nun uygarlık çizgisi); ikincisi ise, toprakta özel mülkiyete dayanan köleci ve feodal üretim tarzındaki sınıflı toplum tipi (Batı’nın uygarlık çizgisi). Ekonomik-toplumsal kuruluşların tarihsel evrim süreçleri incelendiğinde görülmektedir ki, antik çağlardan zamanımıza kadar olan tarihsel dönemde, Asyatik sınıflı toplumlardan hiçbiri, köleciliğe ya da feodalizme evrilmiş değildir. Asyatik üretim tarzından, gene Asyatik üretim tarzından başka bir şey türememiştir. Ta ki kapitalizm bir dünya sistemi olarak gelişip, Asyatik üretim tarzı temelinde oluşmuş ekonomik-toplumsal kuruluşları dışardan bir etkiyle çözene kadar! Marx’ın ortaya koymuş bulunduğu bu “iki ayrı uygarlık çizgisi” ve “iki ayrı sınıflı toplum tipi” çözümlemesi doğru bir şekilde kavranmadığı ve kabul edilmediği takdirde, Marx’ın tarihsel maddecilik kuramının bütünsel bir kavranışının mümkün olamayacağı yeterince açık olmalı. Öte yandan, Marx’ın çözümlemelerinden, Asyatik üretim tarzının, köleci ve feodal üretim tarzlarından daha geri ya da daha ilkel bir üretici güçler düzeyini temsil ettiği ve hep de öyle kaldığı gibi bir sonuç çıkarmak asla doğru değildir. Zira tarihte, sahip olduğu üretici güçlerin gelişme düzeyi bakımından ilkel (arkaik) bir aşamada bulunan Asyatik sınıflı toplumlara (örneğin eski çağlardaki Sümer, Hint, Mısır vb. uygarlığı) rastlandığı gibi, üretici güçlerin gelişme düzeyi bakımından, köleci ve feodal aşamalara eşdeğerde bir gelişme gösteren Asyatik üretim tarzlı sınıflı toplumlara da rastlanmıştır. Üstelik bu ikinciler yakın çağlara kadar varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Örneğin, 16. yüzyılın sonlarına kadar parlak bir gelişme sergileyen Çin ve Osmanlı İmparatorlukları gibi. Dolayısıyla, “Asyatik sınıflı toplumlarda üretici güçler mutlak bir durgunluk içindedir” gibisinden bir varsayımın ya da iddianın, bizce hiçbir geçerliliği yoktur. Tersine, üretici güçlerin gelişme düzeyi bakımından bir karşılaştırma yapıldığında, Asyatik üretim tarzı çerçevesinde oluşmuş kimi Doğu uygarlıklarının, köleci ve feodal üretim tarzı çerçevesinde oluşmuş kimi Batı uygarlıklarından daha parlak bir üretici güçler ve teknolojik gelişme düzeyini yansıttıkları rahatlıkla söylenebilir. Örneğin, Asyatik üretim tarzı çerçevesinde gelişen kimi İslam devletlerinin Orta Çağ’da yarattıkları uygarlıkların, Batı’da feodal üretim tarzı çerçevesinde yaratılan uygarlıktan çok daha parlak bir uygarlık düzeyini dışa vurduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Keza aynı şekilde, 16. yüzyılın sonlarına değin çağlarının en gelişmiş devletleri olarak kabul edilen Çin ve Osmanlı İmparatorluklarının sergiledikleri uygarlık düzeyi de bu savın doğruluğunu kanıtlayan bir başka örneği oluşturmaktadır. Bu konuda Marx da (gerek Grundrisse’de ve gerekse Kapital’de) farklı bir görüş ileri sürmüş değildir kuşkusuz. Marx hiçbir zaman, “Asyatik üretim tarzı üretici güçlerin mutlak durgunluğu ile karakterize olur” gibisinden bir genelleme yapmış değildir yazılarında. O, “durgunluk” kavramını üretici güçler bağlamında değil, üretim ilişkileri bağlamında kullanmış, yani Asyatik üretim tarzı çerçevesinde “durgun üretim ilişkileri”nden söz etmiştir. Marx’ın bu tespiti, Asyatik üretim tarzına sahip eski Doğu toplumlarının tarihsel evrim çizgisini anlamamız bakımından fevkalâde öneme sahip bir tespittir kuşkusuz. Önemlidir, çünkü Marx’ın bu tezi, kapitalist üretim tarzının köken olarak niçin Asyatik üretim tarzından değil de, feodal üretim tarzından türediğinin tarihsel koşullarını açıklamaktadır bize. Tarihte ortaya çıkan Asyatik üretim tarzlarının çeşitli gelişkinlik düzeyinde olmaları, üretici güçlerin bu üretim tarzı çerçevesindeki değişik gelişme düzeylerine bağlıdır. Ama öte yandan, ne kadar çeşitlilik gösterirlerse göstersinler, kapitalizm öncesi çağlarda Asyatik üretim tarzları başka bir üretim tarzına evrilmeksizin durmadan kendilerini yinelemişlerdir. Asyatik üretim tarzının bu biçimdeki sürekliliği, aslında bu üretim tarzı çerçevesinde toplumsal koşulların, yani “üretim ilişkilerinin” durgunluğuna işaret eder. İşte Marx’ın Doğu toplumlarına ilişkin olarak dillendirdiği “durgunluk sorunu” da, esasen bu “üretim ilişkilerinin durgunluğu”dur. Marx Kapital’de şunu yazdı: “Asya’da toprak rantı vergilerin temelini oluşturur ve ayni olarak ödenir. Orada durgun üretim ilişkilerine dayanan bu rant biçimi, dolayısıyla eski üretim tarzını sürdürür. Türk imparatorluğunun ayakta kalma gizemlerinden biri de budur.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., 1978, s. 155) Yazımızın bu bölümünde değineceğimiz üzere, Asyatik üretim tarzınca temellendirilmiş olmasına karşın, Osmanlı toplumunun sahip olduğu üretici güçler ve teknolojik düzey (özellikle kentlerde), hiç de Avrupa feodalitesinin sahip olduğu düzeyden daha geri değildi. Özellikle de Osmanlının 15 ve 16. yüzyıllardaki ekonomik ve siyasal ihtişam dönemlerinde. Osmanlılar bu dönemde, savaş teknolojisindeki gelişmeler açısından olduğu kadar, kentlerindeki endüstri ve el zanaatlarının gelişimi bakımından da Avrupa’dan öndeydiler. Ne var ki, üretici güçlerin ve teknolojik düzeyin bu görece gelişmişliğine karşın, üretim ilişkilerindeki sürekli durgunluk, aşağıda göreceğimiz gibi, sonunda her alanda bir tıkanıklığa yol açmıştır Osmanlı toplumunda. Asyatik üretim tarzına özgü “durgun üretim ilişkileri”nden kaynaklanan genel durgunluk görüntüsü, Osmanlı toplumunda kendini iki düzeyde dışa vurmaktaydı. Birincisi, kırsal kesim düzeyinde yaşanan durgunluktur. Kırsal kesimdeki durgunluğu, Osmanlı devletinin genel bir kural olarak tarımsal artığın tümüne el koyması yaratmaktaydı. Bu el koyma nedeniyle, serbest meta değişimine (ticarete) konu olacak bir artık-ürün birikimi kalmıyordu köy topluluklarının elinde. Osmanlı devleti bu yolla, kırsal kesimde kendisinden bağımsız ekonomik güç odaklarının türemesini engellemiş oluyordu tabii ki. Ama diğer taraftan, bu el koyma biçimi, kırsal kesimin son derece geri ve hemen hemen hiç değişmeyen bir teknolojik düzeyde kalmasına da neden oluyordu. Yalıtık köy toplulukları, bu durumda ancak kendi basit yeniden üretimlerini sağlayabiliyorlardı. Doğu despotizminin temel çelişkisi de işte bu noktada sırıtıveriyordu: Osmanlı despotizminin esas temelini oluşturan kırsal kesim (reaya çiftlikleri), yalnızca üretim ilişkileri bakımından değil, üretici güçlerin gelişmesi (teknolojik düzey) bakımından da bir durgunluğa mahkûm olurken, devlet ricalinin (siyasal gücün) karargâhı durumundaki şehirler, fetihlerden gelen bir dış artıkla da beslenerek parlak bir gelişme gösterebiliyorlardı. Ne var ki, bu “parlak gelişme”nin ne kadar yanıltıcı olduğu ve despotik sistem içinde üretici güçlerin genel gelişme düzeyinin son tahlilde durgun üretim ilişkileri tarafından sınırlanmış bulunduğu gerçeği, Osmanlının gerileme döneminde (17 ve 18. yüzyıllarda) bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktı. Asyatik üretim tarzının işleyişi çerçevesinde, kent ile köy arasında giderek derinleşen farklılaşma (teknoloji ve üretici güçler kentsel kesimde görece bir gelişme gösterirken, köysel kesimde genel bir durgunluğun hüküm sürmesi), sonunda kentleri ayrı bir “gezegen” haline getirirken, kendi kaderine terk edilmiş köyleri tarihin dışına iteler. Despotizmin siyasal güç merkezleri olan kentler, Asyatik üretim tarzı çerçevesinde daha da geliştikçe, köysel kesimdeki durgunluğun yol açtığı tarih-dışılık daha da belirginleşir. Bu nedenle, tüm Doğu uygarlığının tarihinde olduğu gibi, Osmanlı toplumunun tarihinde de, gerçek tarihsel harekete (toplumsal ve siyasal mücadelelere) katılabilen yalnızca kentsel kesim olmuştur. Ama öte yandan, kentlerdeki bu gelişmeye rağmen, üretici güçlerin genel gelişme düzeyi bakımından Asyatik üretim tarzında aşılamayacak bir sınır da vardır. Tarihteki örnekler de göstermiştir ki, Osmanlı toplumu da dahil, tüm Asyatik sınıflı toplumlarda, üretici güçlerin genel gelişme düzeyi feodalizme “eşdeğerde” bir gelişmenin daha ötesine geçemez. Örneğin, Batı feodalitesinde kapitalizmin gelişmesine yol açan tefeci ve tüccar sermayesi, Asyatik üretim tarzı temelinde biçimlenmiş Osmanlı toplumunda yozlaşma ve çürümeden başka bir şeye yol açmamıştır. Kısacası, Asyatik sınıflı toplumlar, üretici güçlerin gelişme düzeyini kendi içsel dinamikleriyle kapitalizme evriltme imkânına hiçbir zaman sahip değillerdi. Çünkü bu üretim tarzının durgun üretim ilişkileri, son tahlilde bu evrimi engelleyici bir rol oynuyordu. Nitekim aşağıda da açıklayacağımız üzere, 17. yüzyıldan itibaren Batı’da kapitalizm gelişirken, Osmanlı ekonomisinin bu gelişmeye eklemlenememesi, tersine bir gerileme süreci içine girmesi, gene aynı nedenden, yani Asyatik üretim tarzının kendi içsel dinamikleriyle başka bir üretim tarzına evrilme kabiliyetine sahip olmamasından kaynaklanıyordu. Bu kabiliyetsizliğin başlıca nedeni ise, tüm sisteme egemen olan durgun üretim ilişkileridir. Üretim ilişkilerinde bu durgunluğu yaratan nedir diye sorulacak olursa, cevabımız, “Doğu despotizmi tarzındaki devlet örgütlenmesi”dir, olacaktır.

Osmanlı despotizmi kapitalist Avrupa’yla karşılaşınca neler oluyor?

16. yüzyıla girerken, yeni bir çağın açılacağını haber veren çok önemli gelişmeler olmaktadır Batı Avrupa’da. 1492 yılında İspanyollar Amerika kıtasına ayak bastılar. Hemen ardından, 1498 yılında Portekizli gemiciler, Atlantik’ten Afrika’yı dolanarak Hindistan kıyılarına ulaştılar. 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde (1540’larda) ise, Portekizliler okyanusta açılan yeni ticaret yolunu kullanarak Hindistan, Malaka ve Çin’le ticaret yapmaya başladılar. Aynı tarihlerde Amerika’dan Avrupa’ya (İspanya’ya) dalga dalga altın ve gümüş akmaya başladı. Kuşkusuz tüm bu gelişmeler, iktisadî devrim diye nitelendirilecek muazzam ekonomik değişimlere yol açacaktı Batı Avrupa’da. Batı’da kapitalizm çağına bir ön giriş olarak kabul edilen merkantilizm döneminin başlaması ise, Avrupa’nın tarihsel gelişimini tamamen farklı bir mecraya sokacaktı. Öte yandan Avrupa’daki bu gelişmeler, başta Doğu Akdeniz havzası ekonomileri olmak üzere, tüm Doğu’nun ekonomik ve toplumsal tarihini de derinden etkilemekte gecikmeyecekti. Doğu-Batı ticaretinin 17. yüzyıldan itibaren Akdeniz’den Atlantik Okyanusu’na kayması sonucunda, eskiden Akdeniz’e gelip oradan tüm dünyaya dağılan Kuzey Afrika’nın altını, Hindistan’ın ve Çin’in değerli metaları, şimdi okyanusta açılan yeni ticaret yolları üzerinden doğruca Avrupa’ya taşınmaktaydı. Bu malları taşıyanlar ise, sahneye yeni çıkan ve kısa zamanda ün yapan Portekizli, İngiltereli, Hollandalı tüccarların gemileriydi. Bizans’ın fethinden sonra zaten Batı’nın ekonomik coğrafya sınırları içine girmiş bulunan Osmanlı Devleti ise, Batı Avrupa’daki bu gelişmelerden esaslı bir şekilde etkilenecek Doğu devletlerinin başında geliyordu. Atlantik’te büyük deniz ticaret yollarının açılmasıyla birlikte, Osmanlı’nın egemenliği altındaki Doğu Akdeniz ticareti ve Doğu ticaret yolları (baharat ve ipek yolu) eski önemini yitirecek ve Osmanlı’nın buralardan elde ettiği gelir kaynakları zamanla kurumaya başlayacaktır. 17. yüzyıldan itibaren merkantilist bir politika güden Avrupa’ya kıymetli maden (altın, gümüş) akışı hızlanırken, aynı tarihlerde Osmanlı devleti bir kıymetli maden darlığı içine girecektir. Nitekim, Osmanlı akçesinin istikrarını yitirmesi de bu dönemde başlayacak ve takip eden dönemlerde Osmanlı parası, Batı Avrupa’daki maden akışına bağlı olarak sık sık devalüasyonlarla yüz yüze gelecektir.

Batı Avrupa’da merkantilizmin gelişmesi Osmanlıyı nasıl etkiliyor?

16. yüzyılın sonlarına kadar, Osmanlı ülkelerinden Batı Avrupa’ya (Fransa, İngiltere, Hollanda) önemli bir ticaret faaliyeti olmamıştır. Osmanlının dış ticareti daha çok Doğu’ya (Mısır, Yemen, Arabistan, İran, Kırım, Kafkasya vb.) yapılan bir ticaretti. Bu dönemde iç ve dış ticaret faaliyetleri, hâlâ devletin mutlak tekelinde ve sıkı kontrolü altında bulunmaktadır. Çünkü Osmanlı devleti 17. yüzyıla girildiğinde de eski anlayışını sürdürmekte ve tüm gelir getirici faaliyetleri ya da gelir kaynaklarını, hazineyi güçlendirmek amacıyla değerlendirmektedir. Zenginleşmenin tek yolunun hâlâ fetih savaşları ve toprak zaptı olduğuna inanan devletlû sınıf, bunun için devletin (yani sarayın, yönetici sınıfın, ordunun) artan harcamalarının karşılanmasını, en önde gelen bir amaç olarak bellemektedir. Ticaret de hazineyi güçlendirici bir gelir kaynağı olarak görüldüğü için, daha baştan devletin tekeli altında tutulmaktadır. Aşağıda anlatacağımız gibi, Batı Avrupa’da devletler merkantilist bir politika güderek, kendi lehlerine bir ekonomik genişleme sağlarken, Osmanlı devletinin yüksek katlarında hâlâ Asyatik despotizmin mantığı işlemektedir. Bu mantığa göre, üstün bir “savaş gücü” ile, “güçlü bir hazine”ye sahip olmak, bir devletin siyasal gücünün ve iktisadî zenginliğinin tek yoludur! Nitekim bu anlayış nedeniyledir ki, Osmanlı devleti, tüm ekonomik faaliyet alanlarına (tarım, iç ve dış ticaret, endüstri, madenler vb.) toplumun iktisadî gelişmesini sağlayacak “yatırım ve üretim” alanları olarak değil, hazinenin (yani devletlû sınıfın) doyurulmasını sağlayacak bir akar, bir gelir kaynağı (mukataa) olarak bakmaktadır. Dolayısıyla, bu alanlarda faaliyet yürüten kişileri de, devlet hazinesine gelir sağlayan, yani devletin hizmetkârı olan unsurlar olarak görmektedir. Bu hâkim mantık nedeniyledir ki, Osmanlı devleti, mutlak tekeli altında bulundurduğu tüm iktisadî faaliyet alanlarını, iç ve dış kapitülasyonlarla (yani bu alanlarda faaliyet yürüten yerli ve yabancı kişilere imtiyaz ve tekel hakkı vererek) yürütmüştür hep. Oysa aynı dönemde bambaşka bir ekonomik ve siyasal gelişme yaşanmaktadır Batı Avrupa’da. Özellikle İngiltere, Fransa, Hollanda gibi toprakları nispeten küçük olan devletler, fetih savaşlarına girişmeden ve başka ülkeleri zaptetmeden de iktisadî güçlerini arttırmanın yolunu bulmuş gibidirler. Feodalizm döneminin devlet anlayışını çoktan aşmış bulunan bu ülkelerin devletleri, gelişmekte olan sınıf (ticaret burjuvazisi) ile işbirliğine girişerek ve bu sınıfın iktisadî girişimlerinin önünü açarak, dışarıdan içeriye “ticaret” yoluyla zenginlik kaynaklarının (altın ve gümüş) akmasını sağlıyorlar. Bu ekonomik siyasete “merkantilizm”, bu siyaseti güden devletlere de “merkantilist” devletler deniyor Avrupa’da. Merkantilist devletlerin amacı, ticaret yoluyla altın ve gümüş elde etmek. Bunda da en önemli araç, tabii ki, ordu ve fetih değil, ticaret ve de özellikle dış ticarettir. Bir ülke dış ticaretini daima kendi lehine olacak şekilde düzenlerse, ticaret, sermaye biriktirmenin ve iktisadî zenginliğin kaynağı haline gelebilir diye düşünüyor merkantilist devletler. Bir ülke dışardan düşük değerli maddeler ithal edip, bunu kendi nüfusunun iş gücü ile işledikten sonra, daha yüksek bir değerle tekrar ülke dışına satarsa, başka ülkeler aleyhine kendi servetini arttırmış oluyordu. Merkantilistlere göre, bir ülkenin zenginleşebilmesi için, dış ticaret ödemeler dengesinde daima kendi lehine bir fark yaratılmalı ve bu fark da değerli maden (altın ve gümüş ) olarak ülke içine girmeliydi. Bir ülkede değerli madenlerin artışı, para hacmini ve para dolaşımını genişletecek ve bu da endüstri ve ticaret alanlarının genişlemesine yol açacaktı. O halde devletin görevi, bu genişlemelerin gerektirdiği bütün şeyleri yapmaktı. Sonuçta bu mantık, Avrupa’nın bu tüccar devletlerini ilerde sömürgeci devletler haline de getirecek ve merkantilizm ile sömürgecilik el ele yürüyecektir. İşte 17. yüzyıldan itibaren bu zihniyetle hareket eden Batı Avrupa’nın tüccar devletleri, ticaret yapmak üzere dünyanın dört bir yanında koşturan kendi tüccarlarını desteklerlerken, aynı tarihlerde klasik despotik anlayışını sürdürmekte olan Osmanlı devleti kendi tüccarlarını mutlak kontrol altında tutuyor ve onlara asla hareket serbestisi tanımıyordu. Ama öte yandan aynı Osmanlı devleti, Avrupalı tüccarlara kendi ülkesinde faaliyet yürütmeleri için ticarî imtiyaz ve tekel hakları (kapitülasyonlar) vermekten de çekinmiyordu! Peki neden? Çünkü o tarihlerde kendi devletinin ihtişamından ve gücünden son derece emin olan Osmanlı egemen sınıfı, yeni fetih savaşlarına çıkmadan önce, kimi Avrupalı devletlerle barış tesis etmek, onların “dostluğunu” kazanmak istiyordu. Yani başlangıçta Osmanlı egemen sınıfı, Avrupalı devletlere (örneğin Fransa’ya) tanıdığı iktisadî kapitülasyonları, siyasal bir dostluk-müttefiklik gösterisi olarak algılıyor. Bu kapitülasyonların, yarın kendisine getireceği ekonomik zararları asla düşünmüyor. Hatta işin içinde komisyon ve rüşvet de dönmeye başladığı için, bir kısım devlet ricali bu işe bilerek de göz yumuyor. İşin ilginç yanı, Osmanlı devletinin Batı Avrupalı devletlere kapitülasyonlar vermesi, tam da bu devletlerin merkantilist bir iktisat politikası uyguladıkları, yani dışarıya karşı kendi gümrük duvarlarını yükselttikleri bir döneme rastlıyor. Nitekim, Osmanlıların uyguladığı bu kapitülasyon politikası (yani Avrupalı tüccarlara kendi topraklarında birtakım ticarî imtiyazlar ve tekel hakları tanıması), Batı Avrupa ile ekonomik ilişkilere girdikleri 17. yüzyıldan itibaren, hep Osmanlıların aleyhine işleyecek ve Osmanlı maliyesi ve para sistemi üzerinde yıkıcı etkileri olacaktır.

Batı’daki para ve fiyat devriminin (kapitalist gelişmenin) Osmanlının malî düzeninde yarattığı derin bunalım

Osmanlı devletinin 16. yüzyıl boyunca İran’la, Macaristan’la, Batı Akdeniz’de İspanya’yla yürüttüğü uzatmalı savaşlar, yıllar içinde devletin giderlerini öylesine arttırmıştı ki, yüzyılın sonuna gelindiğinde, toplumda sarsıcı bir para darlığı ve malî kriz baş gösterecekti. 1592 yılında devletin harcamaları gelirlerini yarım milyondan fazla geçti ve hazine askerîn maaşını ödeyemez duruma geldi. Bu durumda, askerî kesimin en azgın silahlı gücü olan kapıkulu sipahilerin (sipah) ilk ayaklanma girişimleri olur. Patlak veren bu ilk bunalım, sarayın (padişahın) iç hazinesinden alınan parayla atlatılabilir ancak. Fakat bu tarihten itibaren, Osmanlı parası bir daha istikrara kavuşamayacaktır artık. Çünkü devletin güttüğü para ve maliye politikası, yeni dönemin, yani Batı Avrupa’yla girilen ekonomik ilişkilerin (dış ticaretin) gereklerine göre değil, hâlâ eski zihniyete (yani hazinenin ihtiyaçlarının karşılanmasına) göre belirlendiği ve askerî bürokrasinin sayısı da sürekli arttığı için, maaşları ödeyemez duruma gelen devlet, sürekli olarak paranın değeriyle oynamak (para tahşişi yapmak) zorunda kalır. Nitekim ilk büyük devalüasyon ve ardından da büyük kalpazanlık olayları bu dönemde yaşanacaktır. Üstelik bu para kalpazanlığı, Osmanlı devlet ricalinin bilgisi dahilinde, Avrupalı bankerler tarafından yürütülmektedir. Avrupalı bankerler ve sarraflar dışarıda basılan ayarı bozuk (değeri düşük) sikkeleri Osmanlıya satmakta ve bu yolla büyük vurgunlar vurmaktadırlar. Tabii, ülke içinde buna göz yuman vezirler, vezir-i azamlar, üst düzey bürokratlar da bu kalpazanlıktan bolca nemalanmaktadırlar. Sonuçta, bu malî buhran döneminde, en tepeden en alt kademeye kadar tam bir yozlaşma ve çürüme yaşanacaktır Osmanlı yönetici sınıfı içinde. Bütün bu 17 ve 18. yüzyıllar, Osmanlının despotik sisteminde esaslı bozulmaların ve çözülmelerin yaşandığı önemli bir tarihsel dönemdir. Artık Osmanlı padişahları orduyu eskisi gibi öyle kolay kolay savaşlara da süremezler bu dönemde. Asker savaşmak istemez ya da savaşmak için daha çok altın, daha çok “prim” talep eder padişahtan. Sefere çıkıldığında, artık eskisi gibi esaslı bir zafer ve ganimet de söz konusu olmaz. Bunun sonucunda, sık sık isyanlar da baş gösterecektir kapıkulu sipahiler ve yeniçeriler arasında. Öte yandan bu dönem, egemen devletlû sınıf içinde bireysel servet yığma yarışının da başladığı bir dönemdir. Saray, kapıkulu bürokrasi, paşalar, vezirler, mültezimler ve sarraflar arasında kurulan çıkar zinciri de, devlet katında başlayan yozlaşma ve çürümenin esaslı bir göstergesidir. Örneğin, kapıkulu ocaklarının en disiplinlisi olan yeniçerilerin bozulması ve çoğunun esnaflık yapmaya başlaması da bu dönemde olur. Yeniçeriler, “Bir çok ticaret şubelerini tekelleri altına almaya, halkı kendileriyle alışverişe zorlamaya veya esnafın iş yerlerine ‘baltalarını asma’ya başladılar (Denildiğine göre yeniçeriler, bir dükkâna uğrayıp, kazançtan hisse istediklerini bildirmek üzere, oraya bir balta asarlarmış. ‘Balta olmak’ deyimi bundan kalma. Bu bir nevi Amerika’daki gangsterlerin metodu).” (Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.2, Gerçek Yay., 1970, s.166) Ayrıca bu dönemde, sarayın içinde de esaslı bir boğazlaşma yürümektedir kapıkulu bürokrasi ile köle kökenli saray hizmetkârları (harem ağaları vb.) arasında. Bu kavganın amacı da, devlet hazinesi üzerinde kimin tahakkümünün geçerli olacağıdır. Bu amaçla saray içinde tam bir çeteleşme oluşuyor. Ve bu çetelere mensup olan egemen sınıfın unsurları, hazineyi soyarak, rüşvet yiyerek, sarraflarla gizli ortaklıklar kurarak muazzam servetler yığıyorlar. Ne var ki bu servetler, daha sonra değineceğimiz üzere, Osmanlı sisteminde egemen olan Asyatik üretim ilişkileri nedeniyle, üretken bir yatırıma hiçbir zaman dönüşemiyor ve dolayısıyla, kapitalist sermaye yönünde bir evrimleşme sürecine giremiyor. Despotik sistemin kendi örfî yasalarına göre, gayri meşru yoldan edinilmiş sayılan bu servetlerin ne kadar büyük meblağlara ulaştığı, ancak bu servetlerin sahiplerinin kelleleri vurulup, malları müsadere edildiğinde ortaya çıkabiliyor. Örneğin, saray çetelerinden birinin başında bulunan valide Kösem Sultan öldürülüp, serveti müsadere edildiğinde, bu kadının 20 sandık altın florisi ve bir alay da emlâkinin bulunduğu ortaya çıkıyor. Osmanlı yönetici sınıfının bir tek unsurundan bu kadar “gizli” servet çıktığına göre, ötekilerin elinde biriken toplam servet miktarı ne kadardır varın siz düşünün! Bu temel bilgilerden sonra, artık, Batı Avrupa’yla (yani kapitalizmle) temasın Osmanlının toplumsal sınıfları üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu, üretim ilişkilerinde ve mülkiyet biçimlerinde ne gibi değişikliklere yol açtığını, egemen devletlû sınıf (bürokratik korporasyon) içinde nasıl bir çatışma ve ayrışma yarattığını ve Osmanlı despotik sisteminin bir bütün olarak bozuluşu üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu incelemeye geçebiliriz.

1 Mart 2006
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /6

6. Bölüm

17. yüzyıl: Avrupa kapitalizme, Osmanlı “bozuk düzenli” despotizme yelken açıyor

17. yüzyılda Batı Avrupa sömürgeciliğin eşlik ettiği bir kapitalizme yelken açarken, aynı dönemde Osmanlı devleti derin bir malî bunalımın içinde debelenmekteydi. Osmanlının yaşadığı bu malî bunalım, hem yönetici devlet sınıfı içinde çıkar çatışmalarına, hem de toplumda sonu gelmez çalkantılara, karışıklıklara ve isyanlara yol açacaktı. Fakat, daha sonra da değineceğimiz üzere, bu isyanlardan hiçbirisi, toplumu dönüşüme uğratacak “devrimsel” nitelikte isyanlar düzeyine yükselemedi. Dolayısıyla Osmanlı toplumu, Avrupa’nın yaşadığı devrimsel nitelikteki sosyo-ekonomik ve siyasal dönüşümlerin hiçbirisini yaşamadı. Bunun temel nedeni ise, yapısı gereği Osmanlı toplumunun, Avrupa’dakine benzer nitelikte ekonomik ve sosyal dönüşümleri gerçekleştirebilecek “içsel dinamikler”den yoksun bulunmasıydı. Öte yandan, Batı ile ilişkiye geçtiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı toplumunun yaşadığı ekonomik, sosyal ve siyasal süreçler, asyatik sınıflı toplumlara özgü çok önemli bir gerçekliği de ortaya koymaktaydı: Batı ile ekonomik ilişkiler geliştiren ve dolayısıyla Batı kapitalizminin etkilerine açık hale gelen asyatik karakterli Osmanlı toplumunda, despotizmin eski “klasik” yapısını aynen sürdürebilmesi artık çok güç, hatta imkânsız bir şeydi. Batı ile ilişkilerini geliştirdiği 17. yüzyıldan itibaren, Osmanlı devleti artık “klasik bir despotizm” olarak değil, “düzeni bozulmuş bir despotizm”, ya da “melez bir despotizm” olarak varlığını sürdürebilecekti. Osmanlı devletinde merkezî hazineden geçinmeli (ulufeli) asker-memurların (yeniçeriler ve “sipah” denen kapıkulu sipahiler) sayısının sürekli artması, devletin giderlerini de anormal bir şekilde artırmıştı. Bir de bunun yanı sıra, despotik bir devlet için neredeyse temel bir “ekonomik faaliyet” haline gelmiş bulunan “fetih savaşları ve toprak zaptı”nın durmuş olması, Osmanlı devletinin derin bir malî bunalımın içine sürüklenmesine yetmişti. Öte yandan, Batı’dan gelen para ve fiyat hareketlerinin ekonomi üzerindeki sarsıcı etkileri de, yaşanan malî bunalımın tuzu biberi olmuştu. İşte tüm bu olumsuz faktörlerin bir araya gelmesi sonucunda, Osmanlı devleti için çok sıkıntılı ve çalkantılı bir dönem başlamış oluyordu. Bu çalkantılı dönemde, Osmanlı devletinin giderleri neredeyse gelirlerinin üç katına çıkmış bulunuyordu. Bu durumda, merkezî hazineye acil gelir kaynakları sağlama telâşına düşen Osmanlı yönetici sınıfı (kapıkulu bürokrasi), gelir getirebilecek her kaynağa el atmaya başladı. Ne var ki, ekonomisi bütünüyle tarıma dayalı “asyatik bir üretim tarzı”nın dar çerçevesi içine sıkışıp kalmış bulunan Osmanlı devletinin, tarım gelirleri dışında el atabileceği başkaca bir önemli gelir kaynağı da bulunmuyordu. Bu şartlar altında Osmanlı yönetici sınıfı, hazineye doğrudan nakit girişi sağlamak amacıyla, üç yüz yıldan beri yürürlükte olan ve bir bakıma Osmanlı despotizminin alâmet-i farikası haline gelmiş bulunan geleneksel toprak rejiminde (askerî tımar sistemi) esaslı bir değişikliğe gitmek zorunda kaldı. Toprak rejiminde yapılan bu değişiklik, Osmanlı despotizminin sosyo-ekonomik yapısında ve iç siyasal dengelerinde büyük sarsıntılara yol açacak kertede önemli bir değişiklikti. Bu önemli değişiklikten ilk ağızda etkilenenler, yaşamını kırsal alanda sürdüren reaya (çiftçiler) ve tımar beyleri (sipahiler) oldular. Fakat bu etkilenme onlarla da sınırlı kalmadı. Toprak rejiminde yapılan değişiklik, bir yandan Osmanlı’nın sosyal bünyesinde derin sarsıntılara, karışıklıklara ve isyanlara (Suhte ayaklanmaları ve Celali isyanları) yol açarken, diğer yandan devletin işleyiş mekanizmalarında ve bizzat yönetici bürokrasi içinde yozlaşmalara neden oldu. Bu durum, despotik sistemde esaslı bir “düzen bozukluğu”na yol açtı. “Bozuk düzenli despotizm” diye tanımladığımız bu dönem tam iki yüz yıl (17 ve 18. yüzyıllar) sürmüş ve Osmanlı’nın bir yarı-sömürge haline gelmesiyle sonuçlanmıştır. Toprak rejiminde yapılan esaslı değişikliğin ardından gelen bu “bozuk düzenli despotizm” döneminin, “klasik despotizm” döneminden hangi noktalarda farklılaştığını ve nasıl bir sosyo-ekonomik yapılanmaya yol açtığını tam olarak anlayabilmek için, Osmanlı toprak rejiminin, değişiklikten önceki ve sonraki durumuna biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Böylece, bu iki dönem arasındaki farklılığı daha iyi kavrama olanağına da sahip olabileceğiz.

Osmanlı’nın klasik toprak rejimi, toprağa nasıl bir düzen getirmişti?

Bilindiği üzere, Osmanlı’nın klasik despotizm dönemi esas olarak Fatih Sultan Mehmed’le başlamıştır. Mirî toprak rejimi uygulamasının yaygınlaştırılması ve genel bir kural haline getirilmesi de esasen bu dönemde olmuştur. Uygulanan bu toprak rejimine göre, fethedilen tüm tarımsal toprakların çıplak mülkiyeti (rakabe) tamamen devlete ait (mirî) oluyordu. Devletin bu “üstün mülkiyet hakkı”, mutlak bir hak olup, devletin topraklar üzerindeki siyasi, hukuki ve idari hükümranlığını ifade ediyordu. Genel bir kural olarak, devlet, mülkiyeti kendine ait olan bu tarımsal topraklar üzerinde, doğrudan üreticilerin (reaya denen çiftçilerin) sömürülmesi esasına dayanan vergisel (malî) bir düzen kuruyordu. Bu vergisel düzenin işleyişi: Osmanlı devleti, hükümranlığı altındaki tarımsal toprakların (mirî arazi) işletilmesini, yani ekonomik kullanım (tasarruf) hakkını, bu topraklar üzerinde yaşayan veya sonradan bu topraklara yerleştirilen müslim ve gayri müslim reaya-çiftçilere bırakıyordu. “Reayanın tasarrufuna bırakılan arazinin miktarı sınırsız olmayıp, toprağın verimine göre, 80 ilâ 150 dönüm arasında değişen ‘çiftlikler’ olarak tahdit edilmişti. Her ailenin elinde bir yahut iki çiftlik bulunması mümkündü.” (M. Akdağ’dan aktaran İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Y., 1979, s.50) Çift, bir çift öküzle işlenebileceği düşünülen bir toprak parçası idi. Toprak tasarrufunda temel birim (dolayısıyla vergiye de esas olan birim) işte bu “çift” denen toprak parçası idi. “Çiftlik” kavramı da buradan geliyordu. Çiftliği tasarrufunda bulunduran reaya, devletin daimî kiracısı sayılıyor ve her bakımdan devletin “koruması” altında bulunuyordu. Devlet reayayı koruyacak, gözetecek, reaya da yaptığı üretimle devleti besleyecekti; kural bu! Devlet, mirî toprakları işleyen müslim ve gayri müslim reayadan, toprak kirası (icar) olarak “çift resmi” ve “öşür” denen bir vergi almaktaydı. Çift resmi, topraktan alınan sabit bir vergiydi ve nakdî olarak doğrudan merkezî hazineye (devlete) ödeniyordu. Öşür ise reayanın ürettiği ürün üzerinden aynî olarak (bölgelere ve toprağın verimine göre onda bir, sekizde bir, beşte bir vb. oranında) alınan bir vergiydi. Öşür, doğrudan merkezî hazineye değil, devletin asker-memuru sayılan tımarlı sipahiye “ürün olarak” ödeniyordu. Tabii, sabit toprak vergisi ve değişken üretim vergisi gibi temel vergiler dışında, reayanın devlete ödemekle yükümlü olduğu daha pek çok çeşit vergi (örneğin harçlar, cezalar, fetih seferleriyle ilgili olağanüstü savaş vergileri vb.) vardı. Kısacası Osmanlı devleti, reayanın ürettiği tüm üründen düzenli bir vergi almaktaydı. Aslında bu vergiler, toprak sahibi olarak devletin, doğrudan üreticiden (köylüden) çekip aldığı “toprak rantı”ndan başka bir şey değildi. Marx’ın da belirttiği gibi, kapitalizm öncesi Doğu toplumlarında despotik devletin “vergi” adı altında gerçekleştirdiği bir sömürü biçimiydi bu. Müslim ve gayri müslim reayanın sırtına bindirdiği “vergiler” sayesinde, Osmanlı devleti de reayanın ürettiği artık-ürün kütlesinin büyük bir kısmına el koymuş oluyordu. İşte Osmanlı’nın o muazzam bürokratik-despotik devlet makinesi, reayadan çekilip alınan bu artık-ürün kütlesi sayesinde ayakta duruyordu. Padişah ailesi, kapıkulları, beyler, paşalar, vezirler, kadılar, müderrisler vb., yani despotik devlet makinesini oluşturan asalak Osmanlı bürokrasisinin tümü, müslim ve gayri müslim doğrudan üreticinin (reayanın) sırtından geçiniyordu. İlerde göreceğimiz üzere, fetihler ve toprak genişlemesi sayesinde 17. yüzyıla kadar tıkır tıkır işlemiş olan bu bürokratik-despotik makine, ilkin toprak düzeninde, sonra da diğer mekanizmalarda meydana gelen arızalar ve bozulmalar nedeniyle esaslı bir şekilde sarsılmış ve belli bir tarihten sonra da “ayarı bozuk bir saat” gibi işlemeye başlamıştır. Klasik despotizm düzeninde, toprağı işleyen reayanın devletin “daimî kiracısı” konumunda olması, onu toprağa bağımlı kılan ve dolayısıyla topraktan kopmasını engelleyen bir faktördü. Reaya adeta toprakla bütünleşmiş ve toprağın bir parçası haline gelmişti. Yıllarca aynı toprak parçası üzerinde kendisine yüklenen üretim fonksiyonunu, babadan oğula geçen bir süreklilik içinde sürdürmek zorundaydı. Görüleceği üzere bu bağımlılık, insanı insana değil, insanı toprağa bağlayan bir “bağımlılık” ilişkisidir. Reaya toprağa bağlıdır, ama Batı feodalitesinde olduğu gibi, bir kişiye (efendiye) bağımlı değildir. Öte yandan, reayanın toprak üzerindeki tasarruf (toprağı kullanma-zilyedlik) hakkı, daimî olan ve mirasla geçebilen (irsî) bir haktı. Ne var ki, reayanın sahip olduğu bu “tasarruf” hakkı, mutlak anlamda bir “özel mülkiyet” hakkı olmaktan da çok uzaktı. Çünkü reaya, kendi zilyedinde olan toprağı (çiftliği), hiçbir biçimde başkasına satamaz, devredemez veya bağışlayamazdı. Osmanlı’nın toprakta uyguladığı “dirlik” (askerî tımar) düzeni: Osmanlı devleti her bölgedeki ekilebilir toprakları, kendisine sağlayacağını tahmin ettiği vergi gelirine göre, “tımar” denen birimlere ayırıyordu. Tımarlar, Osmanlı’nın askerî-malî gücünü ayakta tutan tarımsal temelli bir “gelir kaynağı” idiler. Devlet bu tımarları, kendi hizmetinde çalışan çeşitli düzeyde askerî görevlilerine birer geçim kaynağı (dirlik) olarak tahsis ediyordu. Dirlik, bir nevi maaş yerine geçen bir gelir kaynağı idi. Devletten dirlik alanlar, toprağın gelirinden yararlanma (intifa) hakkına, yani reayanın ödeyeceği vergilerin bir kısmını, kendi geçimlerini sağlamak üzere doğrudan toplama yetkisine sahip oluyorlardı. Görüleceği üzere, dirlik sahibi burada toprağın kendisine değil, yalnızca ve belirli bir süre için “gelirine” sahip olmaktadır. Bu bakımdan, dirlik sahibinin burada elde ettiği hak, kendi özel toprak mülkiyetinden kaynaklanan “ekonomik bir hak” olmayıp, devlet hizmetinde bulunmasından kaynaklanan, göreve bağlı fiskal (malî) nitelikte bir haktır. Dirlik sahibinin toprakta çalışmak (“doğrudan üretici” olmak) veya toprağın “işletmecisi” olmak gibi bir durumu yoktur. Dolayısıyla, toprak üzerinde üretimle ilgili kararları (yani ekonomik kararları) o vermemektedir. Aşağıda değineceğimiz üzere, toprağın nasıl işleneceğine, ne ekilip ne biçileceğine karar veren, aslında toprağa tasarruf eden, yani reayadır. Öte yandan, bu sistemde toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete ait olduğundan, dirlik sahibinin kendisine tahsis edilen dirliği (tımar toprağını) herhangi bir biçimde bölmesi, parçalaması, bir başkasına satması veya devretmesi, ya da devletin izni ve rızası olmaksızın çocuklarına miras bırakması söz konusu olamazdı. Genel bir kural olarak dirlikler padişahtan, yani merkezî idareden çıkan bir imtiyaz fermanıyla verilir ve bu belgeye “tezkire” veya “berat” denirdi. Bir tımarı meydana getiren temel unsur, toprağı ve sakinleriyle birlikte köylerdir. Osmanlı’da köyler, doğrudan üretici konumunda olan onlarca “reaya hanesi”nden (dolayısıyla reaya çiftliğinden) oluşmaktaydı. Bu durumda, bir veya birden çok köyü kapsayan bir tımar, pek çok reaya hanesini ve dolayısıyla reaya çiftliğini bünyesinde barındırmış oluyordu. Bazen de tersine, bir köyü oluşturan haneler (reaya çiftlikleri) beşerli veya onarlı gruplar halinde bölünüyor ve bu gruplar birkaç tımar beyi (sipahi) arasında paylaştırılıyordu. Dolayısıyla, Osmanlı tımar sisteminde “büyük köyleri, kasabaları, hatta şehirleri ve limanları içeren büyük tımarlar olduğu gibi, bir tek köyü bölüşen küçük tımarlar da vardı.” (Halil İnalcık’tan aktaran Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.1, s.240) Dirlikler sağladıkları vergi gelirlerinin önemine ve büyüklüğüne göre üçe ayrılmaktaydı: Yıllık vergi gelirleri 100 bin akçenin üstünde olan dirliklere “has”, 20-100 bin akçe arasındakilere “zeamet”, 3-20 bin akçe arasındakilere de “tımar” deniyordu. Has’lar, başta padişah olmak üzere yüksek yönetici bürokrasiye (sadrazam, vezir, defterdar, beylerbeyi, sancak beyi vb.) ayrılmaktaydı. Zeamet ise, tımarlı sipahilerin en büyük komutanları olan alay beylerine ve merkezde görev yapan yüksek memurlara verilmekteydi. Has ve zeamet sahipleri kendilerine ayrılan dirlik topraklarında oturmak zorunda değillerdi. Bürokrasinin üst tabakasını oluşturan bu kesimler, Osmanlı’nın bir nevi askerî yönetim karargâhları konumunda olan şehirlerde otururlardı. Dirliğin en yaygın olan türü, sisteme de adını vermiş olan “tımar” birimi idi. Tımarlar, devletin toprak zaptı için yaptığı savaşlarda yararlılık gösteren savaşçılara “ihsan” edilirdi. Tarımsal alanda “askerî görevler” üstlenen bu savaşçılara tımarlı sipahi veya tımar beyi deniyordu. Tımar beyleri askerî seferlere katılmak ve beraberlerinde kendi yetiştirdikleri ve donattıkları belli sayıda asker (cebeli) getirmekle yükümlüydüler. Tımar beyleri, devletin kendilerine tahsis ettiği yıllık tımar gelirinin ilk üç bin akçelik kısmından sonraki her üç bin akçelik kısmı için, bir cebeli hazırlamak zorundaydılar. Osmanlı askerî sınıfının en alt kesimini oluşturan tımarlı sipahiler, 16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun en önemli ve sayıca en kalabalık savaş gücünü oluşturdular. Örneğin, “Osmanlı tımar sistemi, 16. yüzyılda sayıları Rumeli eyaletlerinde yaklaşık 75 bin, Anadolu eyaletlerinde de 92 bin olarak hesaplanan bir sipahi ordusunun hazır tutulmasını sağlıyordu”. (Kaynak: Ana Britannica) Aşağıda göreceğimiz üzere, savaş zamanında orduya katılan, barış zamanında ise tımarlarının başında duran ve merkezî otorite (padişah) tarafından tımar gelirlerini (vergileri) toplamaya memur kılınan tımar beyleri, hiçbir zaman bağımsız bir sınıf (bir toprak soyluluğu sınıfı) oluşturmuyorlardı. Hele Fatih devrinden itibaren, merkezî devletin despotik yapılanması daha da pekişince, bu kesimin toprak üzerindeki gücü iyice kırılacaktı. Sonuç olarak, Osmanlı toprak sistemine özgü bir sosyal kategori olan ve Osmanlı yönetici sınıfının (bürokratik korporasyonun) en alt kesiminde yer alan “tımarlı sipahi”, zaman içinde tasfiyeye uğrayan bir unsur olmaktan öteye geçememiştir.

“Reaya-sipahi” ilişkisi ile “serf-senyör” ilişkisi aynı karakterde bir ilişki midir?

Bu oldukça tartışmalı bir konudur. Soruyu doğru bir şekilde yanıtlayabilmek için, bu kez de Batı feodalitesindeki serf-senyör ilişkisinin hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığına ve nasıl bir içeriğe sahip olduğuna biraz bakmamız gerekecek. Bu bize aynı zamanda, Osmanlı’nın despotik sistemi ile Batı’nın feodal sistemi arasında bir karşılaştırma yapma olanağı da sağlayacaktır. Osmanlı toprak sisteminin iki temel unsuru olan tımar beyi (sipahi) ile reaya (çiftçi) arasındaki ilişkinin Batı feodalitesindeki senyör-serf ilişkisiyle aynı olduğunu varsayan pek çok tarihçi ve sosyal bilimci, bu varsayımdan hareketle, Osmanlı toplumunun da feodal bir toplum olduğu sonucuna çıkmıştır. Yüzeysel bir değerlendirmeyle yetinildiğinde, senyör ile sipahinin ve serf ile reayanın birbirine benzedikleri söylenebilir pekâlâ. Ama üretim sürecindeki rolleri, üretim aracıyla (yani toprakla) olan mülkiyet bağları ve toplumsal statüleri bakımından yapılan daha ciddi ve daha derinlemesine tahliller, birbirine benzeseler bile bu unsurların gerçekte farklı üretim tarzlarının ürünü olduklarını ve farklı sosyo-ekonomik kategorileri ifade ettiklerini ortaya koymaktadır. Batı Avrupa’da 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar, yaklaşık beş yüz yıl varlığını sürdüren feodalizm, bir yandan askerî temelde oluşmuş büyük “özel” toprak mülkiyetine (toprak senyörlüğü) ve bu mülkiyet çerçevesinde gelişen üretim ilişkilerine (servaj sistemi veya “serflik” denen ilişkiler) dayanmaktaydı. Diğer yandan ise, üst sınıfların, yani büyük toprak sahibi soyluların kendi aralarında bir “korunma mekanizması” olarak geliştirdikleri “adam adama” bağlara (vassalite) ve bu amaçla yapılmış “biat” sözleşmelerine dayanıyordu. Batı feodalitesi açısından burada değinmemiz gereken bir başka ayırt edici nokta ise, “fief” sistemiyle ilgilidir. Erken ortaçağda, yani daha feodalizm henüz ortaya çıkmadan önce, fiefler, Cermen askerî şeflerin askerî maiyetlerine (vassallarına) geçim kaynağı (dirlik) olarak bağışladıkları bir toprak gelirini ifade ediyordu. Fief ya da beneficium denen bu toprak geliri (ücret-toprak), kral ya da askerî şef tarafından bir görev karşılığı olarak verilen ve gene onlar tarafından geri alınabilen geçici bir haktı. Yani, miras yoluyla geçen ve sürekliliği olan bir hak değildi henüz fief. Tıpkı Osmanlı’nın dirlik sisteminde olduğu gibi, sahibine toprağın mülkiyetini değil, yalnızca gelirini (intifaını) kazandırıyordu. İşte bu haliyle fief Osmanlı’daki tımara, fief sahibi (vassal) ise Osmanlı’daki sipahiye benzemektedir. Ama dikkat edilsin, tüm bu benzerlikler, Avrupa’nın feodalizm öncesi dönemindeki oluşumlar bakımından bir benzerliktir. Oysa feodalizm çağında, yani 10. ve 11. yüzyılların Avrupa’sında karşımıza çıkan “fief”, artık o eski fief değildir. Fief, çoktan vassalın mülkü olmuştur ve geri alınması artık söz konusu değildir. Fief sahibi vassal, fiefi üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahiptir, onu başkasına devir ve temlik edebilmektedir. Kısacası, feodal çağda fief, artık feodal bir mülkiyet biçimi olarak, feodal beyin (senyör) işletmesini meydana getirmekteydi. Feodalizmin ileri aşamalarında, fief sahibi soyluların topraklarında “senyörlük” veya “manor” denen bir üretim örgütlenmesi uygulanıyordu. Manor, sıkı bir bağımlılığın birleştirdiği iki parçadan oluşmaktaydı. “Bir yanda, tarihçiler tarafından ‘domaine’ veya ‘rezerve’ olarak adlandırılan ve senyörün tüm ürünlerine doğrudan el koyduğu parça; diğer yanda da, küçük ve orta büyüklükteki köylü işletmeleri olan ‘tenure’ler. Bu işletmeler, senyörlük toprağının büyüklüğüne göre az veya çok olarak domaine avlusunu çevrelemektedirler.” (M. Bloch, Feodal Toplum, Gece Y., 1995, s. 205) Bu feodal işletmelerde manor sahibinin (senyörün) en üstte yer alan hakkı, manor içindeki bağımlı köylülerin (serflerin) evleri, emekleri ve tarlaları üzerinde de geçerli olmaktaydı. Senyörün serfler üzerine, aynî-nakdî ödentiler ve angarya yükleme hakkı bulunuyordu. Serflerin başlıca yükümlülüğü, tüm ürünleri senyöre ait olan, senyörün reserve işletmesini ekip biçmekti. Bunun için her serf, haftanın birkaç gününü senyörün bu reserve toprağında çalışmaya ayırmak zorundaydı. Ayrıca da pek çok vergi ve ödentilerle yükümlülük altına sokulmuşlardı serfler. Serflerin, kendi senyörlerinden başka, bir de o yörenin bölge senyörüne karşı, banalites olarak bilinen yükümlülükleri vardı. Örneğin serfler, bölge senyörüne ait değirmeni, ekmek fırınını, üzüm cenderesini veya bira imalathanesini vb. bir para ödeyerek kullanmak zorundaydılar. Bu işleri kendi olanaklarıyla yapabilecek olsalar bile, bunu para ödeyerek senyörün işletmesinde yapmak zorundaydılar. (aktaran Selim Somçağ, Avrupa Feodalizminin Evrimi, Bağlam Y., 1994, s.13) Feodalizmin kuruluş aşamasında, ellerinde serbest çiftlikler (alodlar) bulunan “bağımsız” köylüler hâlâ mevcuttu. Bunun yanı sıra, bir senyöre ait araziyi kullanmaktan dolayı senyöre bağımlı hale gelmiş köylüler hukuken üçe ayrılıyordu: “Özgür” kökenliler, bağımlılar ve köle kökenliler. İkinci ve üçüncü grupta yer alanlar, aslında erken ortaçağda (Roma’nın çöküşü ve Cermen istilaları sırasında) ortaya çıkan toprağa bağlı kiracı çiftçilerin (kolonuslar) ve köle kökenlilerin devamıydılar. Birinci gruptakiler, yani “özgür” olanlar ise, feodalizmin başlangıç döneminde topraklarını yitirerek “bağımlı” hale gelmişlerdi. Nitekim feodalizmin ilerleyen dönemlerinde, serbest toprak (alod) sahibi diğer özgür köylüler de topraklarını ve bağımsızlıklarını yitirerek (senyörlere kaptırarak), birer bağımlı köylü (serf) haline geleceklerdi. Batı Avrupa’da feodalizm, en yüksek aşamasına “manoryalizm”de ulaştı. Bu aşamada feodal bey, hem kendi “reserve”inde büyük bir üretimci olarak görünürken, hem de kendi egemenliği altında bulunan “bağımlı” köylülerin “başkumandanı”, “başefendisi”, “yargıcı” idi. Feodal beyin işlerinin çoğunu kahyâları yürütmekteydi. Fakat kendisi de bir işletmeci olarak, çiftliklerinin gelir işleriyle doğrudan ilgilenmekteydi. Nitekim tarımda kapitalizmin gelişmesi sürecinde, toprak beylerinin (lordlar) bu konumunun önemli bir rolü olmuştur. Osmanlı’nın kurduğu “despotik sistem”de ise, şu yukarda anlattığımız feodal oluşumların ve işleyişlerin hiçbirisi yoktu. Ne toprakta büyük özel mülkiyet (toprak senyörlüğü), ne bir “toprak soyluluğu” sınıfı, ne de kişileri biat sözleşmeleriyle aşağıdan yukarıya/yukarıdan aşağıya birbirine bağlayan kişisel tâbiyet bağları (vassallık ilişkileri) mevcuttu. Bir kere fethedilen tarımsal toprakların mülkiyeti, daha baştan ve genel bir kural olarak “devlete ait” olduğu ve hep de öyle kaldığı için, Osmanlı’da büyük özel toprak mülkiyeti sahipliğine dayanan bir “toprak soyluluğu” sınıfının oluşabilmesi zaten mümkün değildi. Osmanlı sisteminde gerçek anlamda mutlak siyasal güç sahibi, padişah, yani Devlet-i Âli’yi şahsında temsil eden “büyük despot” idi. Tanrının yeryüzündeki “elçisi” sıfatıyla, toprağın tek hâkimi ve toplumun tek efendisiydi o! Onun mutlak iktidarı, tüm toplumun tepesine çöreklenmiş olan “bürokratik-despotik” devlet makinesinin merkezî gücünde ifadesini bulmaktaydı. Oysa Batı feodalitesinde, Osmanlı’daki gibi mutlak bir siyasal güçten ve merkezî kamu otoritesinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü feodalizmde siyasal iktidar ve kamu otoritesi, yerel feodal beyler arasında parçalanmış durumdaydı. En tepede duran kral bile, gerçekte mutlak bir güç sahibi değildi. O da siyasal iktidarını, kendisi gibi büyük toprak sahibi (senyör) olan diğer soylularla paylaşmak zorundaydı. İşte bu nedenledir ki, Batı feodalitesinde, en alttaki şövalyeden en tepedeki krala (senyörlerin senyörü) kadar uzanan ve aşağıdan yukarıya/yukarıdan aşağıya tüm soyluları tâbiyet bağlarıyla ve biat sözleşmeleriyle birbirine bağlayan bir vassalite hiyerarşisi oluşmuş durumdaydı. Aynı zamanda bu hiyerarşi, feodalizmin ayırt edici bir özelliğini de yansıtmaktaydı. Şöyle ki, bu vassalite hiyerarşisinin üst mertebesinde bulunan bir senyör, kendi altındaki vassalını atlayarak, onun altındaki vassala müdahale edemez, emir veremez veya bir talepte bulunamazdı. Her vassal, yalnızca tâbi olduğu kendi üst senyöründen (süzereninden) emir alırdı. Bu da gösteriyor ki, feodal vassalite hiyerarşisinin, ya da bağlılık zincirinin halkaları arasında doğrudan geçişli bir işleyiş bulunmamaktadır. Bunun anlamı şudur ki, Batı feodalitesinde bir soylu yalnızca ve bizzat kendi elinde bulundurduğu topraklarda gerçek hükümranlık haklarına sahip olabilirdi. Kendisinin ya da kendisinden önce atalarının bir başkasına (vassala) temlik etmiş olduğu fief toprakların yönetimine artık karışamazdı. İşte bu nedenledir ki, feodal çağ Avrupa’sındaki ülkeler, çok sayıda irili ufaklı feodal parçadan oluşan mozaikler haline gelmiş bulunuyordu. Toplumda bir bütün olarak soyluluğun tekelinde olan siyasi güç ise, her bir mozaik parçasında bulunan iktidar odakları arasında paylaşılmış durumdaydı. Bu yüzden, feodalizmde siyasal iktidar hiçbir zaman tek bir merkezde odaklanmıyordu. Batı feodalitesinde, her feodal beyin kendine ait bağımsız bir “iktidar küresi” oluşmuş bulunuyordu. Feodal hiyerarşi içerisinde hem bir vassalın süzereni konumunda olan, hem de kendisi bir süzerene vassal olan feodal bey (senyör, lord), kendi senyörlük alanının sınırları içindeki köylüler üzerinde askerî, siyasi, hukuki, idari tek otorite sahibi idi. Ve köylülerin ürettiği artık-ürüne iktisat dışı bir zor mekanizması yoluyla el koyma hakkına sahip bulunuyordu. “Senyörlük” veya “manor” olarak adlandırılan feodal beyin hükümranlığı altındaki bu topraklar, feodal sistemin çekirdeğini oluşturmaktaydı. Baştan beri ekonomik görüntüsü ağar basan bu senyörlükler, feodal beylerin “doğrudan gelir getirici” işletmeleri konumundaydılar. Şimdi “senyör-serf” ilişkisi ile “sipahi-reaya” ilişkisine, şu yukarıdaki açılımlar çerçevesinde yeniden bakmak gerekiyor. Burada serf ile reayanın ve senyör ile sipahinin konumu aynı mıdır gerçekten? Bir kere feodal sistemde serf, her açıdan (ekonomik, siyasi, hukuki, idari) senyörüne bağımlıdır. Oysa Osmanlı’da reaya, tımar sahibine (sipahi veya kula) bağımlı değildir. Özel hukuk açısından reaya, eğer müslümansa şeriata ve kadıya, hıristiyansa kilisesine bağlıdır. Ama bu bir ekonomik ve siyasal “bağımlılık” değil, yalnızca bir özel hukuk bağlılığıdır. Öte yandan, tüzel hukuk açısından, yani devletle olan ilişkileri (malî, siyasi vb.) bakımından reaya, sipahiye bağlıdır, ama “bağımlı” değildir. Çünkü sipahinin hukuksal ve siyasal gücü, kendisinde bulunan bir hakkın gereği değil, devletin bir memuru olması sıfatıyla, devletin müsaade ettiği sınırlar içinde kullandığı “sınırlı” bir yetkinin gereğidir. Özetle, reaya sipahinin değil, devletin “bağımlı” köylüsüdür. Yüzlerce yıl süren bu “devlete bağımlılık” içindeki yalıtılmışlık konumu, reayanın ortak bir sınıf bilinci geliştirmesini ve bu temelde bağımsız bir sınıf hareketi oluşturmasını engellemiştir. Senyör ile sipahinin karşılaştırılmasına gelince: Daha önce de belirttiğimiz üzere, en temel ayrım, senyörün özel toprak mülkiyeti sahibi olması, sipahinin ise toprak mülkiyetinden yoksun bulunmasıdır. Dolayısıyla senyörün toprak üzerindeki konumu, hem bir küçük “hükümdar” hem de bir tarım üretimcisi, bir “işletme sahibi çiftçi” konumudur. Senyörün bu konumu, devlet tarafından bu topraklara “görevli” olarak atanmış olmasından değil, toprağın özel mülkiyetine sahip olmasından kaynaklanıyordu. Oysa sipahi, devlet tarafından atanmış bir görevlidir ve ne üretimcilikle, ne işletmecilikle bir ilgisi vardır. O yalnızca, reayanın devlete ödeyeceği vergileri toplamakla ve reayayı denetlemekle yükümlü bir asker-memur statüsündedir. Özetle diyebiliriz ki, “feodal bey (senyör) ekonomik bir sürecin içinde, tımarlı bey (sipahi) ise devletsel ve fiskal (malî) bir sürecin içinde yer alan kişilerdir.” (Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, 1972, s. 67) Öte yandan, önemli bir diğer nokta da şudur: Feodal sistemde senyörler, beyliklerinin gücü orantısında ve bir siyasal hiyerarşi içinde bir sınıf beraberliği (“soylular sınıfı”) oluşturmaktaydılar. Oysa Osmanlı’da tımarlar, çok değişik kaynaktan gelen ve dolayısıyla toplumsal kökenleri karışık olan kişilere verildiği için, tımar beyleri arasında hiçbir zaman bir sınıf beraberliği oluşmamıştı ve bağımsız bir sınıf bilinci gelişememişti. Dolayısıyla, Batı feodalitesindeki “soyluluk” geleneğinin esamesi bile okunmaz Osmanlı despotizminde! Görüleceği üzere, yukarıda karşılaştırmaya çalıştığımız Batı feodalitesi ile Osmanlı despotizmi arasında, zorlanırsa birtakım “benzerlikler” bulunabilir pekâlâ. Ama böyledir diye, bu iki sistem arasındaki temel tarihsel farklılığı göz ardı ederek, onların “aynı” ya da “özdeş” sistemler olduğunu (yani her ikisinin de feodalizm olduğunu) iddia etmek saçmalıktan öte bir şey olmaz. Peki ama, Osmanlı’nın “klasik toprak düzeni” 17. yüzyılda esaslı bir değişikliğe uğradığına, hatta tasfiye olduğuna göre, acaba toprak üzerindeki ilişkilerin bu tarihten sonraki durumu ne olmuştur? Ya da soruyu bir başka biçimde soralım: 17. yüzyıldaki değişiklikten sonra, Osmanlı’nın toprak düzeninde ortaya çıkan yeni sosyo-ekonomik oluşumların, Batı feodalitesine kıyasla durumları nedir? Bu yeni oluşumlar daha çok feodal kurumlara mı benziyordu, yoksa başka bir şeye mi? Bu soruların yanıtları, klasik toprak düzeni değiştikten sonraki Osmanlı toplum yapısına bakılarak verilebilir ancak. Şimdi de onu yapmaya çalışalım.

16 Ağustos 2006
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /7

7. Bölüm

Klasik despotizmden bozuk düzenli despotizme

Kapitalizm öncesi tüm toplumlarda en önemli üretim aracı topraktı. Her şey onun etrafında dönüyordu. Dolayısıyla, toprak düzeninde meydana gelen esaslı bir değişiklik, bu toplumların tüm sosyal ve siyasal yapılarında da önemli değişikliklere yol açabiliyordu. Toprak düzeninde değişikliğe yol açan etkenlerin başında ise, hiç kuşkusuz, üretici güçlerdeki gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan devrimsel nitelikteki ekonomik olaylar geliyordu. Nitekim, 16. yüzyılın Batı Avrupa’sında yaşanan para ve fiyat hareketleri de, üretici güçlerdeki gelişme sonucunda ortaya çıkan bu türden “devrimsel nitelikte” ekonomik olaylardı. Batı Avrupa’da yaşanan bu ekonomik olaylar, en önemli etkisini toprak rejiminde ve dolayısıyla köylünün ekonomik ve sosyal durumunda meydana getirdiği büyük değişikliklerde göstermişti. Bu, feodalizmin tasfiyesi ve yeni bir üretim tarzının (kapitalizmin) gelişmesi olayıydı. Batı Avrupa’da gerçekleşen bu olay, insanlık tarihi açısından elbette ki ileriye doğru atılmış büyük bir adımdı. Avrupa’da yaşanan bu dönüştürücü ekonomik gelişmeler, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’yla ticari ilişkileri gelişen Osmanlı toplumunu da etkileyecekti. Fakat Osmanlı toplumunun bundan etkilenmesi Avrupa’yla aynı yönde olmadı. Batı Avrupa’da feodalizmin tasfiyesi ve yeni bir üretim tarzının (kapitalizmin) gelişmesi yönünde olan tarihsel sonuç, Osmanlı’da dirlik düzeninin (tımar ve zeamet sisteminin) yıkılması ve bir bütün olarak despotik sistemin bozulup, yozlaşması yönünde oldu. Batı’da feodal toprak düzeninin yıkılması tarihsel olarak ileriye doğru bir gelişme sağlarken, Osmanlı’da dirlikçi toprak düzeninin yıkılması tam bir sosyal ve siyasal kargaşa ortamı yaratarak toplumda gerilemeye yol açtı. Osmanlı’nın 17 ve 18. yüzyılları kapsayan iki yüz yıllık dönemi, aşağıda göreceğimiz üzere, ne feodalizme ne de kapitalizme benzeyecekti. Ortaya çıkan tablo, düzeni bozulmuş ve her bakımdan çürümeye yüz tutmuş despotizmden, yani “bozuk düzenli despotizm”den başka bir şey değildi! Yazımızın önceki bölümlerinde sıkça vurguladığımız üzere, askeri-bürokratik temelde örgütlenmiş Osmanlı’nın despotik düzeni, devlet mülkiyeti temelinde oluşturulmuş bir toprak rejimine (dirlik düzeni) dayanıyordu. Bu toprak rejimi, tüm toplumu sarıp sarmalayan ve despotik düzenin çeşitli unsurlarını birbirine kenetleyen bir çerçeve işlevi görüyordu. Üretim düzeninden tutun da, ordunun ve devlet idaresinin örgütlenmesine kadar her şey bu geleneksel toprak rejimine (ve bu rejim çerçevesinde oluşmuş üretim ilişkilerine) dayanıyordu. Nitekim, toprakta “dirlik düzeni” istikrarlı bir şekilde devam ettiği sürece, Osmanlı’nın despotik düzeni ve bu düzene bağlı sosyal ve siyasal kurumlar da varlıklarını istikrarlı bir biçimde sürdürebilmişlerdi. Ne var ki, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan olumsuz ekonomik ve malî gelişmeler nedeniyle toprakta “dirlik düzeni” bozulmaya başlayınca, despotik düzenin sosyal ve siyasal kurumlarında da bozulma ve çözülmeler başlayacaktı.

Toprakta dirlik düzeni (tımar sistemi) ne zaman ve nasıl bozuldu?

Tımar sisteminin fonksiyonunu yitirerek gerilemeye başlamasının ardında ekonomik, demografik ve savaş teknolojisindeki gelişmelerle ilgili nedenler bulunduğu gibi, Osmanlı’nın despotik sistemine özgü nedenler (örneğin askerî sınıf korporasyonu içindeki “hegemonya kapışmaları” gibi) de vardır. Dolayısıyla, tımar sisteminin fonksiyonunu yitirmesini, tarihçilerin yaptığı gibi, yalnızca vergi toplama usulünde gerçekleşen bir değişikliğe (tımarların mukataaya çevrilmesi ve iltizama verilmesi olayı) bağlamak doğru bir tespit olmaz. Gerçekte Osmanlı devletinin tarımda vergi toplama usulünü değiştirmesi, yani dirlik düzenini kaldırıp iltizam usulüne geçmesi, aşağıda göreceğimiz üzere, tımar sisteminin fonksiyonunu yitirmesinin nedeni değil, aslında bir sonucudur. Osmanlı’da tımar sisteminin fonksiyonunu yitirmesi ve tımarların gerilemesi olayı, daha Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1527-66), yani Batı ile ticari ilişkilerde (dış ticarette) henüz kapitülasyon siyasetinin uygulanmadığı ve Batı’dan gelen para ve fiyat hareketlerinin olumsuz etkilerinin (malî kriz) henüz tam olarak görülmediği bir dönemde başlamıştı. Bu dönemde tımar sistemindeki bozuluş ve gerileyişin en başta gelen iki görünümü vardı. Birincisi, tımarların bir askerî güç kaynağı olarak eski önemlerini yitirmiş olmaları; ikincisi ise, tımar beylerinin, yani sipahilerin ekonomik açıdan güçsüz düşmeleri, hatta yoksullaşmaları durumuydu. Tımarların bu şekilde gerileyişinin temelinde yatan nedenler ise, 16. yüzyıl boyunca Anadolu’da yaşanan büyük nüfus artışı olayı ve gene bu dönemde malî bunalım nedeniyle yaşanan ekonomik keşmekeştir. Kanuni’nin tahta çıkışından (1520) yüzyılın sonuna kadar olan sürede, ülkenin tümünde ortalama %60’lık bir nüfus artışı olduğunu yazıyor tarihçiler. Bu nüfus artışı, tımar sisteminin iki temel unsurunu, yani sipahi ile reayayı fena halde etkilemişti. Nüfus artışı bir yandan reayanın elindeki toprağı daha da küçültürken, diğer taraftan tamamen topraksız bir köylü yığını yaratmıştı. Öte yandan, reaya çiftliklerinin bölünüp küçülmesinin yanı sıra, aynı demografik nedenler sipahi tımarlarında da bir parçalanıp bölünmeye yol açmıştı. Bu dönemde devletin uyguladığı malî politikalar da sipahi tımarlarının gerilemesine yol açan önemli etkenlerden biriydi. Örneğin, Osmanlı parasının değeri bir önceki yüzyıla göre %300 azalmış olmasına karşın, devlet, sipahinin tımar gelirlerinde (reayadan aldığı vergilerde) herhangi bir artış yapmamıştı. Bu durum, tımar gelirinin %50’sini reayadan nakdî (para) olarak tahsil eden sipahinin reel gelirlerinde çok önemli bir azalma yaratmıştı. Üstelik sipahiyi yoksullaşmaya sürükleyen devletin bu malî politikası, sanıldığı gibi reayanın durumunda bir iyileşme sağlamış da değildi. Çünkü, her ne kadar reayanın sipahiye verdiği vergiler artmayıp sabit kalmış olsa da, bu dönemde devletin kendisinin reayadan topladığı olağanüstü vergileri (savaş vergileri vb.) sürekli arttırması, reayanın durumunu iyice kötüleştirmişti. Kanuni Süleyman zamanında iktidarın bütün iplerini elinde tutan devşirme kökenli kapıkulu bürokrasi, uyguladığı bu malî politikayla, hem kendisine rakip olarak gördüğü tımarlı sipahiyi ekonomik olarak güçsüzleştirmeyi, hem de devletin reayadan çekip aldığı artık-ürün kütlesini olağanüstü vergilerle daha da artırarak, kendi denetimindeki merkezî hazinenin gelirlerini büyütmeyi amaçlıyordu. Nitekim, merkezî idare tarafından güdülen bu politika, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir yandan sipahileri, öte yandan reayayı yıkıma sürükleyerek tımar sisteminde önemli gedikler açacaktı. Bu süreçte toprak rantı yani ülkenin başlıca zenginlik kaynağı, taşradaki tımarlı sipahilerden merkezdeki kapıkullarına geçmeye başladı.

Sipahinin gerilemesi ve kapıkullarının tımarları ele geçirmeye başlaması

Merkezî devlet iktidarını elinde tutan kapıkulları aristokrasisi, ok-yay ve kılıçla at sırtında savaşmaya alışmış, gazi geleneğinden gelme sipahi ordusunun, gelişen yeni savaş koşullarına ayak uydurabilecek durumda olmadığını görmüştü. Yeni teknikler ve ateşli silahlarla (tüfek) donanmaya başlamış Avrupa’nın büyük askerî oluşumlarıyla göğüs göğüse savaşacak bir imparatorluk ordusunun da, aynı şekilde donanmış olması ve sürekli eğitimli bulunmasının gerekliliği ortadaydı. Ama bunun gereğini de ancak birarada bulunan, sürekli kışla eğitimi yapan ve her an silah başına çağrılmaya hazır bekleyen profesyonel bir ordu yerine getirebilirdi. Oysa Osmanlı imparatorluğunun dört bir yanına dağılmış sipahi askerlerinin bırakalım kışla eğitimi yapmasını, her yıl daha uzağa kayan askerî harekât alanları karşısında, bunların biraraya toplanabilmeleri bile başlı başına bir sorundu. Bunun yanı sıra, sipahiler de tımarlarını bırakıp, savaş için uzaklara gitmeye pek istekli olmuyorlardı artık. Çünkü, çok uzun süren ve üstelik de eskisi gibi zafer, ganimet ve toprak getirmeyen savaşlar (örneğin son İran ve Avusturya seferleri böyleydi) sipahinin gözünü yıldırmıştı. Savaşa katılanların pek çoğu da, ya eskisi gibi istekli savaşmıyor ya da yeterli eğitim ve donanımdan yoksun olduğu için, yeni savaş düzenine ayak uyduramıyordu. Bu durumda pek çok sipahi askeri, geleneksel savaşçı konumuna aykırı bir şekilde, geri hizmetlerde çalıştırılıyordu. Hatta içlerinden bazıları, yüksek kapıkullarının yanında uşaklık yapar duruma düşmüşlerdi. Açıkçası, tımarlı sipahinin konumu artık çağın gereklerine uygun düşmüyor ve bir imparatorluk ordusunun askerî ihtiyacını karşılamaktan uzak bulunuyordu. İşte bu nedenledir ki, kapıkullarının iktidarında Osmanlı devleti, 16. yüzyılın sonlarına doğru sipahi ordusunu tamamen gözden çıkarmış bulunuyordu. Nitekim devletin bu dönemde, sipahisi boşalan veya dağıtıma hiç girmemiş olan tımarları, tekrar sipahilere vermeyerek kendi elinde tutmaya başlaması da bunu gösteriyordu. Böylece, boşalan tımarların gelirleri doğrudan doğruya merkezî hazineye geçmiş oluyordu. Devlet, merkezî hazineye geçen bu tımar gelirlerinin çok büyük bir kısmını, her geçen gün sayıları daha da artan başkentteki ulufeli (maaşlı) kapıkullarının maaşlarının ödenmesine ayırıyordu. Bu uygulama da, devletin ilk gözağrısı tımarlı sipahileri gözden çıkardığının açık bir göstergesiydi. Tamamen devşirmelerden oluşan başkentteki maaşlı (profesyonel) kapıkulu askerlerin (yeniçeriler, kapıkulu süvariler vb.) sayısı 1550’li yıllarda ancak 20 bin kadarken, 1600’lü yılların başında bu sayı 100 bine yaklaşacaktı. Oysa aynı dönemde, taşradaki tımarlı sipahilerin ve birlikte getirdikleri cebelilerin oluşturduğu geleneksel eyalet ordusunun sayısı ise tam tersi yönde bir gelişme göstermiştir. 1550’li yıllarda eyalet ordusunun sayısı 90 bin iken, 1600’lü yıllarda bu sayı 30 binin altına düşecek ve ileriki yıllarda da tamamen eriyip gidecektir. 17. yüzyılda tımarlı sipahiler artık tarih sahnesinden çekilmek üzereydiler. Bu hem ekonomik, demografik ve savaş sanatındaki teknolojik gelişmelerin, hem de tepedeki kapıkulu aristokrasisinin bilinçli bir şekilde uyguladığı “sipahi karşıtı” politikaların bir sonucuydu. Devşirme kökenli kapıkullarının iktidarındaki devlet, şu veya bu gerekçeyi ileri sürerek, sipahilerin elinden tımarlarını almaya başlamıştı. Örneğin, devleti yöneten yüksek kapıkulu aristokrasisi, İran seferi sırasında planlı bir şekilde hareket ederek 20 bin sipahinin tımarını elinden almıştı. Böylece boşaltılan ve sipahisiz kalan bu tımarlar, doğrudan merkezî hazinenin, yani kapıkulu aristokrasisinin inisiyatifine geçmiş oluyordu. Kapıkulu aristokrasisi boşalan tımarları tekrar dağıtıma sokmayarak, ya mukataaya çeviriyor (yani merkezî hazineye “gelir kaynağı” yapıyor), ya da tımarların dirliklerini, sözümona tımar beyi olarak gösterdiği, fakat gerçekte sipahi olmayan kişilere rüşvet karşılığında satıyordu. Bu dönemde ayrıca önemli bir değişiklik daha yapıldı. Eskiden tımar sahibi olmaları yasaklanmış olan başkentteki maaşlı kapıkulu askerlere (yeniçeriler ve kapıkulu süvariler) de “tımara çıkma” (tımar sahibi olma) imkânı tanınarak, Anadolu ve Rumeli’de sipahisi boşalan tımarlar bunlara verilmeye başlandı. Öte yandan, dirlik olarak dağıtılmayıp da, “devlet mukataası” olarak hazinenin elinde tutulan tımarların gelirlerinin toplanması işi de iltizama, yani bu işe para yatıran “mültezim”lere verilmeye başlandı. Bu dönemde ayrıca, tımar dağıtımı yetkisi taşradan (beylerbeyilerden) alınarak, merkeze (sadrazamlığa) devredildi. Yani tımar dağıtımıyla ilgili tüm yetkiler artık tepedeki kapıkulu aristokrasisinin elinde toplanmış oluyordu. Kanuni’nin padişahlığı döneminde iktidarda olan kapıkulu sadrazamların hemen hepsi, bu yetkilerine dayanarak, tımarları sipahilere değil, parası olup rüşvet verebilenlere, en başta da merkezde görevli maaşlı kapıkullarına (yeniçerilere ve kapıkulu süvarilere) dağıtacaklardı. Tımarlar eski tımar usulüne aykırı usullerle verilmeye başlayınca, bunlar artık askerî bir “dirlik” olmaktan çıkacak ve birer mukataaya dönüşeceklerdi. Başkentte rüşvetle tımar elde edenler, artık tımarlarının başına gitmedikleri gibi, aldıkları tımara karşılık olarak devlete bir “askerî hizmet” de vermiyorlardı. Bunun yerine, hazinenin istediği belli bir parayı hazineye ödemekle yetiniyorlardı. Daha ilerde ise, nüfuz ve rüşvetle tımar sahibi olan bu kapıkulları, tımarların gelirlerini toplama işini de mültezimlere vererek, kendileri başkentte yan gelip yatacaklardı! Bu konuda ilk adımı atan da, gene bir kapıkulu olan Sadrazam Rüstem Paşa idi. Kanuni’nin sadrazamı olan bu zat, padişah dirliği olan hasları iltizama vererek bu işi başlatmıştı. Böylece, yıllardan beri uygulanmakta olan geleneksel Osmanlı toprak rejiminin (dirlik düzeni) tasfiyesi yolunda esaslı bir adım atılmış oluyordu. Bu, tımar gelirlerinin sipahinin elinden alınarak hazine mukataasına çevrilmesi ve tıpkı diğer devlet mukataalarında yapıldığı gibi (örneğin ticaret, endüstri, maden, gümrük, darphane vb), mültezimlere satılması olayı idi.

Sipahiler tarih sahnesinden çekiliyor

Bilindiği üzere, toprakta dirlik düzeninin temel unsuru olan tımarlı sipahi, devletin asker-memuru statüsünde bir kişiydi. Onun görevi, kendisine devlet tarafından bir askerî hizmet karşılığı olarak verilmiş olan tımarının başında bulunmak, tımar çiftliklerinde üretim yapan reayayı denetlemek, tımar gelirlerinin (vergi-rant) bir kısmını kendi adına toplamak ve karşılığında da, savaş zamanında kendisiyle birlikte orduya katılacak belli sayıda askeri (cebeli) donanımlı bir şekilde sefere hazır etmekti. Tımarlı sipahi, profesyonel kapıkulu askerleri gibi merkezde yaşayan ve devletten düzenli maaş (ulufe) alan biri değildi. Kırsal kesimde yaşayan ve kendine tahsis edilen tımarın gelirinden geçimini sağlayan, farklı tipte bir asker-memurdu sipahi. Fakat öte yandan, kırsal kesimde yaşamasına rağmen, ne toprak sahibi bir işletmeci ne de doğrudan bir üreticiydi o. Dolayısıyla, onun en başta gelen ve ayırt edici olan özelliği, ekonomik bir işlevinin bulunmamasıydı. O, devletin toprağında (tımarda) devlet adına “malî” ve “askerî” bir fonksiyon icra eden bir devlet görevlisiydi yalnızca. Sipahinin bu konumu, onu Batı’daki feodal toprak (feudum) sahibi beyin (senyörün) konumundan esaslı bir şekilde ayırmaktaydı. Batı’da feodal beyler hem toprak sahibi idiler, hem de kendileri gibi bir toprak sahibi olan kralın (en büyük senyörün) siyasal hükümranlığının ortaklarıydılar. Dolayısıyla, bu ortak siyasal hükümranlık alanı içerisinde, feodal beyler ile krallık mevkiindeki büyük senyör arasında yaşanan güç ve iktidar çatışmaları, sonunda antlaşmalara ve anayasal gelişmelere yol açabilmekteydi. Örneğin, Batı’da kral ile feodal lordlar arasında yapılan bu tür antlaşmaların en eskilerinden biri, İngiltere’de görülen Magna Carta yasasıdır. Bu yasa, bir soylular sınıfı iktidarının ortakları konumunda olan feodal lordlar ile kralın birbirlerine karşı hak ve yükümlülüklerini belirleyip kayıt altına alan bir yasaydı. Oysa Osmanlı’nın despotik düzeninde böyle bir gelişmeye hiçbir zaman yer yoktu. Bir kere sipahi, Osmanlı padişahının siyasal hükümranlığının bir ortağı değil, o hükümranlığın uygulanışının bir aracıydı. Osmanlı düzeninde padişahın mutlak hükümranlığı kesin olarak kabul edilmiş bir statüydü ve onun ortakları değil, uygulayıcı araçları (kapıkulları, tımarlı sipahiler vb.) olabilirdi yalnızca. Nitekim ilerde göreceğimiz gibi, bu kuraldan sapan “feodalizm” benzeri teşebbüsler (örneğin 19. yüzyılda ayanların padişaha dayattığı Sened-i İttifak teşebbüsü gibi) olsa bile, bu teşebbüsler çok kısa ömürlü olmuş ve yaşama şansı bulamamışlardır. Çünkü, Osmanlının despotik düzeninde sipahilerin veya diğer unsurların, Avrupa’daki gibi toprak üzerinde feodal beylikler oluşturabilme şansları yoktu ve olamazdı da. Tüm varlığını feodal bir sistemin yokluğuna borçlu olan Osmanlı devletinin bürokratik-despotik merkezî yapısı, feodal eğilimlerle asla bağdaşmayan bir karaktere sahipti. Böyle bir devletin feodal girişimlere izin vermesi demek, kendi sonunu kendi elleriyle hazırlaması demekti. İşte merkezî despotik devletin bu ezici gücü nedeniyledir ki, sipahiler, gelirlerinin azaldığı, hatta yoksulluk sınırına dayandıkları bir dönemde (16. yüzyılın son çeyreğinde) bile, köylülerin tasarrufundaki topraklara el uzatamamış ve bu toprakları kendi tasarruflarına geçirememişlerdir. Toprakların mülkiyeti devlete ait olduğu için, sipahilerin her feodalleşme teşebbüsü, karşısında merkezî despotik devletin ezici gücünü bulmuştur. İlerleyen bölümlerde göreceğimiz üzere, devletçe gözden çıkarılan ve yoksul düşen sipahiler, bu durumda ya tımarlarını terk edip gitmek zorunda kalmışlar ya da kendileri gibi yoksulluk ve umutsuzluk içine düşmüş olan topraksız reaya ile birleşerek, amaçsız ve sonuçsuz kalan isyanlara kalkışmışlardır. 16. yüzyılın ikinci yarısını ve 17. yüzyılın ilk on yılını kapsayan Celâli isyanları, sipahilerin de katıldığı bu seriden isyanlardır. Bu isyanlar ve kargaşalıklar döneminden sonra sipahiler, sonunda tasfiye olup gitmişlerdir. Eski toprak rejiminde (dirlikçi tımar sisteminde) ikili bir rolü olan, yani bir yandan askerî görevler yerine getiren, diğer yandan ise kırsal alanda mahalli yöneticilik yapan sipahilerin böylece ortadan kalkması, toprakta, dolayısıyla kırsal kesimde yıllardan beri tesis edilmiş olan Asyatik-statik dengeyi tamamen ortadan kaldıracaktı. İlerde göreceğimiz üzere bu durum, hem toprağı hem de toprağa bağlı reaya-çiftçileri, parası ve serveti olanların, nüfuzluların, yani güçlülerin bir av alanı haline getirecektir. Toprak rejiminde meydana gelen bu esaslı değişiklik, toplum sınıflarını yerinden oynatıp büyük karışıklıklara ve isyanlara neden olduğu gibi, Osmanlı yönetici sınıfları içinde de tam iki yüzyıl (17. ve 18. yüzyıllar) sürecek “siyasal güç ve servet” kavgalarına yol açmıştır. Birinci etapta, devşirme kapıkulları ile gazi geleneğinden gelme tımarlı sipahilerin kapışması yaşanmıştır. Bu mücadeleyi, Kanuni Süleyman zamanında başkentte gücünü iyice pekiştirmiş olan kapıkulları kazanır. Mücadeleyi kaybeden sipahiler ise iyice zayıflayarak, tımarlarını kapıkullarına kaptırırlar. III. Murad döneminde (1574-95) ise, bu kez devlet yönetimindeki kapıkulu hegemonyasına karşı, padişahın etrafında kümelenen saray erkanının (“saray adamları” denen, padişahın özel hizmetindeki köle kökenlilerden ve kuloğullarından oluşan güç) mücadelesi başlar. III. Murad’ın desteğiyle harekete geçen saray adamları, sonunda iktidardaki kapıkulu hegemonyasını kırarak, devlet yönetiminde kendi hegemonyalarını kurarlar. Bu dönemde III. Murad devşirme kapıkullarının gücünü kırmak için, kapıkulu ocaklarına (yeniçeri ve kapıkulu süvari ocağına) devşirme olmayanların girmesine izin verir. Böylece, yeniçeri ocaklarına toplum sınıflarından (kentli ve köylü halk kesimlerinden) insanlar da alınmaya başlanır. Bu da ilerde, yeniçeri ocağının bozularak orijinal halinden uzaklaşmasını ve dolayısıyla yönetici sınıftan dışlanıp, tecrit edilmesini getirecektir. Bu dönemden itibaren artık, yeniçerilerin yönetici kademelere yükselmeleri kesinlikle engellenecektir.

Tımarların mukataaya çevrilerek iltizama verilmesinin sonuçları

Merkezî bürokrasi, tüm çırpınışlarına rağmen, Batı’dan gelen para ve fiyat hareketlerinin yarattığı malî krize bir çözüm bulamamış, gelirlerle giderler arasındaki muazzam dengesizlik devlet bütçesini tamamen altüst etmişti. 16. yüzyılın sonunda (1597) devletin giderleri gelirlerinin üç katına çıkmıştı. Açıkçası bu, devlet hazinesinin iflâsı anlamına geliyordu. Bu durumda yeni gelir kaynaklarına şiddetle ihtiyacı olan Osmanlı devletinin elinde, tarım gelirleri dışında başkaca bir hazır gelir kaynağı bulunmuyordu. Ne var ki, yıllardan beri uygulanan askerî tımar sistemi nedeniyle, bu tarım gelirlerinin de çok azı merkezî hazineye girebilmekteydi. Çünkü uzun süre Osmanlı devleti, diğer alanlardaki (ticaret, endüstri, maden, gümrük vb.) uygulamalarından farklı olarak, tarım gelirlerini bir mukataa (hazine geliri) olarak düşünmemiş, bu gelirleri kendi askerî memuruna (sipahiye) bir geçim kaynağı (dirlik) olarak bırakmıştı. Fakat, ekonomik ve malî bunalım döneminin koşulları, iktidardaki kapıkulu bürokrasiyi şimdi sipahinin gelirlerine de el atmaya yöneltecekti. Hatırlanacağı üzere, “iltizam” denilen gelir toplama usulü, Osmanlı devleti için yeni bir şey değildi. Hazineye “peşin para girişi” sağlamak amacıyla, Osmanlı devletinin tüm ekonomik faaliyet alanlarında (örneğin ticaret, endüstri, madenler, gümrük, darphane, cizye toplama vb.) öteden beri uygulayageldiği bir usuldü bu. Buna göre devlet, hazineye ait olan ekonomik gelir kaynaklarının (mukataalar) işletim hakkını veya söz konusu gelirlerin toplanması yetkisini, peşin bir ödeme karşılığında, mültezim denilen özel kişilere devrediyordu. İhale (artırma) yöntemiyle yapılan bu imtiyaz devir işleminde, devlet kendisine en çok parayı ödeyen veya ödemeyi taahhüt eden kişilere “mültezimlik” beratı (yetkisi) veriyordu. İşte Osmanlı devleti diğer iktisadi alanlarda uyguladığı bu gelir toplama usulünü (mukataa ve iltizam), şimdi tarım alanında (toprakta) da uygulamaya başlamıştı. Vergi toplama usulünde yapılan “masumane” bir değişiklik gibi görünen bu “usul” değişikliği, aslında Osmanlı’nın geleneksel toprak rejimini tümden tasfiyeye yönelik esaslı bir değişiklikti. “İltizam usulü” denen bu yeni uygulamada, toprağın mülkiyeti, eskisi gibi gene devlette kalıyordu. Toprağın tasarrufu (kullanımı) da, aynı biçimde, reaya çiftçiye ait oluyordu. Ne var ki, eskiden reaya toprağın rantını (artık-ürünü) tımarlı sipahiye veya dirlik sahibi olan diğer askerî kişilere öderken, şimdi sipahinin yerini alan mültezime ödeyecekti. Mültezim denen kişi, hazine adına reayadan vergileri toplayacak olan kişiydi. Osmanlı devleti 16. yüzyılın sonlarına doğru başlattığı bu uygulamayla birlikte, mültezim denilen özel vergi toplayıcısı kişilere tımar gelirlerini önce bir yıllığına, daha sonra da uzun sürelerle satmaya başlayacaktı. Mültezimler, devlete ödemeyi taahhüt ettikleri vergi gelirlerinin bir kısmını peşin, geri kalanını taksitler halinde hazineye ödüyorlar, köylüden fiilen topladıkları vergi gelirlerinin tamamı ise kendilerine kalıyordu. Devlete ödemeyi taahhüt ettikleri miktar ile, köylüden fiilen topladıkları miktar arasındaki pozitif fark, mültezimlerin kazancı oluyordu. Tabii bu durumda mültezimler, devlete ödemeyi taahhüt ettikleri miktarın çok çok üstünde bir miktarı köylünün sırtından çıkarabilmek için köylüye sürekli baskı yapacak ve onu canından bezdireceklerdi. Kuruluşundan beri Osmanlının despotik-militer gücünün ekonomik temelini oluşturmuş bulunan klasik toprak düzeninin bu şekilde tasfiyeye girişilmesi olayı, dirlik düzeni çerçevesinde oluşmuş önceki sosyo-ekonomik yapıların ve siyasal kurumların da esaslı bir şekilde bozulmasına ve köylünün tepesinde sömürücü yeni güç odaklarının doğmasına yol açacak kertede önemli bir olaydı. Nitekim, tarımda iltizam usulünün uygulanmasıyla, yani vergi toplayıcılığının özelleştirilmesiyle ortaya çıkan mültezimler, reayanın sömürülmesi sürecinde devletle ortaklık kurarak bir hayli zenginleşecekler, servet ve güç biriktirme konusunda neredeyse merkezî bürokrasiye (devletlû sınıfa) rakip çıkacak bir duruma geleceklerdi. Daha önce de belirttiğimiz üzere, toplum sınıfları karşısında devletin merkezî-despotik yapısını güçlü kılmak, Osmanlı yönetici sınıfı, özellikle de kapıkulu bürokrasi için her zaman önde gelen bir ilke olmuştu. Kendi iktidarlarının devamı buna bağlıydı çünkü. Merkezî devlet yapısını güçlü kılmanın yolu ise, devlet hazinesini güçlendirmekten geçiyordu tabii ki. Tüm malî ve ekonomik politikalarını buna endekslemiş olan saray ve yönetici bürokrasi, devletin tekeli altında bulunan iktisadî alanlara (iç ve dış ticaret, tarım, endüstri, madenler vb.), Batı’da olduğu gibi “bir ekonomik yatırım ya da üretim alanı” olarak değil, merkezî hazineyi (dolayısıyla despotik devlet aygıtını) doyuracak birer malî gelir kaynağı (mukataa) olarak bakıyordu. Çünkü, ekonomik yatırım, üretim vb., bunlar Osmanlı devletini ilgilendiren şeyler değildi. Onu ilgilendiren tek “ekonomik faaliyet (!)”, kendi tekeli altında tuttuğu her türlü iktisadî faaliyet alanlarında, iş yapmak isteyenlere imtiyaz ve tekel hakkı satmak ve karşılığında hazineye gelir sağlamaktı. Osmanlı düzeninde hiç kimse, devletten bu imtiyaz beratını almadıkça, ticaret veya başka bir iş yapamazdı. Devletten bu imtiyaz beratını alarak devlet mukataalarının işleticisi olan adamlar (mültezimler), hazineye nakit akışını sağlayan birer “hizmet kulu” idiler devletlû sınıfın gözünde. Toplumun üretici sınıflarının, yani kırın ve kentin emekçilerinin ürettiği ürünleri devlet adına sağan, ama kendileri de bu işten bir servet kazanan bu mültezimler kimin nesiydiler acaba? Osmanlı devleti öteden beri kendi tekelinde bulunan pek çok iktisadi faaliyet alanında mukataa ve iltizam uygulamasını kural haline getirdiği için, Osmanlı toplumu da bu işlerle uğraşan adamların yabancısı değildi kuşkusuz. Sonuçta, mültezim denilen bu adamlar, hazineye ait gelir kaynaklarını belli bir pay karşılığında hazine adına işleten bir nevi hazine murabahacısı (tefeci) gibi idiler. Mültezimlik yapmak için devletten imtiyaz beratı alan bu insanlar, besbelli ki bu işe “para kazanmak” için para yatıran, dolayısıyla belli bir sermayeye sahip olan insanlardı. Yani mukataacı ya da mültezim olabilmek için birinci şart, belli bir servete, paraya sahip olmaktı. O zaman da şöyle esaslı bir soru çıkıyor ortaya: Osmanlı’da bütün iktisadî kazanç alanları devletin tekeli altında bulunduğuna göre, bu insanların elindeki paranın suyu nereden geliyordu acaba? Başka bir şekilde soracak olursak, böyle bir despotik-devletçi düzende, mültezimlik yapacak parayı kimler, nereden bulabiliyordu acaba? Paranın suyu iki kanaldan akıp geliyordu. Birincisi, devletin tekeli ve denetimi altındaki çeşitli iktisadi alanlarda hazine ile mukataa ve iltizam işleri yapan tüccarların ve genelde gayrı müslim tebaadan olan sarrafların elinde biriken servetler. İkincisi ise, devletlû sınıfın, yani yönetici bürokrasinin (en alttaki yeniçerisinden en üstteki sadrazamına) maaş, dirlik geliri, rüşvet ve nüfuz ticaretinden edindiği servetler. Her ne kadar bu servetler iki ayrı kanaldan geliyor görünse de, aslında tek bir kaynaktan, topraktan çıkıyordu. Evet, iki ayrı kanaldan akıp gelen servetin ana kaynağı toprak geliri, yani reayanın ürettiği artık-ürün kütlesi idi. Onun için, elinde parası olan herkes (sadrazamından vezirine, kadısından müderrisine, tüccarından sarrafına vb.), kendi kesesini veya küpünü doldurmak için bu kaynağa (toprağa) hücum edecekti. Tımarların mukataaya çevrilmesinden sonra toprakta uygulanan iltizam usulü ise, bu talanın gerçekleşmesini sağlayan bir mekanizma oldu.

Toprak gelirleri çevresinde oluşan saadet zinciri

Tımarları sipahilerin elinden alarak parası olanlara vermek (Osmanlı’nın deyimi ile “tefviz” etmek), yani açıkçası birilerine “rüşvet” karşılığında bir gelir kaynağından yararlanma imtiyazı vermek, 17. yüzyılda artık resmen tanınan bir işlem haline gelmişti. Bu dönem aynı zamanda, kapıkullarının da iktidardan tasfiye olduğu ve iktidarın bütün iplerinin “saray adamları” denen kesimin eline geçtiği bir dönemdir. Dolayısıyla, rüşvetle yürüyen bütün bu mansıp ve iltizam ticareti işlerini, artık kapıkulları değil, sarayı ve hazineyi hükmü altında tutan bu saray adamları yönetiyordu. Böylece, sarayda odaklanan bu mansıp, rüşvet ve iltizam ticareti, aşağıda göreceğimiz üzere, bürokrasi-mültezim-sarraf arasında tam bir saadet zinciri oluşturarak 17 ve 18. yüzyıllara damgasını vuracaktı. 17. yüzyıldan önce, yani despotizmin klasik devlet düzeni henüz bozulmazdan önce, Osmanlı yönetici sınıfına mensup yüksek devlet ricali (askerî ve idarî kapıkulu aristokrasi), toplum sınıflarından tamamen ayrı bir sınıf (devletlû sınıf) olarak, her zaman toplumun üstünde durmaya ve toplum sınıflarıyla iç içe geçmemeye hep özen göstermişti. Nitekim böyle olduğu için, despotik devletin yönetim organlarında (devlet katında), toplum sınıflarından olan birinin (örneğin, reaya, tacir, sarraf vb.) yer alması söz konusu olamazdı. Bunların devlet yönetiminde yer alabilmeleri ancak bir koşulla mümkün olabilirdi: Geldikleri sınıfla bağlarının tamamen kesilmesi ve devlet sınıfına eleman yetiştiren ocaklardan birinde eğitim görerek kul haline gelmeleri. Anlaşılacağı üzere, bu uygulama, kendini toplum sınıflarından tamamen ayrı tutan ve kendi iktidarını toplum sınıflarına (tebaaya) bir tanrı buyruğuymuş gibi dayatan despotik bir gücün (saray ve kapıkulu aristokrasisi) yerleştirdiği bir uygulama idi. Ne var ki, Osmanlı sistemini temellerinden sarsan 17. yüzyıldaki iktisadî ve malî bunalım, her şeyi olduğu gibi Osmanlı yönetici sınıfının yerleştirdiği bu kuralı da bozacaktı. Özellikle Kanuni Süleyman’ın son döneminde saray ve kapıkulu aristokrasi, hazinenin gelirlerini arttırabilmek için kapitülasyon siyasetini (yani iltizam usulünü) toprak gelirlerine de uygulamaya başlayınca, kendi prensiplerine aykırı pek çok sonuçla karşılaşmaktan kaçınamayacaktı. Örneğin, toprakta başlatılan bu uygulamadan sonra sipahi tımarları da bir “hazine mukataası” haline gelince, saray ve merkezî bürokrasi toprakta iltizam işleriyle ve bununla bağlantılı olarak mevki ve mansıp ticaretiyle uğraşmaya başlayacaktı. Ve o güne kadar kendi altında bir “hizmetkâr” olarak gördüğü ve “reaya” olarak tanımladığı toplum sınıflarından insanlarla aynı işi yapar hale gelecek, hatta onlarla ortaklıklar bile kuracaktı. Nitekim iltizam işinde en büyük rolü üstlenen sarrafların, bu işle ilgili olarak kurdukları gizli ortaklıkların bir ucunun saraya, padişahın çevresine kadar uzandığı bilinmektedir. Taşrada ise bu işleri, saray ve merkezî bürokrasinin taşradaki temsilcileri konumunda olan valiler, paşalar, vezirler yapmaktaydı. Ayrıca, daha önce taşrada tımar dirliği edinmiş olan ulufeli kapıkulu süvariler ve yeniçeriler, ulemaya mensup kadılar ve müderrisler de iltizam işlerine girişmişlerdi. Kısacası, 17 ve 18. yüzyıllar, Osmanlı toplumunda tımar sisteminin tamamen çözüldüğü, mültezimliğin ise altın çağını yaşadığı yüzyıllar oldu. Bu yüzyıllarda Anadolu’da tımarların çoğu mukataaya çevrilmiş ve bu mukataaların çoğu da zengin mültezimlerin eline geçmiş durumdaydı. Bu mukataa ve iltizam işlerinin kilit mevkiinde ise sarraflar bulunuyordu. Çünkü, mültezimler mukataaları iki yıllığına aldıkları ve bu süre içinde devlete yapacakları ödemeleri genellikle taksitle yaptıkları için, onlara birilerinin kefil olması gerekiyordu. İşte bu kefalet işini, bir faiz-komisyon karşılığında sarraflar yerine getiriyordu. Bunların en önemlileri ise, devletin resmen tanıdığı “hazine sarrafları” idi. Bunlar, mültezimlerin hazineye ödemesi gereken parayı peşin olarak kendileri hazineye öderler, sonra da bu parayı mültezimlerden faiziyle tahsil ederlerdi. Dolayısıyla, sarrafın kefilliği olmadan hiçbir iltizam işi yürümezdi. Bu sarraflar ile devletlû sınıf mensupları (valiler, paşalar, vezirler) arasındaki ilişkinin niteliğini, 18. yüzyılda olayları yerinde izleyen bir İngiliz gözlemcinin şu satırları çok iyi anlatıyor: “İmparatorluğun en zengin ve en ticaretçi halkı Ermenilerdir. Bunlar, servetleri ile Bab-ı Âlînin elde edebileceği en emin garantilerdi. Türkçe bilmeleri, ticaretin bütün inceliklerinden anlamaları sayesinde, reaya olmakla beraber kendilerini bir paşaya en faal, en kabiliyetli iş adamı, sağlam bir banker, uysal bir alacaklı olarak göstermek gibi çeşitli vasıfları olan kişilerdi. Gelirler çok defa ayn halinde (ürün olarak -M.S.) toplandığından Ermenilerin tüccarlık tarafı, bankerlik taraflarına eklenir, onları en faydalı bir unsur yapar; kendilerine hızla servet yığma imkânlarını sağlar. Bu çeşit ticareti yapmak için hayli sermaye lâzımdır. Türkiye’de paşa sayısı kadar Ermeni sarraf vardı. Eğer bir Ermeni sarraf bir paşaya kefalet vermezse o paşa âdi bir fert durumuna düşer. Sarraflar gerçekte vilâyetleri kâr etmek için iltizama alırlardı. Bunlar o kadar çok güçlenmişlerdir ki bir banker, bir eski valiye, eski sarrafından borçlarını tamamen ödediğine dair bir vesika getirmedikçe kefalet vermezdi. Bir paşa, tayin edildiği bir vilâyete giderken yanındaki mahrem adamı, çok defa sarrafın akrabalarından biridir. Bütün para işleri onun elinden geçer. Bunların komisyon vesair avaidi büyük yekûnlar tutar. Vilâyetin gelirlerini o tesellüm eder, malları üzerinde o ticaret yapar, bu malları düşük fiyatla o satın alırdı. Her paşaya böyle sülük gibi yapışık bir sarraf temsilcisi vardı. Vali onun avucunun içindedir. Onun bütün işlerini kontrol eder, malî kaynaklarını elinde tutar. Onu, çeşitli şiddet ve soyma eylemlerine iter; yapılan soygunculuktan ona ancak bir parça bırakır. Paşa onu atamazdı, çünkü mevkiini onun vereceği kefalete borçludur. İşte, Türkiye böyle kalp bankerlerle, böyle bezirgânlarla, böyle spekülatörlerle tahsil eder gelirlerini.” (Aktaran Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, s.256, Gerçek Yay., Mayıs 1970) Görüleceği üzere, bu bozuk düzenli despotizm döneminde İmparatorluk, bürokrasi, mültezim, tüccar ve sarraflardan oluşan bir yağmacılar güruhunun elinde kalmıştır. Hiç kuşkusuz, böyle bir dönemde halktan sökülüp alınan paraların büyük bir kısmı, bu aracı-yağmacı güruhun cebine girerken, ancak çok küçük bir kısmı devletin hazinesine ulaşabiliyordu. Bu bozuk düzenli despotizm döneminde iltizam usulünün uygulanması da zaman içinde değişikliğe uğradı. Önceleri tımar gelirlerinin toplanması işi, mültezime bir iki yıllığına verilirken, sonradan ömür boyu verilmeye başlandı. Böylece, mültezim denen kişi, hayatta kaldığı sürece toprağın gelirinden yararlanma hakkını elde etmiş oluyordu. Osmanlı’nın ilk dönemlerindeki bir uygulamadan esinlenerek “malikâne sistemi” adı verilen bu uygulama, ilerde göreceğimiz üzere, toprağın gelirinin yanı sıra, toprağın tasarrufunun da kişilerin eline geçmesine yol açan bir uygulama oldu. Bu dönemde devletten malikâne alan nüfuzlu kişiler, bu toprağın tekrar devlete dönmesini engellemek için, onu her türlü müdahaleden bağışık olan vakıf mülke çevirerek ellerinde tutmanın yolunu da bulmuşlardı. Böylece, kişilerin tasarrufunda olan malikâne mülklerin yanı sıra, vakıf mülkler de yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu oluşumların hepsi, resmen olmasa bile fiilen, toprağın mülkiyetinin kişilerin eline geçmesi anlamına geliyordu. İlerde göreceğimiz üzere bu durum, toprakta “ağalık”, “derebeylik” gibi güçlerin oluşmasına ve reayanın daha da korkunç bir biçimde sömürülmesine neden olacaktı.

4 Eylül 2006
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /8

8. Bölüm

celaliler.jpg

Celaliler

Bu ve takip eden bölümlerde, geleneksel toprak düzenindeki bozulmanın kırsal topluluklar üzerindeki etkileri; Osmanlı’nın “bozuk düzenli despotizm” döneminde toplum sınıfları cephesinde ne gibi gelişmelerin ve değişmelerin yaşandığı; bu dönemde ortaya çıkan isyan hareketlerinin (suhte, reaya, Celâli ve yeniçeri isyanları) sınıfsal niteliklerinin ve amaçlarının neler olduğu; klasik despotizm döneminde varolmayan ayanlık, ağalık, derebeylik gibi oluşumların, bozuk düzenli despotizm döneminde niçin ve nasıl ortaya çıktıkları; bu merkezkaç güçlerin Batı Avrupa’daki gibi bir “feodal ilişkiler sistemi” oluşturup oluşturmadıkları ve Osmanlı’nın bu döneminin feodalizm olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı; egemen siyasal (devletli) sınıf içinde ne gibi çatışmaların yaşandığı; yüksek devlet görevlilerinin ve ortaklık kurdukları tüccar, sarraf ve mültezim gibi unsurların elinde biriken servetlerin (ilk sermaye birikiminin) neden Osmanlı’da kapitalizme geçişi sağlayamadığı; ve nihayet, üç kıta üzerine yayılmış koskoca bir imparatorluğun, Batı’nın bir yarı sömürgesi durumuna nasıl geldiği ve nasıl çöktüğü konularını incelemeye çalışacağız.

Geleneksel toprak düzenindeki bozulmanın kırsal topluluklar üzerine etkileri

Osmanlı despotizminin ekonomik temelinin asyatik karakterli kır (köy) topluluklarının üretimine dayandığını daha önce görmüştük. Kendi içine kapanık, statik bir yapıda olan bu topluluklar 16. yüzyılın sonlarına kadar bu yapılarını aynen devam ettirmişlerdi. Yani bu topluluklar, Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren geçen üç yüzyıl boyunca ne bir değişim geçirebilmiş ne de herhangi bir çözülmeye uğramışlardı. İçinde reaya çiftliklerini barındıran statik yapılı bu köy toplulukları, esas olarak 16. yüzyılın sonlarında bir dış dinamiğin dolaylı etkilemesiyle çözülme sürecine gireceklerdi. Osmanlı’nın iç dengelerini altüst eden bu “dış dinamik”, daha önce sözünü ettiğimiz üzere, Avrupa’daki para ve fiyat devrimidir. Avrupa’da feodalizme darbe vuran para ve fiyat devrimi, asyatik bir ekonomik temel (asyatik üretim tarzı) üzerinde duran Osmanlı despotizmini de esaslı bir şekilde etkilemiş ve derin bir ekonomik ve malî bunalımın içine sürüklemişti. Ekonomik ve malî bunalımın yarattığı en önemli sonuç ise, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulması ve kırsal toplulukların büyük bir sarsıntı geçirerek çözülme sürecine girmesi oldu. Daha önce de değindik; tımarların sipahinin elinden alınarak iltizama verilmesi, yani toprak gelirlerinin zengin devlet görevlilerine, tüccarlara, sarraflara vb. akmaya başlaması, kırsal kesimde yüzyıllardan beri tesis edilmiş olan eski statik dengenin altüst olmasına yetmişti. Eski düzende sipahinin koruyuculuğu ve gözetimi altında devletin toprağını işleyen ve karşılığında vergisini sipahiye ödeyen reaya, tımar kurumu çöktükten sonra, karşısında artık sipahiyi değil, mültezim denilen özel kişileri ve onlarla ortaklık kurmuş olan devletin soyguncu kolluk güçlerini (zaptiyeleri) bulacaktı. Korumasız ve güçsüz bir durumda olan reaya çiftçiler, 16. yüzyılın sonlarından itibaren işte bu servet düşkünü mültezimlerin ve ehl-i örf denen her düzeyden devlet görevlilerinin (asker-sivil bürokrasinin) baskılarına maruz kalarak topraklarını terk etmeye başlayacaklardı. Reayayı toprağını terke zorlayan nedenlerin başında, devletin sefere hazırlık maksadıyla reayanın sırtına bindirdiği olağanüstü vergiler geliyordu. Üst üste gelen bu olağanüstü vergiler, çiftçileri büyük bir para darlığının içine düşürmüştü. Çiftçiler, devlete olan vergi borçlarını ödeyebilmek için faizle para bulmaya çalışıyor ve bu da onları tefecilerin eline düşürüyordu. Kırsal kesimde tefecilik yaparak reaya-çiftçiyi kendine bağımlı hale getirenler gene aynı adamlardı: Devlet görevlileri, mültezimler, tacirler ve sarraflar! Dönemin belgelerinden de anlaşılıyor ki, reaya-çiftçiler devlete olan vergi borçlarını ödeyebilmek için ürünlerini, evlerini, bağ ve bahçelerini karşılık göstererek, yüzde 300-360’a varan yıllık faizlerle tefecilerden borç para alıyorlar, fakat vadesi geldiğinde geri ödeme yapamadıkları için evlerini, bağ ve bahçelerini tefecilere devretmek zorunda kalıyorlardı. Köylü yığınlarını soymak için tefecilerin başvurduğu bir diğer yöntem ise, “selem” denen gizli tefecilik idi. Bu yöntemde tefeciler, ürün daha tarladayken onu darda kalan köylüden yok pahasına satın alıyor ve sonra aynı ürünü yüksek fiyatla tekrar köylüye satarak çok kısa zamanda büyük paralar kazanıyorlardı. Tüccar, mültezim ve sarrafların yanı sıra, bu selem işini yapanlardan biri de, elinde nakit para birikimi olan maaşlı kapıkulu askerleri (yeniçeriler ve kapıkulu süvariler) idi. Bunlar, geleneksel toprak düzeninin bozulmaya başladığı bir dönemde taşraya akın etmişlerdi. Köylüye yüksek faizlerle borç para vererek veya köylünün tarladaki ürününü yok pahasına kapatarak büyük paralar kazanıyorlardı. İşte mevcut hukuk kuralları her türlü biçimde zorlanarak ve kitabına uydurularak, köylü yığınlarının toprağının, evinin, bağ ve bahçesinin devlet görevlileri tarafından fiilen zapt edilmesi de bu dönemde başlayacaktı. Kırsal kesimde oluşmaya başlayan bu yeni düzende, servet ve güç sahiplerinin el koydukları toprakları daha az sayıda insanla işletmeye başlamaları, sayıları her geçen gün daha da artan bir topraksız ve işsiz köylü kitlesinin ortaya çıkmasına yol açacaktı. Öte yandan, bu dönemde Osmanlı parasının (akçenin) değerinin alabildiğine düşmesi, dolayısıyla fiyat artışlarının ve devalüasyonun çok yüksek düzeylerde seyretmesi, hammadde ve hayvan kaçakçılığını da çok kazançlı bir iş haline getirmişti. Üstelik hayvancılık, tarıma göre çok daha az sayıda insanla yapılabilen, daha az masraflı bir işti. Bu yüzden mültezimler ve yeni oluşmaya başlayan bey ve ağalar, ele geçirdikleri tarlaları meraya çevirerek hayvancılık yapmaya başlayacaklardı. Diğer taraftan, devletten “malikâne” şeklinde ömür boyu vergi toplama imtiyazı alan yüksek devlet görevlileri, zaman içinde bu malikâne toprakların tasarrufunu da zor yoluyla ele geçirerek, reaya-çiftçileri kendi topraklarından sürmeye başlayacaklardı. İşte kırsal kesimde meydana gelen tüm bu gelişmeler, sonunda çok sayıda reayanın çiftliğini terk edip gitmesine (“çiftbozanlık” denen olay) ve topraksız, işsiz güçsüz bir köylü nüfusun oluşmasına yol açacaktı. Bu gelişmelerin doğrudan bir sonucu olarak, bu dönemde tahıl üretimi anormal bir şekilde düşmüş ve Anadolu’da görülmemiş bir kıtlık ve açlık baş göstermişti. Yüzyıllardan beri durgun ve hareketsiz bir yaşam sürdüren asyatik karakterli kırsal toplulukların böylesine hızlı bir biçimde çözülmesi, aslında Osmanlı’nın klasik despotik düzenini ayakta tutan maddi-ekonomik temelin de çökmesi anlamına geliyordu. Nitekim, kırdaki bu hızlı çözülmeyle birlikte tüm sistem ekonomik, toplumsal ve siyasal bakımdan tam bir kargaşa içine sürüklenecekti.

Osmanlı’da Celâli kavgalarının mahiyeti ve katılan kesimlerin özellikleri

16. yüzyılın üçüncü çeyreğinde başlayıp, 17. yüzyılın ilk on yılında da devam eden büyük Celâli karışıklıkları, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulması ve kırsal toplulukların derin bir bunalımın içine düşmesi sonucunda ortaya çıkmış ve düzenin daha da bozulması ve giderek tam bir kaosa sürüklenmesinde hızlandırıcı rol oynamışlardır. Özellikle taşrada yarattıkları karışıklık ve kargaşa ortamı nedeniyledir ki bu hareketler, her yerde başına buyruk mütegallibe (zorba) güçlerin (ağaların, derebeylerin) türemesini ve köylünün tasarrufundaki toprakların bu güçler tarafından fiilen gasp edilmesini daha da kolaylaştırmıştır. 1560’larda başlayıp 1610 yılına kadar devam eden ve bütün Anadolu’yu tam bir kargaşa içine sürükleyen bu isyan hareketlerine, yüzyılın başında (1519’da) bir Alevi-Türkmen ayaklanmasına önderlik eden sipahi Celâl’in (şeyh) adından ötürü, Celâli adı verilmiştir. Celâli hareketlerine, alttaki toplum sınıflarından (reaya halk) ve üsteki egemen siyasi sınıftan hemen her unsur katılmıştır. Bu isyan hareketleri, sınırları açıkça belirlenmiş, gerçek anlamda bir sınıf çatışması olmaktan uzaktılar. Dolayısıyla bu hareketler, emekçi halk yığınları (kasaba ve köy reayası) ile egemen siyasal sınıf arasında geçen gerçek anlamda bir sınıf savaşı olarak değerlendirilemezler. Nitekim, güttükleri amaç ve hedefler açısından baktığımızda, durum daha bir açıklık kazanmaktadır. Bu hareketler, toplumsal açıdan düzen değişikliğini amaçlayan, sınıfsal temelli siyasal iktidar mücadeleleri olmamışlardı hiçbir zaman. Gerek içerikleri, gerekse amaçları bakımından karmakarışık bir yapıya sahip olan ve despotik düzende herhangi bir devrimsel değişikliğe yol açmayan Celâli hareketleri, sonunda tüm Anadolu’yu büyük bir kargaşa içine sürükleyerek ve kırsal topluluklara (reaya-köylü yığınlara) büyük yıkımlar getirerek son bulmuşlardır. Celâli hareketlerine kimler katılmışlardı? Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu hareketlere katılanlar toplumsal statüleri bakımından iki düzeye ayrılmaktaydılar. Halk sınıflarından olanlar ve yönetici egemen sınıftan olanlar. Bu hareketlere halk sınıfından katılanlar, başta medrese öğrencileri (suhteler-softalar) olmak üzere, “çiftbozan-levendler” denilen topraksız, işsiz güçsüz reaya yığınlar ve gene reaya kökenli olup, beylerin (beylerbeyleri ve sancakbeyleri) kapısında ücretli askerlik yapan “sekbanlar”dır. Yönetici sınıf kesiminden katılanlar ise, tımarlarını yitirip yoksul düşmüş sipahiler, toprak kapmak için başkentten Anadolu’ya gelen ulufeli kapıkulları (yeniçeriler ve kapıkulu süvariler), ehl-i örf denen eyalet ve vilayet yöneticileri (beylerbeyleri, sancakbeyleri, subaşıları vb.), ehl-i şer denen kadılar, müderrisler, imamlardır. Bunlara ilâveten, bir de yönetici sınıfla ortaklık kurmuş olan mültezimler vardır. Burada ilginç olan ve bir bakıma “Celâli kavgaları”nın karakterini de ortaya koyan durum şudur ki, Celâli kavgalarına katılan aynı insan kalabalıkları, bazen isyancı bir Celâli olup hükümet güçlerine karşı, bazen de hükümet gücü olup isyancılara karşı savaşmışlardır. Özetle söylersek, Osmanlı tarihinin belli bir kesitine damgasını vuran Celâli hareketleri, aslında asyatik-despotik yapılı bir toplumda kırın çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan toplumsal ve siyasal kaosun çarpıcı ifadesinden başka bir şey değildir.

Celâli kavgalarının gelişme seyri

Öğrencilerin Celâliliği (birinci evre): Celâli hareketlerinin ilk evresini, yüksek öğrenim yolu tıkalı olduğu için medrese öğrenimlerini tamamlayamayan ve bu nedenle de devlet kapısında geçimlerini sağlayacak maaşlı bir iş bulma şansını yitiren medrese öğrencilerinin (suhtelerin) ayaklanması oluşturmuştur. Bu öğrenciler, orta öğrenim düzeyindeki taşra medreselerini bitirmiş olmalarına karşın, yüksek öğrenim veren İstanbul, Edirne, Bursa gibi büyük kentlerdeki medreselere girme imkânı bulamadıkları için, ekonomik ve malî bunalımın en yoğun yaşandığı taşra kent ve kasabalarında işsiz güçsüz bir vaziyette ortada kalmışlardı. Dinî eğitim kurumları olan ve bir anlamda ulema sınıfının kaynağını oluşturan medreseler, eskiden beri halka açık kurumlar olmuşlardı. Medreselerde öğrencilere öğrenim süresi boyunca barınacak yer, yiyecek aş ve gündelik veya aylık bir ücret verilirdi. Eskiden beri medreselere daha çok şehirli ve kasabalı halkın çocukları girerdi. Fakat 16. yüzyılın son çeyreğinde baş gösteren büyük ekonomik bunalım nedeniyle sıkıntıya düşen topraksız reaya yığınlarının çocukları da köylerden medreselere akın etmeye başlamışlardı. İşsiz durumda olan bu köylü gençler de medreselerin sağladığı imkânlardan kentliler gibi yararlanmak istiyorlardı. Medreseler, ilköğretimden sonraki tüm öğrenim kademelerini (orta ve yüksek) kendi bünyesinde toplamış okullardı. Taşradaki medreseler orta düzeyde öğrenime; İstanbul, Bursa, Edirne gibi büyük şehirlerdeki medreseler ise yüksek öğrenime ayrılmıştı. Büyük medreselerde okuyan öğrenciler “danişment” adını alıyordu. Bu okullardan bitirme belgesi alan danişmentler, belli bir bekleme süresinden sonra taşra kentlerine müderris (öğretmen) veya kadı olarak atanıyorlardı. Fakat, ekonomik bunalım döneminde, medreselerdeki öğrenci mevcudunun giderek artması (bu sayı 16. yüzyılın sonunda 9 bine ulaşmıştı), bu okulları işlemez hale getirmiş ve taşra medreselerinden İstanbul’daki büyük medreselere geçiş imkânı fiilen ortadan kalkmıştı. Büyük medreselere gidemeyen ve bu yüzden bulundukları şehirlerde hiçbir iş yapmadan kitleler halinde bekleyen öğrenciler (suhteler) şehirler için büyük bir yük haline gelmeye ve tehlike oluşturmaya başlamışlardı. Başlangıçta yalnızca kendi aralarında münakaşalara ve zaman zaman da kanlı bıçaklı kavgalara tutuşan suhteler, 1560’lardan itibaren artık iki-üç yüz kişilik çeteler oluşturarak devletin asayiş güçlerine kafa tutar hale gelmişlerdi. Suhtelerin eylemleri giderek siyasal içerik de taşıyan eylemler haline geliyor ve esas olarak da kentin zenginlerini, devlet görevlilerini, vergi toplama yetkisine sahip mültezimleri hedef alıyordu. 1581-82’de İran’la yapılan savaş nedeniyle, Osmanlı ordusunun Anadolu’dan uzaklaşması, suhte hareketini doruğa ulaştırmıştı. Suhteler, köylüleri soyarak zenginleşen mültezimleri, yeniçeri büyüklerini ve diğer devlet görevlilerini cezalandırmak ve mallarını mülklerini yağmalamak amacıyla, onların yaşadıkları bölgelere, kentlere saldırmaya kadar işi götürmüşlerdi. Suhteler, toplanan vergileri yağmalıyor, zenginlerin konaklarını basıyor ve hapse atılan köylüleri kurtarıyorlardı. Vilayet yöneticileri suhte hareketi karşısında acze düşmüştü; emir verdikleri kolluk güçleri de suhtelerle savaşmak istemiyorlardı. Düzeni sağlamak için hükümetin merkezden gönderdiği özel asayiş birlikleri de kente sokulmuyor, hatta bunlardan bazıları kentin ortasında öldürülüyordu. Öte yandan, suhtelerin eylemlerine hedef olan kentin zenginleri arasında ulema mensubu kadılar da vardı. Bu nedenle kadılar merkezî yönetime (saraya) gönderdikleri raporlarda, sürekli olarak suhteleri kötülüyor, onların “zavallı halka eziyet ettiğini” ileri sürerek, suhte hareketine kara çalmaya çalışıyorlardı. Oysa gerçek durum bunun tam tersiydi. Suhtelerin talan ettiği zenginler, mültezimler vb. kenti terk edip giderken, halk öğrencilerin yanında yer almış, yeri geldiğinde onları gizlemiş, yiyecek ve içeceklerini sağlamıştı.[1] Tarihsel verilerden de anlaşılıyor ki, suhte hareketi hiç değilse başlangıç dönemlerinde, halkın yanında yer alan ve toplumsal bir muhalefeti dile getirmeye çalışan siyasal içerikli bir hareket olmuştur. Suhte hareketine karşı sarayın tutumuna gelince; muhalif hareketleri ya toptan imha ederek ya da uzlaşmayla kendi yanına çekerek “halletme” konusunda yüzyıllardan beri uzmanlaşmış olan saray, suhtelere karşı da aynı yöntemi deneyecekti. Osmanlı hükümeti, 1579 yılında suhtelerin temsilcilerini İstanbul’a çağırarak, onlarla uzlaşma yolu arar. Görüşmeler sonucunda çıkarılan hükümet kararında, suhteler için bir genel af ilan ediliyor ve ayrıca da “eşkıya takibi” konusunda suhte birliklerine resmi yetki veriliyordu. Yani devlet, isyancı suhteleri kendi ücretli görevlisi haline getirerek yatıştırma yolunu seçmişti. Ayrıca hükümet, medrese hiyerarşisi içinde yükselme konusunda suhte önderlerine güvenceler de vermişti! Hükümetle suhteler arasındaki bu uzlaşmanın doğal sonucu ise, bekleneceği üzere, önderlerinin şahsında suhte hareketinin giderek yozlaşması ve halktan koparak yönetici bürokrasinin şu veya bu kanadına hizmet eder hale gelmesi olacaktı. Nitekim, başlangıçta ulemanın da hışmını üzerlerine çeken isyancı öğrenciler, bu uzlaşmadan sonra, ulemayla (kadılarla) anlaşmaya vararak, ulemanın rakibi olan ümeraya (askeri yöneticilere) karşı savaşacaklar ve pek çok askeri görevliyi öldüreceklerdi. Fakat bu durum da uzun sürmeyecekti. Suhtelerin zenginlere karşı düşmanca tutumundan tedirgin olan kadılar, suhteleri kendi çıkarlarına bir süre kullandıktan sonra suhtelerden yüz çevirecek ve işsiz güçsüz reayadan, yani boş levendlerden derledikleri kişilerle kendi milis güçlerini oluşturmaya başlayacaklardı. Ulemanın suhtelere karşı bu tutumu, suhtelerin tepkisini çekecek ve onların açıktan açığa kadılara karşı harekete geçmesine ve kadıların yönetimindeki mahkemelere saldırmasına yol açacaktı. Fakat suhte hareketi ulemanın desteğini yitirdikten sonra, artık bir daha eski gücüne ulaşamayacak ve 1600 yılına doğru iyice gerileyerek dağılacaktı. Bu hareketten arda kalan unsurlar ise, tarih sahnesinde yeni belirmeye başlayan levendlerle birleşecekti. Çiftbozan-levendlerin Celâliliği (ikinci evre): Celâli kavgalarının ikinci evresinde sahneyi dolduran levendlerdir. Bunların kaynağı da, kırsal kesimdeki geleneksel yapıların çözülmesiyle ortaya saçılan topraksız, işsiz güçsüz köylü yığınlarıydı. Kanuni Süleyman’ın son dönemlerinde merkezden taşraya gelen ulufeli kapıkulları, şu veya bu yolla sipahi tımarlarını ele geçirmeye başlamışlardı. Bu süreçte, tımarlarını yitirerek yoksul düşen pek çok sipahinin yanı sıra, artan olağanüstü vergiler ve hükümet görevlilerinin baskısı yüzünden pek çok reaya-çiftçi de toprağını, bağını bahçesini terk ederek “çiftbozan” durumuna düşmüştü. Bu durumda olan reaya gençlere, işsiz güçsüz, boş insan anlamına gelen “levend” deniyordu. Topraksız, işsiz güçsüz kalan bu reaya gençlerden bazıları kendi aralarında küçük çeteler kurarak civar köylere saldırmaya, yol keserek eşkıyalık yapmaya ve geçimlerini böyle sağlamaya başlamışlardı. Diğer bir kısım levend ise, ehl-i örf denen eyalet ve vilayet yöneticilerinin kapısında ücretli asker (sekban) oluyorlardı. Bir devlet görevlisinin kapısına kapılanamayan, ama eşkıyalık da yapamayan boş levend kitleleri ise, bir iş bulma umuduyla İstanbul, Bursa, Edirne gibi büyük kentlere akmaya başlayacaklardı. Ne var ki, bu işsiz levend yığınlarını mas edecek ekonomik iş alanları büyük kentlerde de bulunmuyordu. Osmanlı kentlerinde, Batı Avrupa’dakine benzer (kapitalist) bir ekonomik gelişme olmadığından, kente gelen işsiz levend kalabalıkları ilkin kent merkezlerindeki kervansaraylara doluşmuş, daha sonra da kentin kenar mahallelerini oluşturmaya başlamışlardı. Örneğin, İstanbul’da Eyüp, Kasımpaşa gibi mahalleler böyle oluşmuştu. Osmanlı’nın despotik sisteminde, tüm iktisadî faaliyet alanları devletin mutlak tekeli altında bulunduğundan ve en büyük “işveren” de devlet olduğundan, iş için başvurulacak tek “kapı”, elbette ki devlet kapısı oluyordu. Savaşçı-fetihçi bir gelenek ve yapı üzerinde biçimlenmiş olan Osmanlı devletinin, kendisine başvuran işsizlere sunabileceği “iş” ise, askeri nitelikli bir işten başkası olamazdı. Ne var ki, Osmanlı’nın askeri kurumlarında uygulanan özel yöntemler (örneğin kapıkulu ocaklarına yalnızca devşirme Hıristiyan çocukların alınması gibi) nedeniyle, bu askeri kurumlar da işsiz levend yığınlarına kapalıydı. Kentlere yığılmış, fakat düzenin dışına itilmiş levend yığınlarının bu durumda yapabilecekleri tek “iş” kalıyordu: Kendi çetelerini kurarak soygunculuk, eşkıyalık yapmak! Dolayısıyla, köylerde ve kasabalarda görülen çapulculuk ve soygun olayları, bir süre sonra bu büyük kentlerde de görülmeye başlayacaktı. Taşradaki levend çetelerinin bazıları öğrenci (suhte) çeteleriyle birleşerek, eyalet ve vilayet yöneticilerinin askerî güçlerine (sekbanlara) karşı savaşıyorlardı. Ümera ile çıkar çatışması içinde olan ulema sınıfı (kadılar) da bu mücadelede levendlerin yanında yer alıyor; kasaba ve köyleri savunacak milis güçleri (il erleri) bunlardan oluşturuluyordu. Kadıların el altından örgütleyip yönlendirdiği halk, merkezden gelen görevlilerin topladığı vergileri yağma ediyor, soruşturma için gelen sancakbeyini de kente sokmuyorlardı. Köylüler aynı şekilde bir tepkiyi kapıkulu askerlere de yöneltiyorlardı. Kendi bölgelerinden geçmekte olan yeniçeri birliklerine saldırarak, onları imha ediyorlardı. Bu gelişmelere merkezî devlet yönetimi ile eyalet yöneticileri de aynı şiddetle karşılık veriyorlardı. Sancak beyleri, maiyetlerindeki özel silahlı kuvvetleriyle (ki “sekban” denen bu kuvvetler de levendlerden oluşturulmuştu) köylere saldırıyor, isyancılara yardım ettikleri bahanesiyle her yeri yağmalayıp köy halkına zulmediyorlardı. Aslında bu türden yağma eylemleri, sancakbeyi kapısında ücretli askerlik yapan ama ücretleri düzenli ödenmeyen sekbanlar için de bir geçim kaynağı haline gelmişti. Yani ilerde göreceğimiz üzere, sözümona Celâlilerin üzerine giden hükümet yöneticilerinin ve maiyetlerindeki askerlerin yaptığı da Celâlilikten başka bir şey değildi! Bu arada, gerek sancakbeylerinin maiyetindeki sekbanların, gerekse kadıların oluşturduğu milis güçlerinin başında, genellikle tımarlı sipahiler yer almaktaydı. Üstelik, tarihte ilk Celâli birliklerini kuran ve önderlik edenler de gene bu tımarlı sipahilerden çıkmıştı. Bunlar, merkezi hükümetle ilk ihtilafa düşen devlet görevlileri zümresini oluşturmaktaydılar. Hükümete karşı ilk tepkilerini de, çağrıldıkları seferlere gitmeyerek, sancaklarda aldıkları asayiş görevlerini yapmayarak ve levendlerin düzenlediği soygun ve eşkıyalık olaylarını el altından destekleyerek gösterdiler. Hatta bazıları eşkıyalık olaylarına levendlerle birlikte katılıyorlardı. Bu sipahiler de kendilerine, yüzyılın başında ayaklanan sipahi Celâl’den esinlenerek “Celâli” diyorlardı. Sipahilerin bu tepkisel tutumunun başlıca nedeni ise, Kanuni Süleyman zamanında tımarların bunların elinden alınarak yeniçerilere ve kapıkulu süvarilere verilmesi idi. Suhte ayaklanmalarından sonraki Celâli kavgaları, halkçı niteliğinden tamamen uzaklaşacaktı. Anadolu’daki Celâli çeteleri, eskisi gibi topraksız köylülerden yani levendlerden oluşsa da, açık bir sınıfsal hedefleri, düşünsel temelleri ve somut bir amaçları yoktu. Hiçbir fark gözetmeksizin yakıp yıkmayı ve yalnızca yağmayı biliyorlardı. Çünkü herkesin herkese karşı savaştığı o dönemin kaotik ortamında, Celâli çetelerini oluşturan aç insan yığınlarının varlığını sürdürebilmesinin tek yolu buydu. Bu arada sürekli kırılan, evlerinden ve topraklarından olan, aç sefil düşen ve uzun yıllar bir daha belini doğrultamayacak olan ise tabii ki köylü halk idi. Devlet sınıfına mensup büyük başların Celâliliği (üçüncü evre): Bunlar, sömürücü kategorisini oluşturan yönetici sınıfın unsurlarıdırlar. İşin aslında, boş levendleri örgütleyen ve bunları eşkıya çetesi olarak kullananlar da bu askerî ve idarî yöneticilerdi. Öğrenci (suhte) ayaklanmalarının bastırılması esnasında hükümet tarafından yetkileri olağanüstü genişletilmiş olan bu yöneticiler, etraflarına topladıkları paralı askerlerle (sekban ordularıyla) bizzat kendileri Celâliliğe soyunuyorlardı. Gerek ehl-i örf denen eyalet ve vilayet yöneticileri, gerekse diğer askerî devlet görevlileri (bazı büyük tımar ve zeamet sahibi sipahiler ile yeniçeri büyükleri), kendi silahlı güçlerini oluşturarak ve köylü halk üzerinde kaba güce baş vurarak, Anadolu’nun bu kaotik ortamında kendi otoritelerini yerleştirmeye başlamışlardı. Merkezî devletin resmi temsilcisi konumunda olan, fakat merkezden tamamen bağımsız hareket etmeye başlayan bu güçler, Anadolu’da emekçi halka Celâliliğin en şiddetli evresini (“büyük kaçgunluk” denen dönemi) yaşatacaklardı. Bu dönemde “Beylerbeyleri, Sancakbeyleri ve öteki vilayet memurları, hizmetlerindeki binlerce leventle vilayet teftişlerine çıkmakta; girdikleri köylerde gelişigüzel vergiler toplamakta, tarlalara el koymaktadır. Devlet memurlarının yanısıra zengin mültezimler, tımarlı sipahilerin güçlüleri ve Anadolu’da görevli Yeniçeri büyükleri kurdukları Celâli birlikleriyle baskın üzerine baskın yapmakta, devlet içinde devlet kurmaktadır.”[2] Taşra eyaletlerinde gelişen bu “merkezkaç” eğilimler karşısında endişeye kapılan saray ve merkezî hükümet, kendi memurlarına karşı mücadele etmesi için reayaya çağrıda bulunuyordu. III. Murad’ın 1591’de ve III. Mehmed’in 1596’da yayınladıkları adalet fermanlarında, “zalim hükümet görevlilerinin saldırılarına karşı, köylülerin silahlanarak kendilerini korumaları” önerilmekteydi.[3] Bu durumda köylüler, sarayın da kendi yanlarında olmasından cesaret bularak, taşradaki zorba devletin görevlilerine karşı büyük bir mücadeleye girişeceklerdi. Bu aşamada kadıların öncülüğünde harekete geçen köylüler, kasaba ve köylerini korumak için her yerde “il erleri” örgütü kurdular. Bir halk milisi niteliğinde olan bu örgütler de gene topraksız, işsiz köylü gençlerden, yani levendlerden oluşuyordu. “Kadı, müderris, suhte ve imamlarla birleşen halk, mülki amirlere, onların zabıta görevlilerine, sekban bölüklerine karşı 1598’den itibaren köylerini kapamış, silahlı savunmaya geçmişti. Bu savunmanın yanısıra köy birlikleri, ki bunlar da bir anlamda Celâli idiler, zenginlerin konaklarını, oluşum halindeki bey ve ağaların tarlalarını basmaya, ehl-i örf’e saldırmaya başladı. Bu gelişmeler sonucunda, «Anadolu sancaklarının her tarafında reaya, fermanlarla verilen izin gereğince, silahlanarak zalim vilayet idarecilerini saraylarına ve evlerine hapsetmiş durumda idiler.»”[4] Fakat bu koşullarda reayanın zorba yöneticileri ve onların paralı askerlerini alt ederek nihai bir zafer kazanması mümkün değildi. Çünkü, zorba yöneticiler hesabına köylülere karşı savaşan paralı askerler de sonuçta işsiz güçsüz reaya gençlerden oluşuyordu. Bey kapısında maaşlı fedailik (sekbanlık) yapan bu gençler, beyin verdiği maaşla geçiniyorlardı. Yani, talan ve soygun devam ettiği ve beyler zenginleştiği sürece ekmek yiyebilirdi bu gençler. Çatışmalar sona erip ortalık yatıştığında ise, kaçınılmaz olarak işsiz kalacak ya da düzenli bir maaş alamayacaklardı. Bu durumda sekbanlar, tabii ki çatışmanın sürmesinden, talan ve soygun düzeninin devamından yana olacaklardı. Nitekim bu çatışmalarda sekbanlar, köylülerin üzerine giderek daha da şiddetli saldırmışlar ve sonunda köylülerin direncini kırmışlardır. Köylülerin direncinin kırılması ise, her biri bir Celâli şefi durumuna gelmiş olan zorba yöneticilerin, köy ve kasabalar üzerinde tam bir hâkimiyet kurmalarına ve köylüleri soyup soğana çevirmelerine yol açmıştır.

Büyük Celâli şeflerinin ortaya çıkması ve büyük kaçgunun başlaması

1598 tarihinden itibaren Celâli hareketleri, hem katılan silahlı insan sayısı bakımından, hem de hedefleri bakımından nitelik değiştirdi. Bu dönemde Celâli şefleri, sayıları binleri aşan silahlı çetelere sahip bulunuyorlardı. Bunlardan biri olan Karayazıcı, ülkenin dört bir yanından kopup gelen boş levendleri ve sekbanları etrafına toplayarak, otuz bin kişilik büyük bir Celâli ordusu oluşturmuştu. Karaman’da patlak veren bir suhte ayaklanmasını bastırmak üzere devlet tarafından görevlendirilen Karayazıcı (ki kendisi bir kapıkulu süvarisi idi), etrafına topladığı Celâlilerle birlikte halkı soymaya başlamıştı. Ünü ülke sınırlarını aşarak Avrupa’ya ulaşan Karayazıcı’nın 1598’deki ayaklanmasını, hepsi de şu veya bu düzeyde “devlet görevlisi” olan diğer Celâli şeflerinin (ki bunların içinde valiler ve paşalar da vardır) ayaklanmaları izleyecekti. Büyük Celâli şefleri artık köy ve kasabalara saldırmakla yetinmiyor, kentleri kuşatıp haraca bağlamaya ve kendi adlarına vergi salmaya yelteniyorlardı. Bunlar açıktan açığa merkezî hükümete kafa tutmakta ve bazı bölge ve vilayetleri kendi egemenlikleri altına almaktaydılar. Büyümekte olan bu Celâli tehlikesi karşısında korkuya kapılan merkezî despotik iktidar (saray), hareketin üzerine her zamanki yöntemlerine baş vurarak gitti. Hem şiddetle bastırmayı denedi, hem de uzlaşarak, payeler vererek kendine çekmeye çalıştı. Hükümet, Celâli güçlerinin üzerine önce bir hükümdarlık ordusu gönderdi. Fakat bu ordu başarılı olamadığı gibi, bir süre sonra onun hakkında İstanbul’a şikâyetler de gelmeye başlamıştı. Hükümdarlık ordusu girdiği bölgelerde Celâlilerden daha beter işler yaparak halkın tepkisini çekmeyi başarmıştı! Bunun üzerine hükümet orduyu geri çağırdı ve Celâli şefleriyle uzlaşma yoluna gitti. Örneğin, Karayazıcı’ya Amasya sancakbeyliği verildi. Karayazıcı’nın ölümünden sonra ortaya çıkan ve etrafına kırk bin kişilik bir askeri güç toplayan kardeşi Deli Hasan da önce hükümet güçleriyle kanlı çarpışmalara girmiş, fakat ardından devletten af dileyerek, kendisine bir devlet görevi verilmesini istemişti. Tabii, Osmanlı hükümeti Celâli şefinin bu isteğini derhal kabul ederek, ona Bosna beylerbeyliğini ve yardımcılarından yedisine de Rumeli’de sancakbeylikleri verecekti. Fakat Anadolu’da Celâli hareketleri bir türlü durulmadı; ortaya çıkan yeni Celâli birlikleri kentleri yakıp yıkmaya devam ettiler. “Sadece Ankara sancağı, 1603 yazı boyunca çeşitli çeteler tarafından tam dört kere yağmalandı. Kastamonu ikinci kere ateşe verildi. ... Osmanlı idaresi Kütahya’yı, Celâlilere beylerbeyliği dağıtmadan kurtaramaz.”[5] 1603 yılından sonra neredeyse bütün Anadolu İstanbul’dan kopmuş durumdaydı. İstanbul’un Anadolu’ya gönderdiği askeri birlikler, gittikleri kalelerde önce mahsur kalıyorlar, fakat bir süre sonra onlar da Anadolu’nun yağmasına katılmaktan, yani Celâli olmaktan geri durmuyorlardı. Anadolu tam bir başıbozukluk içinde ve adeta ölüme terkedilmiş durundaydı. Anadolu’daki bu büyük Celâli ayaklanmaları, Osmanlı tarihinde “büyük kaçgunluk” denen olayı, yani insanların kitleler halinde kaçışması, yer değiştirmesi olayını başlatacaktı. Taşradaki varlıklı aileler bu dönemde İstanbul’un yolunu tutarken, köylüler yerlerini yurtlarını terk ederek çok uzaklara, Celâli çetelerinin ve tabii ki onlardan aşağı kalmayan devlet güçlerinin kendilerine ulaşamayacağı sapa yerlere kaçışıyorlardı. 1603 yılında başlayan bu büyük kaçışma, 1610 yılına kadar devam etti. Bu dönemde Anadolu’da pek çok köy tamamen boşalmış, halk yollardan uzak, ulaşılması güç dağ tepelerine ve ormanlara kaçmıştı. Eskinin büyük köyleri, bu büyük kaçgunluk hadisesinden sonra, onar yirmişer haneli küçük köylere dönüşmüştü. Bu dönemde Anadolu nüfusunun neredeyse üçte ikisinin kaçtığını ya da ortadan kaybolduğunu, devlete vergi ödeyen hanelerin üçte bire düştüğünü belirtmektedir tarihçiler. Bu karışıklık ve kaos ortamı içindeki Anadolu’da üretim de tamamen düşmüş, fiyatlar ateş pahasına fırlamış, her yerde kıtlık ve açlık baş göstermişti. “Bu olaylar 1610 yılına kadar aynı minval üzere devam etti. Temizlenen Celâlilerin yerine, bazıları Karayazıcı kadar ün yapan yenileri çıkıyordu. 1607’de Canbolatoğlu’nun çevresinde 40 bin adamı, ertesi yıl Kalenderoğlu’nun ise 30 bin adamı vardı. Ve bu dalga Anadolu’da insan malzemesinin tümü tükenene kadar yayılarak devam etti.”[6] 1610 yılından sonra Anadolu’da insan kaynakları öylesine tükenmişti ki, bu yüzden artık Celâliler de büyük birlikler derleyemez olmuşlardı. İşte Osmanlı hükümeti de ancak bu tarihten sonra Celâlilere öldürücü darbeyi indirebilecekti. Hükümetin düzenlediği büyük askerî seferlerde her yer ateşe ve kana boğulur. 100 bin civarında Celâli öldürülür ve hareket bir daha belini doğrultamayacak duruma gelir. Fakat bu olaylardan sonra, Osmanlı devleti de o eski merkezî-despotik otoritesini sürdürebilecek durumda değildir artık. İlerde değineceğimiz üzere, devletin merkezî-despotik otoritesinin zayıflaması, Celâli isyanları esnasında ve sonrasında taşrada merkezkaç güçlerin oluşmasına ve merkezî devletin bazı yetkilerinin bu güçlerin elinde toplanmasına yol açacaktır. Bu sürecin bir diğer sonucu ise, gene ilerde göreceğimiz üzere, egemen devletli sınıf içinde iktidar mücadelelerinin, bir başka deyişle güç ve servet kavgalarının tırmanması, saray darbelerinin yoğunlaşması olmuştur. Sonuç olarak Celâli hareketleri, bu hareketlere katılanların yüzde doksan dokuzu emekçi köylülerden bile gelmiş olsa, güdülen hedefler bakımından hiçbir zaman gerçek anlamda bir devrimci halk hareketi değillerdi. Anadolu’yu boylu boyunca bir kargaşalığın içine sürükleyen bu hareketler, sonuçta egemen yönetici sınıf bloğu içindeki güç ve servet kavgalarından öteye geçemediler. Nitekim, 16. yüzyılın son çeyreğinde baş gösteren bu hareketler, sonuçta yönetici sınıfın bir kesiminin (saray adamları-merkezî bürokrasi) üstün gelmesiyle ve bu temelde yeni bir denge durumunun oluşmasıyla sonlanmıştır. Bu tarihsel kesitte yaşanan olaylar ve bu olaylara katılan kesimlerin davranışlarından çıkarılan sonuçlar, bize şu saptamayı yapma olanağını sunmaktadır: Genel olarak despotik yapılı olan bütün eski Doğu toplumlarında da görüldüğü üzere, esas olarak egemen sınıfının bölüntüleri (fraksiyonları) arasında geçen iktidar mücadelelerine şu veya bu ölçüde katılan emekçi halk yığınları, bu mücadelelere kendi bağımsız sınıf çıkarlarını savunan ve kendi iktidarlarını hedefleyen bağımsız bir örgütlülükle katılamadıkları için, sonunda egemen sınıfın şu veya bu kesimine payanda olmaktan ve bu kesimler tarafından kullanılmaktan öte bir rol oynayamamışlardır. Böyle olduğu için de, sonuçta fillerin tepişmesinde ayak altında kalarak ezilen daima onlar olmuştur!

[1] Mustafa Akdağ, Celâli Karışıklıklarının Başlaması. Aktaran: S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c. 1, s. 429 [2] İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Y., Temmuz 1979, s. 183 [3] Aktaran Mustafa Akdağ, Celâli İsyanları, Cem Y., 1995, s. 330 [4] Aktaran İsmail Cem, age, s. 184 [5] S. Yerasimos, age, s. 441 [6] S. Yerasimos, age, s.442

28 Eylül 2006
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /9

9. Bölüm

Osmanlı’nın bozulan düzeninde merkezkaç güçlerin oluşması

Osmanlı’nın klasik despotik düzenini incelerken, bu düzende servetlerin biriktiği başlıca depoların saray, yüksek mansıplar, mukataalar, malikâneler, mültezimler, sarraflar olduğunu söylemiştik. Bu servet biriktirmede başı çekenler ise, bürokrasinin tepe noktalarını ellerinde bulunduran yüksek devlet görevlileri (sadrazam, vezir, bey, vali, paşa vb.) idi. Yani sonuçta servetler, yönetici sınıf korporasyonunun denetiminde bulunuyordu. Bozuk düzenli despotizm döneminde ise bunlara, taşrada nüfuz ve servet sahibi olan ve bu yolla toprak üzerinde güç sağlamış bulunan ayan, ağa, derebeyi takımı eklenecekti. Aslında bu merkezkaç güçler, klasik Osmanlı düzeninde yeri olmayan unsurlardır. Bunlar, 16. yüzyılın sonlarına doğru, geleneksel toprak düzeninin bozulması ve tımar gelirlerinin toplanması işinin iltizam yoluyla özel kişilere verilmesi sonucunda ortaya çıktılar. Gerçekte bu unsurların oluşumuna ortamı hazırlayan esas etken, daha önce de gördüğümüz üzere, derin bir ekonomik bunalımın ardından gelen Celâli hareketleridir. Celâli hareketlerinin yarattığı karışıklık ve kargaşa nedeniyle Osmanlı’nın despotik düzeni temellerinden sarsılmış, devletin merkezi otoritesi alabildiğine zayıflamış ve bu ortam merkezkaç güçlerin oluşumuna yol açmıştı. Celâli karışıklıklarının hazırladığı uygun ortamda pıtrak gibi biten merkezkaç güçler, çeşitli toplum katlarından geliyorlardı. Bazıları, daha önce gördüğümüz üzere, tefecilik ve benzeri yollardan biriktirdikleri servetleri toprağa yönlendirerek ve devletten birtakım askerî ve idarî yetkiler kopararak güç sahibi olmuşlar, bazıları ise zaten var olan askerî ve idarî yetkilerini kendi bireysel çıkarları doğrultusunda kullanarak ve Celâli karışıklıklarının yarattığı ortamdan yararlanarak, köylünün tasarrufundaki topraklara fiilen el koymuşlardı. Böylece, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeni içerisinde hukukî bir dayanağı bulunmayan ve mevcut yasalara göre de meşru sayılmayan “toprakta özel mülkiyet sahipliği”, fiili bir durum olarak ortaya çıkmış oluyordu. Taşrada ortaya çıkan ağaların ve derebeylerin önemli bir bölümü askerî bürokrasiden geliyordu. Bunlar, Anadolu’da görevli yeniçeri büyükleri, kapıkulu süvarileri ve tımarlı sipahilerin güçlülerinden oluşmuştu. Ekonomik krizin en yoğun yaşandığı ve para darlığının hat safhada olduğu dönemlerde bile hazineden maaşlarını düzenli bir şekilde alabilen yeniçeri ve kapıkulu süvariler, ellerindeki bu parayı yüksek faizlerle köylüye borç vererek büyük kazançlar sağlamışlardı. Diğer taraftan, ekonomik bunalım döneminde tımarlı sipahilerin zayıf olanları tımarlarını yitirip ortadan kalkarken, bunların güçlü olanları pek çok tımarı rüşvetle ele geçirerek daha da güçlenmişlerdi. Taşrada zenginleşen yeniçeri büyükleri ve tımarlı sipahilerin güçlüleri, köylüden topladıkları vergileri devlete ödemeyip, bu parayla kapılarında silahlı fedailer (sekbanlar) beslemeye başlamışlardı. Osmanlı bürokrasisinin askerî kanadına mensup olan bu kimseler, taşrada kendi silahlı güçlerine dayanarak zorbalığa başvurmakta ve köylünün tasarrufundaki topraklara fiilen el koymaktaydılar. Sonunda büyük çiftliklerin fiilen sahibi durumuna gelen bu zorbalar, bu çiftliklerde köylüleri “ortakçı” veya “ırgat” olarak çalıştırarak bir çeşit “toprak ağası” durumuna geldiler. Ağaların ve derebeylerin türediği bir diğer kaynak ise, eyalet ve vilayetlerin ehl-i örf diye adlandırılan yöneticileri (beylerbeyleri, sancakbeyleri) ve onların emri altında çalışan güvenlikten sorumlu memurlar (subaşılar vb.) idi. Sözümona halkın güvenliğini, dirlik ve düzenliğini sağlamakla görevli bulunan bu devlet görevlilerinin bizzat kendileri birer zorba olup çıkmışlardı. Bunların halkı koruması bir yana, birilerinin halkı bunlardan koruması gerekiyordu! Celâli olaylarında büyük payları bulunan bu türden devlet görevlileri, ellerindeki idarî ve askerî yetkilerine dayanarak, köylünün tasarrufundaki toprakları gasp etmişler, halktan yağmaladıklarını paraya çevirerek büyük servetler biriktirmişlerdi. Bunların içinden bazıları, kendi özel askerî birliklerini kurarak derebeyliğe yönelmiş ve böylece merkezî otoriteye kafa tutar hale gelmişlerdi. Bunlar adeta “devlet içinde devlet” gibi davranmakta, kendi adlarına halktan vergi toplamakta ve kanunda yeri olmayan yeni vergiler salmaktaydılar. Başlangıçta saray, kendine rakip çıkan bu unsurları engellemeye çalışmışsa da bunda başarılı olamadı ve nihayetinde bunların vergi toplama yetkilerini kabullenmek zorunda kaldı. Ayanlık, ağalık, derebeylik oluşumlarına kaynaklık eden devletli sınıfa mensup diğer bir zümre ise ulemadır. Taşra vilayetlerinde önemli ve etkili bir yerleri olan ulema mensupları da tıpkı ümera (askerîler sınıfı) gibi, ellerine geçen paraları tefecilikle çoğaltmanın yollarını bulmuşlardı. Ulemaya mensup kadılar, müderrisler, müftüler hem tefecilik yaparak hem de ticaretle uğraşarak zenginleşmiş ve bu sayede bağ, bahçe edinmişlerdi. Bunların içinden de bazıları ağa durumuna gelmişti. Ağalık, derebeylik oluşumlarının verimli kaynaklarından biri de, bozuk düzenli despotizmin temel unsurlarından olan mültezimlik ve murabahacılık (tefecilik) idi. Özellikle devletten “malikâne” şeklinde, yaşam boyu iltizam (tımar gelirlerini toplama yetkisi) alan mültezimler, üzerlerindeki devlet kontrolü zayıfladığı oranda büyümüşler ve kendi adlarına bağımsız hareket etme imkânlarına daha fazla kavuşarak hatırı sayılır bir sömürücü güç olmuşlardı. Tıpkı ehl-i örf gibi, bunlar da etraflarında topladıkları paralı askerî güçleriyle başına buyruk hareket etmeye ve devlete ödemekle yükümlü oldukları iltizam bedellerini ödememeye başlamışlardı. Diğer yandan, borçlandırdıkları köylünün elinden kiracılık hakkını (yani toprağı kullanma hakkını) da alarak, köylüyü kendi toprağında bir ırgat gibi çalıştırmaya başlamışlardı. Böylece mültezimler, iltizam bedelinden çok fazlasını elde ediyor ve hatta köylünün tüm artık-ürününe el koyabiliyorlardı. Bu durum köylüleri bu yeni toprak sahipleri (ağalaşmış mültezimler) karşısında büsbütün güçsüz ve çaresiz düşürmüştü. Taşradaki bu yeni oluşumların etkisi yalnızca taşra ile de sınırlı kalmadı. Anadolu’da oluşan bey ve ağaların İstanbul’daki yüksek devlet ricaliyle de (saray adamları, yüksek bürokrasi) bağlantıları vardı. İstanbul’daki büyükbaşlar da taşradaki bu bey ve ağaları kullanarak, büyük topraklara ve hayvan sürülerine sahip oluyorlardı. İstanbul’daki yüksek devlet görevlilerinin Anadolu’da sahip oldukları dirlikler (haslar), pek çok verimli arazinin eklenmesiyle giderek daha da büyüyordu. Nitekim ileride derebeyi haline gelen büyük toprak sahiplerinden pek çoğu, işte bu “yüksek devlet görevlileri” arasından çıkacaktı. Osmanlı’nın despotik düzeninde yönetici devletli sınıfa mensup unsurların, toplum sınıflarıyla birlikte aynı “kazanç” işlerinin peşinden koşmaları ve giderek bu unsurlarla iç içe geçmeleri olayı, despotizmin klasik döneminde pek görülmüş bir şey değildi. Nitekim, 17 ve 18. yüzyılları resmeden Osmanlı yazarları ve tarihçileri de ortaya çıkan bu durumu, bir “ihtilal hali”, bir “düzen bozukluğu” veya bir “anarşi” durumu olarak tanımlayacaklardı. Devleti yönetenlerin toplum sınıflarıyla iç içe geçmesi, kaynaşması ve keza toplum sınıflarından birilerinin de devlette yönetici mevkilere gelebilmesi olayı, 17 ve 18. yüzyılların Avrupa’sında gayet normal bir gelişme olarak algılanırken, Osmanlı’da bu durumun “anormal bir gelişme” olarak değerlendirilmesinin kuşkusuz ki bir nedeni vardı: Batı’da devleti yönetenler arasında toplum sınıflardan gelen kişilerin olması, orada bir “sivil toplum”un oluşmuş bulunmasının doğal bir sonucuydu. Çünkü Batı’da “politik toplum” denen şey (yani devlet), aslında daha önceden oluşmuş bulunan burjuva “sivil toplum”un (yani yurttaşlar toplumunun) içindeki sınıf ilişki ve çelişkilerinin özetinden başka bir şey değildi. 17 ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, bir burjuva sivil toplumun oluşmasını ve toplumsal sınıfların ayrışmasını sağlarken, Osmanlı toplumunda buna benzer bir sürecin yaşanması hiçbir biçimde söz konusu olmamıştı. Tersine, Osmanlı’nın despotik devlet yapısının ekonomi ve toplum üzerindeki belirleyici ağırlığı, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesini ve bir burjuva sivil toplumun oluşmasını, dolayısıyla toplumsal sınıfların gerçek birer sınıf olarak serpilip gelişmesini engellemişti. Hatta bırakalım kapitalizm yönünde bir gelişmeyi, Batı Avrupa’daki gibi kapitalizme öngelen feodal bir sistemin oluşmasına yol açacak gerçek bir çözülme de yaşanmamıştı Osmanlı’nın despotik düzeninde. Nitekim, toprakta dirlik düzeni (askerî tımar sistemi) bozulduktan sonra da, Osmanlı despotizmi, başka bir sisteme evrilmeksizin tam iki yüz elli yıl boyunca (Tanzimata kadar) bozuk düzenli bir despotizm olarak varlığını sürdürmeyi başaracaktı. Daha sonra da göreceğimiz üzere, Osmanlı rejiminin değişime karşı gösterdiği bu dirençte ya da değişmeme “başarısında” en büyük pay, tüm ekonomik ve sosyal yaşama hükmeden Doğu despotizmi tarzında örgütlenmiş Osmanlı devletine ve bu devletin egemenliği altında kendi içine kapanık, durgun (kendine yeterli) bir yaşam sürdüren asyatik karakterli köy topluluklarına aittir. Ekonominin ve toplum yaşamının tüm alanları üzerinde kurduğu tekelci hâkimiyet sayesinde bu devlet, Batı’daki gelişmenin tersine, bir sivil toplumun oluşmasını, dolayısıyla tarihin ilerletici gücü olan sınıflar savaşımının gelişmesini daha baştan engelleyen bir temel faktör olmuştur. Düzeni bozulduktan sonra bile bu devlet, iki yüzyıl boyunca ne feodalizm doğrultusunda bir çözülmeye uğramış, ne de kapitalizme evrilebilmiştir. 19. yüzyılda Batı’nın yarı-sömürgesi durumuna geldikten sonra da çarpık bir pre-kapitalist ekonomik temel üzerinde ayakta durmaya çalışan ve bu amaçla, sözüm ona “Batılılaşma”, “yenileşme”, “modernleşme” doğrultusunda reformlar da yapan bu devlet, tam da “altı kaval (asyatik) üstü şeşhane (modern!)” benzetmesini hak eden bir “kimlik” sergilemiştir.

Toprakta beliren yeni egemenlik biçimlerinin sosyo-ekonomik karakteri

17. yüzyıldan itibaren Osmanlı toprak düzeninde ortaya çıkan yeni egemenlik biçimlerinin (ayanlık, ağalık, derebeylik) niteliği üzerine pek çok tartışmanın yürüdüğü biliniyor. Bu tartışmalar, Osmanlı toplumunun nasıl bir sosyo-ekonomik formasyona sahip olduğu noktasında odaklaşmaktadır. Klasik Osmanlı düzeninde yeri olmayan, fakat 17. yüzyıldan itibaren ortaya çıkarak tam iki yüzyıl boyunca düzenin ayrılmaz bir parçası haline gelen bu sosyo-ekonomik oluşumlar, Batı Avrupa’daki gibi feodal bir sistemin özelliklerini mi, yoksa bozulmuş bir despotik sistemin “kendine özgü” özelliklerini mi yansıtmaktaydı? Bu sorunun yanıtı, Osmanlı toplumunda 17. yüzyıldan sonraki sosyo-ekonomik gelişmelerin tarihsel eğilimini anlamak bakımından son derecede önem taşımaktadır. Feodal Avrupa’nın 16. yüzyıldan itibaren göstermiş olduğu kapitalist gelişmeyi, aynı yüzyıllarda Osmanlı’nın niçin gösteremediğinin aydınlığa kavuşturulması da gene bu sorunun doğru yanıtlanmasına bağlıdır. Gerek servet birikimi gerekse ekonomik ve askerî güç bakımından, 15 ve 16. yüzyıllarda Batı Avrupa’nın çok ilerisinde olan Osmanlı imparatorluğu, nasıl olmuş da 17. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’nın çok gerisine düşmüş ve giderek onun bir yarı-sömürgesi haline gelmişti? Yoksa Osmanlı’nın toplumsal ve siyasal düzeninde, gelişmeyi frenleyen ve dolayısıyla daha ileri bir üretim tarzına (kapitalizme) geçişi engelleyen tarihsel nedenler mi vardı? Bu soruların yanıtı, Batı kapitalizmiyle etkileşim içine giren Osmanlı düzeninde 17. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan yeni sosyo-ekonomik güçlerin durumu ve bu güçlerin elinde biriken servetlerin mahiyeti incelenerek verilebilir ancak. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Osmanlı’da düzen bozuluşunun en genel görünüşü, siyasal egemenlik gücünü elinde tutanların (yönetici bürokrasinin) bu gücü özel çıkarları için kullanmaya başlamaları ve despotik düzene aykırı bir biçimde, bireysel temelde bir “servet-güç” yapılanması içine girmiş olmalarıdır. İşte Osmanlı’nın sosyal bünyesinde bir “servet-güç karması” olarak ortaya çıkan ayanlık, ağalık, derebeylik gibi oluşumlar da bu düzen bozukluğu döneminin bir ürünüydüler. Nitekim, düzen bozuluşuyla birlikte ortaya çıkan ve devlete baş kaldıran derebeylerin çoğu, ayan, voyvoda, mütesellim gibi resmî sıfatlar taşıyan devlet görevlilerinden başkası değillerdi. Yukarıda zikredilen ayan, ağa ve derebeyi takımının üçü de Osmanlının bozuk düzeni içerisinde önemli oranda tutucu ve geriletici bir rol oynadılar. Fakat öte yandan, sanıldığının aksine, Osmanlı devleti bu unsurlarla kesin bir karşıtlık içinde değildi. Düzeni bozulmuş despotik devlet ile bu türedi güçler, “tencere yuvarlandı kapağını buldu” misali adeta birbirlerini tamamlayan bir birliktelik oluşturuyorlardı. Şehir ve kasabaların ayan denen itibar ve nüfuz sahibi kişileri, aslında Osmanlı tarihinden önceki dönemlerde de hep vardı. Ancak, klasik despotik rejimlerde merkezî devletin gücü ve otoritesi yerinde olduğu dönemlerde, bu unsurlar hiçbir zaman siyasal bir güç kategorisi düzeyine yükselememişlerdi. Ne var ki, ekonomik bunalım ve ardından gelen Celâli karışıklıkları nedeniyle Osmanlı devletinin merkezi-despotik gücü zayıflayıp otoritesi sarsılınca, devletin elinin ulaşamadığı taşra şehir ve kasabalarında ayanların önemi birden bire artacaktı. Bunlar zamanla siyasal bir güç de kazanarak, devlet katında resmen tanınan bir mevkie sahip oldular. Ayanların önem kazanması, aslında ekonomik bunalımla birlikte geleneksel toprak düzeninin çökmesi ve ardından iltizam usulünün uygulanması nedeniyle, toprakta malikâne sisteminin gelişmesiyle oldu. Daha önce de açıkladığımız üzere, malikâne sistemi, tımar gelirlerinin (vergilerin) toplanması imtiyazının yaşam boyu olarak özel kişilere verilmesiydi. Devletten yaşam boyu vergi toplama imtiyazı (malikâne) alanlar, malikâne statüsündeki bu toprakların tasarrufunu da fiilen ele geçirmeye başladılar. 17. yüzyıldan itibaren, yani despotik düzenin bozuluşuyla birlikte, taşradaki malikânelerin pek çoğu ayan denen mütegallibenin eline geçmiş ve onlar bu sayede büyük servetler edinerek, merkeze sözünü dinletecek bir güç haline gelmişlerdi. Ayanlar, elde ettikleri ekonomik güç sayesinde şehirlerin ve kasabaların ileri gelen aileleri (eşraf-ı belde) olmuşlar ve devlet ile halk arasında bağlantıyı kuran “resmî” bir kurum niteliği kazanmışlardı. Bu nitelikleriyle ayanlar, devlete karşı halkı, halka karşı da devleti temsil ediyorlardı. Ayanlar eşraf-ı belde içinden seçiliyor ve devletin valileri bunlara bir ücret karşılığında ayanlık beratı veriyordu. Daha sonra ise bu ayanlık beratı, sadrazamlık makamı tarafından verilmeye başlanacaktı. Ayanlar yaptıkları “görev” için her yıl kaza halkına salınan vergiden bir pay da alıyorlardı. Üstelik bu vergi salma işini de bizzat kendileri yapıyordu. Bu durumda ayanlar, köylüye salınan vergilerde kendilerine ödenecek payı daima yüksek tutarak köylünün soyulmasını katmerleştiriyorlardı. “Ayanlar, vergilerin tahsili dışında, bölgelerin asayişi, asker tertip ve sevki, gıda ve malzeme sağlanması gibi önemli görevleri yerine getirirdi. ... Ayanlar iltizam işlerini de almakta ve büyük çiftlikler kurmaktadırlar. Ayanlardan paşa, vali, vezir olanlar vardır.”[1] Ayanların bazıları ilerde hanedan olma iddiasını da taşıyacaklardı. Bunların hanedanlık iddiası, Batı feodalitesinde olduğu gibi soyluluktan falan değil, iltizam ticaretinden, tefecilikten vb. elde ettikleri servetlerden ve bu sayede sağladıkları nüfuzdan geliyordu. Dolayısıyla, ayanlık feodal eğilimli bir kategori olmaktan çok, “ilk sermaye birikimi” yapmaya yatkın burjuva eğilimli bir kategori idi. Fakat öte yandan, ayanlar Osmanlı düzeninde bir feodal bey olamadıkları gibi, ilerde açıklayacağımız nedenlerden ötürü, gerçek anlamda bir burjuva da olamadılar. Ayanların elinde biriken servetler, ne tarımda ne de endüstride, hiçbir zaman kapitalist üretim tarzını geliştirici yönde bir üretime yatırılmadı. Taşradaki siyasi ve idarî rolleri yanında ayanlar, en çok iltizam işleriyle ve bu işin ayrılmaz bir parçası olan faizcilikle, tefecilikle uğraştılar ve servetlerini de esas olarak buralardan edindiler. Osmanlı tarihinin 17 ve 18. yüzyılları incelendiğinde, ayanların bazılarının ağa, bazılarınınsa derebeyi olarak ortaya çıktıkları görülüyor. Yani ayan, ağa ve derebeyi çok farklı menşelere sahip kategoriler değiller. Ayanların içinde büyük çiftlik sahibi olup hükümetle iyi geçinen ağalar da var, hükümete başkaldıran ve topraklar üzerinde hükümranlık iddia eden derebeyler de. Gerek ağa olsun gerek derebeyi, bunların ortak paydası, mülkiyeti devlete ait olan mirî topraklara fiilen el koyarak büyük toprak sahibi durumuna gelmiş olmalarıdır. Fakat bu toprak sahipliğinin hukukî hiçbir dayanağı yoktur. Öte yandan, burada asıl önemli olan husus, ister ağa olsun isterse derebeyi, bunların toprak tutma şekilleri ve köylüyle olan ilişkileri bakımından, feodal bir yapıyı yansıtıp yansıtmadıklarıdır. Önce ağalığı ele alalım. Varlığını esas olarak iltizam ticaretinden (malikânecilik, mültezimlik) ve bunun ayrılmaz bir parçası olan murabahacılıktan (tefecilik) elde ettiği servetlere borçlu olan bu kategori nasıl bir niteliğe sahipti? Ağalık aslında Osmanlı devletine karşı kesin olarak bağımsızlık tavrı içinde olan bir kategori değildir. Paradoks gibi gelecek ama, bozuk düzenli despotizm koşullarının devleti, ağalarla hem çıkar çatışması içinde olmuş, hem de pek güzel anlaşabilmiştir. O nedenle, despotik devletin bunların varlığını resmen tanımış olması hiç şaşırtıcı değildir. Ağaların bazıları Osmanlı devletine önemli sayıda asker de sağlamış, hatta bunların arasından, hükümetin yanında derebeylere karşı savaşanlar bile çıkmıştır. Osmanlı devleti bu nedenle bazı ağalara rütbe ve yüksek mevkiler de vermiştir. Ağaların içinde beylerbeyi olanlar bile vardır. Reayanın tasarrufundaki mirî toprakların fiilen güçlülerin eline geçmesi ve bu temelde çiftlik ya da malikâne sahibi bir “ağa” kategorisinin oluşması süreci, sanıldığı gibi bir feodalleşme süreci değildir. Başka bir deyişle, ağaların oluşması ve hatta bu ağalardan bazılarının derebeyliğe yönelmesi, Osmanlı’nın despotik düzenini feodal bir düzene dönüştürmemiştir. Olan sadece, Batı feodalitesinden farklı bir temele sahip olan Osmanlı’nın despotik düzeninde bir bozulmanın yaşanmasıdır. Ve bu bozulma sürecinde, büyük sömürücü gücün (despotik devletin) yanısıra, küçük sömürücü güçlerin ortaya çıkması ve devletli sınıfın sömürüsüne ortak olmasıdır. Fakat bu oluşum, gerek üretim tarzı ve gerekse sosyo-politik yapıda köklü bir değişiklik anlamına hiçbir biçimde gelmiyordu. Aslında mirî topraklarda komünal mülkiyet ilişkisinin çözülmesi ve yeni bir mülkiyet ilişkisinin ifadesi olarak ağa çiftliklerinin ortaya çıkması, Osmanlı’nın kırsal yapısını feodalizme değil, kapitalist bir dış pazarın (Avrupa manüfaktürünün) belirlediği “meta değişimi” ilişkilerine açacaktı. Dolayısıyla, Osmanlı’da 17 ve 18. yüzyıllarda mirî toprakların malikâne ve büyük ağa çiftliklerine dönüşmesi süreci, bir feodalleşme süreci değil, kırın, yerli bir manüfaktür için olmasa da bir dış piyasa için (Avrupa kapitalizmi) meta üretimine açılması süreci olmuştur. Nitekim bu süreç, 19. yüzyıl boyunca hemen hemen bütün kırsal yapıyı etkileyecek ve kırın meta üretimine açılmasıyla birlikte, toprakların özel mülkiyete dönüşümü ve belli ellerde yoğunlaşması süreci hızlanacaktır. Burada, Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısının Batı feodalitesinden farklı olduğunu ve kendine özgü bir yapıya sahip bulunduğunu gösteren ilginç bir durumun olduğu açıktır. Bilindiği üzere, Batı’da kapitalizmin ilk aşaması olan manüfaktür endüstrisinin gelişimi, ilkel maddelere duyulan ihtiyacı artırmış, bu da kırsal kesimde mülksüzleşen köylülerin boşalttığı (daha doğrusu kovulduğu) toprakların ve kamuya ait toprakların büyük çiftlikler içine alınmasına yol açmıştı. Ve böylece, kırsal bölgelerdeki bu büyük çiftlikler, manüfaktürün ihtiyaç duyduğu meta üretimine başlamışlardı. Batı’da bu süreç, tarımın ve manüfaktür endüstrisinin birbirini tamamlaması ve her ikisinin de kapitalizm doğrultusunda gelişmesi şeklinde oldu. Batı’da bu kapitalist gelişmeyi sağlayan öncüller feodalizmin bağrında oluşmuştu; yani Batı’nın feodal toplumu, yeni ve daha yüksek bir üretim tarzına (kapitalizme) geçişi sağlayacak iç çelişkilere (içsel dinamiklere) sahip bulunuyordu. Oysa Osmanlı’nın durumu bundan çok farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet mülkiyetindeki toprakların bireylerin (ağaların, ayanların, derebeylerin) eline geçerek büyük çiftlik ve malikânelere dönüşmesi, Batı’da olduğu gibi yerli manüfaktürün gelişmesiyle doğan bir ihtiyacın sonucunda olmamıştır. Osmanlı’da bu dönüşüm, doğrudan iç dinamiklerin harekete geçmesiyle değil, dış dinamiklerin dolaylı etkilemesiyle başlamıştır. Bu dış dinamik, Batı’da gelişen kapitalist endüstrinin tarımsal hammaddeye duyduğu ihtiyacın yarattığı taleptir. Batı pazarından gelen bu talep, zamanla Osmanlı’nın tarımsal alanına da uzanarak, onu kendi istediği biçimde değişime uğratacaktı. Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulmasıyla birlikte, yoksullaşarak çiftini çubuğunu terk eden reayanın boşalttığı topraklarda ağa çiftlikleri kurulmuş ve bu çiftliklerde, dış pazarın (Avrupa’nın) ihtiyacının belirlediği bir ilk madde (tarımsal hammadde) üretimi yapılmaya başlanmıştı. Bir zamanlar bu toprakların tasarrufunu elinde bulunduran reaya, şimdi ağa çiftliği haline gelen bu topraklarda gündelikçi (ırgat) ya da yarıcı (maraba) olarak çalışıyordu. Ama bu çiftliklerde yapılan üretim, feodal nitelikte bir üretim değil, tarım ürünleri ihracatına yönelik ilkel bir meta üretimiydi. Dolayısıyla bu üretim, dış kapitalist kuruluşlarla bağlantılı olan ve feodal değil kapitalist nitelikte eğilim taşıyan bir üretimdir. Özetle söyleyecek olursak, 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı’daki egemen mülkiyet ilişkilerine (devlet mülkiyetine) karşıt bir şekilde gelişen toprak tutma şekli, yani bireysel büyük toprak sahipliği (ağalık), Batı kapitalizminin etkisi altında bozulmaya uğrayan Osmanlı sosyo-ekonomik formasyonunun bir ürünüdür. Bu bağlamda, Osmanlı’da ağalık denen kategori, edindiği servetlerin kaynağı ve ekonomik yönelimi bakımından feodal değil, kapitalizm eğilimli bir kategori idi. Avrupa kapitalizminin ihtiyaç ve taleplerinin belirlediği tarımsal üretime yönelen ağa çiftlikleri, imparatorluğun en çok Rumeli’deki topraklarında yaygınlaşmıştır. Nitekim, daha sonra Osmanlı İmparatorluğundan koparak bağımsızlaşan ve kapitalist tarım üretimine ilk geçen bölgeler de buralar olmuştur. Osmanlı’nın Batı’yla etkileşiminin yarattığı bu paradokslu sürecin görünümlerine daha sonra, “Osmanlı’nın neden kapitalistleşemediği” bahsinde değineceğiz. Şimdi ise, merkezkaç güçlerden üçüncüsünün, yani derebeyliğin oluşumu ve sosyo-ekonomik karakteri üzerinde biraz duralım. Derebeyi, Osmanlı’nın bozuk düzeni içerisinde devlete baş kaldırarak topraklar üzerinde siyasal rakabe (mülkiyet) iddiasında bulunan, oluşturduğu silahlı gücüne dayanarak hâkimiyet kurduğu bölgelerde adeta küçük bir “devlet” gibi tasarrufta bulunan ağa, ayan veya devlet bürokrasisinden gelme kişilere deniyordu. Genellikle Türkiye’de derebeyi kavramı, Batı’daki feodal beyin (senyör) karşılığı olarak kullanılagelmiştir hep. Oysa derebeyi, tarihte feodalizmden önce de görülen bir kategoridir. Azgelişmişliğin Tarihsel Nedenleri başlıklı yazısında konuya değinen Niyazi Berkes, feodal bey ile derebeyini bir tutan bu yanlış anlayışı şöyle eleştiriyor: “Devletin ... kendi eliyle başına bela ettiği mültezimden daha tehlikeli bir zümre var: Hükümdarın askerî gücü, mali darlığı yüzünden düştüğü için, mülkünün bir çok yerlerinde malikliği lafta kalmaya, yani toprak gelirlerini alamamaya başlıyor; yer yer sonradan derebeyi dediğimiz ve etimolojisini hâlâ bugün de bilmediğimiz bir adla tanınan Batı feodalinden farklı bir tip ortaya çıkıyor. “Bunların bazıları mahallin ayanı ve eşrafı, bazıları hükümete dirsek çeviren memurlar, bazıları bir yere yerleşmiş muhassıl ve mültezimler. Derebeyini derebeyi yapan menşei değil, yaptığı şeydir. Menşe bakımından geleneksel düzenin ayrı ayrı kategorilerinden gelmeleri mümkündür. Bu sözcüğün menşeini bilmiyoruz, sözcükteki «dere» onun su işleriyle ilgisi olan daha eski bir zümre adına mı delalet eder de sonraları Osmanlı tarihlerinde çok çeşitli vasıflarla zikredilen bir tipe genel sıfat olmaya başlamıştır? Eski tarihçilerin bunlardan böyle çok çeşitli, düzensiz şekilde sıfatlarla söz etmeleri, bunların eski düzende yerleri olmadığını gösterir; çünkü eski düzende her unsurun gayet belirli bir adı ve tanımlaması vardı. “Sırf koparabildiği gelirleri alabilmek için devlet bunları ister istemez tanıyor. Osmanlı ve Moğol örneklerinde de görüldüğü gibi, bu ülkelerle ilgili Avrupa devletleri de bu derebeylerin en kuvvetli olanları ile el altından veya açıkça flört ediyorlar. Bunlar devletin kolay kolay sıkıştıramayacağı bölgelerde tutunuyorlar ve etraflarında oldukça kuvvetli bir askerî güç topluyorlar. Bazıları adeta küçük bir hükümet. Bu itibarla onlar da mülke yahut toprağa sahip olma iddiasında. … Derebeyi, hiçbir tarihsel sistemde meşruluğu, hiçbir tarihsel ekonomide fonksiyonu olmayan bir kategoridir.”[2] Oysa bilindiği üzere, feodal sistemde senyörün, yani feodal beyin ideolojik, siyasî, idarî, hukukî bir fonksiyonu vardır ve sistemin meşruiyeti onun bu tarihsel fonksiyonuyla sağlanmıştır. Bu durumda, sistem içinde meşru bir yeri ve tarihsel fonksiyonu bulunan feodal beyin konumunun, gayrimeşru bir güç olarak sivrilen ve hiçbir tarihsel-ekonomik fonksiyonu bulunmayan derebeyinin konumuyla örtüşmediği çok açıktır. Marx da bu konuda Romanya örneğini vererek, bağımsız köylü topraklarının ve kamuya ait arazilerin devlet memurlarının ve özel kişilerin eline geçtikten sonra, bağımsız köylülerin nasıl bu gasıpların (toprakları gasp eden kişilerin) bağımlısı haline geldiklerini ve köylülerin ürettiği artık-ürüne bu gasıpların nasıl el koyduklarını anlatır. Çıkarlarına daha uygun geldiği için, bu gasıplar toprak kirasını köylüden para olarak değil, aynî (ürün) olarak almak isterler ve bu yetmeyince köylüden angarya hizmet talep ederler. Kamusal topraklar üzerinde hâkimiyet kuranlar, giderek tüm bölgenin toprakları üzerinde de rakabe (mülkiyet) iddiasında bulunur ki, işte bu tam derebeyliktir. Derebeyliğin olduğu her yerde, köylüden artığın ürün-rant olarak alınmasının yanısıra, ondan emek-rant veya angarya hizmet de talep edilir ve bu temelde “serflik” de gelişir. Nitekim Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin bozulmasından sonra ortaya çıkan ağalık, derebeylik biçimindeki toprak tutma şekilleri altında serflik ilişkilerinin de geliştiği bir gerçektir. Osmanlı’daki derebeylik oluşumlarının bire bir feodalizm olarak kavranmasının temelinde, işte bu serflik ilişkilerinin yanlış yorumlanması olayı yatmaktadır. Bu düşünüş sahiplerine göre, 17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı’da serflik ilişkileri geliştiği için, Osmanlı toplumu feodal bir toplum olmuştur! Bu mantığın tarihsel yanılgısı, serflik ile feodalizmi özdeş tutması, yani feodalizmi serfliğe indirgemesidir. Oysa serfliği feodalizmle özdeş tutmak tarihsel bir hatadır. Hatadır, çünkü feodal sistem ortaya çıkmadan önceki sosyo-ekonomik oluşumlarda da, bir emek türü olarak “serflik” hep vardı. Gerek köleci Roma’nın çöküşünden sonra Batı Avrupa’da ortaya çıkan sosyo-ekonomik oluşumlar içinde olsun, gerekse asyatik üretim tarzı üzerinde biçimlenmiş olan despotik devletlerin çöküşü dönemlerinde ortaya çıkan sosyo-ekonomik yapılar içinde olsun, serflik ilişkilerine hep rastlanmıştır. Kapitalist sistemden önceki tüm ekonomik-toplumsal formasyonlarda her şeyin temelinin toprakta başladığını biliyoruz. Toprak üzerinde ve toprakta çalışan doğrudan üreticiler üzerinde ekonomik sömürü hakkına ve siyasal, hukuksal, yönetsel otoriteye sahip olmak, çok eski çağlara uzanmaktadır. Dolayısıyla, toprakta çalışan doğrudan üreticiden artık-ürünün “iktisat dışı” bir zor mekanizması yoluyla çekilip alınması olayı, yalnızca feodalizme özgü bir şey değildir. Marx’a yazdığı 16 Aralık 1882 tarihli mektubunda Engels, serfliğe ilişkin olarak şunları söylüyor: “Serfliğin tarihi konusunda, ticaretin dilinde dendiği gibi, «anlaşmış olmamız»dan ötürü sevinçliyim. Elbette ki, serflik ve angarya yükümlülüğü özgül olarak orta çağa ait feodal bir biçim değildir. Fatihin toprağı yerli halka kendi hesabına işlettiği her yerde, ya da hemen hemen her yerde buna rastlıyoruz.”[3] Sonuç olarak, Osmanlı’nın bozuk düzeninde yaşama şansı bulan ayanlık, ağalık, derebeylik gibi merkezkaç güçler, ne feodal ne de kapitalist bir nitelik taşıyorlardı. Örneğin, dış pazarın (Avrupa’nın) ihtiyaç duyduğu tarımsal maddelerin üretimini yapan çiftliğin sahibi konumunda olan ve bu anlamda görünürde kapitalizme en yakın duran ağa bile, gerçekte ne bir üretimci çiftçi, ne bir yatırımcı, ne de kamusal fonksiyonu olan bir kimseydi. Osmanlı’da düzen bozulmasının bir ürünü olarak gelişen bu ağalık kurumu, Batı’nın feodal sistemlerinde yeri olmayan bir kategoriydi. Bu kategori, sadece asyatik üretim tarzı üzerine oturan despotik düzenlerin bozuluşuna özgü bir kategori olup, gerçekte “hem feodal, hem de kapitalist sömürü biçimlerinden daha kötü olan bir parazit sömürüsü şeklidir. Her ülkede tarımsal gelişmenin en büyük engeli olmuştur”.[4] Nitekim Osmanlı’da bu ağalık ve derebeyliğin geçerli olduğu yerlerde, köylü reaya olmaktan da daha aşağılık bir duruma düşmüştür. Klasik Osmanlı düzeninde reaya hiç değilse bir statüye sahipti. Toprağın tasarruf hakkı onda idi ve bu hak babadan oğla geçebiliyordu. Oysa derebeyinin ve ağanın hâkimiyeti altına düşen köylü, bu hakkını da yitirmiş ve tamamen korunaksız bir duruma gelmişti. Diğer taraftan, ne ayanların, ne ağaların, ne de derebeylerin daha yüksek bir üretim tarzına ve sosyal-siyasal örgütlenişe geçmek gibi bir eğilimleri vardı. Onların tek amacı, elde ettikleri servetleri, merkezden mevki, mansıp ve makam satın alarak siyasal güce dönüştürmek ve bu güce dayanarak servetlerini çoğaltmaktı. Ama biriken bu servetlerin, daha sonra da göreceğimiz üzere, hiçbir zaman “yeni bir üretim tarzını” (kapitalizmi) geliştirmeye yönelik bir işlevi olmayacaktır. Bu nedenle de son çözümlemede, ayanların, ağaların ve derebeylerin, bozuk düzenli despotizmin devamından yana olduğunu söyleyebiliriz.

Bozulmuş bile olsa ayakta durmayı başaran despotik bir devlet

Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. yüzyılın sonlarına doğru ayanların, ağaların gücü o kadar artmıştı ki, içlerinden bazıları devletten yarı bağımsız hale gelmiş, bazıları ise devlete baş kaldırarak derebeyleşmenin yolunu tutmuştu. Despotik devletin merkezi otoritesinin bu denli zayıflaması, merkezkaç güçlerin oluşmasını alabildiğine kolaylaştırmıştı tabii ki. Öteden beri varlıklarını sinik bir biçimde sürdüren ve fırsat kollayan taşradaki servet-güç odakları, merkezi otoriteye karşı çok kolaylıkla derebeylik taslayabiliyorlardı. Bunlar, Osmanlının toprak düzenini kendi çıkarları doğrultusunda tam olarak değişikliğe uğratmak ve daha geniş imtiyazlar elde etmek için saraya baskı yapıyorlardı. Merkezden uzak yerlerde (taşrada) devlete ait toprakların mülkiyetini fiilen ele geçirmiş ve saraydan bazı askerî ve idarî imtiyazlar da koparmış olan bu güçler (ayan-ağa-derebeyi takımı), gasp ettikleri toprakların kendi “özel mülkleri” olduğunun padişah (merkezî otorite) tarafından da hukuken onaylanmasını istiyorlardı. Böylece, canları ve malları emniyet altına alınmış olacaktı. Çünkü hukuki açıdan hâlâ kimseye tam olarak özel mülkiyet hakkının tanınmadığı ve padişahın bir buyruğu ile servetlerin derhal müsaderesine girişildiği bir düzende, padişahın dışında kimsenin can ve mal emniyetinin bir garantisinin bulunmadığı iyi biliniyordu. Merkezî otoritenin zayıfladığı dönemlerde gerçi sarayın hükmü pek geçmiyordu ama, merkezî otorite gücünü yeniden topladığında, sarayın neler yapacağı belli olmazdı! Nitekim 1808’de III. Selim’e imzalattıkları “İttifak Senedi” ile varlıklarını saraya resmen kabul ettirip bir takım haklar elde etmiş olan ayanlar, bu anlaşmanın üzerinden dört yıl geçtiğinde, aldıkları hakların pek çoğunu yitireceklerdi. İttifak Senedi’nde ayanlara tanınan hakların pek çoğunu, II. Mahmud 1812’de geri alacak ve bu arada pek çok ayanın serveti müsadere edilecekti. Varlığını despotik-bürokratik tarzda sürdürmüş olan Osmanlı devletinin temel bir ilkesi, 19. yüzyıla girildiğinde de hâlâ yaşatılmaktaydı. Osmanlı’nın despotik merkeziyetçi bürokrasisi, gücü yettiği sürece, kendisine rakip olacak özerk güç odaklarının oluşmasına ve yaşamasına asla imkân tanımazdı. Çünkü bu güçlerin yaşamasına imkân tanımak demek, padişahın ve merkezi bürokrasinin ele geçirdiği toplumsal artık-ürüne başkalarının da ortak çıkması, dolayısıyla merkezin payının azalması demekti. Bu da devletli sınıfın (bürokrasinin) gönül rızasıyla katlanacağı bir şey değildi elbette! Şurası çok açık ki, Osmanlı’nın devletli sınıfı, kendini zayıf hissettiği dönemlerde verdiği tavizleri, kendini güçlü hissettiğinde derhal geri almayı ilke edinmiş bir sınıftır.

[1] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, aktaran: D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, c.1, Cem Y., 1973, s.65 [2] Niyazi Berkes, “Azgelişmişliğin Tarihsel Nedenleri”, Yön Dergisi, 21 Ekim ve 18 Kasım 1966, Aktaran: D. Avcıoğlu, age, s.71-72 [3] K. Marx- F. Engels, Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimleri, Sol Y., 1992, s.287 [4] N. Berkes, age, s.345

31 Ekim 2006
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /10

10. Bölüm

Avrupa hızla kapitalistleşirken, Osmanlı neden kapitalistleşemedi?

Osmanlı despotizminin katılaşmış yapılarının Avrupa’da gelişen kapitalizmin (dış dinamiğin) etkisi altında nasıl çözülmeye başladığını ve bu çözülüşe bağlı olarak ne gibi değişimlerin yaşandığını yazımızın önceki bölümlerinde özetlemeye çalıştık. Ortaya çıkan tablo özetle şuydu: Osmanlı egemen (devletli) sınıfının toplumsal artık-ürün üzerindeki tekelci hâkimiyeti kırılmış, bu sınıfın dışında kalan toplum sınıflarından kimi unsurların elinde de servetler birikmeye başlamıştır. Osmanlı despotik sisteminin klasik yapısında meydana gelen bu bozulmanın somut göstergeleri ise, sistem içinde ağalık, derebeylik, ayanlık gibi “güç-servet” karması yeni oluşumların ortaya çıkması ve reayanın sömürülmesi sürecine bunların da ortak olmasıdır. Bu dönemde (17. ve 18. yüzyıllarda), devletin yüksek tabakası içinde dönen rüşvet ve mansıp ticareti gibi işlerden biriktirilen parasal servetlerin yanısıra, mültezimlik, malikânecilik, mukataacılık, dış ticaret, tefecilik, sarraflık gibi işlerden de çok önemli miktarlarda bir “parasal servet” birikimi sağlanmış bulunuyordu. Daha önce de belirttiğimiz üzere, biriken bu parasal servetler, Osmanlı yüksek bürokrasisinin “gizli” hazinelerinde ve sonradan türeyen malikâneci, mültezim, sarraf, ağa, ayan, derebeyi gibi parazit unsurların sandıklarında istifleniyordu. Şimdi burada, Osmanlı despotizminin Avrupa feodalizminden farkını anlamak bakımından da büyük önem taşıyan temel-tarihsel bir sorunun tartışılmasına gelmiş bulunuyoruz: Osmanlı’daki “parasal servet” birikimleri, acaba neden Avrupa’da olduğu gibi “sermaye”ye dönüşememiş ve kapitalist üretim biçiminin “manüfaktür” denen ilk başlangıçları Osmanlı’da yaşanmamıştır? Ya da soruyu daha genel bir şekilde soracak olursak; Avrupa feodalitesi kendi iç evrimiyle kapitalizme varırken, Osmanlı toplumu bunu neden başaramamıştır? Bilindiği gibi, kapitalist toplumun ekonomik yapısı, feodal toplumun bağrında doğup gelişmiştir. Avrupa’da kapitalist gelişmenin ilk başlangıçları daha 14. ya da 15. yüzyıllarda ortaya çıkmış, 16. yüzyılda ise bu kıtada kapitalist dönem artık tam olarak başlamıştı. Ticaret ve tefecilikten gelen “para olarak servet” birikimleri neden başka bir sosyo-ekonomik formasyon içinde (örneğin antik kölecilikte ya da asyatik toplumlarda) değil de, yalnızca Avrupa feodalitesinin bağrında “sermayeye” dönüşme imkânı bulabilmiştir? Bu soruyu sağlıklı bir şekilde yanıtlayabilmek için, öncelikle Marx’ın “ilkel sermaye birikimi”nin tarihi hakkında söylediklerine kısaca bakmak gerekiyor. Gerçekten de Marx’ın burada söyledikleri, konunun aydınlatılması bakımından çok büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla, “sermayenin oluşumunun tarihsel koşulları” hakkında Marx’ın yaptığı çözümlemeler tam olarak kavranmadan, Batı feodalitesinin bağrında gelişme imkânı bulan kapitalizmin, neden aynı imkânı Osmanlı toplumunun bağrında bulamadığı da tam olarak açıklığa kavuşturulamaz. O nedenle biz bu sorunu, Marx’ın “ilkel sermaye birikiminin tarihi” hakkında yaptığı eşsiz çözümlemelerin ışığında irdelemeye çalışalım.

Sermayenin oluşumunun tarihsel koşulları

Marx’a göre sermayenin oluşum süreci, doğrudan doğruya üretici olan emekçinin aynı zamanda mülk sahibi olduğu ve bir mülk sahibi olarak çalıştığı tarihsel koşulların ortadan kalkması sürecidir. Sermayenin oluşabilmesi için, her şeyden önce, üreticinin kendi çalışmasının nesnel koşullarından (toprak, hammadde, iş aletleri, yaşam araçları vb.) ayrılarak bir “özgür emekçi” durumuna gelmiş olması gerekir. Sermayenin oluşumunun “tarihsel bir ön koşulu”dur bu. Diğer bir ön koşul ise, çalışmanın nesnel koşullarının da (toprağın, üretim ve yaşam araçlarının) başkalarının satın alabileceği serbest fonlar haline gelmiş olmasıdır. İşte bireyleri nesnel çalışma koşulları ile olan önceki olumlu ilişkilerinden ayıran ve bu koşulları başkalarının eline geçebilen serbest fonlar haline getiren tarihsel süreç, aynı zamanda bu koşulları “sermaye” olarak özgür emekçilerle karşı karşıya getiren süreçtir. “Bu tarihsel süreç, o güne kadar birbirlerine bağlı olan öğelerin ayrılması süreci olmuştur; dolayısıyla bunun sonucu, bu öğelerden birinin yokolması değil, ama bunlardan her birinin ötekine karşı olumsuz bir ilişki içinde görünmesidir. Bir yanda (potansiyel) özgür emekçi, öte yanda ise (potansiyel) sermaye.” (Marx, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Y., Eylül 1992, s.96-97) “Sermaye kavramı -sermayenin kökeni- başlangıç noktası olarak parayı ve dolayısıyla para biçimindeki servetin varlığını gerektirir. Sermaye kavramı aynı zamanda sermayenin dolaşımdan gelmesini, dolaşımın bir ürünü olarak gözükmesini de gerektirir. Bu bakımdan sermaye oluşumu, (çiftlik ürünleri ticareti dışında) toprak mülkiyeti ya da loncadan değil, ticarette ve tefecilikte elde edilen servetlerden gelmektedir. Ama para şeklindeki bu servet, ancak nesnel çalışma koşullarıyla, onların emekten ayrılmış olması yüzünden değiştirilebilir ve ancak özgür emeği, varlığının nesnel koşullarından koptuğunda satın alacak duruma gelir.” (Marx, Pre-Capitalist Economic Formations, www.marxists.org) “Demek ki, para olarak servetin sermayeye dönüşmesini sağlayan, bir yandan özgür emekçiler bulması, öte yandan serbestçe satılabilen geçim maddelerini vb. bulabilmesidir. Bu bakımdan tarihsel süreç, sermayenin sonucu değil, onun ön koşuludur. Bu süreç sayesinde kapitalist, toprak mülkiyeti (ya da genel olarak mülkiyet) ile emek arasına aracı kişi olarak girer.” (age) “Ama sadece para olarak servetin varlığı, bu çözülmenin sermayeyle sonuçlanması için yeterli değildir. Yeterli olsaydı, eski Roma, Bizans vb. tarihlerini özgür emek ve sermayeyle sonuçlandırmış olurlar, ya da daha doğrusu yeni bir tarihe geçmiş olurlardı. ... Sermayenin ilk oluşumu, salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski bir üretim biçiminin tarihsel çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan da özgürleşen emekçilerden para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkânına kavuşmasından ibarettir. Önceden varolan bütün bu öğeleri ayıran ve paraya sermaye olma olanağını sağlayan bir tarihsel süreçtir; bir çözülme süreci, yani işgücünün emek pazarına atılması süreci...” (age) “Paranın nasıl sermayeye dönüştüğü, tarihte çoğu zaman gayet basit ve elle tutulur bir biçimde gözlemlenebilir. Sözgelimi bir tüccar, o zamana kadar iplik bükme ve dokumacılığı, köyde tarımın yanında tamamlayıcı iş olarak yapanları devamlı olarak çalıştırmaya başlar ve onları denetimi altındaki ücretli işçiler durumuna sokar. İkinci adım, bunları evlerinden çıkarıp hepsini tek bir iş evinde toplamaktır. Böylece, onların tek bir işi yapmaları, tüccara bağlı kalmaları ve tüccar için ve tüccar aracılığıyla üretimde bulunmaları sağlanır.” (age) “kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; işte bu süreçle, bir yandan toplumsal üretim araçlarıyla yaşama araçları sermayeye dönüşür, öte yandan da, doğrudan doğruya üretici olan kimse ücretli emekçiye dönüşür. Bu duruma göre, ilkel birikim denilen şey, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir. Bunun, ilkel biçimde görünmesi, sermaye ve buna uygun düşen üretim biçiminin tarih-öncesi aşamasını teşkil etmesinden ileri gelir.” (Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Y., 1977, s.122) “Kapitalist toplumun ekonomik yapısı, feodal toplumun ekonomik yapısından doğup gelişmiştir. Bu ikinci toplumun çözülmesiyle birincinin unsurları serbest kalmıştır. … Kapitalist üretimin ilk başlangıcına daha 14. ya da 15. yüzyılda dağınık olarak bazı Akdeniz kentlerinde rastlanmakla birlikte, kapitalist dönemin başlangıcı 16. yüzyıldır. Bu üretim biçiminin belirdiği yerlerde, serflik çoktan ortadan kaldırıldığı gibi, ortaçağın en yüksek ilerlemesi olan bağımsız kentlerin varlığı da çoktan yokolma yoluna girmişti.” (age, s.122, 123) “Sanayi kapitalistleri, bu yeni kudret sahipleri, yalnız el zanaatının lonca ustalarını değil, servet kaynaklarını ellerinde bulunduran feodal beyleri de yerlerinden uzaklaştırmak zorundaydılar. Bu bakımdan, toplumsal iktidarı ele geçirmeleri, hem feodal beylerin egemenlikleri ve isyan ettirici ayrıcalıklarına ve hem de, üretimin serbestçe gelişmesi ve insanın insan tarafından serbestçe sömürülmesi konusunda loncaların getirdiği kayıtlamalara karşı verilmiş başarılı bir savaşın meyveleri gibi gözükür.” (age, s.123)

Tarımsal nüfusun topraksızlaştırılması

“İlkel birikimin tarihinde bütün devrimler, çağ açıcı devrimlerdir ve kapitalist sınıfın oluşumu yolunda kaldıraç olmuşlardır; ama her şeyden fazla, büyük insan yığınlarının birdenbire ve zorla yaşama araçlarından kopartılarak, özgür ve ‘bağımsız’ proleterler olarak emek pazarına fırlatılıp atıldığı anlar önem taşırlar. Tarımsal üreticilerin, köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları bütün bu sürecin temelidir. Bu mülksüzleştirmenin tarihi, çeşitli ülkelerde, farklı şekiller alır ve çeşitli evrelerini farklı sıralar izleyerek farklı dönemlerde tamamlarlar. Yalnız örnek aldığımız İngiltere’de klasik biçimde görülür.” (age, s.124) “İngiltere’de serflik, 14. yüzyılın sonuna doğru hemen tamamen ortadan kalkmıştı. Nüfusun büyük bir çoğunluğu o zaman ve daha büyük ölçüde olmak üzere 15. yüzyılda, mülkiyet hakları hangi feodal ad altında gizlenirse gizlensin, kendi topraklarını işleyen özgür köylülerden oluşuyordu. Büyük malikânelerde kendi de serf olan çiftlik kahyalarının yerini, serbest çiftçiler almıştı. Ücretli tarım işçileri kısmen boş zamanlarda büyük malikânelerde çalışan köylülerden, kısmen de.... az sayıdaki özel bağımsız ücretli işçiler sınıfından oluşuyordu. ... ülke, küçük köylü toprakları ile kaplı bulunuyor, büyük senyör malikâneleri ancak şurada burada dağınık halde görülüyordu. Bu koşullar, kentlerdeki 15. yüzyıla özgü refahla birlikte, halkın, ... bir zenginliğe ulaşmasını sağlamıştı; ama bu durum, kapitalist nitelikte servet olanağını da dıştalamıştı.” (age, 124-125) “Kapitalist üretim biçiminin temelini atan devrimin ilk perdesi, 15. yüzyılın son otuz yılı ile 16. yüzyılın ilk on yılında oynandı. ... büyük feodal beyler, köylüleri, tıpkı kendileri gibi feodal haklara sahip bulundukları topraklardan zorla söküp atarak ve ortak topraklara el koyarak, çok daha fazla proletarya yarattılar. Flaman yünlü manüfaktürünün hızla gelişmesi ve bu yüzden İngiltere’de yün fiyatlarının yükselmesi bu akını daha da hızlandırdı. Eski soylular, büyük feodal savaşlarda tükenmişlerdi. Yenileri, parayı her türlü iktidarın kaynağı olarak gören zamane çocuklarıydı. Bunun için, ekilebilen toprakların koyun otlağı haline getirilmesi bunların parolasıydı.” (age, 125-126) “Toplumun bir kutbunda çalışma koşullarının sermaye şeklinde kütleleşip yoğunlaşması, öteki kutbunda ise, işgüçlerinden başka satacak şeyleri olmayan insanların toplanmış olması yetmiyordu. Hatta bunların işgüçlerini isteyerek satma durumunda bırakılmaları da yetmiyordu. Kapitalist üretimin ilerlemesi, eğitim, gelenek ve edinilen alışkanlıklarla, bu üretim biçiminin koşullarını doğa yasaları gibi apaçık görmeye yatkın bir işçi sınıfını da oluşturuyordu. Kapitalist üretim süreci bir defa örgütlenmesini tamamladı mı, bütün direnmeleri kırar.” (age, s.145)

Kapitalist üretimin başlangıcı: manüfaktür

“Tarımsal nüfusun bir kısmının mülksüzleştirilmesi ve yerlerinden atılmaları, sanayi sermayesi için, yalnız, işçileri, bunların yaşama araçlarını ve iş araçlarını serbest hale getirmekle kalmaz, bir iç pazar da yaratmış olur. ... Eskiden köylü ailesi, yaşama araçlarını ve hammaddeleri kendisi üretir ve bunların çoğunu gene kendisi tüketirdi. Oysa şimdi bu hammaddeler ile yaşama araçları meta halini almıştır; büyük çiftçiler bunları satmakta, gerekli pazarı manüfaktürlerde bulmaktadır. İplik, keten bezi, kaba yünlü eşyalar –her köylü ailesinin hammaddesini kolayca bulabileceği ve kendi kullanımı için eğirip dokuyabileceği bu gibi şeyler- şimdi artık manüfaktür malına dönüşmüş ve kırsal bölgeler de, sürüm pazarları olmuştur. Dağınık zanaatçıların şimdiye kadar kendi hesabına çalışan küçük üreticiler içerisinde buldukları çok dağınık müşteriler, şimdi, sanayi sermayesinin sağladığı tek bir büyük pazar içerisinde yoğunlaşmıştır. Böylece, kendi kendilerine yeterli köylülerin mülksüzleştirilmesi ve üretim araçlarından ayrılması ile, kırsal ev sanayilerinin yok edilmesi, manüfaktür ile tarımın birbirinden ayrılması süreci elele gitmiş oluyor. Ve ancak, kırsal ev sanayilerinin yok edilmesi, bir ülkenin iç pazarına kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği genişliği ve devamlılığı kazandırabilirdi.” (age, s.157) “Modern sanayi en sonunda makine ile kapitalist tarımın devamlı temelini atmış, tarımsal nüfusun büyük çoğunluğunu köklü bir şekilde mülksüzleştirmiş ve –iplikçilik ile dokumacılığın- köklerini kazıyarak kırsal ev sanayiinin tarımdan ayrılması sürecini tamamlamıştır. Ve böylece de ilkönce, sanayi sermayesi için, iç pazarın tamamını ele geçirmiştir.” (age, s.157-158) “Tefecilik ve ticaret yoluyla meydana gelen para-sermayenin, sanayi sermayesine dönüşmesi, kırsal yerlerde feodal hukuk düzeni, kentlerde lonca örgütleri ile önlenmişti. Bu engeller, feodal toplumun çözülmesi, kırsal nüfusun mülksüzleştirilmesi ve kısmen topraklarından atılması ile ortadan kalkmıştır. Yeni manüfaktürler, kıyı limanlarında ya da içerlerde eski belediyeler ile bunların lonca düzeninin denetiminden uzak yerlerde kurulmuştu. Bu nedenle, İngiltere’de eski corporate towns (lonca kasabaları), bu yeni sanayi fidanlıklarına karşı şiddetli bir mücadeleye girişmişlerdir.” (age, s.159) “Kapitalist üretim, … ancak her bireysel sermayenin aynı anda oldukça çok sayıda işçi kullanmasıyla, ve bunun sonucu emek-sürecinin büyük ölçüde yürütülmesi ve nispeten geniş miktarda ürün vermesiyle başlar. Çok sayıda işçinin, aynı zamanda, aynı yerde (ya da isterseniz aynı iş alanında diyebilirsiniz), tek bir kapitalistin patronluğu altında aynı türden meta üretmek üzere birarada çalışmaları, hem tarih hem mantık açısından, kapitalist üretimin çıkış noktasını meydana getirir.” (Marx, Kapital, c.1, Sol Y., 1986, s.336) “Çok sayıda işçinin, bir ve aynı, ya da farklı, ama aralarında ilişki bulunan süreçlerde birarada yanyana çalışmalarına, elbirliği etmek ya da elbirliği içinde çalışmak denir.” (age, s.340) “İşbölümüne dayanan elbirliği, tipik şeklini manüfaktürde kazanır ve asıl manüfaktür dönemi boyunca kapitalist üretim sürecinin egemen karakteristik biçimidir. Bu dönem, kabaca, 16. yüzyıl ortasından 18. yüzyılın son üçte-birine kadar uzanır. Manüfaktür iki yoldan ortaya çıkar: (1) Çeşitli bağımsız el zanaatlarına bağlı olan ama belli bir malın son şeklini alabilmesi için teker ellerinden geçmek zorunda bulunduğu, işçilerin, tek bir kapitalistin denetimi altında bir işyerinde toplanmaları ile. … (2) … aynı ya da benzer türden işi yapan birçok zanaatçı, tek bir kapitalist tarafından bir işyerinde aynı zamanda çalıştırılmak suretiyle. … Ama özel çıkış noktası ne olursa olsun, son biçimi, daima aynıdır – parçaları insan olan bir üretim mekanizması.” (age, s.351, 352, 353) “İşbölümüne dayanan elbirliği, bir başka deyişle manüfaktür, kendiliğinden bir oluşum olarak başlar. Bir dereceye kadar tutarlılık ve genişlik kazanır kazanmaz, kapitalist üretimin kabul edilen yöntemli ve sistemli bir biçimi halini alır” (age, s.378-79)

İlkel sermaye birikiminin hızlandırıcı etkeni: sömürgecilik

“Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hind Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın, kara-deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin bellibaşlı adımlarıydı. Bunu, savaş alanı bütün yeryuvarlağı olan, Avrupalı ulusların ticaret savaşı izler.” (Seçme Yapıtlar, c.2, s.159) “Bu yöntemler, bazan, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar. Ama hepsi de, feodal üretim biçiminin, kapitalist üretim biçimine dönüşüm sürecini suni bir şekilde hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, devlet gücünü, toplumun bu örgütlenmiş kuvvetini kullanırlar. Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zor, kendi başına ekonomik bir güçtür.” (age, s.160) “Hıristiyanlık konusunda uzman W. Howitt, hıristiyan sömürgecilik sistemi hakkında şöyle diyor: ‘Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dörtbir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar vahşi, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda rastlanamaz.” (age, s.160) “Sömürge sistemi, ticaret ile deniz ulaşımını bir limonluk gibi besleyip olgunlaştırdı. Luther’in ‘tekelci şirketleri’ sermaye birikimi için güçlü araçlardı. Sömürgeler tomurcuklanan manüfaktürler için pazar ve pazar üzerindeki tekel aracılığı ile artan bir birikim sağladı. Avrupa dışında düpedüz talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele geçirilen servet, anayurda taşınarak sermayeye çevrildi.” (age, s.162) “Sömürge sistemi, kamu borçları, ağır vergiler, himaye, ticari savaşlar vb., gerçek manüfaktür döneminin bu çocukları, modern sanayiin çocukluk çağı boyunca dev gibi büyüdüler. Masum insanların uğradıkları büyük katliam, bu sanayiin doğuşunun habercisiydi. Krallık donanması gibi, fabrikalar da, gerekli insanları zor ve baskı yoluyla sağlıyordu.” (age, s.166)

İlkel sermaye birikimi açısından Osmanlı’nın durumu

Marx’ın ilkel sermaye birikiminin oluşumu hakkında yaptığı bu tarihsel analiz, kapitalizmin Avrupa’da feodal toplumdan ve esas olarak da bu toplumun şehir tüccar ve zanaatçı öğesinden türediğini göstermektedir. Fakat böyle olmakla birlikte, gene Marx’ın yaptığı çözümlemelerden anlıyoruz ki, bu şehirli tüccar ve zanaatçının elinde biriken parasal servetler, kendiliğinden sermayeye dönüşmüş değildir. Parasal servetlerin sermayeye dönüşebilmesi için, tarihsel bir ön koşulun yerine gelmesi gerekmiştir. Bu tarihsel ön koşul, doğrudan üreticinin (emekçinin) üretimin (çalışmanın) nesnel koşullarından (yani topraktan, üretim ve geçim araçlarından) ayrılması ve işgücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bir “özgür emekçi” durumuna gelmesiydi. Gerçekten de para olarak servet, ancak emekten ayrılmış olmaları halinde üretim koşullarıyla değiştirilebilir ve emeği de ancak üretimin nesnel koşullarından ayrılıp, “özgür emekçi” haline geldiği zaman satın alabilirdi. Bu durumda demek ki, kapitalist üretim biçiminin temel niteliği olan “ücretli emek ve sermaye”nin birincil tarihsel ön koşulu, çalışmanın araç ve gereçlerinden ayrılmış ve bu bakımdan “özgürleşmiş” bir emeğin varlığıdır. Avrupa’da feodalizmin çözülüşüyle birlikte hem kırsal alanda hem de kentlerde yaşanan değişim sürecinin temel belirleyicisi, yukarda Marx’ın çözümlemelerinde belirttiği üzere, “ücretli emek ve sermaye”nin gelişimi olmuştur. Yeni bir üretim tarzını (kapitalizm) ve yeni bir sınıflı toplumu (burjuva toplum) yaratan, aslında eski toplumun (feodalizmin) bağrında doğup gelişen “ücretli emek ve sermaye” olmuştur. Ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi temelinde yükselen bu yeni toplumun temel sınıflarını ise, tüm üretim ve geçim araçlarının mülkiyetini (yani sermayeyi) tekelinde bulunduran burjuvazi ile, bu araçlardan koparak mülksüzleşmiş ve işgücünden başka satacak hiçbir şeyi kalmamış proletarya oluşturmuştur. Şimdi bu yazının konusu olan asıl soruya gelmiş bulunuyoruz: İlkel sermaye birikiminin oluşumu ve kapitalist üretim tarzının gelişimine ilişkin Marx’ın işaret ettiği tarihsel ön koşullar (para olarak servet birikimi, kırsal kesimde kapalı köy topluluklarının, kentte ise loncaların çözülmesi), 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda acaba ne derecede gerçekleşmiş bulunuyordu? Ya da, Osmanlı’nın despotik sistemi içinde bu koşulların gerçekleşme imkânı var mıydı gerçekten? Bu soruları yanıtlayabilmek için, a) Osmanlı toplumunda biriken “parasal servetlerin” ekonomik niteliğine, b) kırsal kesimde Asyatik karakterli köy topluluklarının, kentlerde ise esnaf loncalarının çözülme durumlarına, c) kentle kır arasında Avrupa’daki gibi bir mübadele ekonomisinin gelişip gelişmediğine bakmamız gerekiyor.

Osmanlı’da parasal servetlerin niteliği

Marx’ın açıklamalarından anlıyoruz ki, Avrupa’da para olarak servet birikimi ve bunun sermayeye dönüşümü, feodal toplumun kendi iç evrimiyle gerçekleşen bir süreç olmuştur. Toprağın özel mülkiyetinin feodal soylulara ait olduğu, pek çok feodal mükellefiyetler yüklenen “bağımlı” ve “yarı bağımlı” köylülerin bu topraklar üzerinde doğrudan üretici konumunda bulunduğu feodal toplumun belli bir gelişme evresinde, kırla kent arasında mübadele ilişkileri doğmuş ve bu temelde kır toplulukları da meta üretimine açılmıştır. Bir yandan kırın meta üretimine açılması, diğer yandan dolaşımdaki para hacminin artması, Avrupa’da iç pazarı canlandırmış ve dolayısıyla ticaret hacmini artırmıştı. Ticaretin canlanması ve gelişmesi ise servetlerin “para olarak” birikimine yol açıyordu. Yani Avrupa feodalitesinde para olarak servetlerin birikimi, daha baştan kırın meta üretimine açılmasının ve kentle kır arasında mübadele ekonomisinin gelişmesinin bir ürünü olmuştu. Kaynağı ticaret ve faizcilik olan bu parasal servet birikimleri, Avrupalı tüccarların elinde 15. yüzyılın sonlarından itibaren tüm kıtaları dolaşarak genişlemesini sürdürecek ve yeni bir üretim tarzına geçişin başlangıç noktasını ve tarihsel ön koşullarından birini oluşturacaktı. Osmanlı’da ise bu süreç, Avrupa’dakinden çok farklı bir şekilde yaşanmış ve doğurduğu ekonomik sonuçlar da Avrupa’dan çok farklı olmuştur. Yazımızın önceki bölümlerinde de açıklandığı üzere, Osmanlı’da bu “parasal servet birikimi” olayı, toplumsal sınıfların (tüccar, esnaf, zanaatkâr, çiftçi vb.) kendi özerk ekonomik faaliyetlerinin içinde ve bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşmiş değildir. Osmanlı’da parasal servet birikimleri, doğrudan doğruya tepedeki, yani devlet katındaki egemen siyasal sınıfın (devlet sınıfı) ekonomik faaliyetlere katılışının bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Devlet sınıfına mensup olan kesimlerin katıldığı ya da bizzat kendilerinin yarattığı bu “ekonomik” faaliyetler, aslında, mülkiyeti tamamıyla devlete ait olan ekonomik gelir kaynaklarının bu sınıf mensuplarınca ele geçirilmesi ve paylaşılması eylemlerinden başka bir şey değildir. Yönetici devletli sınıf mensuplarının bu “ekonomik” faaliyetlerine, zamanla toplum sınıflarından bazı unsurlar da (mültezimler, sarraflar, dış-ticaret mukataacıları, tefeciler vb.) katılacaktır. Fakat bu unsurlar da tıpkı devlet sınıfına mensup olanlar gibi, üretken bir ekonomik faaliyeti organize eden değil, hazırda var olanı sömüren, parazit nitelikte sömürücü unsurlardı. Dolayısıyla, geçmişte toplum sınıflarından tamamen ayrı olarak örgütlenmiş ve bütünüyle devletle özdeşleşmiş olan Osmanlı’nın geleneksel devletli sınıfı (despotik-kapıkulu bürokrasi), şimdi toplum içinde eski sömürü biçimlerini kullanarak servet sahibi olmuş parazit nitelikte unsurlarla çıkar ortaklığı kuran ve iktidarını bir ölçüde onlarla paylaşmak zorunda kalan “siyasal güç ve servet karması” bir sınıf pozisyonuna evrilmiş bulunuyordu. Böyle bir parazit-sömürücü egemen sınıf bileşiminin elinde biriken parasal servetlerin ve gene böyle bir sınıf bileşiminin tekeli altında bulunan ekonomik kaynakların, eski düzenin temellerinde herhangi bir devrimsel-ekonomik değişikliğe yol açamayacağı açıktır. Kapitalizm öncesi bir toplumda, biriken parasal servetlerin sermayeye dönüşebilmesi ve sermayenin de eski üretim biçimlerini yıkıp, yerine daha modern, daha gelişmiş bir sömürü biçimi olan kapitalist biçimleri geçirebilmesi için, bu parasal servetleri elinde bulunduran sınıfın her şeyden önce kapitalist üretim biçimini benimseyen, kapitalizme eğilimli bir sınıf olması gerekir. Oysa 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda, elinde parasal servet ve toprak biriktiren egemen sınıf mensuplarının kapitalist üretime yönelmeleri için hiçbir gereklilikleri bulunmuyordu. Tersine bu egemen sınıf mensupları, gerek tarımda gerekse endüstride çalışan doğrudan üreticileri (emekçileri), eski üretim koşullarında herhangi bir değişiklik yapmaya gerek duymadan da sömürebiliyorlardı. Bu nedenle de, Osmanlı toplumunda, yukarda sözü edilen iki yüz yıl boyunca, ne kırsal kesimdeki köylü üretiminde ne de kentlerdeki el zanaatları endüstrisi üretiminde köklü bir değişiklik olabilmiştir. Kırda ve kentte kapitalizm öncesi üretim biçimleri aynen sürmüş ve hatta parazit sömürü biçimleri daha da yaygınlaşmıştır. Demek ki, Osmanlı gibi despotik yapıdaki sistemlerin ekonomisinde, birdenbire para dolaşımının artması ve belli kesimlerin elinde o zamana kadar görülmedik bir parasal servet birikiminin gerçekleşmiş olması, otomatik olarak kapitalist üretim biçimine geçişi sağlamaya yetmiyordu. Nitekim Marx’ın da belirttiği gibi, “para olarak servet” birikimi, kapitalizmden önceki bütün ekonomik-toplumsal formasyonlarda zaten görülmüş bir şeydi. Fakat bu parasal servet birikimlerinin görüldüğü eski toplumlardan hiç birinde (ne antik çağın Yunan ve Roma’sında, ne orta çağın Bizans’ında, ne de onun yanıbaşındaki İslam dünyasında) bir kapitalist üretim biçimi gerçekleşmesi olabilmişti. Demek ki, kendi başına “parasal servet” birikimi tarihsel ilerleme açısından çok büyük bir önem taşımıyor. Asıl önemli olan, bu parasal servet birikimlerinin hangi tarihsel koşullar altında gerçekleştiği ve nasıl bir ekonomik niteliğe sahip bulunduğudur. Kuşkusuz ki, 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda da gelişmiş bir şehir zanaatının yanısıra, ticaret ve tefecilikten biriktirilmiş “parasal servetler” de bulunuyordu. Yani bu açılardan, Avrupa’dan çok da farklı bir durumda değildi Osmanlı toplumu. Fakat öte yandan, Osmanlı toplumunda hükmünü hâlâ sürdürmekte olan despotik sistemin içsel mekanizmaları, kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin Avrupa’daki gibi gelişimine ve bu bağlamda kırın meta üretimine açılmasına asla izin vermiyordu. Bu bakımdan, hem egemen devlet sınıfının, hem de yeni türeyen ağa, ayan, derebeyi gibi parazit sömürücü unsurların elinde biriken parasal servetler, Avrupa’da olduğu gibi bir “sermayeleşme” sürecine giremiyordu. İşte bu nokta, Osmanlı despotizmi ile Avrupa feodalizmi arasındaki tarihsel gelişme farklılığını anlamak bakımından son derece önemli bir noktadır. Burada önemli bir soru ve önemli bir tartışma konusu ortaya çıkmaktadır: Osmanlı yönetici sınıfının (bürokrasinin) ve yeni türeyen sömürücü unsurların elinde biriken “parasal servetler”, acaba neden sermayeye dönüşemiyordu? Sermayeye dönüşmeyen bu parasal servetlere ne oluyordu? Bunların ekonomik yaşamda bir işlevi, bir rolleri yok muydu? Bu soruların yanıtını verebilmek için, Osmanlı yönetici sınıfının ve ortaklarının elinde biriken parasal servetlerin ekonomideki işlevine, yani nereden gelip nereye gittiğine bakmak gerekiyor.

Hükümdarın (padişahın) serveti

“Bu servet birikiminin en başta gelen örneği padişah servetidir. Padişah serveti aslında savaş ve fetih kazançları iken ve savaş ve fetihler için kullanılan bir fon iken, enflasyon döneminden sonra bir siyasal güç ve toplumu zapt altında tutma fonu oldu. Bu fon sayesindedir ki Osmanlı tahtı XVII. yüzyılın başından itibaren sallantılı bir taht olduğu halde başkentte olsun, taşrada olsun hiçbir güç onu yerinden oynatamamıştır. Maddi anlamda sarsamadıktan başka manevî, korkutucu veya caydırıcı gücünü dahi sarsamamıştır. XVI. yüzyılda en güçlü Celalî reisleri, XVIII. yüzyılda en güçlü derebeyler bile bunu başaramamıştır. ” (Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.2, Gerçek Y., 1970, s.300) Padişahın bu gücü, daha önce de değindiğimiz üzere, sarayda merkezleşen ve “saray adamları” denen padişahın yakın hizmetindeki dar bir kadronun elinde yoğunlaşmış bulunuyordu. Padişahın gücünün kaynağı olan “iç hazine” de işte bu saray adamları tarafından korunuyor ve yönetiliyordu. “Osmanlı padişahlarının, bir kaçı müstesna, hemen hepsi çok hasis, çok tutumlu, servete son derecede düşkün kimseler olarak tanınmıştır. Bazıları, bu işin başlatıcısı III. Murat olmak üzere, hediyeye ve rüşvete son derecede düşkündüler. Lüks ve israf meraklısı olan birkaç tanesi, kısa süre sonra ‘deli’ diye hal’edilmiştir. Lüks ve israf düşkünlüğü, bunların geleneğine o kadar aykırı idi ki sadece bu, bir padişahın ‘deli’ olduğuna delil olabiliyordu.” (age, s.300) “Fakat birçok Batı hükümdarlarından farklı olarak, Osmanlı hükümdarları üstünde oturdukları servetleri ekonomik teşebbüslere yatırma yoluna gitmemişlerdir. Sadece cami, su yolu, çeşme, kütüphane, imarethane, Mekke ve Medine vesair yerlerdeki kutsal yerlere değerli eşya veya tamir gibi hayır ve hasenatla ilgili vakıflara servet yatırmışlardır.” (age, s.300) “O halde padişahlar neden o kadar servete ve altına düşkündüler? İki şey için: (a) Savaş ve fetih, (b) Tahta çıkma ve çıktıktan sonra orada oturabilme için. ... Padişahlık, ekonomik bunalım döneminden sonra ancak büyük bir servet ile satın alınabilecek bir makam oldu. Tahta çıkmak ve orada oturmak kapıkulları ile ulemanın onaylamasına bağlı. Bunun ise fiyatı çok yüksek. Hem de nakit para ile ödenecek bir fiyat!” (age, s.301) Padişahların tahta çıkması, yönetici sınıfın içinde adeta bir siyasal alışverişe, bir pazarlık işine dönüşmüş durumdaydı. Padişahlar tahta çıktıkları zaman, “kullarına” bahşiş adı altında milyonlarca altın değerinde bir servet ödüyorlardı. İşte bu nedenle her padişah, hazinesine sımsıkı yapışmak ve onu güçlü tutmak zorundaydı. Çünkü bu iç hazine, “padişahlığın reserv bankası veya savaş yatırımcılığının merkez bankası gibi bir yer. Esas muhtevası altın. Altın olarak gelirlerin çoğu oraya gidiyor.” (age, s.301) Padişah hazinesinde biriken parasal servetler esas olarak savaş ve fetihlerde elde edilen ganimetten geliyordu. Bu nedenle de padişahlar, yeni topraklar elde etmek ve elde olanı kaybetmemek için sürekli savaşa hazırlıklı olmak ve savaş hazinesini sürekli dolu tutmak zorundaydılar. Bunun için Osmanlı padişahları 17. yüzyılda bile hâlâ “savaş yatırımcılığı”nı ekonomik yatırımcılıktan önde tutmaktaydılar. Fakat 17. yüzyıldan itibaren gidişat artık tersine döndüğü ve peş peşe yenilgiler ve toprak kayıpları geldiği için, padişahların yıllarca büyük bir hasislik içinde biriktirdikleri hazineleri de bir anda sıfırı tüketiyordu. Avrupa’da parasal servetler bir yandan manüfaktür üretiminde “sermayeye dönüşürken” ve tüccarların elinde kıtaları dolaşıp genişlemesini sürdürürken, Osmanlı’da en büyük ve en merkezileşmiş parasal servet birikimleri (padişah hazinesi), hiçbir ekonomik yarar sağlamadan savaş alanlarında heba olup gidiyordu. İşte Osmanlı’daki en büyük parasal servet birikiminin akıbeti!

Devletli bürokrasinin serveti

Padişahlar, ardı arkası kesilmeyen savaşlarla boşalttıkları hazinelerini yeniden doldurabilmek için, bir taraftan halkın sırtına yeni yeni vergiler bindirirler, diğer taraftan da rüşvet alarak ve mansıp (yani mevki ve makam) satarak para toplamaya çalışırlardı. Osmanlı’nın gerileme döneminde, padişahların durmadan tekrarladığı bir olaydı bu. Bu dönemde padişahlar devlet katında bir sürü yeni makam ihdas ederek, bunları taliplilerine satıyordu. Bu talipliler, ya daha yüksek bir makam kapmak için birbiriyle yarışan devlet yöneticileri, ya da siyaset sınıfına dahil olarak nüfuzlu bir kişi olmak isteyen türedi zenginlerdi. “Hükümdarların bir alay yeni yeni makamlar ihdas etmesi sonucunda, XVII. yüzyıl sonlarında o bölük bölük vezir sürüsü meydana geldi. Yeni ihdas edilen makamları, büyük paralar ödeyerek elde etme peşinde koşan kıyamet kadar adam var. En yüksek fiyatı kim verirse mansıbı o alıyor.” (age, s.303) Osmanlının bu gerileme döneminde, mansıp sahipliği, yönetici sınıf mensupları ve özellikle bunun üst tabakası için, çok önemli bir kişisel “servet edinme” mekanizması olup çıkmıştı. Para ile satın alınan bu mansıplar, sahiplerine, devletin ekonomik kaynaklarından (mukataalardan) akıp gelen pek çok gelirler sağlıyordu. Bu durum, Osmanlı yönetici sınıfı içinde iki yüzyıl boyunca devam edecek olan “mevki ve makam” kapma, dolayısıyla “güç ve servet” edinme yarışının ve bu temelde yürüyen çıkar kavgalarının temelini oluşturacaktı. Peki ama, toplumun tepesine çöreklenmiş bu parazit-sömürücü grubun elinde biriken muazzam parasal servetler, nerelere harcanıyor ya da ne gibi ekonomik faaliyetlere yatırılıyordu acaba? Başka bir deyişle, padişahın dışındaki yönetici sınıf mensuplarına ait bu servet birikimlerinin niteliği ya da ekonomik fonksiyonu neydi? Bir kere bürokrasinin elinde biriken servetlerin, padişahın hazinesinde biriken servetler gibi bir fonksiyonu yoktu. Bunlar hiçbir zaman, padişahınkinde olduğu gibi bir savaş ekonomisine yatırılmıyordu. Öte yandan, yüksek bürokrasinin elinde biriken bu servetler, bu kesimin yaşadığı “müsadere” korkusu nedeniyle, gerçek bir özel mülkiyet türü olan taşınır ve taşınmaz mallara da yatırılmıyordu. “Bu servetlerin çoğu bu parazit sınıfın elinde değerli taşlara yatırılır, çok defa saklanır ve gömülürdü. Veya sandıklarda yatardı. Padişah ve kendi adamları arasındaki servet mücadelesinde, hükümdarın elindeki ‘siyaset etme’ (idam etme -M.S.) hakkı sayesinde bunlar zaman zaman ortaya çıkarılır ve hazineye dönerdi.” (age, s.305) Aslında bu müsaderelerde ortaya çıkan servetlerin çoğu da, zamanında padişahın bilgisi altında gasp, soygun, rüşvet, ihtikâr vb. yoluyla edinilmiş servetlerdir. Fakat Padişahlar bu müsaderelere, çoğu kez, yeniçeri isyanları karşısında tehlikeye düşen tahtlarını kurtarmak için bürokratlarını kurban vermek zorunda kaldıklarında başvururlardı. Bu tür kurban verme durumlarında da listenin başında çoğu kez defterdar (maliye bakanı), sadrazam (başbakan) ve önemli vilayetlerde valilik yapmış paşalar geliyordu. Çünkü en yiyici, en rüşvetçi ve en çok servet biriktiren şahsiyetler bunlardı. Görüldüğü gibi, bürokrasinin doruğunu oluşturan bu kesimlerin elinde biriken parasal servetler de sonuçta ekonomik bir niteliğe sahip bulunmamakta, ya da çok az bir kısmı böyle bir niteliğe sahip bulunmaktadır. Ekonomik fonksiyonu olan servetler de daha ziyade faizcilik, ticaret ve daha az olarak da tarım ve zanaat alanlarına yatırılıyordu. Yönetici sınıfın elinde biriken servetlerin büyük bölümü ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, ya gömüleniyor ya da maiyetlerindeki geniş bir parazit kitlenin tüketimine gidiyordu. Dolayısıyla, bu servetlerin Avrupa’daki gibi bir “sermayeye dönüşme” süreci içine girmesi, hiçbir zaman söz konusu olamazdı. Osmanlı egemen sınıfı içinde, parasal servet biriktirmede diğerlerinden aşağı kalmayan bir kesim de ulema kesimidir. “Yüksek rütbeli ulemanın ve şeyhülislâmların hepsi zengindi ve faizcilikten fırın işletmeye kadar çeşitli ticaret alanlarına yatırılmış paraları vardı, çünkü bunlar kapıkulları kadar müsadere tehlikesi altında değillerdi.” (age, s.308) Osmanlı’da vakıflara ait mülkler genellikle müsadere dışı tutulduğu için, ulema mensupları da kendi servetlerini güvenceye almak için çoğu zaman vakıf kuruyorlardı. “Kurulan bu vakıflara hasredilen gelir kaynakları, bazen sadece faizle işletilen paralardı. Yalnızca Bursa’da, amme vakıfları idaresinde, ... faizle işletilmek üzere 3,5 milyon akçeye yakın vakfedilmiş para vardı. ... 1580’de, yani para devriminin başladığı dönemde, böyle vakıfların sayısı 14,5 defa artmıştı. ... vakıf olarak tamamiyle faizle işletilen paraları yatıranların çoğunun kadı, müderris, seyyid ve askeri sınıf mensupları olduğu ” (age, s.308) biliniyor. Osmanlı egemen sınıfı içinde, ticarete ve faizciliğe en yatkın olan kesim, belli ki bu ulema kesimi idi. Bütün bu tarihsel veriler de gösteriyor ki, Osmanlı’da büyük servet birikimleri, toplum sınıflarından (tarımsal üretici, esnaf, zanaatkâr, tüccar vb.) ziyade, devlet sınıfına mensup çok dar bir grubun elinde merkezileşmiş ve yoğunlaşmıştır. Aslında bu durum, Avrupa’da feodalizmin çözülüşü döneminde karşılaşılan durumun tam tersidir. Avrupa’da, şehir tüccar ve zanaatkârlarının elinde biriken servetler sermayeye dönüşerek, kapitalizmin ilk başlangıçlarını (manüfaktürleri) yaratırken, Osmanlı’da çok dar bir grubun (bürokratik elitin) elinde yoğunlaşan servetler, birkaç istisnai gelişme dışında, sermaye niteliği kazanamadan ölü servetler olarak kalmışlardır.

25 Aralık 2006
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /11

11. Bölüm

İlkel sermaye birikimi açısından Osmanlı kentlerinin durumu

Osmanlı kentleri de tıpkı ortaçağ Avrupa’sının kentlerinde olduğu gibi, gelişmiş ve uzmanlaşmış bir el zanaatları endüstrisine ve ticarî faaliyetlere sahip bulunuyordu. Fakat Avrupa’dan farklı olarak, Osmanlı’da zanaat loncaları ile tüccar faaliyetleri bütünüyle devlete bağımlı durumdaydı. Oysa bilindiği gibi, feodal Avrupa’da zanaat loncalarının ve tüccarların faaliyetleri devlete bu denli bağımlı değillerdi. Avrupa feodalizmi ile Osmanlı despotizmi arasındaki temel farklılıklardan biri de işte bu noktada belirginleşmektedir. Feodal Avrupa’daki loncaların oluşum süreci ve toplumsal işlevleriyle, Osmanlı’daki loncaların oluşum süreci ve toplumsal işlevleri arasında bir hayli farklılıklar vardır. Ortaçağ Avrupa’sındaki lonca tipi örgütlenmeler, kentlerde yaşayan zanaatçıların ve tüccarların yağmacı feodal soylulara karşı birlik olma ihtiyacından doğmuştu. “Birleşmiş yağmacı soylulara karşı birlik zorunluluğu, sanayicinin kendisine ikinci bir tacirlik niteliği kattığı bir zamanda kapalı ortak pazarlara olan bir gereksinme, yığın halinde, refah içindeki kentlere kaçan serflerin gittikçe artan rekabeti, bütün ülkenin feodal yapısı, loncaları doğurdu.” (Marx-Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Y., 1976, s.24) Ve böylece, feodal Avrupa’da kır-kent karşıtlığını yansıtan ayrıcalıklı lonca kasabaları (Corporate Towns) oluşmaya başladı. Batı’da feodalizm daha kuruluşundan itibaren, bu kır-kent karşıtlığını temel bir çelişki olarak içinde taşımış ve gelişmesinin ileri aşamalarında da bu karşıtlığı alabildiğine derinleştirmişti. İşte feodalizmin bağrındaki bu kır-kent karşıtlığı nedeniyledir ki, Batı’daki kentler, soylu feodal beylere ve onların devletine karşı sürekli bağımsızlıklarını koruma çabası içinde olmuşlar ve neticede görece bir bağımsızlık elde edebilmişlerdi. Batı Avrupa kentlerindeki bu lonca tipi örgütlenmeler, “iş kollarının özelleşmesine, birbirinden ayrılıp bağımsızlaşmasına ve mükemmelleşmesine” yol açarak, ortaçağın en yüksek ilerlemesini meydana getirmişlerdi. Devletten bağımsız olmaları, kabul edilmiş bir tüzel kişiliğe sahip bulunmaları, beledî (komünsel) işlevler yerine getirmeleri, kentin yaşamında önemli bir politik rol oynamaları gibi yönleriyle Batı’daki lonca örgütlenmeleri, Osmanlı toplumundaki loncalardan çok farklı bir konumda bulunuyorlardı. Feodal Avrupa’daki loncaların sahip oldukları bu toplumsal ve politik konuma, 18. yüzyılın Osmanlı kentlerindeki loncalar hiçbir biçimde sahip bulunmuyorlardı. Fakat öte yandan, koydukları sınırlayıcı kayıt ve kurallarla ve uyguladıkları usta-kalfa-çırak hiyerarşisiyle her türlü rekabeti ortadan kaldıran Avrupa’daki loncalar da son tahlilde ortaçağ tutuculuğunu yansıtmaktaydılar. Nitekim onların bu tutucu niteliği, Avrupa’da kapitalizm çağı geldiğinde daha bir açıklıkla ortaya çıkacak ve toplumsal ilerleme için, kırlardaki feodal toprak düzeni gibi, kentlerdeki bu lonca düzeninin de mutlak olarak ortadan kaldırılması gerekecekti. Nitekim 16. yüzyılda ticaretin genişlemesi ve kapitalist üretim biçiminin gelişmeye başlamasıyla birlikte, “ortaçağın en yüksek ilerlemesi” sayılan bu “bağımsız ve ayrıcalıklı” lonca kasabaları ortadan kalkacak ve onların yerini yeni ticaret kentleri (burglar) alacaktı.

Osmanlı’daki kent oluşumları ve lonca düzeni

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Osmanlı’daki kent oluşumları, Avrupa’daki gibi kır-kent karşıtlığı temelinde ortaya çıkmış oluşumlar değillerdi. Bunlar daha çok askerî nedenlerin zorlamasıyla ortaya çıkmış oluşumlardı. Bu bakımdan Osmanlı kentleri (fethedilen eski kentler hariç), kırın hemen yanı başında ve genellikle ticaret yolları ile askerî açıdan önem taşıyan yollar üzerinde inşa edilmişlerdi. Bu kentler bir anlamda, devletin askerî ve idarî bürokrasisinin oturduğu birer askerî karargâh niteliğinde yerlerdi. Tabii bunun da anlaşılabilir bir nedeni var: Doğu despotizmi kategorisinde olan Osmanlı devleti gibi devletler için savaş ve fetih, başta gelen bir ekonomik faaliyettir. İşte bu nedenledir ki, Osmanlı’da kentin oluşumu ve kent ekonomisinin örgütlenişi, daha baştan merkezî devletin askerî gereksinimlerine tâbi olmuştur. Dolayısıyla, Osmanlı kentlerinde zanaat loncalarının düzeni ve işlevleri de buna göre, yani daha baştan devletin askerî ihtiyaçlarına göre biçimlenmiştir. Askerî temelde örgütlenmiş, savaşçı-fetihçi bir devlet için kaçınılmaz bir şeydi bu. İşte bu nedenledir ki, Osmanlı’da toplum sınıflarının oluşturduğu örgütlülüklerin (loncaların) Avrupa’daki gibi bağımsız bir “tüzel kişiliğe” sahip olmaları ve devletten bağımsız bir ekonomik ve siyasal rol oynamaları hiçbir biçimde söz konusu değildir. Osmanlı gibi despotik düzenlerde “tüzel kişilik” ancak egemen devletli sınıfın oluşturduğu kurumların, örneğin askerî, idarî ve dinî kurumların (ocakların) sahip olabileceği bir şeydir. Bu devlet kurumları, Osmanlı’nın toplumsal ve ekonomik yaşamı üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptirler. Oysa Osmanlı’da devletli sınıfın dışında kalan toplum sınıflarının oluşturduğu örgütler (esnaf loncaları) bu nitelikten tamamen yoksundular. Osmanlı’daki lonca örgütlenmeleri, birer meslek derneği olarak her ne kadar bağımsız bir “tüzel kişiliğe” sahip görünüyorlarsa da, onların bu “tüzel kişilik” vasfı, fiiliyatta devlete yardımcı olmaktan öte bir işe yaramıyordu. Kentlerdeki toplum sınıflarını oluşturan zanaatkârlar ve küçük tüccarlar, başından beri devletin askerî ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde örgütlenmiş olan loncalara bağlı idiler. Bunlar bir yandan askerî endüstri alanında üretim yapıyor, diğer yandan ihtiyaç duyulup çağırıldıklarında, hükümdarın ordusuyla sefere katılıyorlardı. Ayrıca esnaf ve zanaatkârlar, kentte oturan askerî (egemen) sınıf mensuplarının ve onların hizmetindekilerin tüketim ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik basit meta üretiminde de bulunuyorlardı. İşte Osmanlı’da meta üretiminin temelini, kentlerdeki bu endüstri loncaları oluşturuyordu. Ama öte yandan loncalar, bütün bu üretim faaliyetlerini devletin mutlak denetimi altında gerçekleştirmek zorundaydılar. Osmanlı devleti loncalar üzerindeki meslekî denetimini, bunların tepesine atadığı kendi memurları (kethüdalar) aracılığıyla sağlıyordu. Kethüdaların izni olmaksızın ne yeni bir lonca kurulabilir ne de bir gedik (işyeri) açılabilirdi. Kethüdalar genellikle devlet sınıfına mensup kişiler arasından seçilip atanırdı. Böyle bir işleyiş içerisinde, loncaların, devlet karşısında kendi üyelerinin çıkarlarını savunan örgütler olabilmesi mümkün değildi tabii ki. Tam tersine, bu sistem içerisinde loncalar, esnaf ve zanaatkârlar üzerinde devletin kontrol ve otoritesini sağlayan “resmî” örgütler gibi işlev görüyorlardı. Kentlerdeki loncaların, dolayısıyla endüstri ve ticarî faaliyetlerin ne kadar sıkı bir şekilde devletin kontrolü altında bulunduğunu gösteren bir diğer uygulama ise “ihtisap” denen uygulamadır. Bu uygulamada devlet, zanaatkâr ve tüccar gelirlerinin bir kısmına “devlet alacağı” olarak el koymaktaydı. Fakat devlet bu alacağını, esnafın her birinden ayrı ayrı vergi toplar gibi tahsil etmemekteydi. Devlet, miktarını kendisinin belirlemiş olduğu toplam alacağını (toplu bir gelir miktarını), bir hazine mukataası olarak açık artırma ile satışa çıkarmakta ve bu satış sonucunda peşin olarak elde ettiği toplu geliri merkezî hazineye geçirmekteydi. Peşin ödeme yaparak devletten bu ihtisap mukataasını satın alan kişiler (bunlara ihtisap ağası deniyordu), daha sonra lonca esnafının tepesine binerek, fazlasıyla esnaftan tahsil ediyorlardı. Aslında bu uygulama ile Osmanlı devleti, kentlerdeki toplum sınıflarını (zanaatkârları ve küçük tüccarları) sömürmekte, yani onların elinde biriken artık-ürüne el koymaktaydı. Nitekim, devletin endüstri ve ticaret alanında uyguladığı bu el koyma yöntemi nedeniyledir ki, bu alanda çalışan esnaf ve zanaatkârların parasal servet biriktirme olanakları ortadan kalkmış bulunuyordu. Osmanlı toplumunda her şeyi kendi tekeli altında tutan asalak devletli sınıfın (bürokratlar aristokrasisinin), endüstri ve ticaret alanında oluşan artık-ürün birikimine bu şekilde el koyması, bu alanlarda iktisadî bir durgunluğa ve sönümlenmeye yol açmaktan başka bir sonuç getirmiyordu. Osmanlı devletinin ekonomik yaşama bu sıkı müdahalesi, sözümona “ihtikâr” denen karaborsacılığı ve kaçakçılığı önlemek içindi! Oysa bu önlemler tam tersi sonuçlar doğurmuş, bunalım dönemlerinde ihtikâr da, kaçakçılık da alabildiğine artmıştı. Çünkü ekonominin kendi işleyiş kuralları vardı; üretim daraldıkça ve talep nedeniyle fiyatlar durmadan arttıkça, salt polisiye önlemlerle ihtikâr ve kaçakçılığın önüne geçilemezdi. Bütün bunalım dönemlerinde Osmanlı’nın içine düştüğü bir kısır döngüydü bu.

Devlet sömürüsü ve ekonomik daralma

Osmanlı devleti 17. ve 18. yüzyıllar boyunca endüstri ve ticaret alanları üzerinde sıkı bir denetim kurmuş, fakat bu alanlarda üretimi geliştirici araçlardan hiçbirini kullanmamıştır. Tersine, daha önce de söylediğimiz gibi, devlet kesiminin elinde biriken parasal servetler, ekonomik olmayan ya da ekonomiyi canlandırıcı bir işlev yerine getirmeyen yerlere harcanmış veya gömülü servetler olarak kalmıştır. Bunun yanı sıra, Osmanlı devletinin bu dönemde dış-ticaret imtiyazını (dış-ticaret tekelini) yalnızca Avrupalı tüccarlara tanımış olması da ayrı bir garabetti. Osmanlı devleti bu uygulamasıyla, yerli endüstri imalatını ve ticaretini de çökme noktasına getirmişti. Batı’da kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kentlerin ticarî öneminin arttığı bir dönemde, Osmanlı devleti ticareti daha da daraltacak bu tür ters uygulamalar yapmayı sürdürmüş ve sonunda ticaret alanındaki serbestliği büsbütün ortadan kaldırmıştı. Bu dönemde çıkarılan buyrultularla, artık bir kimsenin babasından kalma işin dışında başka bir ticaret veya zanaat işine geçmesi, başka bir iş kolunda iş yapması da yasaklanıyordu. Ayrıca, ticarî iş yapan dükkân sayısı da sınırlandırılıyor ve eski dükkânların dışında yeni dükkân açılması yasaklanıyordu. Ne ironik bir durumdur ki, Avrupa’da kapitalizmin hızla geliştiği ve bir dünya pazarı yaratma doğrultusunda hızla ilerlediği bir dönemde, Osmanlı’da tam bir ekonomik daralma süreci yaşanıyordu! Bir yandan iç ticaretin böylesine daralması ve ticaret kollarının birbirleriyle alışverişi olmayan, adeta kendi içine kapalı lonca gedikleri haline gelmeleri ve dış ticaretin de bütünüyle Avrupalı tüccarların eline bırakılması (kuşkusuz devlet-i âlî’nin kararıyla), diğer yandan yerli el zanaatları endüstrisinin, ülke içine kolaylıkla girebilen Batı’nın mamul maddeleriyle rekabet edemez duruma gelmesi, sonuçta üretici sınıfların bunalımını alabildiğine derinleştirecekti. Bu bunalım koşulları içerisinde, ticaret giderek yalnızca ülke içiyle sınırlı kalan ve devletin mutlak kontrolü ve sınırlamaları altında yapılan bir “küçük esnaf ticareti” düzeyine inecekti. 18. yüzyılda Osmanlı’da Müslüman tüccarların yaptığı ticaret, yalnızca küçük esnaf tüccarlığından ibaretti. Bu ticaret özünde, zanaat erbabının ürettiği endüstri malları üzerinden yapılan bir ticaretti. Bunun yanı sıra, gerçekten ticaret sermayesinin birikebileceği alan olan “dış ticaret” alanı ise, bütün bu dönem boyunca “müste’min” tüccarı denen imtiyazlı Avrupa tüccarının ve onun ülke içindeki komprador ortaklarının (gayrimüslim tüccarlar) elinde bulunuyordu. Gene aynı şekilde, ticaret sermayesinin birikebileceği diğer bir alan olan büyük toptan erzak ticareti ise, devlet katındaki nüfuzlu kişilerin (bürokratlar aristokrasisi) ve bunların ortağı konumundaki tefecilerin elindeydi. Ticaretteki bu daralma nedeniyle, Osmanlı’da ticaret sermayesi birikimi imkânı da daralmış durumdaydı. Bu koşullar altında, lonca sınırlamalarının dışına çıkarak, lonca endüstrisi dışında bağımsız bir endüstri üretimini (manüfaktür) organize edebilecek bir ticaret sermayesinin gelişimi de mümkün olamıyordu tabii ki. Öte yandan, en önemli ticaret alanlarının (dış ticaret, gümrükler, büyük erzak ticareti, loncalara hammadde temini vb.) devlet tekeli altında bulunması nedeniyle, bu ticarî alanlardan gelen parasal servet birikimleri de bürokratik aristokrasinin ve kendilerine ticaret tekeli imtiyazı tanınmış olan kişilerin elinde yoğunlaşıyordu. Nihayetinde bu parasal servetlerin bir kısmı, devletten dış ticaret tekeli almış olan Avrupalı tüccarların elinde birikerek yurtdışına çıkıyor, diğer bir kısmı ise içerdeki parazit-sömürücü unsurların elinde toplanarak ekonomik fonksiyonu olmayan yerlerde depolanıyor veya gömüleniyordu. Dolayısıyla, Osmanlı toplumunda ticaretten ve tefecilikten gelen parasal servet birikimlerinin, Batı’da olduğu gibi sermayeye dönüşmesi ve kapitalist bir üretime yönelmesi hiçbir zaman söz konusu olamıyordu. Endüstri alanındaki zanaat loncalarının durumuna gelince; daha önce de söylediğimiz gibi loncalar aslında Osmanlı’daki meta üretimi ekonomisinin temeliydiler. Üstelik ilk lonca kuruluşları, Osmanlı’nın bir siyasal güç (devlet) olarak örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardı. Osmanlı’daki lonca örgütlenmesinin âhîlik diye bilinen bu ilk dönemi, yarı askerî yarı dini nitelik taşıyan korporatif bir esnaf örgütlenmesiydi. Fakat bu ilk dönem esnaf örgütlenmeleri, 16. yüzyıldan sonra da varlıklarını sürdürmekle birlikte, meslekî ve ekonomik niteliklerini yitirerek derviş tekkeleri haline gelmişlerdi. 17. yüzyıldan itibaren ise bu âhî örgütlerinin yerini, çok sayıda zanaatçıyı içinde barındıran ve gayrimüslim zanaatçılara da açık olan meslek örgütleri, yani loncalar aldı. Aslında loncaların 17. ve 18. yüzyıldaki bu örgütlenişi, çok sayıda küçük el zanaatçısının Batı kapitalizmi karşısında kendi zanaatlarını koruma amacını taşıyordu. Çünkü yerli zanaatlar, Osmanlı pazarına giren Batı kapitalizminin ucuz ve kaliteli mallarıyla rekabet edemez durumdaydı ve bir çözülme tehlikesiyle yüzyüze bulunuyordu. Bu nedenle de loncalar daha baştan serbest rekabet ilkesine karşı duran ve kendi alanlarında imtiyaz ve tekel uygulamalarına dört elle sarılan tutucu örgütler olarak biçimlendiler. Bunalım döneminde (18. yüzyılda) loncalar daha da katılaştılar ve daha da tekelci bir nitelik kazandılar. Örneğin her loncaya bağlı atölye ve dükkân sayısı belliydi. Bunun dışında kimse kendi isteğiyle bir dükkân veya atölye açamazdı. Her dükkânın bir ustası vardı ve onun yanında çalışan kalfa ve çıraklar asla bağımsız bir dükkân sahibi olamazlardı. Bunların dükkân sahibi olabilmeleri için, uzun süre ustalarının yanında çalışıp, hüner kazanmaları ve ustalık sınavını başarıyla geçmeleri gerekiyordu. Tabii bu da yetmiyordu; ustalık sınavını geçen kişinin dükkân açabilmesi için, bir de bağlı olduğu loncada açık bir gediğin bulunması gerekiyordu. Bu şart yerine gelmemişse şayet, ustalık sınavını geçen kişi de kalfa olarak beklemek zorundaydı. Loncaların bağlı bulunduğu bu tekelci kurallar, ekonomik yaşamda bütün rekabet koşullarını ortadan kaldırıyordu. Öte yandan, Osmanlı devleti de loncaların bu imtiyaz ve tekel yöntemlerini –kendisi de bu yöntemlerden çıkar sağladığı için– sonuna kadar desteklemeyi sürdürmüştür. Loncalar eski üretimci güçlerini çoktan yitirmiş olmalarına karşın, Osmanlı devleti ne bunları tasfiye etme yoluna gitmiş ne de bunların tekelci uygulamalarına engel olmaya kalkışmıştır. İşte bu devlet desteği sayesindedir ki, kapitalist üretim tarzına geçişin önündeki en önemli engellerden biri olan loncalar, varlıklarını 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdürebilmişlerdir. Marx’ın belirttiği gibi, “nerede çözülmeye karşı direnen bir lonca düzeni hüküm sürüyorsa, orada kapitalizmin gelişmesinden söz edilemez” zaten. Esasında bir ortaçağ kurumu olan loncaların Avrupa’da daha 15. yüzyılın sonlarında ortadan kalkmış olmalarına rağmen, Osmanlı’da 20. yüzyıla kadar varlıklarını sürdürmüş olmalarının temel nedeni, ekonomi üzerinde tekelci hâkimiyet kurmuş olan Osmanlı devletinin loncalara vermiş olduğu destektir. Osmanlı devletinin ekonomi üzerindeki bu tekelci hâkimiyeti, bir yandan ticaretin serbestçe gelişmesini engelleyerek kent ile kır arasında bir mübadele ekonomisinin oluşmasına mani olmuş, diğer yandan ortaçağ lonca düzeninin endüstri alanındaki tekelci hâkimiyetini uzatarak, üretici güçlerin serbestçe gelişimini engellemiştir. Sonuç olarak, 17 ve 18. yüzyıllarda ve hatta 19. yüzyılda bile, Osmanlı kentlerinde kapitalizmin tarihsel ön koşullarından pek çoğu yerine gelmiş değildi. Kentlerde hüküm süren ortaçağ lonca düzeni yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerden ötürü çözülememiş ve bu nedenle de, ne üretim araçları başkalarının satın alabileceği serbest fonlar haline gelebilmiş, ne de doğrudan üreticiler üretim araçlarından ayrılarak “özgür emekçiler” haline gelebilmişlerdi. Osmanlı’nın lonca düzeninde, Marx’ın belirttiği gibi “işçi ile üretim araçları, sümüklüböcekle kabuğu gibi, birbirine bağlı idi” hâlâ. Öte yandan, asalak sömürücü unsurların (devletli bürokrasi ile ortaklarının) elinde biriken parasal servetler de sermayeye dönüşemiyordu hiçbir zaman. Çünkü bu servetler, üretici olmayan, yani ekonomik bir işlevi bulunmayan yerlere gömülenmiş durumdaydı. Asıl girişimci olabilecek unsurların (tüccarın ve zanaatçının) elinde ise ne yeterli parasal servet birikimi vardı, ne de bunlar lonca sınırlamalarının dışına çıkarak bir manüfaktür üretimini örgütleyecek güçteydiler. Neticede şunu söyleyebiliriz ki, Osmanlı kentlerinin toplumsal yapısı, 19. yüzyılda bile hâlâ, sistemi devrimci ya da evrimci yoldan değişikliğe uğratacak içsel dinamiklerden yoksun bulunuyordu. Bunun da başlıca nedeni, bir sivil toplumun oluşmasını engelleyerek, toplumsal gelişmeyi fiilen geciktiren despotik devletin ve o devleti elinde tutan sömürücü asalak sınıflar koalisyonunun (bürokrasi, ağa, ayan, derebeyi) varlığıdır.

İlkel sermaye birikimi açısından kırın durumu

Bilindiği gibi, Batı Avrupa’da feodal toprak düzeni 15. yüzyılda çözülmüş ve serflik hemen tamamen ortadan kalkmıştı. Kırsal nüfusun büyük bir çoğunluğu kendi topraklarını işleyen özgür köylülerden oluşuyordu. Serfliğin ortadan kalkmasından sonra toprakta yaygın bir “özgür küçük köylü mülkiyeti” ortaya çıkmış ve bu temelde bağımsız köylü üretimciliği (basit meta üretimi) gelişmişti. Fakat bu bağımsız küçük köylü üretimciliği dönemi fazla uzun sürmedi. Bu dönemi, 16. yüzyılda bağımsız tarımsal üreticilerin topraklarından zorla sürülerek mülksüzleştirilmeleri izledi. Batı Avrupa’da yaşanan bu süreç, Marx’ın “ilkel sermaye birikimi” bahsinde anlattığı gibi, ticaret ve tefecilikten biriken parasal servetlerin sermayeye, emeğin de ücretli emeğe dönüşmesi, yani kapitalist üretim biçiminin gelişmesi süreciydi. Batı Avrupa’da bu süreç 16. yüzyılda yaşanmıştı; oysa bundan tam iki yüz yıl sonra, yani 18. yüzyıla gelindiğinde bile, Osmanlı’da hâlâ kapitalizmin bir belirtisi yoktu. Kırsal kesimde meta üretiminin gelişmemiş olması ve kırla kent arasında bir mübadele ekonomisinin bulunmaması, Osmanlı’da asyatik köy topluluklarının kendi içsel dinamikleriyle evrimleşmelerini ve bu temelde bir çözülmeye uğramalarını fiilen engellemişti. Nitekim bu nedenledir ki, Osmanlı toplumunda “kendine yeterli” köy topluluklarının çözülmesi olayı, ancak dış dinamiklerin dolaylı etkilemesiyle ve çok gecikmiş olarak yaşanacaktı. Gerçekten de, Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin çözülmeye başlaması, ancak 17. yüzyılda, yani Batı’daki devrimsel ekonomik gelişmelerin (dış dinamiğin) Osmanlı düzeni üzerinde yaptığı sarsıcı etkilerin sonucunda olmuştur. Batı’dan gelen bu sarsıcı etkilerin basıncı altında, Osmanlı maliyesi ve ekonomisinin nasıl şiddetli bir bunalıma sürüklendiğini ve bu bunalım koşullarında Osmanlı’nın geleneksel toprak düzeninin (tımar sistemi) nasıl bozulduğunu ve bunun sonucunda topraklarını terk etmek zorunda kalan reaya-çiftçilerin işsiz güçsüz kitleler halinde şehir ve kasabalara nasıl akın ettiğini ya da yerleşim yerlerinden çok uzak bölgelere nasıl kaçıştığını daha önce gördük. Ne var ki, Osmanlının toprak düzeninde yaşanan bu çözülmenin yarattığı sonuçlar ile, Avrupa’da feodalizmin çözülüşünün yarattığı sonuçlar aynı olmamıştır. Feodalizmin çözülüşü Avrupa’da yeni bir üretim biçiminin (kapitalizmin) gelişimine ve yeni bir toplumun (burjuva toplumun) oluşumuna yol açarken, Osmanlı’da geleneksel toprak düzeninin bozulması ekonomik ve toplumsal bir kaosa yol açmıştır. Osmanlı’da geleneksel toprak düzeninin çözülmesinden sonra, kırsal bölgelerde Avrupa’daki gibi bir meta üretiminin gelişememesi ve kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin kurulamamasının en temel nedeni ise, Osmanlı’da toprağın mülkiyetinin hâlâ devlete ait olması ve Avrupa’da olduğu gibi köylülere ait bağımsız bir özel toprak mülkiyetinin doğmamış bulunmasıydı. Bunun bir sonucu olarak, kırsal kesimde (tarımda) bağımsız bir meta üretimi ve kırla kent arasında gerçek bir ticarî ilişkiler sistemi gelişememiştir. Dolayısıyla, 17 ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda, Avrupa’dakiyle aynı nitelikte bir ticaret sermayesi birikimi de gerçekleşememiştir. Şimdi burada yanıtlanması gereken birbiriyle bağlantılı iki önemli soru ortaya çıkıyor: Birincisi, bu dönemde reaya-çiftçilerin terk ettiği çiftliklere ne olmuştur ve ikincisi, çiftliklerini terk eden reayaya ne olmuştur? Daha önce de açıkladığımız gibi, Celâli isyanları ve sonrasındaki karışıklıklar nedeniyle reayanın terk ettiği toprakların çoğu üretim dışı kalmış ve bu yüzden de tarım üretiminde muazzam düşüşler yaşanmıştır. Bu dönemdeki üretim düşüşleri nedeniyle, özellikle Anadolu’nun pek çok bölgesinde açlık ve kıtlık baş göstermiştir. Fakat öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu’nun kırsal bölgelerinde 17 ve 18. yüzyıllarda yaşanan bu süreç, Marx’ın Batı Avrupa’ya ilişkin olarak anlattığı “ilkel sermaye birikimi” süreciyle aynı şey değildir. Batı Avrupa’da küçük toprak sahibi köylü üreticilerin kendi topraklarından zorla sürülerek işgücü piyasasına atılmaları, yani “özgür” proleter yığınlar haline getirilmeleri, aslında Batı Avrupa’da kapitalizmin ilk başlangıç gelişmelerinin zorunlu kıldığı bir süreçti. Marx, Batı Avrupa’daki bu ilkel sermaye birikimi sürecini “köylülerin acımasızca mülksüzleştirilmesi, açlığa mahkûm edilerek proleterleştirilmesi” süreci olarak tanımlar. Avrupa’daki bu ilkel sermaye birikimi süreci, ticaretten ve tefecilikten gelen parasal servetlerin manüfaktür üretiminde sermayeye dönüşmesi, yani kapitalist üretim tarzına geçilmesinden başka bir şey değildi. Oysa 17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı’nın kırsal bölgelerinde yaşanan sürecin böyle bir kapitalist gelişmeyle ilgisi yoktur. Osmanlı’da toprağın mülkiyeti zaten köylüye ait değildi. Dolayısıyla, söz konusu yüzyıllarda toprakta ne Avrupa’da olduğu gibi bir özel küçük köylü mülkiyeti vardı ne de Osmanlı köylüsü (reaya), Avrupa köylüsü gibi bir “meta üreticisi” idi. Osmanlı köylerinde hâlâ kullanım değerleri üretimi geçerliydi. Bunun nedeni ise, köylünün ürettiği artık-ürünün büyük bir kısmına devletin, yani egemen sınıf pozisyonunda olan yönetici bürokrasinin el koymasıydı. Yüzyıllardan beri devam edegelen bu sistemde, doğrudan üretici konumunda olan reaya-çiftçinin elinde metaya dönüştürebileceği bir artık-ürün birikimi kalmıyordu. Öte yandan, devletin ekonomik baskıları (vergilerin artması vb.) veya Celâli karışıklıklarının yarattığı kaotik ortam nedeniyle topraklarını terk edip giden reaya-çiftçilerin boşalttıkları bu topraklarda, Avrupa’da olduğu gibi bir kapitalist tarım üretiminin yapılması da söz konusu değildi. Çünkü bu topraklara, kapitalist tarım üretimi yapmak üzere sermaye yatıracak kapitalist girişimciler de bulunmuyordu Osmanlı toplumunda. Dolayısıyla, köylülerin terk edip gittiği topraklar, uzun süre boş kaldıkları ve işlenmedikleri için bozuluyor ve üretim açısından işlevsiz hale geliyorlardı. Diğer yandan, henüz reayanın tasarrufunda olan ve doğrudan onun tarafından işlenen pek çok çiftlik ise, 17 ve 18. yüzyıllarda giderek mütegallibenin (ayan, ağa, derebeyi, mültezim vb.) fiili hâkimiyeti altına girecekti. Fakat Osmanlı’nın bozuk düzeninde ortaya çıkan ve toprak üzerinde gayri meşru yollardan fiili bir hâkimiyet kurmuş olan bu mütegallibe kesiminin de Batı’daki kapitalist girişimciyle hiçbir benzerliği ya da alakası yoktu. Bunlar ele geçirdikleri topraklara hiçbir sermaye yatırımı yapmadıkları ve doğrudan üretimle ve işletmecilikle ilgilenmedikleri için, 17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı tarımında herhangi bir üretim biçimi değişikliği de olmamıştı. Toprağın tasarrufunun bu fiili el değiştirmesiyle birlikte ortaya çıkan değişiklik sadece şu olmuştur: Doğrudan üreticinin (reaya-çiftçinin) artık-ürününe eskiden yalnızca devlet (bürokrasi) el koyarken, şimdi buna bir de mütegallibe denen asalak kesim eklenmişti. Köylünün artık-ürününe el koyanların sayısındaki bu artış, yeni bir üretim tarzı değişikliği anlamına gelmiyordu tabii ki! Toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) gene devlette aitti; fakat bu kez devlet, köylünün ürettiği artık-ürünü, başka sömürücü güçlerle (mütegallibe ile) paylaşmak zorunda kalmıştı. Bu durumda, daha önce tamamı devlete ve dolayısıyla devletli sınıfa giden gelirlerin bir kısmı şimdi mütegallibe denen kesimlerin eline geçmiş oluyordu. Bu kesimin içinde, zamanla servet biriktirip siyasal güç elde edenler ağalığa, ayanlığa, derebeyliğe “terfi” edeceklerdi. Fakat bu unsurların elinde biriken parasal servetler de, ne tarımda kapitalist çiftlikçiliği geliştirecek tarzda sermayeye dönüşmüş, ne de Avrupa’da olduğu gibi bir manüfaktür üretiminin gelişmesine yol açmıştır. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, mütegallibenin eline geçen çiftliklerden bazıları (daha çok Rumeli eyaletindekiler) dış piyasanın (Avrupa manüfaktürünün) talep ettiği tarımsal ürün ve hammaddelerin ihracatına yönelmiştir. Fakat ihracata yönelen bu çiftlikler, gerçek anlamda kapitalist üretim yapan işletmeler olmaktan uzaktılar. Bunların ihraç ettiği ürünler bir yerli manüfaktür ürünü olmayıp, dış kapitalist kuruluşların üretimiyle tamamlanan bir hammadde niteliği taşımaktaydılar. Öte yandan, İmparatorluğun diğer bölgelerindeki reaya çiftliklerinin üretim sürecindeki geleneksel konumları, genel olarak değişmeden kalmıştır. Bu çiftlikleri fiili hâkimiyetleri altında bulunduran malikâneciler, mültezimler, ağalar vb, tıpkı eskiden olduğu gibi toprağın rantını reaya-çiftçiden vergi olarak almaya devam ediyorlardı. Üstelik reayadan alınan bu vergiler, ağırlıklı olarak hâlâ “ürün-rant” şeklini koruyordu. Bu dönemde bir yandan tarım ürünlerine ve hammaddelere Avrupa’nın talebinin artması, diğer yandan Osmanlı parasının değerinin alabildiğine düşmesi, tarım ürünlerinde muazzam fiyat artışlarına yol açmış ve enflasyonu körüklemişti. Öte yandan, reayadan topladıkları ürün-rant şeklindeki vergileri bu enflasyon döneminde nakde (paraya) çeviren mültezim, malikâneci, ağa gibi parazit-sömürücü unsurların elinde çok büyük parasal servetler birikmeye başlamıştı. Fakat biriken bu parasal servetler, daha çok “tefeci sermaye” niteliğinde olan ve o alanda işlev gören servetlere dönüşecekti. Daha önceki bölümlerde değinildiği üzere, bu dönemde tefeci sermaye, reaya-çiftçiye yüksek faizlerle borç para vererek, murabahacılık gibi işlemler yaparak her geçen gün daha da palazlandı ve dolayısıyla reayanın sömürülmesini daha da katmerleştiren bir işlev gördü. Fakat tefeci sermayenin bu dönemde meta ekonomisini geliştirici veya “ilkel sermaye birikimi”ni hızlandırıcı hiçbir işlevi olmadı. Tersine, parazit unsurların elinde yoğunlaşan bu servet türü, gerçek bir meta üretiminin ve dolayısıyla kırla kent arasında bir mübadele ekonomisinin gelişimini engelleyerek, ilk kapital birikimi sürecini ve dolayısıyla tarımda kapitalist üretim biçimine geçiş imkânlarını fiilen baltalamış oldu. Tefecilik işlemlerinden gelen parasal servet birikimleri, son tahlilde, ya güç ve nüfuz sahibi olmak için devlet katından mevki ve makam satın almada kullanılıyor, ya da değerli taş ve ziynet eşyasına yatırılıyordu. Dolayısıyla, bu parasal servet birikimleri, Avrupa’daki gibi bir “sermaye” niteliği kazanamadığı için, mevcut üretim ilişkilerini dönüştürücü hiçbir etkiye de sahip bulunmuyordu. Devlet gelirleri ve toprak üzerinde dönen bu tefecilik işlemleri, daha çok Ermeni ve Yahudi sarrafların elinde bulunuyor ve biriken parasal servetlerin önemli bir bölümü bunlar aracılığıyla Avrupa’ya aktarılıyordu. Sonuçta, devlet gelirlerinin toplanması (iltizam) işlemleri üzerinden tefeci sermayenin hazineyle kurduğu ilişki, süreç içinde Yahudi ve Ermeni sarrafları devletin başlıca “alacaklısı” haline getirmiş ve bunların altındaki mültezimler ise, aynı yöntemleri kullanarak esnaf ve çiftçiyi soymuşlardır. Despotik devletin uyguladığı iç kapitülasyonlar (devlet gelirlerinin toplanmasında ve diğer iktisadî alanlarda belirli kişilere tekelci imtiyazlar verilmesi) nedeniyle, tam iki yüz elli yıl boyunca devam eden bu iç soygun ve talan düzeni, Tanzimat’tan sonra yerini dış soyguna, yani Avrupa mali sermayesinin (banka ve bankerlerin) tefeci soygununa bırakacaktı! Ekonomik ve malî bunalımın had safhada seyrettiği yıllarda çiftliklerini terk eden reayanın durumuna gelince: Bu konuda da Avrupa’dakinden farklı bir süreç söz konusudur Osmanlı toplumunda. İlkel sermaye birikimi üzerine Marx’ın yaptığı çözümlemeleri incelerken gördüğümüz gibi, Avrupa’da feodalizmin çözülmesinden sonra, kırsal kesimde önce küçük toprak mülkiyeti temelinde yaygın bir (basit) meta üretimi süreci yaşanmıştır. Daha sonra ise, kentlerde loncaların çözülmesi ve kırsal kesimde küçük köylü üreticilerin topraklarından sürülmesi temelinde, emekçilerin nesnel varlık koşullarından (topraktan, üretim ve yaşam araçlarından) koparak mülksüzleşmesi ve “özgür emekçiler” haline gelmesi süreci yer almıştır. Avrupa’da emeğin bu mülksüzleştirilmesi süreci, Marx’ın tanımladığı gibi, ilkel sermaye birikimi sürecinden başka bir şey değildi. Topraktan, üretim ve yaşama araçlarından kopan emekçiler “özgür işgücü” piyasasına fırlatılmışlar ve bu “özgür işgücü”nün manüfaktür tarafından emilmesiyle de yeni bir üretim tarzı, yani kapitalizm gelişmeye başlamıştı. Osmanlı toplumunda ise, geleneksel toprak düzeninin bozulması ve reayanın topraktan kopması aynı sonucu doğurmadı. Topraktan kopan reaya yığınları, manüfaktür üretiminin olmadığı ve kentlerde lonca tekelciliğinin en katı kurallarla korunduğu bir sosyo-ekonomik ortamda, iş bulamadıkları için ya işsiz güçsüz yığınlar halinde kentlere doluştular, ya da düzen bozukluğunun bir ürünü olarak kırsal kesimde ortaya çıkan parazit-sömürücü unsurların (ağa, ayan, derebeyi vb.) paralı askerî gücünü oluşturdular. Yani toplumsal bir sınıf oluşturmaktan ziyade, parazit-sömürücü unsurların emrinde, onların sunduğu artıklarla beslenen bir silahlı güruh oluşturdular. Sonuç olarak, Osmanlı’nın geleneksel despotik düzenindeki bozulmaya rağmen, 19. yüzyılın ortalarına kadar gerek toprak düzeninde ve gerekse köy topluluklarının yapısında Avrupa feodalitesindeki gibi köklü bir çözülmenin yaşanmadığı ortadadır. İşte bu nedenle, Osmanlı toplumunda doğrudan üreticinin çalışmanın nesnel koşullarından (topraktan, üretim ve yaşam araçlarından) ayrılarak “özgür emekçi” durumuna gelmesi olayı da tam olarak gerçekleşememiştir. Nitekim, 17 ve 18. yüzyıllarda toprağın mülkiyetinin hâlâ devlete ait olması ve toprağını terk eden reayanın da hukuken hâlâ toprağa bağlı olması, bu çözülmenin henüz tam olarak gerçekleşmediğini göstermektedir. Öte yandan, söylediğimiz gibi, (mülkiyeti devlete ait olması nedeniyle) toprağın kendisinin alınıp satılabilen bir meta haline gelememiş olmasının da bu “çözülemeyişte” büyük rolü vardır. Doğu despotizmi ile Batı feodalizmi arasındaki farkı ortaya koyarken Marx’ın işaret ettiği nokta tam da burasıdır: Asyatik üretim tarzı ya da Doğu despotizmi, çözülmeye ve değişime karşı en dirençli olan bir yapıyı temsil ederken, Batı feodalizmi, değişime karşı direnci en zayıf olan ve zaten çözülmenin ve değişimin dinamiklerini kendi içinde taşıyan bir yapıyı temsil etmekteydi. Osmanlı devletinin 17 ve 18. yüzyıllar boyunca uyguladığı iç kapitülasyonlar nedeniyle, Avrupa sermayesi doğrudan imparatorluğun içine nüfuz edememiştir. Çünkü ekonomik alanda devletin içerde uyguladığı tekel imtiyazları, Avrupalı kapitalistlerin bu alanlarda iş yapmasının önünde hâlâ bir engel olarak dikilmekteydi. Dolayısıyla, Avrupa sermayesinin kapitalist üretim ilişkilerini doğrudan bu ekonomik alanlara taşıması da güçleşiyordu tabii ki. Fakat 19. yüzyıla girildiğinde, artık koşullar tamamen değişecekti. Çünkü, malî açıdan müthiş bir sıkıntı içinde olan ve şiddetle borç paraya ihtiyaç duyan Osmanlı devleti, bu ihtiyacını Batılı devletlerden karşılayabilmek için tüm kapılarını onlara açmak zorunda kalacaktı. İçerde yalnızca Osmanlı tebaasına tanınan tekel ayrıcalıklarından artık yabancı sermaye de yararlanmaya başlayacaktı. Bu da bir süre sonra, Osmanlı pazarının yabancı mallarla dolmasına ve Avrupalı kapitalistlerin ve bankerlerin Osmanlı ekonomisini kendi denetimleri altına almalarına yol açtı. Bu gelişmeler, Osmanlı toplumu açısından tam bir paradoks oluşturuyordu. Osmanlı’da toprak düzeninin çözülmesine ve köylülerin topraktan kopmasına yol açan dış etkenler (Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi), aynı zamanda yerli bir sermaye birikiminin oluşmasını ve kapitalist bir sanayinin gelişmesini de engelleyen etkenlerdi. Çünkü, içerde üretilen mallardan daha ucuz ve daha kaliteli olan Avrupa mallarının Osmanlı pazarına girmesiyle birlikte, yerli el zanaatları endüstrisi çökmüş ve öte yandan, ülke içindeki hammadde kaynakları da dış talebin artması nedeniyle ülke dışına akmaya başlamıştı. Osmanlı devletinin ülke içinde tarım ve yerli endüstriden elde ettiği vergi gelirleri 19. yüzyılda alabildiğine azalmış ve bu durumda bütçe açığını kapatabilmek için devletin dış borçlanma ihtiyacı alabildiğine artmıştı. Bu süreç aslında Osmanlı devleti için, sonun başlangıcı anlamına geliyordu. Kuruluşundan itibaren asyatik-despotik bir niteliğe sahip bulunan Osmanlı düzeni, zaman içinde belirli ölçüde deformasyona ve çözülmeye uğramış olsa da, temelde bu despotik niteliğini 17 ve 18. yüzyıllarda hâlâ sürdürüyordu. Bu bakımdan, çözülmenin yaşandığı bu dönemde de, Osmanlı düzeninde kelimenin gerçek anlamında toplumsal sınıfların varlığından ve bu temelde gerçek bir sınıf mücadelesinin gelişiminden söz edebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla, Osmanlı düzeninde 17 ve 18. yüzyıllar boyunca süregelen ve hikâye kısmı tarih yazıcıları tarafından kitaplara bolca yansıtılmış olan iç isyanlar ve kavgalar, Batı feodalitesindeki gibi toplumsal sınıflar arasında yürüyen gerçek bir sınıf mücadelesi değildi. Bunlar, esas olarak tepedeki yönetici sınıfın içinde ve onun hizipleri arasında geçen “güç, servet ve nüfuz” edinme kavgalarıydı. Toplumun tepesine çöreklenmiş egemen siyasal sınıf korporasyonu (yönetici bürokrasi) içindeki bu kavgalar, sonunda Osmanlı’nın despotik devlet düzenini tam bir düzensizliğe ve o düzenin bekçisi konumunda olan yönetici sınıfı da tam bir yozlaşmaya sürükledi. Ve belli bir tarihsel dönemeç noktasından itibaren, yönetici sınıfın kendi düzenini (Devlet-i Âlî Osman’ı) kurtarmak için giriştiği “modernleşme”, “yenileşme”, “Batılılaşma” vb. gibi çabalar da artık bir sonuç vermeyecekti. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca ve özellikle Tanzimat döneminden itibaren, despotik sistemin tüm kurumları, güçlü bir dış dinamiğin (Batı kapitalizminin) etkisi ve basıncı altında çok sancılı bir dağılma sürecine girecek ve koskoca bir imparatorluk bu süreçte Batı’nın yarı-sömürgesi durumuna düşecekti. Burada bir tarihsel gerçekliği belirtmek durumundayız: Bütün bir 19. yüzyılı kapsayan ve 20. yüzyıla da sarkan uzun bir tarihsel süreç içerisinde tanık olunan Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet gibi hareketlerin hemen hepsi de, alttaki halk sınıflarıyla hiçbir bağı bulunmayan tepedeki devletli sınıfın, çürümüş bir despotik devleti sözümona modernleştirerek ayakta tutma gayretlerinden başka bir şey değildir. Halka rağmen girişilen bu “gayretler”, her seferinde tepedeki bürokrasiyi halka daha da yabancılaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir ve veremezdi de.

29 Ocak 2007
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /12

12. Bölüm

19. yüzyılın başlarında Osmanlı’da güç ilişkilerinin görünümü

Buraya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, Osmanlı devleti kuruluşundan 19. yüzyıla kadar geçen dönem içerisinde toplumun iktisadi sınıflarına dayanan ve onlardan herhangi birinin iktidarını yansıtan tipte bir devlet değildi. Bir kez daha yinelemek gerekirse, Osmanlı devleti, devleti kendine mülk edinmiş bir sınıfa, yani bizim yönetici devletlû sınıf diye tanımladığımız bir bürokratlar aristokrasisine dayanıyordu. Devleti yönetmek de siyaset yapmak da bu devletlû sınıfın tekelindeydi. Bu sınıfın dışında kalan, Osmanlı’nın reaya (sürü) dediği toplumun iktisadi sınıfları (çiftçi, esnaf, zanaatkâr, tüccar vb.) ise, siyasetten ve devlet yönetiminden daima uzak tutulmuşlardı. Bu nedenledir ki, siyasetin merkezînde yer alan devlet, bu sınıflara, yücelerde duran ve ulaşılmaz olan bir “kutsal varlık” olarak görünürdü. 19. yüzyıla girildiğinde de, siyasal gelişmelerin seyri esas olarak yönetici devletlû sınıf ve bu sınıfın iktidarına sonradan ortak çıkan türedi asalak güçler (ağa, ayan, derebeyi) tarafından belirleniyordu. Devletlû bürokrasi, gelişmelerine bizzat kendisinin sebep olduğu bu asalak güçlerle bir noktadan sonra artık baş edemez duruma gelmişti. Daha önce de etraflıca anlatıldığı üzere, asyatik-despotik sistemin bir gereği olarak, aynı kaynaktan (devlete ait toprağın gelirlerinden) beslenmek durumunda olan bu egemen güçler (merkezî bürokrasi ile ayan ve derebeyler), bir bakıma hem ortak hem de birbirlerine rakip iki karşıt güç gibiydiler. Öte yandan, tüm iktisadî faaliyetlerin doğrudan yürütücüsü konumunda olan toplumun diğer sınıfları ise, siyasal etkinlik alanının tamamen dışına sürülmüş durumdaydılar. 19. yüzyıl Avrupa’sındaki burjuva sınıflı toplumların (sivil toplum) durumundan çok farklı olan bu durum, doğu despotizmi diye tanımlanan tarihsel-toplumsal kategorinin özelliklerini yansıtmaktaydı hâlâ. 19. yüzyılın başlarında saray ve devletlû bürokrasi, merkezî iktidarı tehdit eden ve “kutsal devlet”in bekasını tehlikeye düşüren iki önemli gelişmeyle yüz yüze bulunuyordu. Bunlardan birincisi, despotik devletin dayandığı temel direklerden biri olan yeniçeri ordusunun uzun bir zamandan beri tamamen bozulmuş ve yozlaşmış oluşuydu. Bu yozlaşmış haliyle yeniçeri ordusu, saray ve yönetici bürokrasinin iktidarı için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. İkinci tehlike ise, taşradaki ayan ve derebeylerin siyasal güçlerinin merkezî iktidar aleyhine sürekli artmakta oluşuydu. Bu her iki gelişme de son tahlilde hükümdarın ve merkezî bürokrasinin mutlak iktidarını zayıflatan, geleneksel despotik devlet düzenini yıkılma tehlikesiyle yüz yüze getiren ciddi gelişmelerdi. O nedenle 19. yüzyılın ilk yarısı, saray ve merkezî bürokrasinin iktidarını tehdit eden bu unsurlara karşı verdiği sert mücadelelere ve merkezî devleti sağlamlaştırmak üzere ordu ve devlet idaresinde giriştiği tepeden reformlara sahne olacaktı. Yeni bir yüzyıla girerken, Osmanlı hâkim zümreleri arasında keskinleşen siyasal mücadelelerin nedenlerini ve bu yüzyılın başında girişilen reform hareketlerinin amaç ve sonuçlarını incelemeye geçmeden önce, öncelikle bu mücadelelerde taraf olarak yer alan güçlerin (yeniçeriler, ayan ve derebeyler, merkezî bürokrasi, ulema) siyasal konumlarına ve karşılıklı ilişkilerine kısaca bir göz atmak yararlı olacak.

19. yüzyılın başlarında yeniçerilerin içinde bulunduğu durum ve siyasal pozisyonu

Aslında yeniçeri ordusu, uzun yıllar boyunca Osmanlı devletinin en gözde askerî gücünü oluşturmuştu. Görülmedik disiplinleri, eğitimleri ve vurucu güçleriyle, yükselme döneminin (15 ve 16. yüzyıllar) askerî zaferlerinde büyük payları vardı. Sadece savaş zamanlarında bir araya gelen önceki eyalet askerlerinin (yaya ve müsellem) yerini alan yeniçeriler, Osmanlının ilk sürekli ve tam ücretli (profesyonel) merkez ordusunu oluşturuyorlardı. Bu ordu, padişaha mutlak itaat ve bağlılık temelinde yaratılmıştı. Despotik devletin kapıkulu örgütlenmesine dayanan yeniçerilerin saltanat dışındaki bütün güç odaklarına karşı yıldırıcı bir rol oynamalarını sağlayan, onların toplumla her türlü ekonomik bağdan yoksun olmaları ve aile, katman ve sınıfsal açıdan köksüz ve topluma bütünüyle yabancı bir garnizon niteliğinde kalmalarıydı. Yeniçeri ordusunun bu özelliği, kuruluş ve gelişme süreci içerisinde adım adım oluşmuştu. Yeniçeri ocağına sadece devşirmeler arasından seçilenler alınıyordu. “Devşirilen Ermeni, Bulgar, Boşnak ve Arnavut asıllılardan başka kimsenin ocağa girememesi, sakal bırakmama, evlenmeme, kışladan uzaklaşmama, başka iş tutmama, bütün zamanını silah eğitimiyle geçirme zorunluluğu gibi kurallar, yeniçerilerin ocak dışında herhangi bir varlık ya da toplumsal taban kazanmalarına set çeken önlemlerdi. ... Yeniçeri Ocağı’na giren her asker, kimliği ve bedensel özellikleriyle kütük denen bir deftere yazılır, üç aylık ulufe ödemeleri bu kütüğe dayanırdı. Yeniçeriler bütün zamanlarını oda denen kışlalarda, ok meydanı denen eğitim alanlarında ya da seferde geçirirlerdi. ... Seferde ve barışta hepsinin padişahın bulunduğu yerde bulunması, yeniçeri ağasının yalnızca padişahtan emir alması kanundu.”[1] Bu konumuyla yeniçerilerin çıkarları egemen devletlû sınıfın çıkarlarıyla bütünleşmekte ve bir kurum olarak yeniçeri ocağı, egemen sınıf korporasyonunun içinde yer almaktaydı. Ortaçağ Avrupa’sının hiçbir devletinde görülmeyen ve yalnızca Osmanlı’nın kapıkulu örgütlenmesine özgü olan bir durumdu bu. Hükümdarın mutlak otoritesini güçlendirmek üzere örgütlenen bu kurum, zamanla devlet içinde bir baskı grubu haline gelecek ve saltanat kavgalarının kaderini belirlemeye başlayacaktı. Mutlak otoritelerini yeniçerilere dayandırmak isteyen sultanlar, zaman zaman yeniçerilerin esiri durumuna da düşebilecek, alacakları kararlarda ve yapacakları işlerde hep onları hesaba katmak zorunda kalacaklardı. Yeniçeri kurumu, öz benliğini ve askerî gücünü 16. yüzyılın sonlarına kadar korudu ve bu niteliğiyle despotik devletin temel direklerinden biri oldu. Fakat Osmanlı’nın diğer kurumları gibi bu kurum da 1600’lü yıllardan itibaren hızla bozulmaya başlayacaktı. Bu bozulmaya yol açan en önemli etken, gene Batı Avrupa’daki gelişmelerdir. Yeniçeri ocağının bozulması ve giderek yozlaşmasında, Batı’daki gelişmelerin iki yönden etkisi oldu. Birincisi, 16. yüzyılda başlayan Batı’daki para ve fiyat devriminin Osmanlı ekonomisi ve maliyesi üzerinde yaptığı yıkıcı etkidir. Batı’daki bu gelişmeler, Osmanlı devletini 1550-1600 yılları arasında büyük bir mali darlığın içine düşürmüştü. Durumu düzeltmek için alınan önlemlerin hiçbir yararı olmadığı gibi, paranın değerinin sürekli düşürülmesi benzeri yöntemlere başvurulması da fiyatların alabildiğine yükselmesine neden olmuştu. Bu durum, hem devlete ve orduya gerekli malların sağlanmasını büsbütün zorlaştırmış, hem de maaşlı ordunun yani yeniçerilerin maaşlarının zamanında ödenememesi gibi bir durum doğurmuştu. Üstelik bir de yeniçeri maaşlarının düşük değerli (tağşiş edilmiş) akçelerle ödenmeye yani yeniçerilere kazık atılmaya başlanması, yeniçeri ocağında huzursuzluğun artmasına ve giderek kazan kaldırmaların başlamasına yol açacaktı. Örneğin, yeniçeriler 1566’dan 1600 yılına kadar, maaşlarının artırılması ve bahşiş talebiyle dört kez isyana kalkışmışlar ve pek çok yüksek bürokratın başının vurulmasına neden olmuşlardı. Yeniçeri kurumu, artık o eski disiplinli ve ölümüne sultana bağlı olma özelliğinden uzaklaşmış ve kendi çıkarları etrafında birleşen ve bunun yarattığı gücün farkına varan bir örgüt haline gelmişti. Fakat buna karşın, halk sınıflarıyla hiçbir bağı olmayan, kendi içine kapalı bir topluluk olma özelliğini de hâlâ sürdürmekteydi yeniçeriler. Bu özelliğinin ortadan kalkması için, yeniçeri ocağının bileşiminin değişmesi ve katı kurallarının kırılması gerekecekti. Batı’daki gelişmelerin etkisiyle yeniçeri kurumunda meydana gelen değişikliğin ikincisi ve en önemlisi, bu kuruma katılan yeniçeri askerlerin sayısının alabildiğine artırılması ve eski bileşiminin tamamen değişmesi oldu. Önceki bölümlerde anlatıldığı üzere, 16. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa ordularının artan piyade ve ateş gücü, Osmanlılar açısından topraklı sipahilerin önemini azaltırken, ateşli silah (tüfek) kullanan maaşlı yeniçerilerin sayısının hızla artırılmasını zorunlu kılmıştı. Dolayısıyla, III. Murad döneminde (1574-95) yeniçeri ocağının mevcudu hızla artırıldı. Gene bu dönemde İran ve Avusturya’ya yapılan uzun seferler nedeniyle yeniçeri ordusunda kadro ihtiyacı doğunca ve devşirmelerin sayısı bu ihtiyacı karşılamaya kâfi gelmeyince, bu kez devşirme olmayanlar da ocağa alınmaya başlandı. Yeniçerilerin sayısı Kanuni’nin son döneminde (1566’da) 12 bin iken, bu sayı 1600’lerin başlarında 70 bine ulaşacak, 18. yüzyılda ise 100 bini geçecekti. İster zorunluluk nedeniyle, ister devşirme kapıkullarının gücünü frenlemek için padişah ve çevresinin başvurduğu bilinçli bir uygulama nedeniyle olsun, yeniçeri ocağının katı kuralları bir kez değiştirilmeye başlanınca, bunun arkası gelmiş ve ocağın düzeni bir daha düzelmemek üzere bozulmuştur. Artık herkes, hatta hiçbir talim terbiye görmemiş kişiler bile kendilerini rüşvet veya hatır gönül karşılığında ocağa yeniçeri yazdırabiliyordu. Ocağın mevcudunun dışardan alınanlarla hızla şişirilmesi, disiplinin gevşemesine ve askeri niteliğin düşmesine yol açtığı gibi, dışardan gelenlerin ocağa taşıdıkları alışkanlıklar ve yaşam biçimleri de yeniçerilerle halk sınıfları arasında çeşitli kanallardan bağların kurulmasına yol açtı. Böylece, yeniçeriler arasında da esnaflık, kışlada oturmama ve giderek evlenme yaygınlaşmaya başladı. Artık yeniçeriler yalnızca yönetici sınıf içindeki entrikalardan değil, ilişki içinde oldukları ve yakınlaştıkları halk sınıflarının davranışlarından ve istemlerinden de etkilenmeye başlayacaklardı. Nitekim bu etkilenme nedeniyledir ki, 17 ve 18. yüzyıllarda İstanbul’da ortaya çıkan her kargaşalıkta, yeniçeriler de önemli bir rol oynayacaklardı. Öte yandan, yeniçerilerin bu disiplinsiz, başına buyruk davranışları ve giderek savaş alanlarını terk etmeyi alışkanlık haline getirmeleri, 18. yüzyılda sürekli yenilgilere ve önemli toprak kayıplarına yol açacaktı. Yeniçerilerin savaşa gittiklerinde bile muharebeye katılmadıkları, esnaflıktan ve çapulculuktan başka bir iş görmedikleri, tarihçilerin kaydettiği bir gerçekliktir. İşler o hale gelmişti ki, yeniçeriler esame denen kendi maaş cüzdanları üzerinden bile ticaret yapar olmuşlardı. Yeniçeriler bu maaş cüzdanlarını dışarıya satarak toplu bir para kazanmış oluyorlar; cüzdanı satın alan kişiler de bu sayede devletten sürekli bir gelir elde ediyorlardı. Bu esame ticaretinin bir başka yolu ise, ölen yeniçerilerin yaşıyormuş gibi gösterilerek devletten para sızdırılması idi. Tabii, tarihçilerin aktarımlarına göre, bu işi yapanlar da gene yönetici sınıfa mensup insanlardır. “Ocak defterine göre yeniçerilerin mevcudu pek çok olup, maaşları o deftere göre verilirdi. Hakikatte ise ocak mevcudu maaş kaydına nispetle çok azdı; ocaktan ölüm ve sair suretle eksilenlerin isimleri bildirilip defterden silinmezdi; bu isimlere ait esame kâğıdı, yani hüviyet vesikası alınıp satılır, buna sahip olan, her maaş çıktıkça elindeki esame kâğıdıyla ismi var cismi yok olan Yeniçerinin maaşını alırdı. Ocak ağalarının ve hariçten bir hayli kimsenin, devlet ricali ve ulemanın böyle satın alınmış esame kâğıtları vardı.”[2] Böylesine başıboş, disiplinsiz, eğitimsiz bir kurum haline gelen ve giderek iyice yozlaşan yeniçeri ocağını egemen sınıfın her fraksiyonu kendi çıkarı için kullanabiliyor ve kendi iktidar mücadelesine alet edebiliyordu. Fakat diğer taraftan, artık askerlikten çok esnaflıkla uğraşan ve dolayısıyla esnaf loncalarına giren yeniçeriler de giderek egemen sınıftan uzaklaşıyor ve halk sınıflarıyla yakınlaşıyorlardı. Gerek egemen sınıfın hizipleri tarafından iktidar mücadelelerinde sık sık kullanılmaları, gerekse halkla yakınlaşmaları nedeniyle, yeniçeriler artık padişahın ve yüksek devlet ricalinin korkulu rüyası haline gelmişti. En çok da yeniçerilerin halkla bütünleşmesi sonucunda ortaya çıkacak yıkıcı güç korkutuyordu tepedeki egemenleri. O nedenle, yeniçeri ocağının dağıtılması ve bu “yıkıcı gücün” egemen sınıfın devlet aygıtından bütünüyle sürülüp atılması, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren padişahların kafasını ciddi biçimde meşgul eden bir düşünce olacaktı. Nitekim, ilerde değineceğimiz üzere devlet idaresinin ve ordunun “modernleştirilmesi” için girişilen reformlar süreci, aynı zamanda yeniçeriliğin de tasfiye süreci olacaktır.

19. yüzyılın başlarında ayan ve derebeylerin siyasal pozisyonu

Önceki bölümlerde değinildiği üzere, Avrupa’nın tersine kendi içsel dinamikleriyle kapitalizme geçemeyen Osmanlı imparatorluğu, 17. yüzyıldan itibaren kapitalist Avrupa karşısında sürekli olarak gerilemiş ve bir türlü içinden çıkamadığı derin bir ekonomik ve malî bunalımın içine yuvarlanmıştı. Bu bakımdan gerek 17. yüzyıl gerekse 18. yüzyıl, imparatorluğun malî ve askerî gücünün alabildiğine zayıfladığı, despotik devletin merkezî otoritesinin zaafa uğradığı, idarede ve orduda (özellikle yeniçeri ocağında) derin bozulmaların ve çürümeye varan yozlaşmaların yaşandığı yüzyıllar oldu. İmparatorluk bu yüzyıllarda Batılı devletler karşısında sürekli askerî yenilgiler aldı ve önemli toprak kayıplarına uğradı. İkinci Viyana kuşatmasından (1683) 19. yüzyılın başlangıcına kadar geçen yüz yılı aşkın sürenin neredeyse elli yılını Avrupa devletleriyle savaş halinde geçiren Osmanlı devleti, bu savaşlarda Doğu Avrupa’daki topraklarının hemen tamamını yitirdi ve 16. yüzyılın başlarındaki Tuna sınırına kadar geri çekildi. Rusya ile olan savaşlarda ise, Romanya’dan Kafkasya’ya kadar, Kırım da dahil Karadeniz’in kuzeyindeki bütün topraklarını Rusya’ya kaptırdı. Despotik devletin malî ve askerî gücünün ve siyasal otoritesinin alabildiğine zayıfladığı 18. yüzyılda, merkezkaç güçler yani taşradaki ayan ve derebeyler güçlerini alabildiğine artırmışlardı. Artık merkezden tamamen bağımsız hareket edebiliyor, kendi adlarına vergi toplayabiliyor ve kendi askerî güçlerini oluşturarak eyaletlerde yönetimi fiilen kendi denetimleri altında tutabiliyorlardı. İşte yeniçerilerin yanı sıra, merkezî bürokrasi açısından tehlike arz eden bir diğer durum da bu ayan ve derebeylerin sürekli güçlenen konumuydu. Osmanlı İmparatorluğu bu süreçte, yönetimi çok başlı olan bir imparatorluk görüntüsü sergiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıla son iki yüzyılın gelişmeleri içinde şekillenmiş ve klasik despotik yapısından bir hayli uzaklaşmış bir iktidar yapılanmasıyla girecekti. Bu yeni yapılanmada iktidar, Osmanlı’nın klasik despotizm dönemindeki monolitik yapısından farklı olarak, merkez ile merkezkaç güçler arasında bölünmüş durumdaydı. Siyasal hükümranlığın bu bölünmüşlüğü, Osmanlı devletinin işleyiş kuralları bakımından henüz bir resmiyet kazanmış olmasa da, çoktandır fiili bir yönetim biçimi haline gelmiş bulunuyordu. Bu tarihsel dönemde devlete ait olan siyasal hükümranlık hakkı, saray ve hazineden geçinmeli asker-sivil bürokrasi ile taşradaki ayan ve derebeyler arasında fiilen paylaşılmış durumdaydı. Dolayısıyla, İmparatorluğun iki ana zenginlik kaynağı, yani hazine ve toprak gelirleri, bu iki kesim tarafından kontrol ediliyordu. Ne var ki bu, sarayın ve merkezî bürokrasinin kendi arzusuyla kabullendiği bir durum değildi. Onlar bu durumu, güçlerinin zayıflığı nedeniyle de facto kabullenmek zorunda kalmışlardı. Aslında derebeylerin çoğu taşra vilayetlerinde ayan, voyvoda, mütesellim gibi resmi sıfatları da fiilen ellerine geçirmiş durumdaydılar. Bu kişiler neredeyse bütün eyaletlerde yönetime hâkim olmuşlardı. 19. yüzyılın başında ancak iki vilayet Osmanlı padişahının doğrudan doğruya yönetimi altında bulunuyordu. “1808 yılında general Sebastiani Napolyon Bonaparte’a gönderdiği resmi mektupta şöyle der: «Asya Türkiyesi büyük çapta haklarını veraset yoluyla elde etmiş beyler tarafından idare edilmektedir. Sarayın tayin ettiği paşaların bu bölgelerin ancak çok küçük bir kısmı üzerinde denetim hakları vardır. Hemen hemen bütün Anadolu üç güçlü kişinin hükümranlığı altındadır ve bunlar bu üstünlüğü hükümranlığın babadan oğula geçmesi sayesinde sağlamışlardır. Bu güçlü aileler şunlardır: Karaosmanoğlu ailesi, Çapanoğlu ailesi ve Tayyar Paşa ailesi.»”[3] Ayan ve derebeylerin taşrada siyasal hükümranlık alanlarını genişletmeleriyle birlikte, bunlar arasında da bir hiyerarşi oluşmuştu. Çiftliklerin işletmecisi durumunda olan ağalar, taşrada fiili bir yönetim gücüne sahip ayanların otoritesi altına girmişlerdi. Hatta büyük ayanların altında da kendilerine bağlı küçük ayanlar oluşmuştu. Öte yandan ayanlar ve derebeyler, merkezin gücü zayıfladığı oranda vilayetlerde valilik görevini de üslenmekteydiler. Bu dönemde, hem devletin valisi olan, hem de kendisine ait pek çok çiftliğin tasarrufunu elinde bulunduran ayanların ve derebeylerin sayısı az değildir. Dolayısıyla, bu dönemde reaya da karşısında egemen güç olarak, devlet göreviyle zorbalığı şahsında birleştirmiş ayan ve derebeyleri bulmaktaydı. Fakat öte yandan, önceki bölümlerde çeşitli vesilelerle değindiğimiz üzere, bu ayan ve derebeylerin konumu, ne Ortaçağ Avrupa’sındaki feodal toprak soylularının konumuna, ne de 19. yüzyıl Avrupa’sındaki kapitalist çiftlik sahibi burjuvaların konumuna benziyordu. Gerçi Avrupa’nın Osmanlı pazarına girişiyle birlikte, ayanlar arasında kapitalist çiftlikçiliğe evrilen (özellikle Rumeli’de ve Balkanlar’da) unsurlar da oluyordu, ama bu genel bir eğilim halini alabilmiş değildi. Ayanlar da derebeyler de henüz bir burjuva sınıfını temsil etmekten çok uzaktılar. Bunlar Avrupa’da olduğu gibi iktisadi bir evrimin, bir üretim tarzı değişikliğinin sonucunda değil, sadece merkezî despotik otoritenin zayıflaması sonucunda ortaya çıkan ve esas olarak da asyatik-despotik düzenin bir uzantısı olan parazit unsurlardı. Ayan ve derebeyler, kendilerini merkezî iktidarın yerine ikame ederek ve onun siyasal yetkilerini kullanarak reayanın sırtından geçinen ve bu yolla büyük servetler biriktirerek zamanla siyasal güç de elde eden birer mütegallibe idiler. İşte bu nitelikleri nedeniyle, geleceği değil geçmişi temsil etmekteydiler. Onlar, despotik düzenin hem bir ürünü, hem de bir uzantısıydılar. Dolayısıyla onların siyasal pozisyonu, daha baştan bu bozuk düzenli despotizmin koşulları tarafından belirlenmiş bulunuyordu. Bu siyasal pozisyon, merkezî otoritenin zayıf olduğu ve elinin her yere uzanamadığı bozuk düzenli bir despotizmin devamından yana olan bir pozisyondu. Çünkü mevcut konumlarını, böyle bir bozuk düzenli despotizmin devamına borçluydular. Tersi bir durum, yani merkezî otoritenin güçlenmesi ve siyasal hükümranlığının bölünmez bütünlüğünü, monolitikliğini yeniden tesis etmesi, bu merkezkaç güçlerin sonu olurdu. Dolayısıyla, yeni bir düzen kurmak ya da devleti modernleştirerek güçlendirmek vb. ayan ve derebeylerin hiç derdi değildi. Onların esas derdi, kendi varlıklarının padişah tarafından resmen tanınması ve böylece servetlerinin ve siyasal konumlarının despotik düzen çerçevesinde resmî bir güvenceye kavuşturulmasıydı elbette. Nitekim ilerde göreceğimiz gibi, ayan ve derebeyler bu resmî güvenceye 1808 yılında padişaha imzalattıkları Sened-i İttifak ile kavuşacaklardı. Ne var ki, savaşlar, yeniçeri isyanları ve saray darbeleri nedeniyle merkezî iktidarın iyice güçsüz düştüğü bir dönemde padişahın zoraki imzaladığı bu ittifak senedinin ömrü pek uzun olmayacaktı. Çünkü mutlak iktidarını başkalarıyla paylaşmaya hiç de niyetli olmayan devletlûlar (saray ve merkezî bürokrasi), ayan ve derebeylere kaptırdıkları yetkilerini geri almak için, hiç vakit kaybetmeden derhal mücadeleye girişeceklerdi. Bu nedenledir ki, merkezî bürokrasi ile ayan ve derebeyler arasında eskiden beri süregelen çıkar çatışmaları ve siyasal hükümranlık kavgası 19. yüzyılın ilk yarısında da aynen devam edecek ve ilerde de göreceğimiz gibi, merkezî despotik iktidarın nihai üstünlüğüyle noktalanacaktı.

19. yüzyılın başlarında merkezî bürokrasinin pozisyonu

Geçimlerini esas olarak hükümdarın (devletin) hazinesinden sağlayan yüksek devlet görevlilerinin oluşturduğu merkezî bürokrasi, varlığını her şeyden önce bu hazineyi besleyen kaynakların sürekliliğine borçluydu. Hazineyi besleyen kaynakların kuruması, devletin çöküntüye uğramasına ve dolayısıyla bürokrasinin varlık koşullarının ortadan kalkmasına yol açabilirdi. İşte bu olasılık, yenilgilerin ve toprak kayıplarının sürekli olarak arttığı ve devletin tam bir malî sıkıntıya düştüğü 18. yüzyıl boyunca Osmanlı bürokrasisinin önünde ciddi bir tehlike olarak durmaktaydı. Üstelik bu dönemde, taşradaki hâkimiyetleri sürekli artmış bulunan ayan ve derebeylerin devletin gelir kaynaklarını fiilen ele geçirmiş olmaları da merkezin gelirlerinin ciddi bir şekilde azalmasına yol açmıştı. Bu durumda, hem Avrupa’yla sürekli savaş halinde olan Osmanlı ordusunun ihtiyaçları karşılanamaz hale geliyor, hem de geçimleri hazineye bağlı olan merkezî bürokrasinin durumu kötüleşiyordu. Eski düzenin bozulduğu ve merkeze rakip yeni güçlerin oluştuğu bu tarihsel süreçte, bürokrasi içinden çıkıp kendine kişisel ikbal sağlayarak ekonomik bir dönüşüme uğrayanlar da olmuştu. Bürokrasiden evrilerek gelişen bu unsurlar, toprağın tasarrufunu ele geçirmenin yanı sıra, ticaret ve tefecilikle de uğraşarak servet biriktirmeye koyulmuşlardı. Daha önce de belirttiğimiz üzere, bürokrasiden evrilerek taşrada hatırı sayılır bir güç haline gelen bu insanlar arasında, daha sonra ayan ve derebeyi konumuna gelenler az değildir. Fakat devletin yönetimini elinde tutan ve esas olarak hazinenin çevresinde kümelenmiş olan merkezî bürokrasinin büyük gövdesinin durumu böyle değildi. Daha önce belirtildiği şekilde, ticarî faaliyetler ya da özel toprak tasarrufu gibi bireysel girişimler, merkezî bürokrasinin asıl gelir kaynağını oluşturmuyordu. Bu tür işler, bürokrasinin ancak ek bir gelir elde etmek üzere fırsat düştükçe değerlendirdiği işlerdi. Merkezî bürokrasinin esas gelir kaynağını ise, doğrudan üreticilerin yarattığı ve devletin el koyarak hazineye aktardığı ürün fazlası oluşturuyordu. Dolayısıyla, merkezî bürokrasi açısından önem taşıyan asıl “iş”, ülkede yaratılan artık-ürünün devlet tarafından vergi adı altında doğrudan yağmalanması işiydi. Ne var ki, bürokrasi açısından son derece “verimli” olan bu iş, 17 ve 18. yüzyıllarda yaşanan bunalım ve karışıklıklar nedeniyle muazzam ölçüde sekteye uğramış bulunuyordu. Köyler yıkılmış, reaya çiftlikleri bozulmuş, hazineye ait toprak gelirlerinin büyük bir kısmı ayan ve derebeylerin eline geçmiş ve yaşanan bu karışıklıklar sonucunda kırlarla şehir merkezleri arasındaki ilişkiler son derece azalmıştı. Merkezî bürokrasinin kırlara uzanması ve oralarda yeniden hâkimiyet kurmasını fiilen engelleyen bu koşullar, 19. yüzyıla kadar böylece sürüp gelmişti. Merkezî bürokrasi açısından son derece olumsuz olan bu koşulların değişebilmesi, ancak Avrupa kapitalizmi ile Osmanlı arasında kurulan ekonomik ilişkilerin gelişmesinden sonra mümkün olacaktı. Kapitalist Avrupa’nın artan hammadde ihtiyacı nedeniyle, Osmanlı ülkesinden Avrupa’ya tarım ürünü ihracının başlaması, kırsal alandaki artık-ürünün pazara yönelerek meta haline gelmesine ve böylece kırın da para dolaşımının içine çekilmesine yol açacaktı. Öte yandan bu süreç, ihraç edilmek üzere pazara gelen metalar üzerinde devletin vergi yoluyla yeniden denetim kurmasını ve böylece tarım alanında gerçekleşen sömürüden merkezî bürokrasinin gitgide artan bir pay almasını sağlayacaktı. Özetle, Avrupa kapitalizmiyle girilen ekonomik ilişkiler Osmanlı’da meta dolaşımını artırıyor, bu da ister istemez hazineye akan gelirleri artırarak hazineyi güçlendiriyordu. Yani bir bakıma bu tarihsel süreç, Osmanlı bürokrasisini –ironik bir biçimde– Avrupa kapitalizminin nesnel müttefiki haline getiriyordu. Dış ticaret dolayımıyla artan meta dolaşımı hazineyi güçlendirdiği için, bürokrasi içinde ticaretin yaygınlaşmasını ve bu temelde Avrupa’yla ilişkilerin geliştirilmesini isteyen güçlü bir eğilim doğmuştu. Bürokrasi içindeki bu eğilim, Avrupa diplomasisi tarafından da desteklenecekti. Çünkü, çok dağınık bir durumda olan merkezkaç güçlerle (ağa, ayan, derebeyi vb.) ilişkiye geçmektense, ekonomiyi merkezî düzeyde denetleyebilecek bir gücü (merkezî bürokrasiyi) kontrol etmek, Avrupa burjuvazisi açısından daha tercih edilir bir yoldu kuşkusuz. Osmanlı bürokrasisiyle geliştireceği ilişkiler, Avrupa burjuvazisine Doğu pazarlarının kapısını ardına kadar açabilirdi! Bu nedenle Avrupa burjuvazisi, Osmanlı ekonomisini değil ama kendi ekonomik çıkarlarını güçlendireceğini çok iyi bildiği bir reform programını, 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı bürokrasisine empoze etmeye başlayacaktı. Öte yandan, saray ve merkezî bürokrasi de, merkezkaç güçlere karşı kendi siyasal iktidarını güçlendirmek için idarede ve orduda reformlara şiddetle ihtiyaç duymaktaydı elbette. İşte 19. yüzyıla girerken, sarayın ve merkezî bürokrasinin siyasal pozisyonunu bu koşullar belirleyecekti. Ne var ki, reformlar konusunda bürokrasinin davranışı önceden olduğu gibi şimdi de homojen bir davranış olmayacaktı. Çünkü Osmanlı bürokrasisinin oluşturduğu birliktelik, daha başından beri çıkar çatışmaları temelinde süregelen bir birliktelikti. Bürokrasi içinde çıkar çatışmalarına yol açan temel neden ise, görevlilerin tek bir kaynaktan (hazineden) beslenmeleri, yani tek bir kaynağı bölüşmek zorunda oluşlarıydı. Nitekim, yönetici sınıf içinde öteden beri süregelen bu çıkar çatışmaları, 19. yüzyılın başlarındaki reformlar nedeniyle bir kez daha alevlenecek ve bürokrasi içindeki dengeler bir kez daha bozulacaktı. Bu kez çatışma, bürokrasinin Batı yanlısı modernleşmeci kanadı ile eski düzenin aynen devam etmesini isteyen statükocu kanadı arasında geçecektir.

Osmanlı bürokrasisi ve reform denemeleri

Aslında Osmanlı’da ilk reform denemeleri, imparatorluğun Batı karşısında güçsüz düştüğü bir tarihsel dönemde, yani 17. yüzyılda başlamıştır. Yönetici sınıfın bu dönemde reformlara ihtiyaç duyması, Batılı devletler karşısında askeri yenilgilerin artması ve toprak kayıplarının başlaması nedeniyle olmuştur. Bu yenilgilere alışık olmayan Osmanlı yönetici sınıfı, imparatorluğun yaşamsal bir tehlike içinde olduğu endişesine kapılmıştı. Bu tehlike karşısında nasıl bir tutum alınacağı konusunda yönetici bürokrasi içinde daha o zamanlarda iki kanat oluşmuştu. Bürokrasinin bir kanadı reformcu, diğeriyse tutucu eğilimliydi. Fakat her iki kanadın da hemfikir olduğu konu, askerî temellerde örgütlenmiş fetihçi bir devlet olan Osmanlı devletinin bu niteliğinin devamını sağlamaktı. Reformcu kanat, Osmanlı devletinin varlığını devam ettirebilmesi için, gelişen şartlara ayak uydurması ve tıpkı Batılı devletlerde olduğu gibi ordusunu modernleştirmesi gerektiğini savunuyordu. Tutucu kanat ise imparatorluğun güçsüz düşmesinin nedenini, eski geleneklerden uzaklaşılmasına ve düzenin bozulmuş olmasına bağlıyordu. Bunlara göre, eski gücünü yeniden kazanabilmesi için Osmanlı devletinin “altın çağ”daki düzenine, yani klasik despotizme geri dönmesi gerekiyordu. Anlaşılacağı üzere, her iki kesim için de amaç, topluma yeni bir sistem getirmek ya da mevcut sistemde köklü bir değişikliğe gitmek değildir. Toplumun hep üstünde duran ve toplumu hep kendi reayası (sürüsü) olarak gören Osmanlı bürokrasisinin, topluma yeni bir sistem getirmek gibi bir amacı hiçbir zaman olmamıştı ve olamazdı da zaten. Çünkü yeni bir sistem getirmek ya da mevcut sistemde radikal bir değişikliğe gitmek, devleti yönetme tekelini elinde bulunduran ve tüm sistemin tek egemeni durumunda olan devletlû bürokrasi için çok riskli bir işti. Mazallah, böyle bir değişiklik, Osmanlı’nın “kutsal düzeni”nin çökmesine ve despotik bürokrasinin varlık nedeninin tümden ortadan kalkmasına yol açabilirdi! Dolayısıyla, Osmanlı için tehlike işaretlerinin belirdiği 17. yüzyılın ilk yarısından itibaren, yönetici sınıfın işleri düzeltmek için giriştiği reform denemeleri, yüzeysel ve geçici düzeltmeler olmaktan öteye geçmeyecekti. Üstelik, yapılan düzeltmelere bağlı olarak yaşanan geçici ferahlama dönemleri de saray içi çekişmeler nedeniyle fazla uzun sürmüyordu. Bürokrasi içinde yönetimi eline geçiren her yeni ekip, bir önceki ekibin yaptığı reformları ortadan kaldırdığı için, eski ortama tekrar geri dönülmüş oluyordu. Dolayısıyla, 17. hatta 18. yüzyıl boyunca devam eden bu türden geçici ve sınırlı reform girişimlerinin, Osmanlı gerilemesini durdurabilmesi ve yeni atılımlar gerçekleştirebilmesi hiçbir zaman mümkün olmadı. Bütün bir gerileme dönemi boyunca, dönüşümlü olarak yönetimi elinde bulunduran bürokrasinin tutucu kanadı ile reformcu kanadı, esasen aynı kafa yapısına sahiptiler. Sarayın çevresinde kümelenmiş bu devlet ricali, Batı karşısında alınan onca yenilgiye ve gerilemeye karşın, hâlâ geçmişin başarılarına dayandırılan temelsiz bir “üstün Osmanlı” ideolojisine sığınmaya devam ediyorlardı. Gelişmiş Batı karşısında psikolojik bir savunma arayışının ifadesinden başka bir şey olmayan bu anlayış, Osmanlı bürokrasisinin gerçekleri görmesini ve gerilemenin ardında yatan daha derinlerdeki nedenleri kavramasını engelliyordu. Burnunun büyüklüğünden önünü göremeyen Osmanlı bürokrasisi, Batı’nın 16. yüzyıldan beri bilim ve teknolojide, sanayi ve ticarette, askerî örgütlenme ve tekniklerde yaptığı atılımlardan bihaberdi. Savaş alanları dışında Avrupa’yla doğrudan karşı karşıya gelmeyen, incelemelerde ve bilgi alışverişinde bulunmayan Osmanlılar, ne denli cahil kaldıklarının farkında bile değillerdi. Osmanlı bürokrasisinin Batı’yla bu türden ilişkiler kurması ancak 18. yüzyılın birinci çeyreğinden sonra, o da son derece sınırlı bir biçimde gerçekleşecekti. Fakat bu ilişkiye rağmen Osmanlı bürokratları, “üstün Osmanlı” ideolojisini 18. yüzyılda da hâlâ sürdürdüklerinden, karşılarındaki kapitalist Avrupa’nın geçmişte savaş alanlarında rahatlıkla yendikleri o eski Avrupa olmadığını, şimdiki Avrupa’nın geçmiştekinden çok daha güçlü olduğunu kavramadılar. Osmanlı bürokrasisi bu gerçekliği ancak 19. yüzyılın başlarında kavramaya başlayacak ve Batı karşısında düştüğü güç durumdan kurtulmak üzere, kendi devlet aygıtlarında daha köklü reformlara girişmek zorunda kalacaktı. Şimdi biraz da bu reformların ne nitelikte reformlar olduğuna ve ne gibi sonuçlar doğurduğuna bakalım.

[1] Kaynak: Ana Britannica [2] İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, akt: İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Y., 1979, s.174 [3] akt: S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.2, Gözlem Y., 1977, s.600

28 Mart 2007
Share

Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /13

13. Bölüm

19. yüzyıl reformları ya da despotizmin modernleşme süreci

19. yüzyıla girerken Osmanlı devletinde yönetim bürokrasinin reformcu kanadının inisiyatifindeydi. Statükocuların tersine, reformcular, eski düzeni geri getirmenin ya da eskiye geri dönüşün bir yararı olmayacağının bilincindeydiler. Batılı devletlerin açık bir üstünlüğe sahip bulunduğu o günün koşullarında, imparatorluğu ayakta tutabilmenin yolunun devleti güçlendirmekten geçtiğine ve bunun da ancak Batı’daki gibi modern bir ordu ve idari yapı kurmakla mümkün olacağına inanıyorlardı. Bu dönemde modernleşmeden yana bir padişahın (III. Selim) tahtta bulunması da reformcuların elini güçlendiren bir faktördü. Padişah III. Selim ve reformcu kadronun başlattığı reformlar, öncelikle askerî alanda yoğunlaşacaktı. Önceliğin askerî alana verilmesi, Osmanlı bürokrasisinin dünya görüşü açısından elbette anlaşılabilir bir şeydi. Askerî temellerde örgütlenmiş ve fetihçi bir devlet anlayışı içinde yetişmiş Osmanlı bürokrasisi için, bir devleti ayakta tutacak en önemli ve en temel öğe, “güçlü bir ordu”dan başka ne olabilirdi?! Dolayısıyla, Osmanlı bürokrasisinin gözünde hayatî derecede önem taşıyan ve öncelikli olan reformlar, Devlet-i Âlî Osman’ın ordusunu güçlendirecek reformlar olacaktı elbette! Temelde böyle bir vizyona sahip olan Osmanlı bürokrasisinin giriştiği reform hareketi, III. Selim (1789-1807) döneminde hızlanarak gelişecek ve II. Mahmud (1808-39) döneminde doruğa ulaşacaktı. III. Selim ve reformcu kadrosu, Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) adı verilen modernleşme-yenileşme hareketini 18. yüzyılın sonlarında başlatmışlardı. Bu reform hareketinin içinde en öncelikli olarak öne çıkan düşünce, yeniçeri ordusunun tamamen kaldırılması ya da yeniden yapılandırılması projesi idi. Bir zamanlar Osmanlı hükümdarlarının sadık hassa ordusu, koruyucu kuvveti niteliğinde olan bu ordu, uzun zamandan beri iyice bozulup yozlaşmış ve son dönemlerdeki başına buyruk eylemleriyle de sarayın ve merkezî bürokrasinin huzurunu kaçıran tehlikeli bir güç haline gelmişti. III. Selim ve reformcu bürokrasi, yeniçeri ordusunun bu olumsuz durumunu düzeltmek ve onu günün şartlarına uygun, modern bir ordu haline getirmek üzere kolları sıvadılar. Ne var ki, o günün koşulları içinde bu işin başarılmasının son derece güç ve çatışma yaratma riskinin bir hayli yüksek olduğunu görerek, geri adım atmak zorunda kaldılar. Nitekim, reformcuların yeniçeri ordusunda yapmak istedikleri düzenlemelere daha işin en başında yeniçeri ağaları ve onların arkasındaki statükocular (ulema ve bir kısım statükocu devlet ricali) şiddetle karşı çıkmışlardı. Çünkü hem yeniçeri ağaları hem de statükocu devlet ricali, yeniçeri ocağının bu bozuk düzeninden çıkar sağlamakta olduklarından, ocağın bu bozuk düzenine dokunulsun istemiyorlardı. Öte yandan, ocaklarının tasfiye edileceğinden ve işsiz kalacaklarından korkan sıradan yeniçeriler de, başından beri bürokrasinin bu tutucu kanadıyla birlikte hareket ediyor ve bu kanadın tahrikleri nedeniyle de yenilikçilere, reformculara diş biliyorlardı. Bu durumda, yeniçeri ordusunun reforme edilmesinin çok zor hatta imkânsız olduğu düşüncesine kapılan ve kararsızlığa düşen III. Selim, yeniçeri ordusuna dokunmaktan vazgeçerek tamamen yeni bir ordunun örgütlenmesine yöneldi. Bu yeni ordu, modern Avrupa silahlarıyla donatılmış, Nizam-ı Cedit adı verilen talimli bir orduydu. Mevcudu 10 bini aşmayan Nizam-ı Cedid ordusu Avrupalı subaylar tarafından eğitiliyordu. Yeni ordunun giderlerinin karşılanması için, İrad-ı Cedid diye ayrı bir hazine de oluşturulmuştu. Gene bu dönemde, Avrupalı teknisyen ve danışmanların gözetiminde modern silah ve cephane fabrikaları kurulmuş ve Osmanlı subaylarını modern ordunun gereklerine göre eğitecek teknik okullar açılmıştı. Ayrıca, devlet idaresinde de reformlara girişilmiş ve “danışma meclisi” benzeri bir kurul da oluşturulmuştu. Ne var ki ordu ve devlet idaresinin modernleştirilmesi doğrultusunda atılan bu ileri adımlara karşın, III. Selim dönemindeki yenilik hareketi gene de köksüz bir hareket olarak kalmaya mahkûmdu. Çünkü, tepede bürokrasinin dar bir kesimi tarafından başlatılan ve yalnızca devleti güçlendirmeye yönelik olan bu modernleşme-yenileşme hareketinin toplumla hiçbir bağı yoktu. Ayrıca da, tepede yürütülen bu reform hareketini kendi çıkarları doğrultusunda destekleme durumunda olan modern bir iktisadî-toplumsal güç de (gelişmiş bir burjuva sınıfı) bulunmuyordu sistemin bünyesinde. Gerçek şu ki, sistemin bünyesinde var olan iktisadî-toplumsal güçlerden hiçbiri (ayan, ağa, derebeyi, ulemanın etrafında kümelenmiş müslüman tüccar, esnaf vb.), Batı’daki gibi modern bir ekonomik gelişmeyi ve dolayısıyla modern bir sınıfsal oluşumu (modern burjuva sınıfı) temsil etmiyordu. Üstelik bunların çoğu (ilerde göreceğimiz gibi, içlerinde Alemdar Mustafa Paşa gibi istisna olanlar hariç) tepeden yürütülen ve merkezî devleti güçlendirmeye yönelik olan modernleşme-yenileşme hareketine genelde hiç de sıcak bakmıyorlardı. Oysa bilindiği gibi, feodalizmin iktisadî temellerinin çöktüğü ve kapitalizmin yükselişe geçtiği monarşiler dönemi Avrupa’sında durum çok daha farklıydı. Devletin modernleştirilmesi ve merkezîleştirilmesi ihtiyacının kendini bir zorunluluk olarak dayattığı o dönemin Avrupa’sında, bu değişimin zorunluluğunu kavrayan ve süreci kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek üzere harekete geçen iktisadî-toplumsal bir güç çoktan oluşmuş bulunuyordu. Feodal Avrupa’nın bünyesinde gelişen ve bağımsız bir konum elde edebilen bu iktisadî-toplumsal güç, modern burjuvaziden başkası değildi. Burjuvazi, Avrupa’da yükselmekte olan yeni düzenin temsilcisiydi ve toplumda gelişmeyi, yenileşmeyi, ilerlemeyi temsil eden bir sınıftı. Feodal parçalanmışlığa ve dağınıklığa karşı bir ulusal pazar birliğinin kurulmasını savunan bu sınıf, çıkarları gereği belli bir dönem merkeziyetçi monarşilerle işbirliği içinde olmuştu. Çünkü 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da feodal parçalanmışlığa karşı mücadele eden ve krallığın merkezî gücünü (merkezî bir devleti) feodallere kabul ettirmeye çalışan monarşilerle, bir ulusal pazar birliğinin oluşmasını ve modern yasalarla güvence altına alınmasını arzulayan burjuvaların çıkarları bir noktada kesişiyordu. O nedenledir ki, erken bir kapitalist gelişmenin yaşandığı Hollanda, İngiltere gibi Avrupa ülkelerinde burjuvazi bir dönem, monarşilerin giriştiği reformların ve modernleşme hareketlerinin destekçisi olacaktı. Feodal unsurlar, kendileri gibi feodal kökten gelen kralın merkezî yetkilerinin artmasına ve merkezî devletin güçlenmesine karşı direnirken, feodalizme karşı mücadele içinde gelişen burjuva sınıf ise merkeziyetçi monarşilerle işbirliğine gidebilmişti pekâlâ. Ama ne zaman ki bu merkezî monarşiler de sermayenin gelişmesi önünde ciddi bir engel oluşturmaya başladılar, işte o zaman burjuvalar bu engeli de siyasal devrimlerle yıkıp geçerek, doğrudan kendi sınıf iktidarlarının siyasal cisimleşmesi olan burjuva parlamenter devlet biçimini yaşama geçirdiler. Oysa 19. yüzyılın başlarında Osmanlı bürokrasisinin giriştiği tepeden reform hareketi böyle bir burjuva perspektife sahip bulunmadığı gibi, onun iktisadî-toplumsal dayanağından da yoksun bulunuyordu. Fakat öte yandan, gerçek şu ki, böyle bir burjuva perspektifin oluşamamasının ve buna uygun bir iktisadî-toplumsal dayanağın bulunmamasının tarihsel nedeni de gene bizzat bu Osmanlı bürokrasinin kendi varoluş koşullarıydı. Osmanlı devletinin, yani saray ve merkezî bürokrasinin tüm ekonomik ve toplumsal yaşam üzerinde kurduğu tekelci hâkimiyet, özel mülkiyete dayalı serbest mübadele ilişkilerinin Batı’daki gibi bir gelişimini ve bu temelde bir burjuva sınıfın oluşumunu tarihsel olarak geciktirmişti. İşte Osmanlı devletinin, diğer bir deyişle despotik bürokratik sistemin kendi eliyle yarattığı bu tarihsel gecikmişlik, sonunda onun karşısına, ilerlemeyi ve dönüşümü engelleyen tarihsel bir faktör olarak dikilecekti. Böyle bir sistemde reformların gerçekleşip kökleşebilmesi ve reformculuğa soyunan kadroların ayakta kalabilmesi de kolay bir iş değildi tabii ki. Nitekim, Avrupa’daki modernleşme hareketinden esinlenerek işe girişen reformcu padişah III. Selim ve kadrosu, kendilerini destekleyecek Avrupa’daki gibi iktisadî-toplumsal dayanaklardan yoksun bulundukları ve reform karşıtlarını bastıracak yeterli bir güce de sahip olmadıkları için, statükocu bürokrasi karşısında yenik düşmekten kurtulamayacaklardı. Statükocu bürokrasi ve ulemanın kışkırttığı bir yeniçeri isyanı sonucunda, III. Selim 1807 yılında tahtan indirilerek saraya hapsedilecek, yenileşme taraftarı pek çok üst düzey yönetici katledilecek ve yeni kurulan Avrupa tarzındaki modern Nizam-ı Cedid ordusu da dağıtılacaktı. III. Selim’i tahttan indiren isyancıların arkasındaki yönlendirici güçler (statükocu bürokrasi ve ulema), IV. Mustafa’yı tahta çıkardılar. IV. Mustafa isyancılara verdiği sözün gereğini yerine getirerek reform hareketini derhal tasfiyeye girişti. Bu dönemde isyancıların başına buyruk hareketleri nedeniyle İstanbul’da tam bir kargaşa ortamı hüküm sürüyordu. İsyancılar her yerde yenilik taraftarlarını izliyor ve öldürüyorlardı. Bu durumda İstanbul’dan kaçmak zorunda kalan III. Selim taraftarı pek çok ordu mensubu ve devlet yöneticisi, reform yanlısı olarak bilinen Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındılar. Osmanlı-Rus savaşları sırasında büyük başarılar göstermiş olan Alemdar Mustafa Paşa, ordu ve devlet yönetimindeki reformcuların da sempatisini kazanmış güçlü bir şahsiyetti. Rumeli âyanının en güçlülerinden (âyanlar âyanı) olan Alemdar Mustafa, Rumeli’de tarım ve hayvan ticaretiyle uğraşan zengin bir tüccardı aynı zamanda. Rumeli eyaleti, imparatorluğun diğer eyaletlerine göre Avrupa’yla ticaretin görece daha hızlı geliştiği ve burjuvalaşma sürecinin görece daha hızlı yaşandığı bir eyaletti. Muhtemeldir ki, Alemdar Mustafa da burjuvalaşma sürecinden nasibini almış ve bu konuda bir hayli yol kat etmiş biriydi. Nitekim, diğer eyaletlerdeki âyan ve derebeyler, yenilikçi-reformcu hareket karşısında genel olarak tutucu bir eğilim sergilerken, Alemdar’ın yenilikçi-reformcu hareketin yanında yer alması, onun bu burjuva eğiliminin bir tezahürü olsa gerektir. Fakat öte yandan, Alemdar Mustafa Paşa’yı İstanbul’a gidip ayaklanmayı bastırması ve III. Selim’i yeniden tahta çıkarması için asıl teşvik edip yönlendiren, İstanbul’dan kaçıp ona sığınan reformcu bürokratlar oldu. Nitekim bu teşvikler sonucunda Alemdar Mustafa Paşa, emrindeki 16 bin kişilik silahlı gücüyle İstanbul’a gidip yeniçeri ayaklanmasını bastırmış, ayaklanmanın elebaşlarını öldürtmüş ve III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak üzere zorla Topkapı Sarayına girmişti. Fakat burada III. Selim’in isyancılar tarafından öldürülmüş olduğunu öğrenen Alemdar Mustafa, gene reformcu bürokratların teşvik ve önerisiyle, şehzade II. Mahmud’u tahta çıkardı ve kendisi de onun sadrazamı oldu. Öte yandan, Alemdar’ın bu eylemi sayesinde bürokrasinin reformcu kanadı da devlet yönetiminde inisiyatifi yeniden ele geçirmiş oluyordu.

Merkezle merkezkaç güçlerin geçici uzlaşması: Sened-i İttifak

Sadrazamlık makamını ele geçiren Alemdar Mustafa, III. Selim’in devrilmesiyle kesintiye uğrayan reform hareketini yeniden başlattı. Dağıtılan Nizam-ı Cedid ordusunun yerine, bu ordunun bir benzeri olan Sekban-ı Cedid ordusunu kurdurdu. Devlet erkânıyla ve ulemayla yaptığı toplantılarda, yeniçeri ordusunun düzeltilmesi ve düzenli şekilde eğitilmesi konusunda kararlar aldırdı. Asker olmadıkları halde, ellerinde bulundurdukları esame (maaş) cüzdanıyla kendilerine yeniçeri ocağından asker maaşı bağlatmış olan binlerce kişiyi tespit ettirip ocaktan attırdı. Binlerce esame cüzdanını toplattırıp imha ettirdi. Alemdar Mustafa Paşa’nın yeniçeri ocaklarını düzeltmeye ve disiplin altına almaya yönelik bu kararlı tutumu, yeniçeri büyüklerini ve onlarla işbirliği içindeki statükocu devlet ricalini tedirgin etmeye yetmişti. Alemdar’ın sadrazamlığının kendi iktidarlarına yönelik ciddi bir tehlike oluşturduğunu sezinleyen statükocular, hiç vakit kaybetmeden Alemdar’ı sadrazamlıktan düşürecek yeni darbe planları hazırlamaya girişeceklerdi. Üç buçuk ay süren sadrazamlığı sırasında Alemdar Mustafa Paşa’nın en dikkat çekici olan ve tarihsel açıdan üzerinde en çok tartışılan icraatı, taşra hanedanları (âyan ve derebeyler) ile devletin ileri gelenleri (yüksek devlet erkânı, şeyhülislam, yüksek askerî komutanlar) arasında bir uzlaşma toplantısı düzenlemesi ve Sened-i İttifak denen anlaşma belgesini taraflara imzalatmış olmasıdır. Merkez ile çevre (merkezkaç güçler) arasında böyle bir siyasal anlaşmanın yapılması ve bunun resmi bir senede bağlanarak padişaha da onaylatılması, Osmanlı devletinin siyasal tarihinde ilk kez gerçekleşen bir olaydı. “İlk kez olarak siyasa alanında bir yeri olduğu kabul edilen ‘Hanedanlar’ (âyan, ağa ve kendine buyrukluluk güden derebeyler) ile devlet erkânı, ulema ve ocak ağaları bir araya getirilerek tartışılacak; Osmanlı soyunun egemenliği altında, çıkarları karşılıklı çatışmalar halinde olduğu iyice beliren bu güçler arasında bir uzlaşmaya varılışı bir senede bağlanacaktı. Bu güçler arasında karşılıklı hak ve ödevlerin belirlenmesini, bunları çiğneyecek olanlara karşı uygulanacak cezalandırma yetkilerinin açıklanmasını tartışmak üzere bir kurultay (Meşveret Meclisi) çağrılmasına karar verildi.”[i] Olayların daha sonraki gelişimi ve tarihsel belgelerin sunduğu veriler de gösteriyor ki, gerek padişah ve yüksek devlet ricali, gerek taşradan gelen âyan ve derebeyler, bu Sened-i İttifak belgesini gönül rahatlığıyla ve içlerine sindirerek imzalamış değillerdir. Taraflar bu anlaşma belgesini, bir büyük isyanı bastırmış ve ardından sadrazamlık makamını ele geçirerek devlet yönetimine fiilen el koymuş Alemdar Mustafa Paşa gibi güçlü bir kişiliğin otoritesi altında imzalamak zorunda kalmışlardır. Sened-i İttifak koşullarının içerdiği siyasal açılımlardan da anlaşılıyor ki, tarafları bu anlaşmayı imzalamaya zorlayan Alemdar Mustafa Paşa’nın esas niyeti, merkezî bürokrasi ile âyanlar arasındaki kutuplaşmayı ortadan kaldırarak bir uzlaşma-anlaşma zemini yaratmak ve daha sonra bu güçler arasında resmi bir “iktidar ortaklığı” inşa etmekti. Ne var ki, Alemdar’ın bu niyetinin, merkez ve çevre güçler tarafından da kabul gördüğünü ve içten onaylandığını söylemek çok güçtür. Nitekim, Anadolu ve Rumeli eyaletlerinde çok sayıda âyan ve derebeyi olmasına karşın, bunlardan çok azı Alemdar’ın çağrısına uyarak bu kurultaya katılmıştır. “Alemdar’ın toplattığı kurultaya derebeylerin çoğu gelmemişti. Gelenlerin bir kısmı da tartışmaların aldığı yönü görünce silahlı maiyetlerini alıp geri döndüler... Onun için senedin altındaki imzalara bakarsak, sadaret, meşihat, yeniçerilik, merkezî bürokrasi, vilayet valileri gibi kişilerin teşkil ettiği 21 imzaya karşılık sadece 4 hanedan temsilcisinin adını görürüz (Karaosmanoğlu, Çirmen Mutasarrıfı, Cebbar Zade, Serezli İsmail). O zamanki kanunsuz hüküm süren derebeylerin sayısı yanında bu hiç kalır.”[ii] Ama öte yandan, Alemdar’ın tahta çıkardığı padişah II. Mahmud’un ve onunla birlikte hareket eden saray ricalinin de bu Sened-i İttifak belgesini gönül rahatlığıyla kabullendikleri söylenemez. Nitekim olayların daha sonraki gelişimi de göstermiştir ki, padişah, saray ricali ve merkezî bürokrasi bu anlaşmayı, aslında zaman kazanmak ve böylece yeniden güç toplayabilmek için, yani taktik icabı kabullenmişlerdir. 7 Ekim 1808’de imzalanan Sened-i İttifak belgesi, bir giriş metni ve yedi maddeden oluşmaktaydı. Ayrıca bu anlaşma belgesine bir de ek yapılmıştı. Sened-i İttifak’da yer alan giriş metni ve maddelerin içeriği ana çizgileri itibariyle şöyledir: “Giriş: Bir süreden beri devlet yöneticileri ile taşradaki hanedanlar arasına soğukluk girmesi yüzünden, düşmanlık ve anlaşmazlık durumları baş göstermiş, yüce devletin gücü bölünmüş, içte ve dışta saygınlığı sarsılmıştır. Bu anlaşmazlığın birliğe dönüştürülmesine ve böylece yüce devletin tümüyle güçlenmesi çarelerini bulup açıklamaya çalışmanın, devlete içten bağlılık borcu olduğunu hepimiz anlamış ve hemen kavramış olduğumuzdan, birçok toplantı yapılarak hepimiz tek bir vücut gibi anlaşıp birleşerek din ve devlete yeniden canlılık kazandırmak için çaba harcayıp, (Padişahın) kişisel gücünün tamamlanmasını ve ülkenin öteki işlerini görüşerek bu yolda alınacak etkili önlemleri aramızda tartıp danıştıktan sonra bu anlaşmayı aşağıdaki koşullara bağlayıp belgeledik. Birinci koşul: Senedi imzalayanlar, padişahın otoritesinin devletin temeli olduğunu vurgulamakta ve eğer ona karşı bir kalkışma olursa, bunu elbirliğiyle önleyeceklerini ve sorumlularını cezalandıracaklarını taahhüt etmektedirler. İkinci koşul: Senedi imzalayanlar, ülkede toplanması gereken askerlerin “devlet askeri” olarak yazılmasını ve bunların nizam-ı cedid usullerine göre düzenlenip eğitilmesini kabul etmekte ve eğer bu karara yeniçeri ocakları tarafından veya dışardan bir itiraz yükseltilip muhalefet edilecek olursa, bunu da elbirliğiyle önleyeceklerini taahhüt etmektedirler. Üçüncü koşul: Senedi imzalayanlar, hazinenin korunması, devlet gelirlerinin yerinde toplanması ve sarfı konusunda gerekli özeni göstereceklerini taahhüt etmektedirler. Dördüncü koşul: Senedi imzalayanlar sadrazamdan gelen her emri, padişahtan gelen bir emir olarak kabul edeceklerini ve ona karşı gelmeyeceklerini taahhüt etmektedirler. Ancak, eğer sadrazamlık yasaya, verilen sözlere aykırı hareket eder de yiyicilik, rüşvet gibi devlete zarar getirici çirkin işlere kalkışırsa, bundan şikâyetçi olunacak ve bu tür eylemler elbirliğiyle önlenmeye çalışılacaktır. Bu maddede ayrıca, herkesin kendi göreviyle ilgilenmesi ve başkalarının görev alanına müdahale etmemesi öngörülmektedir. Beşinci koşul: Gerek âyanların ve gerek devlet büyüklerinin birbirlerine güvenmeleri ve kefil olmaları gerektiği ortaya konulduktan sonra şöyle denilmektedir: Bir kere, bu anlaşmanın koşullarına aykırı bir davranış içinde olduğu kanıtlanmadıkça, hiçbir âyana devlet tarafından veya devletin taşradaki görevlileri veya başka bir âyan tarafından herhangi bir saldırı, ihanet ve suikast girişimi olmamalıdır. Eğer böyle bir girişim olursa, o zaman buna kalkışanın cezalandırılıp, uzaklaştırılmasına elbirliğiyle çalışılacaktır. İkinci olarak, bir âyanın saldırıya uğraması veya ölmesi durumunda, devlet büyükleri ölen âyanın hanedanını koruyacaktır. Üçüncü olarak, taşra hanedanları da kendi yönetimleri altındaki ileri gelenleri (küçük âyanları) koruyacaklarına söz verirler. Dördüncü olarak, hiçbir hanedan, yönetimi kendisine bırakılmış yerin sınırları dışında bir karış yere el koymayacaktır. Aksine davrananlardan şikâyetçi olunup, bu durum önlenecektir. Beşinci olarak, her kim ki fukaraya zulüm ve baskı yapar ve şeriatın uygulanmasına karşı çıkarsa, onun da cezalandırılıp, yola getirilmesine elbirliğiyle çalışılacaktır. Aynı şekilde, devlet yöneticilerine, ulemaya ve büyük küçük devlet görevlilerine yönelik haksız muamele yapılmamasını hanedanlar ve ileri gelenler üstlenirler. Altıncı olarak, suçu sabit olmadıkça hiç kimse cezalandırılmayacaktır. Suçlu olanlar ise sadrazamlık makamınca, suçun derecesine göre cezalandırılacaklardır. Altıncı koşul: İstanbul’da yeniçeri ocaklarından ve başka yerlerden herhangi bir ayaklanma ve kargaşa çıkarsa, çağrı beklemeksizin bütün hanedanlar İstanbul’a gidip buna kalkışanların ve ocağın kaldırılmasına, eğer bunu yapanlar “sınıf” ise, o zaman karışıklığa neden olanlar kuvvetle bastırılarak maaşlarının ve adlarının defterden silinmesine ve eğer halktan ise hangi katmandan olursa olsun, incelenip araştırılarak idam edilmesine, bütün hanedanlar ve ileri gelenler söz verirler. Yedinci koşul: Reayanın gözetilip korunması temel ilke olduğuna göre hanedanlar ve ileri gelenler tarafından, yönetimleri altında bulunan ilçelerin güvenliğine ve reayanın vereceği vergi konusunda adalete uymaya dikkat olunmak zorunda olunduğundan, baskı ve adaletsizlik ve vergiler konularında devlet yöneticileri ve taşra hanedanları aralarında yapacakları görüşme sonunda karar verilir. Keza, devlet yöneticileri ve hanedanlar kıyım ve adaletsizlik olmamasına özen gösterecekler ve eğer yüce şeriata aykırı baskı ve kıyımda bulunan olursa, yüce devlete haber verip elbirliğiyle önlenmesine çalışacaklardır.” Sened-i İttifak’ın sonuna eklenen “ek”te ise özetle şöyle denmektedir: Bu senedin devamlı olarak uygulanabilmesi için, bundan sonra sadrazam ve şeyhülislam olacaklar makamlarına geçtiklerinde ilk iş olarak bu senedi imzalayacaklardır. Bu Sened-i İttifak’ın şartlarının her zaman ve sürekli olarak yerine getirilmesine doğrudan doğruya görkemli padişah efendimiz nezaret edecektir.[iii] Sened-i İttifak’ın maddelerini iki taraf açısından karşılaştırdığımızda, özetle şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Âyanlar, bu Sened-i İttifak belgesini imzalamakla, padişahın şahsında temsil edilen devletin merkezî otoritesini tanımayı ve birçok konuda devlete yardımcı olmayı kabul ve taahhüt etmiş oluyorlardı. Buna karşılık, padişah da bu anlaşma belgesini onaylamakla, âyanların ve varislerinin iktisadî ve siyasi haklarının devlet tarafından resmen tanınacağını kabul ve taahhüt etmiş oluyordu. Bu haliyle değerlendirildiğinde Sened-i İttifak, merkezin geleneksel siyasal iktidar tekelinin kırıldığı ve bundan böyle siyasal hükümranlığın merkezle çevre arasında paylaşılacağının resmi bir ilanı anlamına gelmektedir. Sened-i İttifak, Osmanlı devlet sisteminin geleneksel merkezî işleyişi açısından önemli bir kırılma noktası oluşturuyordu kuşkusuz. Bu durum en başta Alemdar Mustafa Paşa’nın geldiği konumla ilgilidir. Alemdar Mustafa Paşa bu anlaşmayı her ne kadar merkezin temsilcisi olarak (sadrazam sıfatıyla) imzalamışsa da, gerçekte o “dışardan” bir unsurdu geleneksel devletlû bürokrasinin gözünde! Dolayısıyla, “dışardan” bir unsurun merkezde konumlanması ve üstelik padişahtan sonraki en yüksek devlet makamı olan sadrazamlığa yükselmesi, Osmanlı’nın yıllardan beri süregelen yönetenler (saray, asker-sivil bürokrasi ve ulema) ve yönetilenler (reaya) biçimindeki geleneksel sınıflar denklemini esaslı bir şekilde bozan bir olaydı. Geleneksel yönetici sınıf tarafından bir “dış güç” ya da bir “çevre unsur” olarak bakılan âyanın, iktidar bloku içinde kendine zorla bir yer açması ve Alemdar’ın şahsında varlığını en yüksek makama (padişaha) resmen ve vurgulu bir biçimde onaylatması, despotik iktidar yapısında ciddi bir siyasal değişikliğin işaretiydi elbette. Öte yandan, Osmanlı’nın hiç alışık olmadığı böyle bir iktidar yapılanması içinde merkezle çevre arasında yeni güç dengesi nasıl kurulabilecekti? Başka bir deyişle, merkezî bürokrasi, tarihler boyunca kendisine güçlü bir iktidar tekeli bahşetmiş olan geleneksel devlet yapısının bu şekilde değişikliğe uğratılmasına ve kendi mutlak iktidarının bu şekilde sınırlandırılmasına rıza gösterebilecek miydi? Elbette ki hayır! Nitekim Alemdar Mustafa’nın ölümünden sonra, II. Mahmud’un (kuşkusuz merkezî bürokrasinin onayıyla) âyanlara karşı giriştiği zora dayalı tasfiye hareketi, geleneksel devletlû sınıfın, iktidarını çevreyle paylaşmaya asla tahammülü olmadığını kanıtladı. Sened-i İttifak 7 Ekim 1808’de imzalanmıştı. Bu ittifakın arkasındaki esas güç olan Alemdar Mustafa Paşa ise, anlaşmanın imzalanmasından kırk gün sonra (15 Kasım 1808’de), gene devletlû sınıf içinden tezgâhlanan bir yeniçeri saldırısı sonucunda öldürüldü. Sened-i İttifak’ın akıbetine gelince, Alemdar’ın ölümünden sonra ona sahip çıkan olmadığı için unutulup gitti. Fakat burada Osmanlı devletlû sınıfının siyasal meşrebini anlamak bakımından, Alemdar’ın ölümüyle ilgili olaya da dikkat çekmek gerekiyor. Sened-i İttifak’ın mimarı olan sadrazam Alemdar Mustafa Paşa, bir yeniçeri baskını sonucunda ölmüştür. Bu baskında binden fazla yeniçeri, Alemdar’ın konağına saldırmış ve binanın çatısına kadar çıkmıştır. Alemdar, bir yandan bu baskıncı yeniçerilerle çatışmayı sonuna kadar sürdürürken, bir yandan da saraydan yardım gelmesini, kendi kurdurduğu Sekban-ı Cedid askerinin yardıma gönderilmesini bekliyor. Fakat Alemdar’a ne saraydan ne de başka bir yerden hiçbir yardım gelmiyor. Bu durumda sonunun geldiğini anlayan Alemdar Paşa, binanın altındaki cephaneliği patlatarak kendisiyle birlikte yüzlerce yeniçeriyi de havaya uçuruyor. Padişah II. Mahmud, kendisini tahta çıkaran Alemdar Paşa’yı yeniçerilerin elinden kurtarmak için niçin yardım göndermemiştir? Besbelli ki padişah, taşradan gelerek kendisine merkezde (devletlû sınıf içinde) zorla bir yer açan ve üstelik padişahın otoritesini bile gölgede bırakan Alemdar Mustafa Paşa’nın gücünden ve gelecekte oynayacağı rolden çekinmiştir. “Yüce devlet” otoritesinin tek ve yalnızca kendi şahsında cisimleşmesi gerektiğine inanan, daha doğrusu böyle bir devlet anlayışıyla yetişmiş olan bir padişahın, kendisini gölgede bırakacağını düşündüğü güçlü bir sadrazama gönül hoşluğuyla katlanması beklenebilir miydi hiç? Elbette ki hayır. O nedenle, Sultan Mahmud’un Alemdar’a yardım göndermeyip onu ölüme terk etmesinde şaşılacak bir yan olmasa gerektir! Sonuç olarak, Sened-i İttifak’ın imzalanması olayıyla ilgili en doğru değerlendirmenin şu olacağı kanaatindeyiz: Sened-i İttifak’ın imzalanmasından uzun dönemde kazançlı çıkan, yerel güçler (âyanlar, derebeyler) değil, devletin “aslî sahibi” konumundaki merkezî bürokrasi olmuştur. Başkentteki yeniçeri isyanını Alemdar’ın sayesinde bastıran merkezî bürokrasi, âyanların merkeze karşı hareketini de gene Alemdar’ın yaptığı anlaşma (Sened-i İttifak) sayesinde engellemiş ve iktidarını güçlendirmek için kendisine gerekli olan çok değerli bir zaman kazanmıştır.

Merkezî bürokrasinin iktidar tekelinin yeniden kurulması

II. Mahmud’un padişahlığı, tam bir askerî ve siyasal bunalımın ortasında başlamıştı. Alemdar’ın ölümünden sonra Sened-i ittifak belgesi unutulup gitmişti. Fakat bu anlaşmayla merkeze karşı bazı siyasi haklar elde etmiş olan âyan ve derebeylerin taşradaki hâkimiyetleri hâlâ sürüyordu. Eyaletlerin pek çoğu merkezin denetiminden çıkmış durumdaydı. Osmanlı’nın bir eyaleti olan Mısır’da vali Kavalalı Mehmed Ali Paşa, başında kendi sülalesinin bulunacağı bağımsız bir yönetimin temellerini atmakla meşguldü. Çeşitli vilayetlerin valileri, merkeze yalnızca göstermelik bir bağlılık içindeydiler. Padişahın merkezî hükümeti, bütün Anadolu’da yalnızca iki eyalete hükmedebiliyordu. Öte yandan, kapitalistleşme sürecinin ve buna bağlı olarak bir ulusal burjuva sınıfın oluşumunun görece daha hızlı yaşandığı Balkan eyaletlerinde ise durum daha da vahimdi. Özellikle 1789 Fransız burjuva devriminin de etkisiyle, bu bölgenin Hıristiyan halkları arasında ulusal bağımsızlık bilinci gelişmeye ve buna koşut olarak özerklik talepleri yükselmeye başlamıştı. İngiltere ve Rusya’nın da kendi nüfuz alanlarını genişletmek için bu bölgede harekete geçmeleri ve Hıristiyan halkların özerklik taleplerini el altından desteklemeleri, Osmanlı yönetimine karşı yer yer fiili ayaklanmaların başlamasına yol açıyordu. Örneğin Sırbistan 1804’ten beri başkaldırmış durumdaydı. Ayrıca, Romanya (Eflak-Boğdan) ve Bulgaristan’da da benzer gelişmeler oluyordu. Diğer yandan, Mısır’a girmesi nedeniyle İngiltere’yle, Balkan prensliklerini işgal etmesi nedeniyle de Rusya’yla III. Selim döneminde başlamış olan savaş hâlâ sürüyordu. Böyle bir askerî ve siyasal bunalım karşısında II. Mahmud’un reformlara girişmeye ne gücü yeterdi ne de içerde kendisine güçlü bir destek bulabilirdi. Dostların sayısının az, düşmanlarının ise fazla olduğu böyle bir ortamda Osmanlı devleti, düşmanların sayısını azaltmakla başlayacaktı işe. Savaş tazminatı ödemek ve toprak kaybı da göze alınarak, 5 Ocak 1809’da İngiltere’yle ve 28 Mayıs 1812’de Rusya’yla bir barış anlaşması imzalandı. II. Mahmud, dış dünyayla sağlanan bu barış ortamından yararlanarak, içerde reformlara yöneldi. Reformlar konusunda bürokrasinin temel düşüncesi gene aynıydı: Gerek dışardan gelen tehditlere, gerekse içerde yerel hanedanların merkezkaç eğilimlerine karşı, Osmanlı devletini ayakta tutacak güçlü bir ordunun kurulması! Fakat geçmiş tecrübelerden ders almış olan II. Mahmud yönetimi, bu konuda pek çok engel bulunduğunun bilincindeydi. Bu engellerin en başında yeniçeriler ve onların arkasındaki eski statükocular geliyordu. Diğer önemli bir engel ise, merkezî bürokrasinin iktidarını sınırlayan taşradaki âyan ve derebeylerin konumu idi. Geçmişten ders alan II. Mahmud ve reformcu bürokrasi, zamanlama ve taktik geliştirme konusunda III. Selim’den daha başarılı olduklarını gösterdiler. II. Mahmud uzun bir süre hiçbir reform girişiminde bulunmayarak ve böyle bir izlenim dahi vermeyerek, eskiyi temsil eden ulema ve yeniçeri büyüklerinin güvenini kazanmayı bildi. Hatta ulema ve yeniçeri büyükleri arasından yandaşlar da edindi. Öte yandan, Rusya’yla bir barış anlaşması imzalayıncaya (1812) kadar, taşradaki âyan ve derebeylere (yerel hanedanlara) karşı da açıktan bir saldırıya geçmedi. Çünkü Rusya’yla savaş halinde olan Osmanlı devleti, bu savaşta (1806-1812) âyanların askerî gücünden de yararlanmaktaydı ve bu durumda onları açıktan karşısına alamazdı tabii ki! Bu arada hükümet, uyguladığı yöntemlerle yeniçerileri loncalardan ve İstanbul halkından adım adım tecrit ederek yalnızlaştırmıştı. Bütün bu önlem ve hazırlıkların yanı sıra, II. Mahmud’un başarılı olmasında rol oynayan diğer bir önemli faktör de, reform tasarılarını uygun bir ideolojik söylemle sunmasıydı. Reform önerilerini geçmişten bir kopma ya da statükocuların “gavur icadı” diye yaftaladıkları bir “modernleşme” hamlesi olarak değil, Osmanlı’nın o eski altın çağındaki güçlü askerî sistemini “yeniden canlandırma” hamlesi olarak sunuyordu II. Mahmud. Bu dönemde merkezî bürokrasinin yeniden güç kazanmasını sağlayan birinci önemli adım, 1812’den başlayarak, âyan ve derebeylerin siyasal gücünün kırılması olmuştur. Böylece, uzun bir süreden beri yerel iktidar odakları oluşturmuş bulunan hanedanların (güçlü ailelerin) siyasal hükümranlıkları kesin olarak son buluyordu. Artık taşranın yönetimi, merkezden atanan tam yetkili valilerde olacaktı. Diğer taraftan ilginç bir durum çıkmıştı ortaya. Âyan ve derebeylerin siyasal hükümranlık hakları ellerinden alınmıştı ama toprak üzerindeki mülkiyet hakları daha da sağlamlaşmıştı. Siyasal hükümranlıkları son bulan bu âyan ve derebeyler bütünüyle ortadan kalkacak yerde, büyük mülk sahipleri haline gelmişlerdi. Yani bir bakıma, siyaseten mülksüzleştirilenler, iktisaden mülklüleşmiş oluyorlardı! Bu durum, ilerde değineceğimiz üzere, siyasal iktidardan yoksun büyük toprak sahipleri ile, üretim araçlarından yoksun ama siyasal iktidara sahip bürokratlar arasında esaslı bir ikilem yaratmakta gecikmeyecekti. İki kesim arasındaki bu çelişkili ilişki, Osmanlı’nın son dönemlerinin sosyo-ekonomik evrimini etkilediği gibi, Türkiye Cumhuriyetinin sosyo-ekonomik evrimini de esaslı bir biçimde etkilemiştir. Avrupa’nın sosyo-ekonomik evriminde rastlanmayan, fakat Osmanlı’nın son yüz yıllık evrimini derinden etkileyen siyasetle iktisat arasındaki bu ikilem, Osmanlı’nın asyatik-despotik karakteriyle ilgili bir gerçekliği yansıtmaktadır kuşkusuz. Merkezî bürokrasinin yeniden güç kazanmasını sağlayan ikinci önemli adım ise, yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıdır. II. Mahmud bazı yeniçeri ağalarını ve ulemadan bazı ileri gelenleri yanına çektikten ve kendisine bağlı olduğundan emin olduğu askerî birlikleri uygun mevzilere yerleştirdikten sonra, 1826 yılının ilkbaharında, yapmayı düşündüğü kapsamlı askerî reform tasarılarını açıkladı. Yeniçerilerin buna tepkisi, İstanbul’da büyük bir ayaklanma başlatmak oldu. II. Mahmud bu ayaklanmayı, şeyhülislamdan da fetva alarak büyük bir katliamla ezdi ve ardından yeniçeri ocağını lağvetti. Yıllardan beri sarayın ve merkezî bürokrasinin baş ağrısı olan yeniçeri sorunu da böylece ortadan kalkmış oluyordu. Bu olayın ardından, 1831 yılında askerî tımar sistemi de ilga edilerek, Osmanlı’nın eski ordu yapısı tamamen tasfiye edilmiş oldu. Kurulan yeni ordu (Asakir-i Mansure-i Muhammediye) ise, Avrupa orduları gibi giyinen, onlar gibi donatılan ve bizzat Avrupa’dan getirtilen askerî danışmanların gözetimi altında eğitilen modern bir orduydu. Bu ordu, padişaha öncekilerden çok daha sadık bir ordu olduğundan, hem siyasal merkezileşmede önemli bir rol oynayacak, hem de modernleşme hareketinin ve reformların itici gücü olacaktı. Örneğin, yükseköğretimin modernleştirilmesine önce askerî okullardan başlandı. Subayların eğitilmesi için Harbiye, askerî doktorların ve veterinerlerin eğitilmesi için Askerî Tıbbiye mektepleri açıldı. Bütün bunların yanı sıra, yeni ordu için modern bir maaş sistemi kuruldu ve buna uygun bir vergi reformu da yapıldı. Esasında bu reform çabalarının tümü de temel bir amacın gerçekleştirilmesine yönelikti: Ordunun güçlendirilmesi, iktidarın merkezîleştirilmesi ve tüm karar mekanizmasının merkezî iktidarın elinde toplanması. Bu amaca ulaşabilmek için, taşradaki hanedanları ve İstanbul’daki yeniçerileri zora başvurarak ortadan kaldıran II. Mahmud yönetimi, ulemanın hareket alanını da kısıtlama yoluna gitti. Ulemaya iktisadî güç sağlayan vakıfların bağımsızlığı ortadan kaldırıldı ve bunlar yeni kurulan Evkaf Nezareti’ne (Vakıflar Bakanlığı) bağlandı. Ayrıca bu dönemde, eski “divan teşkilâtı” da kaldırılarak yerine Avrupa tipi bakanlıklar (nazırlık) kuruldu. Avrupa’yla daha yakın ilişkiler kurulmak üzere, Avrupa’nın önemli kentlerinde daimi elçilikler açıldı. Bürokrasinin yabancı dil öğrenmesine önem verildi ve tercüme odası kuruldu. Bürokrasi açısından son derece önem taşıyan diğer bir değişiklik daha yapıldı bu dönemde. Bürokratların sağlığında veya ölümünden sonra servetlerine devletçe el konulması (müsadere) usulü kaldırıldı ve böylece bürokrasiye çok önemli bir güvence sağlanmış oldu. İktidar tümüyle bürokrasinin elinde merkezîleşirken, bürokrasi de kendi içinde bir değişim geçirmekteydi. Bürokrasi, Batılı anlayışta modern yönetici kuşakların yetişmesi için okullar açıyor ve bu okullarda öğrenimlerini tamamlayan öğrenciler, yüksek öğrenimlerine Avrupa’da devam ediyorlardı. Bunlar öğrenimlerini bitirip ülkeye geri döndüklerinde, devletin idarî kademelerinde önemli mevkilere geliyorlardı. Bürokrasinin burjuva idealleriyle yoğrulmuş, aydın kesimini oluşturan bu Avrupa eğitimli bürokratlar, ilerde göreceğimiz üzere, reform hareketlerinin öncüsü ve itici gücü haline geleceklerdir. Ne var ki, Osmanlı bürokrasisi içinde burjuva idealleri benimsemiş bu aydın yönetici kesim, esaslı bir çelişkiyi taşımaktaydı bağrında. Bunlar bir yandan, siyasî ve iktisadî güçleri merkezîleştirmek ve kendi güçlerinin esas kaynağı olan devlet yetkilerini hep muhafaza etmek isterken, diğer yandan da devleti, Avrupa’dan esinlendikleri liberal fikirler doğrultusunda evrimleştirmek isterlerdi. Tabii bu ikincisini, yani devleti liberalleştirme isteklerini, kendi çelişkili sınıf doğalarından ötürü hiçbir zaman gerçekleştiremediler. Öte yandan, Avrupa’nın burjuva ideallerini ne denli benimsemiş olurlarsa olsunlar, sistemin niteliği ve kendi sınıf doğaları gereği, bu bürokratların kapitalistleşme yönünde bir evrim geçirmeleri de pek olası değildi. Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılda Avrupa’yla girdiği ekonomik ilişkiler ve devleti modernleştirme doğrultusunda attığı adımlar, bu sınıfı burjuvalaşma yönünde bir değişikliğe uğratmamış, aksine onun bürokratik-despotik iktidar tekelini daha da güçlendirmişti. Bürokrasinin iktidar tekelinin güçlenmesi ise, ilerde göreceğimiz gibi, Batı’dakine benzer bir ulusal kapitalist sanayileşmeye değil, Avrupa kapitalizminin Osmanlı pazarına nüfuz etmesine yol açacaktı. Paradoks gibi gelecek ama, bürokrasinin devletçiliği, Avrupa sermayesinin Osmanlı toplumunu sömürmesini engellememiş, tersine kolaylaştırmıştır. Sonuç olarak, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde Osmanlı bürokrasisinin Batı’ya özenerek başlattığı modernleşme ve yenileşme reformları, üretim ilişkilerinde ve toplumsal yapıda ilerletici anlamda köklü bir değişikliğe yol açmadı. Bunlar, yalnızca tepenin, yani devlet aygıtının yapısını güçlendiren ve vitrinini değiştiren reformlar olarak kaldılar. Başka bir deyişle bu reformlar, ülke içinde yeni bir üretim tarzına (kapitalizme) geçişin önünü açan, gerçek anlamda burjuva reformları değillerdi. Esasında bu reformlar, mevcut Osmanlı devletini biçimsel olarak modernleştiren, ama aynı zamanda onun “despotik özünü” de muhafaza eden reformlar olmaktan öteye geçemediler. Nitekim bu reformların, devletin despotik özünde herhangi bir değişiklik yaratmadığının en somut kanıtı, II. Mahmud’un bu reformlar sonrasında zora dayalı olarak kurduğu mutlakıyetçi devlet iktidarıdır. Âyanların ve derebeylerin siyasal etkilerine kesin olarak son verilmesi ve yeniçerilerin de şiddet uygulanarak tasfiye edilmesinden sonra ortaya çıkan tablo, “modernleşmiş bir despotik devlet” iktidarından başkası değildi. Bu “modernleştirilmiş” devlet yapısı içersinde ise, merkezî bürokrasinin mutlak hâkimiyeti dışında başka bir iktisadî-toplumsal gücün (ne burjuvazinin ne de taşradaki büyük mülk sahiplerinin) siyasal hâkimiyeti söz konusu değildi. Avrupa’dan esinlenilerek yapılan reformlar, ekonomi ve toplumsal yapı üzerinde mutlak bir hâkimiyete sahip olan devleti modernleştirmesine modernleştirmişti, ama bu modern devleti yönetecek, Avrupa’daki gibi bir burjuva sınıfı yoktu! O nedenle, Avrupa’yla ekonomik ilişkilerin gelişmesinin ve yapılan ticaret anlaşmalarının sonuçlarını, devletin tepesindeki merkezî bürokrasi, nalıncı keseri gibi hep kendine yontabiliyordu. Örneğin İngiltere’yle 1838’de yapılan Ticaret Anlaşması’nda olduğu gibi, Osmanlı pazarı İngiliz mallarının istilasına uğrayıp iç sanayinin gelişmesi darbe yerken, bundan tek kazançlı çıkan bürokrasi oluyordu. Çünkü artan gümrük vergi gelirleri hazineyi, hazine de bürokrasiyi besliyordu. Öte yandan, gene hazineye ek gelir sağlansın diye, ihraç edilen yerli mallara da yüksek oranda “ihraç vergisi” konulunca, bundan zararlı çıkan, ülke içindeki üreticiler oluyordu elbette. Çünkü bu ihracat vergilerinin artırılması, Türkiye’den Avrupa’ya ihraç edilen malların ve hammaddelerin fiyatlarını artırdığından, bunların dış pazarlardaki rekabet gücü azalıyor, dolayısıyla satışı düşüyordu. Osmanlı bürokrasisinin orduyu ve diğer devlet aygıtlarını güçlendirmek için giriştiği modernleşme, yenileşme vb. reformları, Osmanlı devletinin askerî ve diplomatik alanda parlak sonuçlar elde etmesine tabii ki yetmemiştir. Tersine, bu alanlarda pek çok defa hezimete uğramaktan kurtulamamıştır. Örneğin, 1828’de Rusya’yla giriştiği savaş Osmanlı Devleti’nin ağır yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Bu savaşta Eflak ve Boğdan’ı işgal eden Ruslar, Balkanlar’ı aşarak Edirne’ye kadar ilerlemişler, Doğu’da ise Kars ve Aşkale’yi alarak Erzurum’a dayanmışlardı. Bu koşullar altında Osmanlı Devleti Rusya’yla ağır barış koşulları içeren Edirne anlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşmanın gereği olarak, Osmanlı Devleti Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Eflak, Boğdan ve Sırbistan yarı bağımsız hale geldiler. Rus ticaret gemilerine boğazlardan geçiş hakkı tanındı ve ayrıca Rusya’ya savaş tazminatı ödendi. Osmanlı Devleti bu dönemde kendi valisiyle (Kavalalı Mehmet Ali Paşa) tutuştuğu savaşta bile ağır yenilgiler alacaktı. Mehmet Ali Paşa’nın ordusu Suriye’yi aldı ve ardından Toroslar’ı aşarak geldiği Adana’da ve daha sonra da Konya ovasında Osmanlı Devleti’nin askerî kuvvetlerini ağır yenilgilere uğrattı. Mehmet Ali Paşa’nın bu başarısından sonra, onu İstanbul’a kadar durdurabilecek herhangi bir güç kalmamıştı. Bu durumda Osmanlı Devleti Rusya’dan yardım istemek zorunda kaldı. Sonunda Rusya’nın araya girmesiyle bir barış anlaşması yapılabildi ve Osmanlı Devleti karşısında yenilgiye uğradığı valisine, Mora ve Girit’in yanı sıra Suriye ve Adana valiliğini de vermek zorunda kaldı. Demek ki bir ülkenin güçlü olabilmesi için, sadece devletin süslenip püslenmesi ya da ordunun apoletlerinin parlatılması vb. yetmiyormuş; bunun için daha başka şeyler de gerekiyormuş. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nu pek parlak bir geleceğin beklemediği açıktı. Ama mesele şu ki, bu gerçekliği devletin asli sahibi olan merkezî bürokrasi görebilecek miydi?
[i] N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi Yay., 1973, s.121 [ii] age, s.125 [iii] Sened-i İttifak’ın Türkçeleştirilmiş metni için bakınız: İ. Hasan Duman, 1982 Anayasasında İnsan Haklarına Saygılı Devlet, İnkılâp Yay., 1997, s.435-37

25 Nisan 2007
Share