Kıbrıs sorununa ilişkin olarak bir yılı aşkın süredir Birleşmiş Milletler arabuluculuğunda yürüyen görüşmeler, anlaşmayla sonuçlanacak olsun ya da olmasın, son aşamasına gelmiş bulunuyor. Kıbrıs Rum kesiminin 16 Nisanda Avrupa Birliği’ne tam üyelik sözleşmesini imzalayacak olması, adanın bir bütün olarak AB’ye katılmasını isteyenler açısından anlaşmanın bir an önce gerçekleştirilmesini zorunlu kılıyor. Eğer bu tarihe kadar herhangi bir anlaşmaya varılamazsa, Kıbrıs Rum kesimi (Kıbrıs Cumhuriyeti) tek başına tüm adanın temsilcisi olarak AB’ye girmiş olacak. Dolayısıyla önümüzdeki bir ay, Kıbrıs açısından kritik bir önem taşıyor.
Annan Planı neleri öngörüyor?
Türk ve Rum tarafları arasındaki görüşmelerde, Annan Planı olarak anılan Birleşmiş Milletler planı esas alınıyor. Çeşitli revizyonlardan geçen ve daha da geçecek gibi görünen bu plan, özünde iki “parça devlet”ten oluşan bir “ortak devlet”in, Birleşik Kıbrıs Devletinin anayasasını düzenliyor.
Öngörülen iki kesimli federal devlet, iki halkın siyasal eşitliği esasına göre şekilleniyor. Anlaşma tek bir Kıbrıs vatandaşlığını öngörüyor. 1960 Kıbrıs anayasasından farklı olarak, müzakere edilen anayasada her iki kesimin yaşayacakları topraklar kesin bir biçimde birbirinden ayrılıyor. Her bir “parça” devlet bu sınırlar içinde söz hakkına sahip; adanın tümünü ilgilendiren konularda ise söz hakkı federal yönetime ait.
“Ortak devlet”in yasama yetkisi, Temsilciler Meclisi ve Senatodan oluşan iki meclisli bir parlamentoya veriliyor. Her iki meclis de 48 üyeden oluşuyor ve beş yıllığına seçiliyor. Temsilciler Meclisinde nüfusla orantılı, Senatoda ise eşit üye sayısıyla temsil geçerli. Yürütme yetkisi ise, Senato tarafından nüfusla orantılı bir biçimde seçilen ve Temsilciler Meclisince onaylanan altı üyeli bir Başkanlık Konseyinde. Bu Konsey aynı zamanda Devlet Başkanlığı makamına da sahip ve üyelerinin her biri bakan. Konsey Başkanı ve Başkan Yardımcısı, Konsey üyeleri arasından, her on ayda bir dönüşüme tâbi tutulmak üzere ve aynı “parça” devlete mensup olmayacak şekilde seçilecekler.
Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren 30 ay boyunca, mevcut liderler (kendi yasama organları tarafından onaylandıkları takdirde) Kıbrıs’ın eş başkanları sayılıyorlar ve aylık periyotlarla dönüşümlü bir şekilde Devlet Başkanlığı görevini yürütüyorlar. Anlaşmada buna ilişkin hükümde şunlar yer alıyor: “Bu eş başkanlar, ilk yıl boyunca, kendi atayacakları Bakanlar Kurulunun yardımı ile yürütme yetkisini kullanırlar. Müteakip iki yıl boyunca, yürütme yetkisi, parlamento tarafından seçilen bir Bakanlar Kurulunca kullanılır ve eş başkanlar, birlikte Devlet Başkanı görevini yürütürler.” 30 ay sonra ise bu Bakanlar Kurulunun Başkanlık Konseyine dönüşmesi öngörülüyor.
Anayasa mahkemesi niteliğinde kurulacak Yüksek Mahkeme, üçerden altı kişisi iki “parça” devletten, diğer üçüyse Kıbrıslı olmayan toplam dokuz üyeden oluşuyor.
Plan, toprak paylaşımının yanı sıra, mülk edinme, yerleşim gibi hususları da belirliyor. Her iki parça devlette yaşayacak olan diğer kesimden bireylerin sayısına sınırlamalar getiriliyor. Ayrıca, Rum ya da Türk kesiminde yaşayan bireylerin ilk dört yıl içinde haftada üç geceden fazla diğer bölge sınırları dahilinde kalmalarına izin verilmiyor.
Kuruluş Anlaşmasının yürürlüğe girmesini takip eden 15 yıllık geçici dönem boyunca, “parça devletler”e, kendi iç vatandaşı olmayan Kıbrıs vatandaşlarının ikamet hakkını kısıtlama yetkisi veriliyor.
Kuruluş Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra şu kişiler Kıbrıs vatandaşı olarak kabul ediliyorlar:
a. 1960’da Kıbrıs vatandaşı olanlar ve onların soyundan gelenler
b. 18 yaşını doldurmadan önce en az yedi ve son beş yılda en az bir yıl sürekli Kıbrıs’ta ikamet eden her şahıs
c. Kıbrıs vatandaşı biri ile evli olup, Kıbrıs’ta en az iki yıl sürekli ikamet edenler
d. Yukarıdaki kapsamdaki kimselerin sürekli Kıbrıs’ta ikamet eden çocukları.
Bunlara ek olarak, adaya sonradan giden göçmenler de, 10 Mart 2003 tarihine kadar Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne sunulacak listede isimleri olması durumunda, Kıbrıs’ta ikamet sürelerinin uzunluğu esas alınmak ve sayıları 50 bini geçmemek üzere, vatandaş olabilecekler. Adada sürekli ikamet edecek olan TC ve Yunan vatandaşları, “parça devletler”in iç vatandaşlarının sayısının %10’una (her biri için ayrı ayrı geçerli) ulaştıkları takdirde, adaya göçe izin verilmeyecek.
Ayrıca, Kuruluş Anlaşması yürürlüğe girdikten sonra, beş yıldan az olmamak kaydıyla Kıbrıs’ta yaşadıkları halde daimi ikamet alamayan şahıslar, ülkelerine geri dönüş için maddi yardım başvurusunda bulunabilecekler. Bu yardım, Kuruluş Anlaşmasının yürürlüğe girmesini takip eden beş yıl içerisinde, sözkonusu şahısların ülkelerine varışlarında nakit olarak ödenecek. Verilecek yardım miktarı dört kişilik bir aile için 10.000 Euro’dan az olmamak kaydıyla bir cetvel uyarınca belirlenecek.
Planda, adada konuşlanacak Türk ve Yunan kuvvetlerinin 6000’er askerle sınırlandırılması, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk kuvvetlerin dağıtılması, böylece adanın kendi askeri gücünün olmaması ve silahsızlandırılması öngörülüyor. Askeri eğitim ve spor amaçlı lisanslı tüfeklerin dışındaki tüm silahlar yasaklanıyor. Ortak devlet polisi, her iki “parça” devletten eşit sayıda personelden oluşuyor.
Ortak devletin hükümeti aksi bir karar almadıkça, adada “anlaşmanın uygulanmasını izlemek” ve “parça devletler” içindeki diğer etnik grubun güvenliğini de sağlamak bahanesiyle bir BM gücü bulundurulması öngörülüyor.
Bütün bunlara yer verilirken, adadaki İngiliz üslerine dokunulmuyor ve daha önce yapılan Garanti ve İttifak anlaşmaları geçerli sayılıyor. Yani İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın dahil olduğu garantörlük sistemi olduğu gibi devam ediyor.
Türkçe ve Rumca resmi ve orta öğrenimde öğretilmesi zorunlu diller olarak kabul ediliyor.
Annan’ın sunduğu son plan, 10 Martı imza açısından son tarih olarak, 30 Martı da her iki kesimde planın onaylanması için ayrı ayrı yapılacak olan referandumların tarihi olarak saptıyor.
Annan Planı emperyalist bir plandır
Yürümekte olan Avrupa Birliği sürecinin yanı sıra Ortadoğu’daki yeniden paylaşımın da sıcak bir biçimde gündemde olduğu bugünlerde, Kıbrıs sorununun şu ya da bu şekilde çözülmesi çeşitli emperyalist güçlerin kendi hesapları açısından büyük bir önem taşıyor. Fakat unutulmamalıdır ki, Kıbrıs sorununun AB ya da ABD tarafından bugün istenen şekildeki çözümü, onların gelecekte aynı sorunu kaşıyarak istikrarsızlığı yükseltmeyecekleri anlamına gelmiyor. Aksine, Annan Planı olarak sundukları çözüm, kaşımayı istedikleri anda buna zemin bulabilecekleri türden bir çözümdür.
ABD ve İngiltere tarafından gündeme getirilen, AB tarafından da sahiplenilen ve tüm Birleşmiş Milletlerin planı olarak benimsenen bu plan, adayı toprak bakımından ikiye bölerek ve iki kesimi birbirinden çok belirgin biçimde ayırarak, ada halklarının yakınlaşmasını engellemektedir. Bahane olaraksa geçmişte yaşananların halk üzerinde bıraktığı korkular gösterilmektedir. Buna rağmen, örneğin Türk kesimine ayrılan topraklar içinde, Rumlara ait olan küçük adacıklar oluşturulmaktadır. Aynı şey Rum kesimi için de geçerlidir. Böylece hem olası düşmanlıklara zemin hazırlayıcı, provokasyonlara gebe bir ortam yaratılmakta hem de BM gücü “güvenliği sağlama” bahanesiyle adaya yerleştirilmektedir.
Adanın silahsızlandırılması, Yunan ve Türk askerlerine sınırlama getirilmesi öngörülürken, İngiliz üslerine hiçbir şekilde dokunulmamaktadır. Nitekim, müzakereci taraflar olarak karşı karşıya gelen Denktaş ve Klerides, sözde ulusal çıkarlarını ve ulusal egemenliklerini korumak adına bu kadar direndikleri mesajını verirken, İngilizlerin kendilerinden binlerce kilometre uzaktaki bir adada ne işleri olduğu sorusunu gündeme bile getirmemişlerdir.
Son günlerde, İngiliz Dışişleri, planın kabul edilmesi halinde adadaki İngiliz üslerinin yarısını terk edeceğini açıklamıştır. Bunda, her iki tarafın muhaliflerinin yükselttiği “terk et” talebinin ve özellikle Rum kesiminde bu doğrultuda yapılan gösterilerin kuşkusuz çok önemli bir rolü olmuştur. İngiltere, ABD ile birlikte savaşa girmeye hazırlandığı bir ortamda, garantörlüğünü zaten güvence altına aldığı bir devletin emekçi sınıflarının tepkisini çekmek ve bir de bu sorunla boğuşmak istemiyor. İngiltere’nin bu geri adımı, her iki kesimin işçilerinin ortak mücadelesi sonucunda, tüm emperyalist güçlerin adadan defedilebileceğinin, bunun bir ham hayal olmadığının da bir göstergesidir.
Plan karşısında takınılan tutumlar
Müzakere edilen Annan Planına karşı Türkiye ve KKTC’de düzen cephesinde takınılan tutumları şu şekilde özetleyebiliriz:
Türkiye’de burjuva liberaller plana tam destek vererek “evetçi” kanadın başını çekiyorlar. Kıbrıs sorununun aşılmasını, Avrupa Birliği yolunda başlıca engellerden birinin ortadan kalkması olarak değerlendiriyorlar. Bu bağlamda Denktaş’ın bir an önce koltuğunu terk etmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bu arada Annan Planının adaya kalıcı bir çözüm getireceği yanılsamalarını da yaymaktan geri kalmıyorlar.
Annan Planının karşısında yer alan “hayırcı” kanadın başında ise elbette Denktaş ve şürekası geliyor. Bunların Türkiyeli hempalarınıysa sivil ve asker üst düzey bürokrasi, faşistler, dinci hareketin önemli bir bölümü ve sol adına ortaya çıkan şovenler oluşturuyor. Türkiye’de baskının, anti-demokratikliğin ve şovenliğin simgesi olan Ordu kurmaylarıyla kol kola giren bu sol görünümlü milliyetçilerin başındaysa, Perinçek’in “İşçi” Partisi ile DSP ve CHP geliyor. Denktaş’ın danışmanlığını yapan Mümtaz Sosyal’ın da dahil olduğu sol görünümlü milliyetçilerden oluşan “sosyal demokratlar” açısından şaşırtıcı bir durum yok ortada. Onların sergiledikleri, yıllardır bilinen ve beklenen bir tutum. İP’nin tutumuysa, aynı şekilde beklenen ve bildik bir tutum olmakla birlikte, sol maskeli milliyetçiliğin nasıl en koyu şovenizme hatta nasyonal sosyalizme varabileceğini gösteriyor ve tüm sola ibret olması gerekiyor.
“Türkiye’nin Savunması Kıbrıs’tan Başlar”, “Kıbrıs’ı Veren Türkiye’yi Verir” sloganlarıyla kampanya yürütüp, televizyonlarından bangır bangır yayın yapmalarına ve bini aşkın kurum ve kişiden destek aldıklarını ilan etmelerine rağmen zar zor bir-iki bin kişiyi miting alanına toplayabilen bu şovenler, bugün Ordunun en büyük şakşakçılığını yapıyorlar. O Ordu ki, en ufak bir demokratik açılıma dahi tahammülü olmayan, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle Türkiye’yi açık bir cezaevine çeviren, Kürtler üzerine en barbarca zulmü uygulayan, binlerce devrimciyi katleden gerici TC Ordusudur.
Geçtiğimiz günlerde Kara Kuvvetleri Komutanı, Kıbrıs’a yaptığı ziyarette TSK’nın Denktaş’a “hayranlık duygularını” belirtmiş, övgüler yağdırmış ve Annan Planını mevcut haliyle kabul edilemez bulduklarını söylemiştir. Kıbrıs Bayrak Radyosundan yapılan yayınlarda, Annan Planına destek verenler hain ilan edilmektedir. TSK’nın adada bugün 35 bin olan askeri varlığının, plana göre 6 bine indirilmek istenmesi bile, bu canhıraş tepkiyi izah etmeye yetiyor aslında.
AKP hükümetinin tutumuna gelecek olursak, iktidara geldiği ilk günlerde çok açık bir biçimde Denktaş’a karşı çıkan ve planın hayata geçmesinden yana olduğunu belirten hükümet, daha sonra Orduyla açık bir çatışmayı göze alamayıp geri adım atmıştır. Kıbrıs’a giden bakanlar Denktaş’a destek vermek gerektiğini açıklamış, Tayyip Erdoğan’ın ara sıra yaptığı çıkışlar dışında resmi söyleme ters düşen söylemler pek kullanılmamaya başlanmıştır. Fakat açıktır ki, AKP hükümetinin Kıbrıs konusundaki görüşleri diğer hükümetlerden oldukça farklıdır ve bu Denktaş’ın adadaki hükümranlığının sarsılmasında önemli bir etkendir. Gerek AB’den gerekse ABD’den bu konuda tam destek alan AKP hükümeti, çıkışlarını biraz da buradan aldığı güçle yapmaktadır.
Yunan burjuvazisi ve Kıbrıs Rum burjuvazisinin büyük bir kesimi de plandan yana bir tutum takınmaktadır. Rum burjuvazisi, bir yandan daha geniş bir pazara sahip olacağı ve öte yandan ucuz Türk işgücünü kullanabileceği için birleşmeden yana. Bu ucuz işgücü potansiyeli, aynı zamanda Rum işçilerin ücretlerinin geriye çekilmesi ve sosyal haklarının tırpanlanmasının da yolunu açacak bir fırsat olarak kullanılacaktır. Birleşmeden sonra, turizm gelirlerinde de önemli bir artış bekleniyor. Bütün bunlar Kıbrıs Rum burjuvazisinin büyük bir kesimini, bir an önce birleşmenin gerçekleştirilmesine destek vermeye itiyor.
Ada halkının durumu
Yıllardır kangrene dönüştürülen Kıbrıs sorunu, ada halkı açısından, özellikle de adalı Türkler açısından artık tahammül edilemez boyutlarda yaşanan bir sorun. Bu gerçek, adalı Türklerin çok büyük bir kesimini Annan Planını desteklemeye itiyor. Çünkü halka, bugün için birleşik bir Kıbrıs yaratma doğrultusundaki tek somut ve gerçekçi çözüm buymuş gibi görünüyor.
Kıbrıs Türk kesiminde halk yıllardır ekonomik kriz ve işsizlik belâsıyla boğuşuyor. Yaşamları Türkiye’den gelecek paraya endeksli. TC dışında dünyanın hiçbir ülkesi tarafından kabul edilmeyen hükümsüz bir devletin vatandaşları olarak, mutlak bir ekonomik ambargo altında yaşıyorlar. Pasaportları kabul görmediği için yurtdışına çıkamıyorlar. Gelir düzeyleri, hemen yanı başlarındaki Rum kesiminin beşte biri kadar. Yaklaşık 200 bin kişilik Türk nüfusun 40 binini devlet memurları, 35 bininiyse TC askerleri oluşturuyor.
“KKTC” öncesinde Türkiye’ye göre çok daha demokratik bir ülkede yaşayan adalı Türkler, bugün hiç de alışık olmadıkları bir ortamda, Denktaş ve çevresindekilerin tepelerine çöreklendiği bir asker-polis hapishanesinde yaşıyorlar. Çatlak ses çıkaranlar ajanlıkla suçlanıyor, muhalif gazeteler kapatılıyor, gazeteciler içeri tıkılıyor. Geçmişte çok canlı olan sendikal hareket üzerinde müthiş bir baskı söz konusu.
Adada yaratılan bu atmosferin baş aktörü elbette TC’dir. TC’nin bu doğrultudaki baskılarını, kendisiyle yapılan bir söyleşide bizzat oğul (Serdar) Denktaş şöyle dile getirmektedir: “Türkiye’den para geldi ve burada bir memur devleti kurduk.… Bir 28 yıl işte böyle yaşadık ve iktidarda da bu yöntemle kaldık. Ama ne zamanki Türkiye’de ekonomik kriz tırmandı, Kıbrıslı Türk bu krizden sizden iki kat daha fazla etkilendi. Ayrıca düzenimizin fazla demokratik olduğu, gösteri, yürüyüş ve sendikal hakların kısıtlanması gerektiği de Türkiye’nin bürokratları tarafından bize söylenmeye başladı.” (Radikal, 24 Şubat 2003)
Rauf Denktaş’ı bir sömürge valisi olarak kullanan Türk egemen burjuvazisi, kendi ülkesini cehenneme çevirdiği yetmezmiş gibi, mevcut “demokratikliği” sindiremeyip adaya da el atmıştır. Son günlerde, halkın öfkesini hafifletmek amacıyla Kıbrıs’ta uygulamaya sokulması istenen bir ekonomik-sosyal paketten söz ediliyor. Bu paketin “sosyal” kısmı, Kıbrıslı Türklerle Türkiyeli Türklerin evlenmesinin teşvik edilmesini, her köye bir cami yapılmasını, Kuran kursları açılmasını vs. içeriyor. Bütün bunların, Türkiye’de baş tehdidi “irtica” olarak ilan eden “laik Türk ordusu”nun iradesinden bağımsız olarak gündeme getirildiğini düşünmek elbette safdillik olur. Hatta paketin ilgili kısmının Genelkurmay karargâhında hazırlanmış olma ihtimali de gayet yüksektir. Kıbrıs’ı Rum ve Türk olarak bölmekle tatmin olmayanlar, uzun süreden beri Kıbrıslı Türkler içinde de bir ayrılık yaratmanın planlarını hayata geçiriyorlar. Adaya yığdıkları Türkiye göçmenlerini, kendi iktidarlarının varlığının teminatı olarak görüyor ve kullanıyorlar. Ada halkına güvenmedikleri için, onları mümkün olduğunca asimile etmeye çalışırken, Türkiye’den göç edenleri de şoven politikalarının aleti haline getirmeye çalışıyorlar.
Fakat artık bu milliyetçi propaganda da işe yaramıyor ve Türkiye’den göç edenler de dahil olmak üzere, ada halkı isyan bayrağını yükseltiyor. 26 Aralıkta Kıbrıs Türk kesiminde gerçekleştirilen mitinge yaklaşık 70 bin kişi katıldı. Sendikaların, siyasi partilerin, çeşitli derneklerin de katıldığı ve “Denktaş İstifa”, “Barış İstiyoruz” temel sloganlarının yükseltildiği miting, Türk kesiminin neredeyse yüzde 40’ını bir araya getirdi. Mitinge katılanların büyük bir çoğunluğunun ortak talebi, Avrupa Birliği’ne tüm adanın tek bir devlet olarak üye olmasıydı.
Yapılan anketlere göre, planın uygulanması durumunda bulundukları bölgeden göç etmeleri gereken Güzelyurtlular dahi Annan Planına yüzde 75’in üzerinde destek veriyor. Bütün bu olgular, Kıbrıslı Türklerin mevcut durumdan ne kadar rahatsız olduklarının çok açık bir göstergesidir.
Adanın Rum kesimi içinse daha farklı bir durum söz konusu. Gerek gelir düzeylerinin görece yüksek olması, gerek AB üyeliğinin kapıda olması, bu kesimdeki yaklaşımın da farklılıklar taşımasına yol açıyor. Rum işçi sınıfı, şimdiye dek yaratılan ve yayılan korku atmosferinin de etkisiyle ikiye bölünmüş durumda. Bir kısmı birleşmeden yanayken, diğer kısmında çeşitli korkular ağır basıyor. Düşük ücretlere razı olacak Türk işçilerinin varlığı onlar üzerinde işlerini kaybetme korkusu yaratıyor. Yıllardır milliyetçi bir propaganda bombardımanına maruz kalan bir halkın başka türlü düşünmesi ve davranmasını beklemek zaten mümkün değil.
Bütün bu yanılsamaların Rum kesimindeki işçi sınıfının hatırı sayılır bir kesimine egemen olmasının en büyük nedeni, kuşkusuz sözde komünist AKEL’in milliyetçi tutumudur. İşçi sınıfı üzerinde oldukça geniş bir etkisi olan AKEL, sosyalist temelde birleşmeden yana bir tutum benimsemek yerine, plana tümüyle sağ bir bakış açısıyla karşı çıkmaktadır. Bunun en somut örneğiyse, son başkanlık seçimlerinde, merkez sağda yer alan ve Türk kesimine çok fazla taviz veriliyor gerekçesiyle planın mevcut haliyle imzalanmasına karşı çıkan Papadopulos’u desteklemesidir. Papadopulos %51.4’lük bir oy oranıyla başkan seçildi. Seçmen kitlesinin büyük bir kesiminiyse, yapılan olumsuz propagandanın etkisinde kalan işçi ve emekçiler oluşturuyor. Eski Sosyalist Partinin (EDEK) devamı olan KİSOS ise, daha güçsüz bir parti ve plana destek veriyor.
İşçi sınıfı içinde yaratılan bu yanılsamaların ortadan kaldırılması için, her iki kesimin komünistlerine burada büyük bir görev, onlara gerçekleri anlatma görevi düşüyor. Kapitalizmin dünya ölçeğinde derin bir kriz yaşadığı günümüzde, tüm dünya işçileri, ücretlerine, sosyal haklarına ve örgütlülüklerine yönelik korkunç bir saldırıyla yüz yüze bulunuyorlar. Dolayısıyla Kıbrıslı Rum işçilerin enselerinde hissettikleri tehdit ve korku, birleşme olsun ya da olmasın, yakında bir gerçekliğe dönüşecek. Onlara anlatılması gereken, bunun sorumlusunun adalı Türk işçiler değil kapitalizm olduğudur. Rum burjuvazisi, işçi sınıfına yönelteceği tüm saldırıların bahanelerinden biri olarak muhtemelen Türk işçilerin varlığını gösterecektir. Fakat ada işçi sınıfı, bu saldırıları ancak birleşik bir mücadeleyle püskürtebileceğini bilmelidir.
Adanın emekçi sınıflarının çıkarları nerede yatıyor?
Annan Planının emperyalist bir plan olması gerçeğine rağmen, adalı Türklerin planı büyük oranda desteklemesi çok doğal ve anlaşılabilir bir tepkidir. Her iki kesim için de işçi sınıfının örgütsüz olduğu, önünde onun çıkarlarını yansıtan somut ve uygulanabilir bir plan bulunmadığı koşullarda Annan Planının karşısında yer almak, her iki kesimin milliyetçilerinin yanında yer almak anlamına gelmektedir. Bütün olumsuzluklarına rağmen, yaratılmak istenen Birleşik Kıbrıs Devleti mevcut duruma oranla onlara çok daha ileri bir adım olarak görünmektedir.
Ne var ki, bizzat işçi sınıfı tarafından ve kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirilmeyen bir devlet, birleşik bir devlet dahi olsa, işçi sınıfı açısından asla gerçek ve kalıcı bir çözüm oluşturmayacaktır. İşçi sınıfı burjuva politikaları sorgulamadığı takdirde, şu ya da bu şekilde onun tuzağına düşmekten kurtulamayacaktır. Şu anda mevcut duruma göre ileri bir adım gibi görünen bu “birlik” planı, Kıbrıslı Rum ve Türk işçilere yegâne gerçek ve kalıcı çözüm için örgütlenip mücadele etme görevini asla unutturmamalıdır.
Bundan bir yıl önce yazdığımız Kıbrıs Sorununa Marksist Yaklaşım adlı makalede, işçi sınıfı için kalıcı çözümün nereden geçtiği konusunda şunları söylemiştik:
“Kıbrıs sorununun, kapitalizm altında kalıcı bir çözüme ulaşması mümkün değildir. Emperyalist politikaların uzantısı olan hiçbir çözüm, ister AB altında, ister bağımsız bir Kıbrıs devleti altında olsun, Kıbrıs’ın kalıcı bir barışa kavuşmasını sağlayamaz. Bugün şu ya da bu formülle çözülmüş gibi görülen sorun, yarın aynı “sorun çözücüler” tarafından kaşınarak yeniden üretilmeye mahkûmdur. Adaya tek gerçek kalıcı çözümü sağlayacak olan, Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs halklarının da dahil olacağı sosyalist bir federasyondur.
“Bunun kimilerine hayalci bir çözüm olarak görüneceği muhakkaktır. Oysa tarih, gerçek hayalcilerin, yıllardır soruna kapitalist temellerde çözüm arayanlar olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Şimdi de aynı hayaller pompalanıyor. Bu tür hayallerin faydasızlığını sadece Kıbrıs’ın acılı tarihi göstermiyor, aynı burjuva hayaller başta Filistin olmak üzere, Kuzey İrlanda’da, Keşmir’de ve diğer yerlerde de gerçeklerin testine dayanamadı. Şovenizmin, etnik, dinsel, mezhepsel ayrımcılığın nefret tohumlarıyla yıllardır zehirlenen bu halkların sorunlarını çözebilecek olan, yalnız ve yalnızca işçi sınıfının enternasyonalist programıdır.”
İşçi-emekçi sovyetleri temelinde oluşturulması gereken sosyalist bir federasyonun yaratılması mücadelesinde, bugün en büyük görev adanın, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın komünistlerine düşüyor. Ada halkı ve işçi sınıfı içinde bugüne dek yaratılan tüm milliyetçi yanılsamalar ve bu temelde oluşturulan korkular, işçi sınıfının yaratılacak ortak politik ve ekonomik örgütlülükleri içinde aşılmaya çalışılmalıdır. Bu ortak örgütlülükler temelinde yükseltilecek ortak mücadele olmaksızın, gerek ulusal gerekse uluslararası burjuvazinin saldırılarının püskürtülemeyeceği bilince çıkartılmalıdır.
Enternasyonalist komünistler olarak, Kıbrıs işçi sınıfının çıkarları için şu somut taleplerin acilen yükseltilmesi gerektiğine inanıyoruz:
· Adadaki İngiliz üsleri tümüyle kaldırılmalı, İngiliz askerleri adayı terk etmelidir.
· BM, Türk ve Yunan askerleri adadan geri çekilmeli, sorunun çözümüne ilişkin her türlü dış müdahaleye son verilmelidir.
· Başta adanın idari yapısı olmak üzere, her türlü soruna çözüm üretmek için, Kıbrıslı Rum ve Türk işçilerden oluşan ortak komiteler kurulmalı, adanın geleceği hakkında karar alma hakkı bu komitelere devredilmelidir.
· Adadaki sınırlar kaldırılarak, dolaşım ve yerleşim özgürlüğü sınırsız bir biçimde hayata geçirilmelidir.
· Bütün çalışanlar, örgütlenme alanı tüm adayı kapsayan sendikalar altında örgütlenmeli, yani Kıbrıslı Rum ve Türk işçilerin sendikal birlikleri sağlanmalıdır.
link: Zeynep Güneş, Kıbrıs’ta “Çözüm” Arayışları, 27 Şubat 2003, https://marksist.net/node/209
ABD İmparatorluğu İçin Sonun Başlangıcı mı?
Feminizme Karşı Marksizm