Toplumu nefessiz bırakma çabalarına bir yenisi daha eklendi ve uzun süredir rejimin gündeminde olan sosyal medyaya ayar çekme adımı atıldı. Kamuoyunda “sosyal medya yasası” yahut “dezenformasyon yasası” olarak bilinen Basın Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, AKP ve MHP vekillerinin ortak imzasıyla geçtiğimiz günlerde TBMM’ye getirildi ve komisyon süreci başladı. Türkiye’de hiçbir şeyin olağan haliyle seyretmediği koşullarda rejimin temsilcilerinin uzun süredir üzerinde çalıştıkları yasayı “dezenformasyonla mücadele” propagandasıyla süsleme biçiminin kendisinin bir dezenformasyon olduğunu en baştan söyleyelim. Cumhuriyet tarihinin en ağır sansür ve oto-sansür mekanizmasının kurulmasına yol açabilecek nitelikteki bu yasa, tipik bir totaliter rejim yasası olarak akı kara, karayı ak gösteriyor.
Sosyal medya ve internet haberciliğine ilişkin düzenlemeler içeren 40 maddelik teklif, esasında sosyal medyayı boğma, muhalif tüm fikirleri susturma amacı taşımasına rağmen, içeriğinin tam aksi bir söylemle kamuoyuna sunulmuş durumda! Öyle ki AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal şöyle demiştir: “İfade hakkı, eleştiri ve basın özgürlüğü kısıtlanmasın diye böyle bir çalışma yapıyoruz.” Rejimin propaganda aygıtları Nazi Almanya’sının Goebbels prensiplerini hatırlatırcasına işliyor. Ülkeyi koyu karanlık bir totaliter rejimle yönetme hedefinin önemli dönemeçlerinden birisi, başkanlık sistemine geçiş, “hantal bürokratik yapıdan kurtulmak, milli irade, demokrasi ve istikrar” gibi laflarla süslenmişti. Ya da kıdem tazminatının gaspına ilişkin planlar, sanki işçilerin kıdem tazminatı hakkı korunup güvence altına alınacakmış gibi sunulmuştu. Sayısız alanda, sayısız örnek verilebilecek bu yöntemin bilinçli bir tercih olduğu açıktır.
Tasarının allanıp pullanarak sunulan maddelerini incelemeye başladığımızda internet haber sitelerinin de diğer süreli yayınlar gibi Basın Yasası kapsamına alınmasının “müjde” olarak sunulduğunu görüyoruz. Böylece bu sitelerin Basın İlan Kurumundan resmi ilan alabilmesinin ve çalışanlarının basın kartı alabilmesinin önünün açıldığı ifade ediliyor. Yanı sıra “medya alanında faaliyet gösteren sendikalar, kamu yararına faaliyette bulunduğu Cumhurbaşkanı kararıyla saptanan dernek ve vakıf yöneticilerine de basın kartı” verilebileceği, basın kartı başvurularının ise Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığına yapılacağı belirtiliyor. Ayrıca internet haberlerine yönelik erişim engelleme, içerik kaldırma yetkisi genişletiliyor.
Basın alanında faaliyet yürüten emek ve meslek örgütlerinin sıkça vurguladığı gibi “basın kartı” mevzusu uzun süredir rejimin “makbul gazeteci” belirleme aracı olarak kullanılmaktadır. Gazeteciye haber takibi yaparken önemli bir korunma kalkanı sağlayan basın kartı, Avrupa’da genel kabul olarak gazetecilik faaliyetlerini kanıtlayan kişilere meslek örgütleri tarafından verilir, resmi bir statü taşır. Türkiye’de ise uzun yıllar devlet nezdinde toplanan çeşitli gazetecilik örgütlerinin oluşturduğu bir komisyon tarafından verilen basın kartları, Erdoğan rejimi altında Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından verilmeye başlandı. Bu sürecin ardından pek çok gazetecinin basın kartı başvurusu “makbul” bulunmadığı için reddedilirken, yıllarını mesleğe vermiş pek çok gazetecinin de süresiz basın kartı iptal edildi. Bugün gelinen aşamada basın kartı bulunmayan gazeteci sayısı, basın kartı bulunan gazeteci sayısından misliyle fazladır.[1]
Basın kartı üzerinden internet haberciliği yapan gazetecilere müjde verilmesinin esasında iler tutar hiçbir yanı yoktur. Saray rejimi kurduğu İletişim Başkanlığı eliyle basın kartlarını bugüne kadar nasıl büyük bir keyfilikle dağıttıysa, bundan sonra da öyle dağıtmaya devam edecektir. Benzer bir durumun internet haber sitelerinin Basın İlan Kurumundan (BİK) resmi ilan alabilmesi hususunda da geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Rejimin aygıtlarından birisi olan BİK’in nasıl işlediğini Evrensel ve Birgün gibi sosyalist gazeteler başta olmak üzere Cumhuriyet, Sözcü gibi rejime muhalif yayın çizgisi izleyen gazetelere verilen ilan kesme cezalarından biliyoruz. BİK üzerinden her yıl Saray medyasına yüz milyonlarca lira tutarında ilan ve reklâm dağıtan rejim, kestiği cezalarla bu gazetelerin maddi yükü kaldıramayarak adeta basılamaz hale getirilmesini hedefliyor.
Tasarının kuşkusuz en önemli maddelerinin başında gelen ve sosyal medyayı abluka altına almayı amaçlayan 29. maddesiyle de “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” gibi son derece manipülatif bir suç yaratılıyor. Yasanın geçmesi durumunda bundan sonra ilgili maddeye göre “halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıyla” cezalandırılacak. Aynı maddenin ikinci bendine göre “suçun, failin gerçek kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, söz konusu ceza yarı oranında” artacak.
Geçerken vurgulayalım, gerçekleştirdikleri dezenformasyonlardan dolayı esasında rejimin bütün trol ordusunun bu maddeye göre hapse girmesi gerekir, ancak uygulamada nereye bükseniz oraya eğilecek nitelikteki bu maddenin kime, neye yönelik bir susturma silahı olarak kullanılacağını gayet iyi biliyoruz.
Rejim çıkarına denk düşmeyen her söyleme “terörizm”, “bölücülük” gibi muğlak etiketler yapıştırıyor. Bu etiketlerin yapıştırıldığı binlerce insan zindanlara atıldığı gibi toplumun geri kalan kısmına da sopa gösterilmiş oluyor. Benzer olarak AKP’nin iktidar koltuğuna oturduğu 2002’den bu yana; metal, cam, petrokimya sektörleri başta olmak üzere çeşitli sektörlerden 17 işçi grevi “Milli Güvenliği Bozucu”, “Genel Sağlığı Bozucu” gibi yine muğlak etiketler yapıştırılarak yasaklandı.
Hal böyleyken Meclisteki sosyal medya yasasının ilgili maddesinde “kamu düzeni”, “ülkenin iç ve dış güvenliği”, “kamu barışı” gibi muğlak, soyut kavramlar üstünden bir suç tarifi yapılmasının gerçek amacının ne olduğunu, “halk arasında endişe, korku veya panik yaratma saikinin” kime göre, neye göre belirleneceğini kestirmek zor olmasa gerek. Erdoğan 2021 yılında “Türkiye’de bir yalan terörü estiriliyor, bunu beraber aşacağız” sözlerini sarf etmişti, açılacak yeni dönemde hangi ifadelerin bu “terör” kapsamına alınıp cezalandırılmaya çalışılacağını hep birlikte göreceğiz.
Rejimin sosyal medya hesabı, suskunluk sarmalı
Türkiye’de toplumsal hayatın her alanında olduğu gibi medyada da totaliter rejimle birlikte ciddi dönüşümler yaşandı. Rejimin basın üzerinden gerçeklere, muhalif fikirlere karşı yürüttüğü saldırı, sosyalist veya Kürt basınıyla sınırlı kalmadı. Olağanüstü dönemlere özgü bir biçimde burjuva basın da payına düşeni aldı. Sansür ve baskıların hedefi olan muhalif burjuva basın kuruluşlarının bir kısmına kayyumlar atanırken bir kısmı baskılarla el değiştirdi. Böylece medyanın yüzde 90’ının rejimin kontrolüne geçmesi sağlandı. Yüzlerce gazeteci işten atıldı veya “hakaret” davalarıyla boğuşturuldu. Yüzlercesi “örgüt üyeliği ve propagandası”, “halkı devlete ve orduya karşı tahrik etmek” gibi suçlamalarla tutuklandı. Pek çoğu bırakalım mesleğini yapabilmeyi, özgürlüğünün ve yaşamının tehlikede olması sebebiyle yurtdışına kaçtı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, Basın İlan Kurumu veya RTÜK gibi yapılar medyanın üzerinde Demokles’in kılıcı oldu.
Rejime muhalif basını hedef alan tüm bu uygulamalar üzerinden oluşturulan korku iklimiyle kalemlerin titremesi ve oto-sansür mekanizmasının devreye sokulması sağlandı. Gelinen aşamada muhaliflerin ve emekçilerin Türkiye’de gerçeklere ulaşabilmesinin ve fikirlerini beyan edebilmesinin tek alanı sosyal medya ve internet siteleri oldu. İşte faşist rejim, on binlerle ifade edilen maaşlı trol ordusuna ve bot hesaplarına, milyonlarca lira akıttığı bu devasa operasyona rağmen ele geçiremediği sosyal medyayı ve internet gazeteciliğini bu yasayla bir kez daha boğmaya kalkmıştır.
Sosyolojide suskunluk sarmalı olarak adlandırılan bir kavram vardır. Suskunluk sarmalı, ideolojik aygıtlarla bombardımana tutulan ve toplumda kendisi gibi itiraz eden kimsenin olmadığını düşünen insanların fikirlerini dillendirmekten imtina etmesini ve suskunluğa bürünmesini anlatır. Bu öyle bir suskunluktur ki sarmal etkisi yaratır, daha çok suskunluğu beraberinde getirir. Sonuç olarak itirazlar vardır ve hatta belki de ezici çoğunluktadır ama suskunluğa mahkûm edilmişlerdir. İşte Meclis gündemindeki sosyal medya yasasıyla rejimin hedeflediği tam da budur. Ekonomi başta olmak üzere çeşitli alanlardaki politikalara dair şikâyetlerin arttığı, çürümeye ve her türlü saldırganlığa dair hoşnutsuzluğun biriktiği, itiraz seslerinin daha da güçlenip toplumun emekçi kesimlerinin “değişim” noktasında bir duygu birliğine vardığı koşullarda rejim, suskunluk sarmalı yaratmak istemektedir.
Saray rejimi gibi gerek güncel gerekse de tüm tarihsel totaliter rejimler sıkıştıkça saldırganlaşır. Buradan hareketle rejimin dezenformasyon yasasını; seçim yasasındaki değişikliklerle, HDP’ye dönük parti kapatma süreciyle, Gezi Parkı davasında verilen hapis cezalarıyla, Canan Kaftancıoğlu’na getirilen siyaset yasağıyla, SADAT yöneticisinin “sandıkta teslim etmeyiz” söylemiyle, sınır ötesi operasyonlar ve savaş süreciyle, Türkiye’nin dört bir tarafındaki konser yasaklarıyla ve daha pek çok icraatla birlikte düşünmeliyiz.
Rejimin temsilcileri her fırsatta Osmanlı padişahlarından II. Abdülhamit’i şanlı ataları olarak addedip onun yolundan yürüdüklerini beyan ediyorlar. Mevcut yasanın Osmanlı basın tarihinde sansürün doruğunu simgeleyen Abdülhamit yasalarını hatırlattığını belirtmeliyiz. II. Abdülhamit döneminde Osmanlı, içeride ve dışarıda ciddi siyasi krizler yaşıyor, aynı zamanda büyük bir ekonomik yıkımla boğuşuyordu. Esasında tıpkı bugün Türkiye’deki rejim gibi! Osmanlı’nın “hasta adama” benzetildiği ünlü karikatürler bu dönemin ürünüdür. II. Abdülhamit 1878’de Meclisi fiilen feshederken anayasayı yürürlükten kaldırarak istibdat yönetimini egemen kılar. Öncesinde ve devam eden yıllarda basına yönelik çok sıkı bir denetim getirilir, pek çok gazete kapatılır, gazeteciler yazılarını bir sansür kurulu olan “Matbuat Dairesine” göndermeye mecbur kılınır. Dönemin sansür uygulamaları gazeteleri, dergileri, kitapları hedef almakla yetinmez; tramvay biletlerine, konyak şişesi etiketlerine kadar genişler.[2]
Ünlü edebiyatçı Halit Ziya Uşaklıgil o günlerden anılarında şöyle bahseder: “Günden güne değinilemeyecek konuların ve kalemin ucuna geldikçe atılacak sözcüklerin, hele ne türden olursa olsun saraya, yönetime, olup bitenlere işaret denebilecek sözlerin sayısı arta arta öyle bir toplama çıkmıştır ki, basın alanı artık içinde dolaşılamayacak kadar daralmış, kullanılabilecek sözcüklerin dili, ilkel bir kavramın dili kadar küçülmüştü. «Hürriyet, vatan, millet, zulüm, adalet» gibi elli, yüz sözcük ile başlayan yasak sözcüklerin gün geçtikçe toplamı kabaran yeni kovulmuş eşlerini öğrenmeli ve bunları her zaman hatırda tutarak, kalemin ucuna geldikçe pis bir böcek gibi fırlatıp atmalıydınız.”
Bugün Sultan Abdülhamit dönemi istibdadını aşan uygulamalarla mengeneler sıkılıyor. Rejim dört bir koldan baskıyı arttırıp toplumu daha fazla nefessiz bırakmaya, muhalefeti tam anlamıyla pasifleştirmeye, bir suskunluk sarmalı yaratarak kitleleri tümüyle sessizliğe sürüklemeye çalışıyor. Ancak unutulmasın ki gerçeğin ışığı en koyu karanlığı bile aydınlatabilecek maharete sahiptir, yeter ki gerçeği söyleyenler umutsuzluğun çukuruna düşmesin ve “Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Hürriyet” sloganının yankılanacağı günleri hazırlasın.
[1] Bir başka anomali ise şudur: Tek adam rejiminin kurumsallaşmasıyla birlikte geleneksel “sarı” renk yerine “turkuaz” renkli yeni basın kartları verilmeye başlandı. Ancak bilinmelidir ki turkuaz basın kartının yanı sıra Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) tarafından verilen ve imzalanan uluslararası anlaşmalar sebebiyle resmi statü taşıması gereken bir başka basın kartı daha vardır. Bir gazeteci, IFJ kartıyla dünyanın neresinde olursa olsun gazetecilik yapabiliyorken Türkiye’de gazeteci sayılmıyor.
[2] Bu durum uzun yıllar boyunca da devam etti. 1908’e gelindiğinde, II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte, matbaacılar sansür memurlarını binalarına sokmamaya başladılar. Gazeteciler ise yazılarını “Sansür Dairesi”ne göndermediler. Yaptıkları bu eylemlerle basına yönelik sansür uygulamalarını içeren kararnamelerin yürürlükten kaldırılmasını bizzat sağlamış oldular. Kalemin esaret altında tutulduğu onca zaman içinde toplum gerçeklere o kadar acıkmıştı ki sansürün kalkmasıyla birlikte gazete satışlarında bir patlama yaşandı ve tirajlar iki katına çıktı. İmparatorlukta yaşayan her millet kendi dilinde gazete ve dergi çıkarmaya başladı.
link: Yılmaz Seyhan, Rejimin Sosyal Medya Atağı: “Dezenformasyon Yasası”, 1 Haziran 2022, https://marksist.net/node/7655
Proleter Şoförün Hikâyesi
Sen Sanıyorsun ki