Kimilerine göre dünyaca ünlü bir şair, kimilerince “kartpostal şairi” ve kimilerince de aşklarıyla, sevdalarıyla ünlü bir şairdir Nazım Hikmet. Oysa Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan dahiyane yetenekte bir komünist şair olmasıdır. Yaşamında da ölümünden sonra olduğu gibi bazen yere göğe sığdırılamamış bazen de yerin dibine batırılmıştır. Ama kim ne derse desin Nazım Hikmet eşsiz bir komünist şair olarak yüreklerimizde yaşayacaktır. Bu yazı, onun hatırasını ve ortak davamız olan komünist bir dünya yaratma mücadelesindeki önemli yerini anmak amacıyla yazılmıştır.
* * *
1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin…
“Ben 1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim; övündüğüm tek şey budur. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgen kalmış bir tek yazar göstermek kuşkusuz zor olacaktır. Yansız olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olamaz.”
Nazım Hikmet’in bu yönü şiir yazmaya başladığı ilk gençlik yıllarına kadar uzanır. Özgürlükçü ve ilerici düşüncelerin beslediği bir aile ortamında büyüyen Nazım’ın şiirlerinde, içinde yaşadığı dönemin toplumsal sorunları hep yer almıştır. Emperyalistlerin pençesinde inleyen ülkesine ve halkına karşı bir sorumluluğu olduğunu düşündüğünden, ilk gençliğinde yazdığı şiirler vatanseverlik ve kahramanlık duygularıyla doludur. Öyle ki, sonunda kendisi de işgal karşıtı mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçmeye karar verir.
Sosyalist fikirlerle de ilk kez Anadolu’da tanışır. Ankara’da ve daha sonra öğretmenlik yapmak üzere gönderildiği Bolu’da yaptığı gözlemlerin ve buralarda tanıştığı sosyalistlerin etkisiyle sosyalist fikirlere olan ilgisi daha da artar. Bu kısa deneyimin ardından, devrimi bizzat görmek amacıyla Sovyet Rusya’ya gitmeye karar verir. Burada geçirdiği iki yıl boyunca siyasal kimliği iyice sağlamlaşır ve gelişir. 1923 yılında TKP’ye üye olması, artık kaderini işçi sınıfının kaderiyle birleştirdiğinin bir göstergesidir. Şiirleri ve yazılarıyla da bu kimliğini ortaya koymaktan geri durmaz. Artık onun şiiri, sosyalizm mücadelesinde ve işçi sınıfının hizmetinde bir silah olarak kullanılacak, ölümünden sonra bile on binlerce genç insan onun şiirleri sayesinde sosyalizm ve devrim mücadelesinin saflarına katılacaktır. 1923’te yazdığı Şair adlı şiirinde kendi şairliğini şöyle tarif etmektedir:
Şairim
şiirden anlarım,
en sevdiğim gazel
Anti Dühringidir Engelsin..
Şairim
bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım..
Fakat asıl
şaheserime
başlamak için
Hafızı Kapital olmayı bekliyorum.
1924 Aralığında mücadeleye katılmak amacıyla tekrar Türkiye’ye döner. Bir yandan TKP’nin merkez yayın organı Orak-Çekiçgazetesine ve Aydınlık dergisine yazılar, şiirler yazarken diğer yandan da partinin örgütlenme çalışmalarına katılır. Polis takipleri, tutuklamalar ve mahkemelerle geçen 5 yıl içerisinde bir kez daha yurt dışına çıkar ve geri döner. Uğruna hayatını ortaya koyduğu partisi için Kemalist diktatörlüğün en azılı saldırılarına maruz kalır. Ama o, bu yolda büyük fedakârlıklara katlanmış ne ilk ne de son devrimci olduğunun da bilincindedir. Kaybettiği yoldaşlarının anısına Güneşi İçenlerin Türküsü’nü kaleme alır:
Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
1929 yılı ise, hayatında ikinci bir dönüm noktasını oluşturur. Bir yandan şiirleriyle edebiyat dünyasında fırtınalar estirirken, öte yandan TKP içinde parti merkeziyle ve Şefik Hüsnü’yle ciddi bir polemiğe girmiş, karşılıklı eleştirilerin artık partinin günlük faaliyetini bile etkilemeye başlaması nedeniyle TKP merkeziyle arası iyice açılmıştır.
Günlük olaylardan, yurt ve dünya sorunlarına kadar pek çok konuda yazı ve şiirler yazan Nazım Hikmet, bir yandan da egemen sınıfların ve emperyalistlerin uşaklığını yapan edebiyat anlayışlarına karşı savaş bayrağını açmıştır. Gerçek sanatın halkın hizmetinde olması gerektiğini düşündüğünden, eserlerinde ezilenlerin ve sömürülenlerin daha iyi bir dünya kurma mücadelesine ses vermekte, kurtuluş kılavuzunun Marksizm olduğunu yinelemektedir.
Parti politikalarına bir türlü uyum sağlayamadığı ve parti merkeziyle arasının gittikçe açıldığı bu dönem, Şefik Hüsnü’nün parti üzerinde otoritesini kurmuş olduğu yıllardır. Şefik Hüsnü ile sürekli sert tartışmalara girdiğinden, sonunda iş Nazım’ın parti merkezinden tamamen kopmasına kadar varır.
1929 yılı ortalarında Pendik yakınlarındaki Pavli adasında kendisinden başka 7 kişinin daha katıldığı bir toplantı düzenler. Toplantıya katılanlardan Zeki Baştımar, Komintern’in TKP merkezinden yana çıkması üzerine sonradan bu muhalif komiteden ayrılmış, diğerleri ise Komintern’in talimatı üzerine “Troçkistlik ve polis muhalefeti” suçlamasıyla partiden atılmışlardır. Ancak Nazım Hikmet ve grubu bu hükmü tanımamış ve kendilerini gerçek TKP saymaya devam etmişlerdir. Yine de Nazım’ın başlattığı bu muhalefet, uzun süre devam etmesine rağmen hiçbir zaman istenen etkiyi yaratmamıştır.
Nazım’ın TKP merkezine karşı yürüttüğü muhalefetin ardından gelen 30’lu yıllar, CHP’nin tek parti iktidarının Avrupa’da yükselen faşizmin etkisine girmeye başladığı bir dönemdir. Devletçilik politikaları ile yaratılan baskıcı ortamda, devlet güya “sınıflar üstü” bir konuma yükseltilerek, “milli şef”in önderliğinde parti ve devletin birliğini hedefleyen faşizan bir yönelime girilmiştir. Yasakların ve baskıların alabildiğine arttığı bu koşullarda, zaten daha 1925’lerde komünist düşüncelerin basın-yayın yoluyla propaganda edilmesi yasaklandığından, Nazım birçok kereler sorgulanır, tutuklanır ve çeşitli baskılara maruz kalır. Ama her şeye rağmen mücadelesini sürdürür ve fikirlerini şiirlerinde dile getirmekten geri durmaz:
İtalya’da faşizm
Emilialı büyük toprak kontlarının asâlarından
ve Romalı bankerlerin demir kasalarından
geçip
İL DUÇE’nin dazlak kafasında dank demiş
bir nuuurdur
Taranta - Babu..
Bu
nur
yarın
inecektir üstüne
Habeş ovalarında mezarların.
Fakat askeri ve sivil bürokrasi içinde çöreklenmiş olan faşist kadroların gözünde, artık Nazım Hikmet gibi komünistlerin defterinin dürülmesinin zamanı gelmiştir. Böylece, Nazım Hikmet’e ve TKP kadrolarına karşı bir komplo hazırlanır.
Ocak 1938’de son derece düzmece iddialarla gözaltına alınır ve hemen Divan-ı Harbe sevk edilir. Önce Harp Okulu öğrencileri arasında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 15 yıl ağır hapis cezası alır. Henüz Harp Okulu davasının yankıları sürerken bu kez de bir Donanma Olayı patlak verir. Yavuz zırhlısındaki askerlerin dolaplarında Nazım Hikmet’in şiir kitaplarının bulunmasıyla birlikte “donanmayı isyana teşvik”le suçlanır. Hakkında hiçbir delil olmadığı halde tamamen keyfi kararlarla yargılanır ve 15 yıl daha ceza alır. Önceki mahkûmiyeti de hesaba katılarak cezası 28 yıl 4 aya indirilir.
Olay hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük sansasyon yaratır. Nazım Hikmet’in ve onunla birlikte pek çok solcu, muhalif ve aydının böylesi kasıtlı ve düzmece suçlamalarla keyfi biçimde hapsedilmeleri karşısında tepkiler yükselmeye başlar. Özellikle dünya basınında Türkiye’nin faşist bir rejime sürüklendiği yönünde yazılar çıkmaya başlar. Kendisi de davasını Fransa’daki “Dreyfus” olayına benzetir ve Nazım Hikmet mahkemedeki konuşmasında durumu, “Bu bir komplodur. Önceden senaryo edilmiş bir komplo olduğu mahkeme aşamalarındaki, çocukların verdiği ifadelerden de bellidir” diyerek ifade eder.
31 Ağustos 1938’de İstanbul (Sultanahmet) cezaevine yollanan Nazım Hikmet, orada Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte hapis yatar. Buradayken uzun yıllarını alacak olan Kuvâyı Milliye Destanı’nı yazmaya başlar. Amacı emperyalist işgalcilere karşı çeşitli fedakârlıklara katlanarak mücadele vermiş bir halkın portresini çizmek, bu savaşta hayatını ortaya koyanların anısını yaşatabilmektir. Savaşı verenlerin Kemalist kadrolardan ibaret olmadığı, destanı asıl yazanların kimler olduğu ustaca resmedilmiştir:
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Zorlu ve çileli günler yaşamasına rağmen umudunu ve inancını korumaktadır. Cezaevindeki günlerini de boş geçirmez. Mektuplarıyla Kemal Tahir’i, konuşmalarıyla da Orhan Kemal ve İbrahim Balaban’ı yetiştirir. Ayrıca kendisiyle birlikte mahkûm edilmiş olan Harp Okulu öğrencileriyle de aynı cezaevinde olduğundan onlarla da ilgilenme fırsatı bulur. Bu gençlerin hepsi de ileride şair, edebiyatçı ve ülke sorunlarına duyarlı insanlar olarak yetişirler. Birlikte olduğu tutuklulara Fransızca öğretmeye başlar. Hatta hapishane müdürüne aldırttığı 3 adet dokuma tezgâhını diğer mahkûmlarla birlikte çalıştırarak yoldaşlarına, arkadaşlarına ve ailesine para bile gönderir. Kısacası Nazım Hikmet uzun hapislik yaşantısı boyunca karamsarlığa kapılmamak, mücadeleyi bırakmamak ve yaşamı her zaman ciddiye almak gerektiğini savunmuştur:
Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela,
Yani, yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
Yani o derecede, öylesine ki,
Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
Yahut kocaman gözlüklerin,
Beyaz gömleğinle bir laboratuarda
İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
Hem de en güzel, en gerçekçi şeyin
Yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Ne var ki, içeride olmanın ve dışarıda yürüyen kavgaya katılamamanın verdiği burukluktan da kurtulamaz. Devlet desteğini arkalarına almış olan ırkçı ve faşist gruplar, ilerici ve sol düşünceli aydınlara saldırmakta, gazeteleri ve dergi bürolarını basmaktadırlar. Cezaevinde bulunan Nazım, tüm bu olaylara ve alabildiğine baskıcı uygulamalara karşı “bir şey yapamamanın” ezikliğini yüreğinde hissetmektedir. Sadece Türkiye’de yükselişe geçen gericiliğe ve faşizme karşı değil, dünyanın diğer ülkelerindeki gericiliğe ve faşizme karşı da güçlü kalemiyle dile getirir düşüncelerini:
Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim
Akarsuyun
Meyve çağında ağacın
Serpilen gelişen hayatın düşmanı
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına
-çürüyen diş, dökülen et-
bir daha dönmemek üzere yıkılıp gidecekler
ve elbette sevgilim, elbet
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…
Açlık grevine yatar, ara verir, tekrar başlar… Ama umudunu hiçbir zaman yitirmez. Oğlunun durumuna dayanamayan annesi Celile Hanım da, 65 yaşında olduğu halde açlık grevine başlar. Bir yandan da Galata köprüsünün başında oğlu için imza toplamaktadır. Hastanede yanına gelen annesinin eline Nazım Hikmet aşağıdaki şiiri tutuşturur:
Kardeşlerim! Size söylemek istediklerimi Doğru dürüst söyleyemiyorsam eğer Kusura bakmayın Sarhoşum, başım dönüyor biraz Rakıdan değil Açlıktan hafif tertip Kardeşlerim! Avrupalım, Asyalım, Amerikalım, Ben bu Mayıs ayında Ne hapisteyim, ne açlık grevinde Yatıyorum çimenin üstünde geceleyin Gözleriniz yıldızlar gibi başucumda Ve elleriniz bir tek el gibi avucumda. |
14 Mayıs 1950’de Demokrat Partinin iktidarı ezici bir çoğunlukla kazanmasıyla birlikte umutlanan dostlarının tavsiyeleri üzerine, sağlığı iyice bozulan Nazım Hikmet açlık grevine son verir. Uzun ve zorlu çabalardan sonra çıkan af yasasından yararlanarak 13 yıl 5 ay sonra özgürlüğüne kavuşur.
Ne var ki, tutsaklığı bitmesine rağmen polis peşini bırakmaz. Sürekli izlenmekte, kapısında polis arabaları beklemektedir. Nereye giderse, ne yaparsa polis tarafından takip edilmektedir. Kısa bir süre sonra da askere çağrılır. 50 yaşında ve kalbinden rahatsız olan Nazım Hikmet, çürük raporu ile ordudan atılmış olmasına rağmen tekrar “er” olarak askere çağrılmasının altında başka niyetler olduğunu düşünmektedir. 17 Haziran 1951’de Karadeniz’de kendisini alacak bir gemiye rastlama umuduyla Tarabya sahilinden kalkan bir sürat motoruyla denize açılır ve çok sevdiği memleketinden bir daha dönmemek üzere ayrılmış olur. Maceralı bir yolculuğun ardından 29 Haziran’da Moskova’ya varır. Artık Nazım için hasret dolu günler başlamıştır.
Kısa bir süre sonra Dünya Barış Konseyi’ne seçilir. Kendisine Polonya pasaportu çıkartılır ve ülke ülke dolaşarak barış elçiliği yapar. Bu ülkelerle ilgili duygularını, izlenimlerini yansıtan pek çok şiir kaleme alır, fakat sevdiği toprakları, karısını ve oğlunu bir türlü unutamaz:
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında
25 Temmuz 1951’de bakanlar kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkartılır. Kararın gerekçesi “…komünizmi yaymak maksadını gütmek, neşriyatıyla Sovyet hükümetinin verdiği hizmeti ifa etmek” olarak açıklanır. Nazım için bundan sonraki yıllar, hastalığı ve hasretliği ile geçecektir. 1952’de Çin gezisinde ağır bir kalp krizi geçirir.
Dışarıda geçirdiği ilk yıllarında ve özellikle de Doğu Bloku ülkelerini gezip gördükçe şaşkınlığa düşmekten kendini alamaz. SSCB’deki rejim ve bu ülkelerdeki durum, ona, yıllarca sosyalizm diye bilinen bu toplumlarda yaşananların, anlatılanlardan çok farklı olduğunu gösterir. Gözünün önündekileri görmemek gibi bir adeti olmadığından, bu dönemde yazdığı bazı şiir ve oyunlarda alttan alta bürokrasiyi yermeye başlar. Hatta bu düşünceleri bir süre sonra Sovyet bürokrasisi tarafından da fark edilir ve İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? gibi oyunlarının sahne alması engellenir. Kendisine de ima yollu uyarılar gönderilmeye başlanır.
Aynı yıl Adnan Menderes’in başbakanlığındaki TC hükümeti SSCB’ye karşı kurulmuş olan NATO’ya girebilmek için Kore Savaşına asker gönderme kararı alır. Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin kanlı planlarına ortak edilmesine tepki duyan Nazım, sürekli olarak Demokrat Parti hükümetini eleştiren yazılar ve şiirler yayınlamaya başlar. Açılışı 23 Sentlik Asker ve Davet şiirleriyle yapar:
Hayat pahalı biraz bizim memlekette
Mesela iki yüz elli gram et alabilirsiniz,
Koyun eti,
Ankara’da 23 sente,
Yahut iki kilo kuru soğan,
Yahut bir kilodan biraz fazla mercimek
Elli santim kefen bezi yahut,
Yahut da bir aylığına
Yirmi yaşlarında bir tane insan
Erkek
Bu arada Türkiye’deki ailesiyle görüşmesine izin verilmemektedir. Nazım içindeki hasret duygularını Karlı Kayın Ormanında şiirinde dile getirir. 1956 Şubatında çok sevdiği annesinin de ölümüyle iyice sarsılır. Ancak tüm acılarına ve hüzünlerine rağmen mücadeleden geri durmaz.
Onun şiiriyle ve konuşmalarıyla boş durmaması, dışarıdan da olsa ülkesinin ve dünyanın sorunlarına yönelik çalışmalarına devam etmesi TC hükümetini de fazlasıyla rahatsız etmektedir. Vatandaşlıktan çıkarılmış bile olsa Nazım Hikmet’in şiirleri her yaştan ve kesimden insanların üzerinde muazzam bir etki yaratmaktadır. Onun şiirlerini okumak, dinlemek ve söylemek bile egemenlerin şimşeklerini üzerine çekmek için yeterlidir. Fakat bu baskılar onun şiirlerinin gücünün ve etkisinin artmasından başka bir şeye yol açmaz. Sağcı bir gazetede yer alan “Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hâlâ” başlıklı yazı üzerine, Nazım Hikmet de vatan hainliği üzerine düşüncelerini dile getiren bir şiiriyle cevap verir:
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
O, Demokrat Partinin halk düşmanı ve emperyalizmin uşaklığından ödün vermeyen politikalarını eleştirirken Türkiye’de de yeni bir dönemin doğum sancıları başlamıştır. 27 Mayıs darbesine yol açan öğrenci olayları ve gösteriler onu o kadar heyecanlandırır ki, ülkeye gizlice dönmeyi bile düşünür. Kavgada yere düşenlere ve geride kalanlara Beyazıt Meydanındaki Ölü ve Hürriyet Kavgası adlı şiirleriyle ve yazılarıyla seslenir.
“Yalnız şiirlerim kendi memleketimde basılmadı, yalnız halkımın beni işitmesine izin verilmedi. Bu benim yaramdır. Bir şair için bundan acı bir şey olamaz. Ben bu şiirleri her şeyden önce kendi halkım için yazdım. Fakat herkes okuyor, o okuyamıyor.”
1962’deki Asya-Afrika Yazarlar Birliğinin kurultayında Çinli delegelerle arasında çıkan bir gerginlik yüzünden, Nazım’ın şiirleri, Çin’deki Kültür Devrimi sırasında Pablo Neruda ve Bertold.Brecht’in şiirleriyle birlikte yakılır. Ayrıca Ekim 1961’de yapılan SBKP’nin 22. Kongresine de çağrılmamıştır. Nazım bir şeylerin ters gittiğini hissetse de sebebini anlayamaz, öfkelenir:
“Bütün muhabirler orada, hatta burjuvalar bile, ama beni çağırmadılar! Yoksa ben burjuva muhabirlerden daha mı tehlikeliyim? Unuttular mı, yoksa çağırmak mı istemediler beni?”
Bu sorularının cevabını hiçbir zaman alamayacak, ama eleştirilerine devam etmekten de geri durmayacaktır. Ocak 1962’de SSCB pasaportunu aldığında SBKP Merkez Komite üyelerinden biri kendisine yaptığı açıklamada, onu kurultaya getirmesini TKP’nin harici büro üyesi İ. Bilen’den defalarca istediklerini, fakat İ. Bilen’in her seferinde kendisinin gelemeyecek kadar hasta olduğunu söylediğini anlatır. Bu olay Nazım’da adeta şok etkisi yapar. Bilen’in kendisini kıskandığını, hatta yerini kaptırmaktan korktuğunu düşünür. Kendisinin yıllarca partinin yönetici kadrosundan uzak tutulmasını da buna bağlar. Ayrıca İ. Bilen koyu bir Stalinistken kendisinin sürekli Stalin’i eleştirmesinin de SBKP’nin tavırlarını etkilediği kanaatine varır. Yine de kalemini sivriltmekten geri durmaz:
Taştandı tunçtandı kağıttandı iki santimden yedi
metreye kadar
Taştandı tunçtandı ve kağıttan çizmeleri şehrin
Bütün meydanlarında
Yok oldu bir sabah
Yok oldu çizmesi meydanlardan
Çorbamızdan bıyığı
Odalarımızdan gözleri
Ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın
Tuncun alçının ve kağıdın
1961’de Pravda ve Literaturya gazetelerinde yayınlanan bu şiirinde, Stalin’in diktatörlüğüne çatar. Tüm bu düşünceleri ve şiirleri Sovyet düşmanlığı şeklinde yorumlanır. Hatta 1963’te Lenin ödülünün kendisine verilmesi bile engellenir. Ancak her şeye rağmen Nazım, partisine olan inancı ve bağlılığından dolayı ciddi bir mücadeleye girmekten kaçınır. Dost gibi görünen düşmana karşı üstü örtülü bir üslup kullanmakla yetinmek zorunda kalır:
artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği,
elimi sıkarken sapladığı bıçak.
Maalesef hayatının bu son yıllarında parti ve devlet bürokrasisinin entrikalarıyla da uğraşmak zorunda kalmıştır. Gittikçe artan yurt özlemi ve bir şeyler yapamamanın verdiği acıyla son eşi Vera’ya “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir, ülke içinde mücadele etmesi gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun?” diyecek, hiç değilse ölünce Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmesini isteyecektir:
Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü,
Ölürsem kurtuluştan önce yani,
Alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
Yıllarca çektiği acılara, sıkıntılara, hasretliğe yiğitçe göğüs geren Nazım’ın kalbi, sonunda 3 Haziran 1963’te susar…
“Oturuk, bacakları uzanık, kolları iki yanına düşük, gazete ve mektuplar önüne saçık, mavi gözleri yarı açık” bir halde bu mavi gözlü dev, hayata veda eder.
Moskova’da Novo Deviçiye mezarlığına gömülür. Burası Çehov, Gogol, Mayakovski, Ostrovski gibi pek çok ünlü yazar ve şairin yattığı bir yerdir. Mezarına, üzerinde Nazım Hikmet’in kabartma figürü ve imzası bulunan kara mermerden bir anıt dikilir.
* * *
Nazım Hikmet’in ölümü bile onun şiirlerinin ve mücadelesinin sonraki kuşaklar boyunca dilden dile, ağızdan ağza aktarılmasını engelleyememiştir. Vatandaşlıktan çıkartılmış, şiirleri uzun yıllar boyunca yasaklı kalmıştır. Yaşamının büyük bir kısmı hapislerde ve yurt dışında geçmesine rağmen, egemenlerin korkusu bugün de devam etmektedir.
Ölümünün üzerinden 41 yıl geçmiş olsa da onun üzerine çok fazla şey söylemek, aşklarıyla, şiirleriyle, komünistliğiyle ve daha pek çok yönüyle ondan bahsetmek mümkündür. İşin aslı o, eksiğiyle fazlasıyla sadece bir insandır. Zaaflarını görmezden gelip göklere çıkaranlar da, onu yerden yere vuranlar da aynı ölçüde haksızdırlar.
Fakat Nazım Hikmet aynı zamanda, kısa süren hayatına sıradan bir insandan çok daha fazla şeyi sığdırabilmeyi de başarmış bir insandır. Hayatını tüm yönleriyle ve ayrıntılarıyla ele almak da kuşkusuz böylesi bir yazının sınırlarını fazlasıyla aşacaktır. Ölüm yıldönümünde onu hatırlatırken belli noktalara vurgu yapmak kaçınılmazdır.
Egemen sınıflar ve onların temsilcileri, Nazım’ın kavgacı, mücadeleci yanını, komünistliğini unutturmaya, sadece aşklarıyla, yurt sevgisiyle dolu yönlerini vurgulamaya çalışırlar. Onlara yakışan da budur zaten. Oysa Nazım’la aynı davayı savunan bizler için onun unutulmaması ve unutturulmaması gereken yanı devrimciliği, komünistliği ve hamuru bunlarla yoğrulmuş üstün şairliğidir.
En çok övündüğü şey 1923’te TKP’ye üye olmasıdır. Ölünceye değin partisi ve sosyalizm mücadelesi yaşamının merkezinde kalmıştır. Ne aşkları ne de hayatın getirdiği zorluklar onu ideallerinden ayırmaya yetmemiştir. Uzunca bir dönem partisinden koparmaya çalışmışlarsa da, o inatla direnmiştir. Partiye ve partili mücadeleye verdiği önemi şiirinde de dile getirmiştir.
Türkiye Komünist Partisi, T.K.P.’em benim, Seni düşünüyorum. Sen dünümüz, bugünümüz, yarınımızsın, En büyük ustalığımız, En ince hünerimizsin. Sen aklımız, yüreğimiz ve yumruğumuzsun. Dünyada bir anılır şanlı soyun var: Sen küçük kardeşisin V.K.P. (B) nin. Sen bana bugün Mübarek alnındaki yara yerinle Ve işçi bileklerinde zincir izleriyle göründün, Yürüyorsun dimdik, pırıl pırıl. Ömrümde yalnız seninle Ve senin safında olmakla övündüm… |
Partisiyle birlikte işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele bir ömür boyu devam etmiştir. Ama işçi sınıfına bakışı, “yol arkadaşlığı”ndan öte bir düzeydedir. Kimi zaman aç yığınlar olarak, kimi zaman korkak ve cesur görünerek karşısına çıksa da, o her zaman geleceği ve ümidi görmüştür işçi sınıfının bağrında…
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!
Ve işçi sınıfının davası uğruna verdiği mücadelenin zafere ulaşacağına dair inancı bir an olsun eksilmemiştir. Güneşli güzel günler göreceğimizden, motorları maviliklere süreceğimizden şüphesi yoktur. Ama zaferin kendiliğinden, kolaylıkla geleceğini de düşünmemektedir:
Varılacak yere
kan içinde varılacaktır.
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp
koparılacaktır...
Zafere giden yolda işçi sınıfı, mücadelesini bir yapı ustasının hüneriyle inşa etmeli, sabırlı ve fedakar olmalıdır. Yapıcılar türkü söylese de, “yapı türkü söyler gibi yapılmıyor” der.
İnsanlığı el kapılarını kapatmaya, insanın insana kulluğunu yok etmeye çağırır. Bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamaya çağırır. Sosyalizmi anlatırken küçük-burjuva entelektüellerinin veya akademisyen bozuntularının yapaylığından ve sözde derinliğinden çok uzaktır. Amacı tam da anlaması gerekenlere sosyalizmi anlatmaktır:
Sosyalizm,
Yani şu demek ki, dayı kızı,
Sosyalizm,
Senin anlayacağın yani,
El kapısının yokluğu değil de
İmkansızlığı.
Sosyalizm
Devirmek dağları elbirliğiyle
Ama elimizin öz biçimini,
Öz sıcaklığını yitirmeden.
Sevgilimizin bizden ne şan, ne para,
Vefadan başka bir şey beklemeyişi…
Sosyalizm,
Yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,
Yahut mesela,
-bu seni ilgilendirmez henüz-
esefsiz,
güvenle,
emniyetle,
gölgeli bir bahçeye girer gibi
girebilmek usulcacık ihtiyarlığa,
ve hepsinden önemlisi,
çocukların, ama bütün çocukların,
kırmızı elmalar gibi gülüşü…
Onun gözünde dava uğruna verdiği kavgasıyla yaşamı bir bütündür. Bu yüzden sevdalarını ve aşklarını ne gizler, ne de ideallerinin önüne koyar. Yeri geldiğinde gözü hiçbir şeyi görmeyen bir aşık, yeri geldiğinde en sevdiği insandan ve mutlu bir yaşantıdan bile uğruna vazgeçebilecek kadar davasına bağlı bir komünisttir. Aşık olmayı ne sadece iki insan arasında ne de sadece cinsel açıdan düşünür. Ona göre insan tutkuyla aşık olabileceği gibi, uğruna hayatını ortaya koyabileceği bir ideale de aynı ölçüde bağlanabilir: “Bana öyle geliyor ki, bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün bir ormana, bir tek düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir.” Ona göre aşık olmak ayıp değil, marifettir:
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Diyebiliriz ki Nazım Hikmet, aşklarını ve ideallerini bir bütün içerisinde yaşamına sığdırabilmiş ender insanlardan biridir. Yeri gelmiş açlık grevinde, yeri gelmiş yoksulluktan açlık çekmiştir. Partisi uğruna her türlü fedakârlığa katlanmış, ama yıkılan putların altında da ezilmemiştir. Ölümle yüz yüze geldiğinde bile umudunu kaybetmemiştir. Yaşamı boyunca kimseye el açmamış, kimseden medet ummamıştır. Birçok aydının aksine davasına kendisini adadığı işçi sınıfına yabancılaşmamış, sırtına aldığı yükü dirençle, şarkısı tükenip bitmeden ve cennetini kaybetmeden, bilge bir savaşçı gibi taşımıştır. O, işçi sınıfına ve sosyalizm davasına inancı tam bir komünisttir.
Gazeteci Charles Dobzynski ile yaptığı söyleşi, 1958.
Hamdi Şamilof ve karısı Emine, Seyfettin Osman, Deli Mehmet, Şaban Ağa oğlu Fuat, Şoför Süreyya ve Zeki Baştımar.
Gerginliğin sebebi, Çinli delegelerin Türkiye’yi resmi olarak temsil etmediği gerekçesiyle Nazım’ın kurultaya katılmasını engellemeye çalışmalarıdır. Fakat Nazım Hikmet salondaki delegelere yönelik öylesine etkileyici bir konuşma yapar ki, salon alkış tufanıyla yıkıldığı gibi kendisi de kurultaya başkan seçilir.
link: Tuncay Alp, Nazım Hikmet: İşçi Sınıfına Sevdalı Bir Komünist Ozan, 2 Haziran 2004, https://marksist.net/node/535
Meslekleri Tanıyalım
‘89 Bahar Eylemleri