Erdoğan termik santrallerin fiilen 3,5 yıl daha filtresiz çalışmasının önünü açacak yasayı veto etti. Bu, 31 Aralık 2019’a kadar filtrelerini taktırmayan santrallerin faaliyetlerine son verilmesi gerektiği anlamına geliyor. Hava kirliliği ve sağlık açısından müspet olan bu veto kararı birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Çünkü AKP tarafından hazırlanıp yine bu partinin milletvekilleri tarafından onaylanan ve Erdoğan’ın bilgisinin dışında olma ihtimali olmayan bir yasa tasarısının veto edilmesi hiç de mutat bir uygulama değil. Ekonomik büyüme ve rantı her şeyin önüne koyan Erdoğan’ın “halkın sağlığını ve çevre kirliliğini düşünerek” termik santral sahiplerine rest çekmesini nasıl okumak gerekiyor? Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen yeni rejimde kuvvetler ayrılığının olduğunu, denetim mekanizmalarının varlığını kanıtlama girişimi miydi ilk kez kullanılan bu veto? Yoksa Erdoğan’ın başka planları mı var? Bu santrallerin halkın sağlığını ve çevreyi hiçe sayarak çalışmasına yıllardır izin verilirken, bugün Erdoğan neden “çevreci” kesildi?
Her şeyden önce veto kararının çevreci saiklerle verilmediğini ve termik santrallere filtre takılmasının ehvenişer olmanın ötesine geçmeyeceğini belirtmek gerekiyor. Çünkü, bacalarına filtre takılmasıyla termik santrallerin çevreye verdiği zararın önüne tamamen geçilemiyor. Üstelik Türkiye’deki termik santrallerde çevre kirliliğini azaltan tedbirler hiçe sayıldığı gibi, kullanılan kömürler de problemli.
“Türkiye’de çıkarılan kömürün çok büyük bir bölümü enerji verimi düşük, kirletici maddeleri çok fazla içeren kalitesiz linyitlerden oluşuyor. Bu kömürle çalışan termik santraller küresel ısınmaya neden olan sera gazlarını ve insan sağlığına ve doğaya zararlı parçacıkları atmosfere salıyor. Bunlar arasında kükürt dioksit, azot oksitler, sülfatlar, nitratlar, kurşun, civa, kadmiyum, arsenik, krom, nikel ve hatta radyoaktif bir madde olan uranyum bulunuyor. Kömürlü termik santraller kül dağları ve asit yağmurları meydana getiriyor. Bu durum ormanların, sulak alanların, tarım arazilerinin zarar görmesine neden oluyor. Termik santral bölgelerinde tarımsal üretim azalırken canlı türleri yok ediliyor. Kömür havzalarında akciğer kanseri, kronik bronşit, astım, kalp hastalıkları ve bunlara bağlı ölümler çoğalıyor.”[1]
Temiz Hava Hakkı Platformunun 2019 yılında yayınladığı raporda[2] yer alan veriler hava kirliliğinin insan sağlığı ve çevre üzerindeki etkileri hakkında çarpıcı veriler sunuyor. Rapora göre 2018 yılında Türkiye’de yeterli ölçüm yapılmayan 10 ilin dışındaki yerlerin %56’sı ulusal mevzuatın, %96’sı ise Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) belirlediği hava kirliliği limitlerini aşıyor.[3] Bu Türkiye’nin tamamına yakınında kirli hava soluduğumuz anlamına geliyor. Düzenli ölçümlerin yapılmadığı yerlerin arasında termik santrallerin ve sanayinin bulunduğu bölgelerin olması dikkat çekicidir. Mesela raporda termik santrallerin ve ağır sanayinin yoğun olduğu İzmir’e bağlı Aliağa, Menemen, Yeni Foça ve Bozköy bölgelerindeki hava ölçüm istasyonlarının verilerinin Haziran 2016’dan beri sisteme yüklenmediği belirtiliyor. Bu, Türkiye’nin hava kirliliği haritasının eldeki verilerden daha kötü olduğu anlamına geliyor.
Özellikle termik santrallerin bulunduğu bölgelerde hava kirliliği değerleri ortalamaların çok çok üzerinde seyrediyor. Mesela iki termik santralin bulunduğu Kahramanmaraş en kirli havanın solunduğu il olarak dikkat çekiyor. DSÖ’nün belirlediği kriterlere göre hava kirletici partiküllerden olan PM10 yoğunluğunun maksimum 20 µg/m³ olması gerekiyor. Bu değer termik santral bulunan Elbistan’da 125. Nitekim termik santrallerin bulunduğu Afşin ve Elbistan ilçelerinde, hava kirliliğinin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri çeşitli çalışmalarla ortaya konmuş durumda. “Afşin’de Kömürlü Termik Santrallerin Bedeli” adlı çalışmada termik santrallerin Afşin’de 2017’ye kadar 17 bin erken ölüme yol açtığı belirtiliyor. Planlanan santraller iptal edilmezse, bölgedeki santrallerin faaliyette bulundukları süre boyunca toplam 32 bin erken ölüme neden olacağı öngörülüyor.
Termik santrallerin sağlık üzerindeki etkilerine dair bir örneği de Adana’dan verebiliriz. Adana’da yeni bir termik santral açılmaması için görülen davada Yumurtalık İSKEN termik santralinin sağlık üzerindeki etkileri bilirkişi raporunda yer alıyor. “Yumurtalık ilçesinde tespit edilen kanser vakalarının 2008-2015 yılları arasındaki kayıtlarına bakılarak yapılan incelemede Yumurtalık’ta 2009 yılında 5 kanser vakası ve 4 kanser tipi görülürken, 2014’te 60 kanser vakası ve 16 kanser tipi görüldüğü ifade edilmiştir.”
Termik santrallerin doğaya ve insan sağlığına zararları artık tartışmasız kabul edilen gerçekler. Nitekim 2015’teki Paris İklim Zirvesinde kapitalist devletler çeşitli kesimlerden gelen tepkiler üzerine fosil yakıtlı santrallerin kullanımını sona erdirip yenilenebilir temiz enerji kaynaklarının kullanımına geçeceklerine dair söz verdiler. Elbette ikiyüzlü kapitalistlerin tepkileri dindirmek için aldıkları bu karara uyacakları yoktu. Hiçbir kapitalist ülke, hele ki içinden geçtiğimiz kriz koşullarında, çevreci duyarlılıkları kârının önüne koymaz, koyamaz. Aynı zirvede Türkiye ise termik santraller konusunda özel izin almak için kırk takla attı. Çünkü, Türkiye’nin emperyal heveslerini gerçekleştirebilmesi için ekonominin büyümesine, ekonominin büyümesi için de enerjiye ihtiyacı vardı. Dış güçlerin küresel ısınmayı bahane edip Türkiye’nin büyümesini engellemelerine izin verilemezdi!
Emperyal heveslerle boyunu aşan işlere girişen AKP, bugün daha ziyade iktidarını koruyabilmek için ekonomik büyüme sağlamak zorunda. Ne var ki ekonominin en büyük ihtiyaçlarından olan enerjide Türkiye dışa bağımlıdır. Rejim emellerine ulaşabilmek için gerek duyduğu enerji kaynaklarına sahip değil. Enerji Bakanlığının verilerine göre petrolün %94’ü, doğalgazın %99’u ithal edilirken enerjide dışa bağımlılık %76 olarak gerçekleşmektedir.
Türkiye kömür bakımından ise görece daha zengin kaynaklara sahiptir. 1,3 milyar ton taş kömürü, 15 milyar ton linyit rezervi bulunmaktadır. Ancak linyit rezervlerinin ısıl değerleri oldukça düşük olduğu ve genel olarak yerli kömür sermaye açısından daha maliyetli olduğu için ithal kömür kullanımı da yaygındır. Yerli kömüre dayalı kurulu güç 10.203 MW ile toplam kurulu gücün %11,5’ini oluştururken, ithal kömüre dayalı kurulu güç ise 8794 MW ile toplam kurulu gücün %10’udur. 2018 yılında Türkiye’nin elektrik enerjisinin %37’si kömür santrallerinden elde edilmiştir. 2019 yılında ise ilk 9 ayda bu oran %22’ye inmiştir. Kömürün toplam enerjideki payını düşüren faktör, hidroelektrik enerjinin payının artması olmuştur. 2018’de hidroelektrik enerjinin toplam enerji üretimindeki payı %20’nin biraz altında iken, 2019’da %31’in üzerine çıkmıştır. Yani “çevreci” iktidarımız sadece termik santrallerle havayı kirletmiyor; hiçbir çevre değerlendirmesi yapmaksızın neredeyse her dereye inşa edilen HES’lerle de doğanın canına okuyor.
Elbette kâra dayalı üretimin gerçekleştirildiği kapitalist dünyada kârlı olduğu sürece sermayenin termik santrallerden vazgeçmesi söz konusu olamaz. Türkiye’de mevcut siyasi ve ekonomik koşullarda bu hepten imkânsızdır. Avrupa ülkelerinde kömürlü termik santrallerin sayısında bir azalış söz konusuyken Türkiye’de eğilim tam tersi yönde ilerliyor. Türkiye’de 2018 sonu itibariyle toplam 20 GW kapasiteye sahip 27 kömürlü termik santral bulunmaktadır. Ayrıca toplam 33,4 GW güce sahip (yani mevcut olanın iki katına yakın) yeni santrallerin yapılması planlanmaktadır.
Yeri gelmişken, bu dizginsiz büyümenin dayandırıldığı temel argüman üzerinde de duralım. İktidarın sözcüleri Türkiye’nin ekonomisinin büyümesi, daha fazla istihdam ve refah için daha fazla enerjiye ihtiyaç olduğunu söyleyerek; nükleer santralleri, termik santralleri ve HES’leri meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bu propagandanın genel anlamda işe yaradığını da görüyoruz. Oysaki Türkiye’nin enerji kapasitesi, enerji üretimi ve ihtiyacına dair verilere bakıldığında bu propagandanın altının ne kadar boş olduğu rahatlıkla görülebilir. TEİAŞ’ın verilerine göre, 2017 yılında en yüksek talep olan dönemde bile 80.343 MW değerindeki kurulu gücün yalnızca 47.660 MW’ı yani %59,3’ü kullanılmıştır. Yani Türkiye’nin mevcut elektrik üretimi kapasitesi ihtiyacı için yeterlidir. Bu veriler “filtre takmak için termik santralleri durdurursak elektrik sıkıntısı olur” diyenlerin yalan söylediğini de açıkça ortaya koymaktadır. Bıraktık geçici olarak bu termik santrallerin durdurulmasını, süresiz kapatılsalar bile Türkiye enerji sıkıntısı yaşamayacaktır. Zira filtresiz çalışan 15 santralin toplam kapasitesi Türkiye’nin kurulu gücünün %10’u bile etmiyor. Türkiye’nin kurulu güç yedeği bunun çok üzerindedir. Ancak iktidarın teşvikiyle kömürü paraya çeviren yandaş sermaye grupları, termik santrallerin alternatifsiz olduğu algısını yaratmaya çalışıyorlar.
Bir tarafta hava kirliliği ile buna bağlı olarak ortaya çıkan hastalıklar ve erken ölümler, diğer tarafta sermayenin büyüme hırsı ve iktidarın çıkarları. Bu ikisini iktidarın terazisine vurduğumuzda ikincisinin ağır basacağını, ilkinin hiçbir ağırlığının olmayacağını söylemek için izlenen enerji politikalarına bakmak kâfidir. Mevcut santrallere 2013’te bacalarına filtre takma zorunluluğu getirilmiş ancak bunun için tanınan süre o günden bugüne AKP tarafından uzatılmıştır. Santrallere 2021 yılına kadar çevre kirliliğini önlemek amacıyla alınması gereken tedbirleri almadan çalışmalarına izin veren yasa 2014’te AYM tarafından iptal edilmişti. Fakat yeni bir düzenleme ile süre 2019 sonuna kadar uzatıldı.
Ezcümle yıllardır bu santrallerin çevreyi kirletmelerine izin veren bu iktidarın kendisidir. Saray’ın veto gerekçesi olarak yaptığı açıklamaların hiçbir inandırıcılığı yoktur. Açıklamada yer alan “Ülkemizin enerji ihtiyacının karşılanması zarureti, insan sağlığı ve çevrenin korunması amacının önüne geçmemelidir” sözleri son derece ikiyüzlücedir. Yukarıdaki verilerden anlaşılacağı üzere çevreci bir rejimin termik santrallerin çevreyi bir gün bile kirletmesine izin vermemesi gerekirdi. Santrallerin bacalarına takılacak filtreler hava kirliliğini azaltsa da sıfırlamayacaktır. “Biz bunları böyle çalıştıramayız. Siz çok para kazanacaksınız diye biz halkımızın zehirlenmesine müsaade etmeyiz. Bir tarafta halkım diğer tarafta sermaye var. Kimse kusura bakmasın” diyor Erdoğan ama bugüne kadar bu kömür santrallerini işleten şirketleri fonlayan iktidarın başında bizzat kendisi vardır. Kimse kusura bakmasın, çevreci bir iktidar termik santrallerin bacalarına filtre takmak yerine bunların faaliyetlerine tümden son verecek uygulamaları hayata geçirmeye çalışırdı!
Yandaş santraller
Filtresiz çalışan termik santrallerin çoğunluğu yandaş sermaye tarafından işletiliyor. 2013’te gerçekleştirilen özelleştirmelerle devlete ait termik santraller Kolin, Çelikler, Limak gibi şirketlere peşkeş çekilmişti. Bu da yetmezmiş gibi teşvikler verilmiş, çevre düzenlemeleri için verilen süre 3 kere uzatılmıştı. Sadece 2018 yılında bu santrallere devletin yaptığı teşvik 21 milyar lira. Yani bu işletmeler kendi öz sermayeleri ile değil devletin sağladığı teşvik ve uygun kredilerle bu santralleri işletiyorlar. Ne var ki devletin teşvikine rağmen aldıkları kredileri geri ödeyemiyorlar. Hatta İtalyan bankası Unicredit’in Türkiye’den çekilmesinde enerji sektörüne verdiği kredilerin geri ödenmesinde yaşanan sıkıntıların etkili olduğu söyleniyor.
Bu sermaye grupları filtrenin maliyetli olduğunu iddia ederek AKP’den süreyi uzatmasını istediler. Sermayenin has partisi olan AKP’nin vekilleri de bu ricayı tereddütsüz yerine getirmeye çalıştılar. Ancak doğayı ve insan sağlığını hiçe sayarak AKP sermayesi için yürütülen bu operasyon epey tepki topladı. Şubatta da benzer bir girişim gelen tepkiler üzerine geri çekilmişti. Kuvvetle muhtemel ki AKP, emekçilerin tepkisini çekmeden santralleri işleten sermaye gruplarını kurtaracak bir ara formül üzerinde çalışıyor. Ekonomik kriz koşullarında sermayeye verilen teşvikler AKP’ye oy veren kitlelerde iktidardan uzaklaşma eğilimini güçlendiriyor. Sermayeye gelince teşvik üstüne teşvik veriliyor ama sıra işçiye gelince vermezük diyorlar. AKP’nin altını oyabilecek yeni partilerin kurulduğu bir dönemde bu gibi olayların daha fazla tepki toplayacağının hesaba katıldığını da ekleyelim.
Süreyi uzatan yasa tasarısı gündeme geldiğinde yükselen tepkileri püskürtmek üzere medya aracılığıyla algı operasyonu yapılmaya çalışıldı. Yandaş medyada termik santrallere filtre takılması felâket senaryosu gibi verildi: “O santralin 10 gün durması demek, 32 bin kişi enerjisiz kalacak demek. Bu tek bir santral, 15 santral birleşirse bu oran 500 bin kişiye çıkacak, 10 günde 500 bin kişi mağdur olacak. 35 bin konut dediğimiz, 750 bin konuta çıkacak 15 termik santral de aynı anda filtreleme işlemine girerse. Yatağan’daki santrali durdurdunuz 10-12 gün, 12 bin metro seferinin iptal edileceği kadar bir enerji kaybı yaşanacak ve 8 bin 900 makine de çalışamayacak, sanayiyi de vuracak.” Aynı şekilde termik santrallerin patronları işçilerini işten atmakla tehdit etti. Ne var ki bu daha da büyük tepkiye yol açtı. Bundan sonra medyada tersi yönde haberler ve açıklamalar yer almaya başladı. Erdoğan’ın termik santral patronlarından birini azarladığı yazıldı. Sonra da veto kararı geldi. “Filtre takarsak batarız” diyen bu burjuva, yediği fırçanın ve vetonun ardından “en hızlı şekilde filtre sistemini kuracağız” diye açıklama yaptı. Demek ki mesele filtre maliyetlerinin santralleri “batırması” değilmiş!
Erdoğan’ın filtre takmayan santraller için “büyük ihtimalle bu yeniden bir ihaleye gider, başka bir çıkışı yok” demesi başka planların olduğunun bir işareti. Veto tartışmasında iddialardan biri, yükümlülüklerini yerine getirmeyen santrallere el konulmasının planlandığı şeklinde.[4] Elbette bu, özelleştirme şampiyonu AKP’nin termik santralleri sonsuza kadar devlete teslim etmek istediği anlamına gelmiyor. Tersine zarar eden yandaş sermayeyi kurtarmak ve bunun yükünü emekçilerin sırtına yıkmak istiyorlar. Filtre sistemi gibi çevre uygunluk düzenlemeleri devlet tarafından yapıldıktan sonra bu santraller yandaş sermaye gruplarına “temiz” bir şekilde yeniden satılabilir. İktidarın bugüne kadarki politikalarına bakınca bu senaryo hiç de uçuk bir iddia olarak görünmüyor.
Vetonun ardından termik santrallere dair ne adımlar atılacağını zaman gösterecektir. Ama amaçlananın ne olduğu şimdiden bellidir. Kaz Dağlarından Cerattepe’ye, Manisa’dan Gaziantep’e kadar Türkiye’nin dört bir yanında doğal ve tarihi güzellikleri, yeşil alanları daha fazla rant alanı açmak, etrafındaki sermaye gruplarını daha fazla semirtmek için talan eden iktidar bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor. Sermayeden önce halk sağlığı ve çevre diyerek sözümona hem çevreci bir adım atıyor hem de gelen tepkileri azaltmaya çalışıyor. Bu arada sermaye için alan açıyor, zaman kazandırıyor. Erdoğan, ayrıca, partisinin yanlışını düzelten, sermayenin karşısında halkı savunan lider pozuyla kendisini destekleyen kitlelerin gönlündeki yerini korumaya çalışıyor. Ne var ki, güneş balçıkla sıvanmıyor.
[1] Ezgi Şanlı, Ekonomide Yapısal Dönüşüm: İşçiye Ölüm, Doğaya Yıkım!, marksist.com
[2] Hava Kirliliği ve Sağlık Etkileri KARA RAPOR, Mayıs 2019
[3] Ulusal mevzuata göre PM10 limiti 44 μg/m3, DSÖ limiti ise 20 μg/m3
link: Suphi Koray, Veto, Termik Santraller ve İktidarın Çevre Karnesi, 19 Aralık 2019, https://marksist.net/node/6804
Hiç Olmadığı Kadar…
COP25: Burjuvazi İkiyüzlülükte Rekor Kırıyor!