Nisan ayında 50. kuruluş yılını geride bırakan TÜSİAD’ın 30 Mart tarihli son genel kurulu, başkan Simone Kaslowski ve YİK başkanı Tuncay Özilhan’ın yaptığı konuşmalarla gündeme gelmişti. Her iki isim de genel demokrasi ve laiklik vurgularını, son zamanlarda yaptıklarından daha farklı olarak iktidarın güncel politikalarını daha açıktan eleştirerek yapmışlardı. Özellikle, TÜSİAD’ın kurulduğu 70’li yılların siyasal atmosferine göndermeler yapan YİK başkanı Özilhan’ın sözleri, güncel siyasal durum karşısında bir tutum olarak dikkat çekmişti:
“Bugünkü toplantımızı, ekonomik duruma ilişkin karışık sinyallerin olduğu bir dönemde yapıyoruz. Hepimiz son aylarda arka arkaya gelen beklenmedik gelişmeleri anlamaya, yorumlamaya, geleceği kestirmeye çalışıyoruz. Ortalığın toz duman olduğu, yetki ve sorumlulukların sınırlarının bulanıklaştığı durumlarda karar nasıl alınır? Nereye gittiğimiz konusunda kafamızda bir cevap yoksa plan nasıl yapılır? Kurumsal yapıların öngörüldüğü gibi çalışacağı varsayımı olmadan yarın ne olacağı nasıl bilinir? İlan edilmiş olan kurallar yarın değişebilirse, yarına ilişkin kararlar nasıl alınır?”
İktidarın son aylarda peş peşe aldığı kararlar üzerinden öngörülemez yönetim biçiminin bu şekilde eleştirilmesi, TÜSİAD’ın rahatsızlığını bir nebze daha net bir şekilde ortaya koyması anlamına geliyor. Özilhan ortalığın toz duman olmasından, “demokratik hukuk devleti”nden uzaklaşılmasından Türkiye’nin geleneksel sermaye kesimlerinin duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Türkiye’nin sorunlarını çözmüş “demokratik bir hukuk devleti” olması için görüşlerini sunmaya devam edeceğini söylüyor. Daha baştan belirtmek gerekir ki Özilhan’ı ve TÜSİAD’ı rahatsız eden şey toplumun farklı kesimlerinin demokratik haklarının tırpanlanması, yasakların artması (mesela Özilhan’ın yaşadığı evin sokağına direnişçi işçilerin girişinin yasaklanması, sokağa özel yasaklar getirilmesi) değil sermaye sınıfının alıştığı, iş yapmak için ihtiyaç duyduğu teamüllerin, kuralların ortadan kaldırılmasıdır. Bir sermaye kesiminin lehine diğerlerinin aleyhine olacak şekilde keyfi kuralların işletilmesidir.
Peki, Türkiye’de dünden bugüne siyasetin ve devletin biçimlenmesinde, bugün “demokratik hukuk devleti normlarının ortadan kalkmasında” TÜSİAD’ın rolü yok mu? 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinde ya da postmodern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat darbesinde, bugünkü rejimin kurulmasında bir kaldıraca dönüştürülen 15 Temmuz’a gelinen süreçte TÜSİAD’ın rolü yok mu? 1970’lerin başlarından bu yana yakın tarihin önemli dönemeç noktalarında masum bir sivil toplum kuruluşu olarak mı kalmıştır? Darbeler, anti-demokratik uygulamalar, baskılar konusunda sütten çıkmış ak kaşık mıdır? Bugün şikâyet ettiği koşulların oluşmasında rolü az mıdır? Bu ve benzeri sorulara hızlıca ve net bir şekilde “hayır” cevabı verilebilir. Yine de konuyu hızlı geçiştirmemek, geçmişi hatırlamak, bugünün siyasal koşullarının şekillenmesinde TÜSİAD burjuvazisinin oynadığı rolü bilmek önemlidir. Bugünlerde bir kez daha demokrasi havarisi kesilen TÜSİAD’dan demokrasi mücadelesi beklenemeyeceğini görmek için kuruluşundan bugüne siyasette ne tutum aldığına bakmamız gerekiyor. Bu, Özilhan’ın sözlerinin alt metnini doğru bir biçimde okumamızı da sağlayacaktır.
TÜSİAD’ın kurulduğu yıllar
TÜSİAD, 12 Mart darbesinin hemen ardından 2 Nisan 1971’de kurulmuştur ve bu bir tesadüf değildir. Özilhan’ın “ülkemizin karmaşık günlerden geçtiği bir dönem” olarak tarif ettiği 70’li yıllar, büyüyen işçi sınıfının yükselen mücadelesi karşısında burjuvazinin endişeye kapıldığı yıllardı. 60’lı yıllarda gelişen sanayi ile birlikte işçi sınıfı da mücadelesi de gelişmişti. Her yerde grev ve direnişler patlak vermeye başlamış, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kurulmuştu. Buna paralel olarak gençliğin devrimci mücadelesi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de muazzam bir yükseliş içerisindeydi. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ise burjuvazinin korkmakta ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu. İşte bu toplumsal hareketlilik Türkiye sermayesinin uluslararası sermayeye derinden entegre olma planlarını hayata geçirmesinin önünde çok büyük bir engeldi. Mehmet Sinan bu tabloyu şöyle özetliyor:
“1970 yılı, Türkiye kapitalizminin gelişim süreci içinde yerli büyük sermayenin bir üst evreye sıçradığı ve finans kapital sentezine ulaştığı bir dönemeç noktasıdır aynı zamanda. Büyük sanayi sermayesi ile banka sermayesini bünyesinde kaynaştıran ve her ikisine de hükmeden yerli finans kapital (mali sermaye), 1970 dönemecinden itibaren kapitalist ekonominin her alanında belirleyici olmaya ve burjuva siyasete daha etkin bir biçimde yön vermeye başlamıştır. Fakat her şeye rağmen gene de ulusal sınırların ötesine geçemeyen, dışa açılamayan ve henüz sermaye ihracını gerçekleştirebilecek bir düzeye ulaşamayan, dolayısıyla dış sömürüden pay alamayan yerli finans kapital grupları, artan sermaye ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sömürüyü ülke içinde derinleştirmek ve yoğunlaştırmak zorundadırlar. Ne var ki, mevcut koşullarda bunu başarabilmeleri de o kadar kolay bir iş değildir. Arzularını gerçekleştirebilmeleri için, öncelikle işçi sınıfının uzun süreden beri militan bir eylemlilik içinde olan örgütlü kesimlerini, özellikle de özel sektörde hızla örgütlenen ve ileri taleplerle patronların karşısına dikilen DİSK’i geriletmeleri ve böylece sınıf sendikacılığı hareketini etkisiz hale getirmeleri gerekmektedir.”[1]
12 Mart darbesinin kökeninde burjuvazinin bu niyetleri vardı. Muhtırayı alan Demirel şapkasını alıp gitti, burjuvazinin ihtiyaçlarını daha iyi karşılayacak olan yeni bir hükümet kuruldu. Birçok ilde ilan edilen sıkıyönetimle birlikte devrimci hareketi ve sendikal hareketi ezmeye dönük operasyonlar gerçekleştirildi. İki buçuk yıl süren 12 Mart rejimi boyunca burjuvazi düzenini tahkim etmeye ve hedeflerini gerçekleştirmeye dönük siyasal ve ekonomik programlar açıkladı. Bugün demokrasi savunucusu pozları kesen TÜSİAD bu programların en büyük savunucusuydu.
“Nihat Erim hükümeti programını açıkladığında, ilk kutlama mesajı finans kapitalin sembol ismi ünlü işadamı Vehbi Koç’tan gelmişti. Erim hükümetinin oluşumundan bir ay sonra ise, burjuvazinin finans kapital düzeyine yükselmiş olan unsurlarının örgütü TÜSİAD kuruldu! Zenginler kulübü olarak da anılan TÜSİAD, burjuvazinin genelini temsil eden sanayi-ticaret odaları ve işveren sendikalarının yanında, finans oligarşinin çıkarlarını temsil eden «daha özel» bir örgüt olarak inşa edildi. Nitekim TÜSİAD kuruluşundan itibaren bu «özel» durumuna uygun davranacak ve tüm burjuva kesimler üzerinde finans oligarşinin hegemonyasını tesis etmeye ve bu doğrultuda baskı gücü oluşturmaya çalışacaktı.”[2]
Ancak 12 Mart rejimi TÜSİAD’ın emellerine ulaşmasını sağlayamadı. Çünkü 12 Mart rejimi tüm girişimlere rağmen burjuvazinin istediği koşulları oluşturamamış, bütün baskılara ve kıyıcı zalimliğine rağmen devrimci gençliği ve işçi hareketini ezememiş, tersine işçi sınıfının mücadelesi kısa süre sonra çok daha güçlü bir şekilde düzenin karşısına dikilmiştir. Üstelik bu dönem burjuvazinin atılım ihtiyacının daha da yakıcı hale geldiği bir dönemdir. Elif Çağlı Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında ‘80 dönemecini, finans kapitalin ülke içinde ahtapot kollarıyla her alanı hegemonyası altına aldığı ve artık dış pazarlarda atılım yapmayı şiddetle istediği çok önemli bir dönemeç noktası olarak tanımlar ve bunun için önündeki engellere tam bir vuruş yapmaya hazırlandığını belirtir. Elbette büyük sermayenin özel örgütü TÜSİAD bu süreçte doğrudan yer almış, 12 Eylül’ün mimarlarından biri olmuştur.
“Aslında Türk burjuvazisi, kendi düzenini tehdit eden bu gelişmeler karşısında işçi sınıfını ve devrimci hareketi «hizaya getirecek» baskıcı-otoriter bir rejimi canı gönülden arzulamaktaydı. Ne var ki, bu niyetini hem kendi halkına hem de Avrupa’daki demokratik kamuoyuna açık etmesi mümkün değildi. 12 Mart rejiminden çıkalı daha dört yıl olmamıştı ve bu çıkış sürecinde «burjuva demokrasisinin» onca propagandası yapılmıştı burjuvazi tarafından. Bir daha demokrasiye karşı 12 Mart gibi askeri müdahalelerin olmaması savunulmuştu (!) burjuva medyada. Ve de «demokrasi havarisi» Ecevit az alkışlanmamıştı 12 Mart’tan çıkış sürecinde! Bu nedenle, şimdi tekrardan bir askeri rejime geçilmesini burjuvazinin açıktan destekler görünmesi pek «hoş» olmazdı elbette! Bunun için daha epey çalışılmalı ve burjuvaziye rahat nefes aldıracak apoletli, olağanüstü bir burjuva rejimin «bir gece ansızın» gelmesi için ortam iyice hazırlanmalıydı! Nitekim bu gerçekliği görmüş bulunan finans-oligarşinin karargâhı TÜSİAD (Vehbi Koç’un deyimiyle «fikir üreten fabrika»), çoktan «fizibilite» çalışmalarına başlamıştı bile!”[3]
Nitekim bu planlar hayata geçirildi, 12 Eylül’e giden yollar adım adım döşenmeye başlandı. 1 Mayıs 1977, Çorum, Maraş gibi katliamlarla, kanlı provokasyonlarla, Kemal Türkler cinayeti gibi sınamalarla ortam iyice hazırlandıktan sonra burjuva basına orduyu göreve çağıran ilanlar verildi. Bu davete icabet eden generaller faşist bir darbeyle parlamenter işleyişe son verdiler, grevleri yasakladılar, partileri, sendikaları ve demokratik kitle örgütlerini kapattılar. Böylece burjuvazinin yapısal dönüşüm ihtiyacının programı olan 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi için uygun koşullar oluştu. TÜSİAD’ın 12 Eylül bağlantılarının izini bizzat TÜSİAD’ın yayınladığı Görüş dergisinden sürmek de mümkün. Bu derginin darbeden bir yıl sonra yayınlanan sayısında yer alan “TÜSİAD’ın Ekonomik Konulardaki Görüş ve Önerileri” başlıklı yazısı şöyle başlıyordu: "Türkiye Cumhuriyeti devletinin bölünmezliğini ve bütünlüğünü bir kere daha perçinlediği için, can ve mal emniyetini tartışmasızca sağladığı için ve güzel yurdumuzu yeniden istikbale ümitle bakan insanlar ülkesi haline getirdiği için 12 EYLÜL HAREKÂTINA ŞÜKRAN BORÇLUYUZ. … 12 Eylül harekâtının ekonomik meselelere en az diğer ülke sorunları kadar önem vermesi her türlü takdirin üzerinde bir davranış olmuştur.”[4]
Gerek 12 Eylül öncesindeki darbe çağrılarıyla gerek sonrasında yaptığı yayınlar ve açıklamalarla TÜSİAD’ın darbe karşısındaki pozisyonu tartışmasız bir şekilde ortadadır. Sınıf mücadelesi bakımından 12 Eylül öncesi ve sonrasındaki koşulların farklılığı da darbenin ordu içindeki bir cunta tarafından kapitalist sınıftan bağımsız olarak yapılmadığını çok net göstermektedir. Ne var ki, darbelerin egemen sınıftan bağımsız olarak yapıldığı düşüncesi, TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinin suçsuz olduğu yanılsamasını doğurmaktadır. Çoğunlukla hükümetlerin kötü yönetimi sonucunda ordunun idareye el koyduğu düşünülür. “Tabii bu yanılgının asıl nedeni, burjuva toplumdaki işbölümünün ve bu işbölümüne göre biçimlenmiş olan burjuva kurumların, asıl sınıfsal özneyi gizlemiş olmalarıdır. Gizlenen bu özne, mülk sahibi kapitalistler sınıfının ta kendisidir! Ve işin gerçeğinde, statükoculuk da, liberalizm de, demokrasi ya da demokrasisizlik de doğrudan bu öznenin (kapitalist sınıfın) çıkarlarına göre bir anlam kazanmaktadır. … 12 Eylül darbesinin hazırlanmasında ve gerici faşist yasaların yapılmasında en etkin rolü, finans-kapitalin örgütü TÜSİAD oynamıştır.”[5]
90’lı yıllardan günümüze
TÜSİAD’ın “darbe karşıtlığını” ve “demokratlığını” 28 Şubat’ta da görüyoruz: “28 Şubat’ta tekelci sermayenin Erbakan’dan genel politik rahatsızlığının yanı sıra, onun izlemeye çalıştığı ekonomi politikalarından da rahatsızlığı vardı. Erbakan’ın kapitalizm koşullarında genel hatlarıyla demagojik ve ütopik politikalarının kendilerine zarar vereceğini hesap eden, devlet kaynaklarının bir bölümünün de yeniyetme İslami sermayeye aktarılmasına izin vermek istemeyen söz konusu sermaye kesimleri, hükümet darbesinin çeşitli düzeylerde destekleyicisi ve katılımcısı olmuşlardır. Nasıl 12 Eylül faşist darbesi 24 Ocak kararları ile simgeleşmiş bir ekonomik programa sahip idiyse, 28 Şubat’ta da büyük sermayenin birtakım doğrudan ekonomik çıkarları vardır. 28 Şubat’ı takip eden birkaç yıl içinde birçok batık bankanın devletin sırtına yıkılması gibi hadiseler de dâhil olmak üzere, dönmekte olan korkunç borç-faiz çarkının emekçi halkın sırtına 300 milyar dolara yakın bir yük bindirmiş olduğuna dair hesaplamalar yapılmaktadır.”[6]
Bu satırlarımız daha sonrasında bizzat TÜSİAD tarafından doğrulandı. 2014 yılında yapılan genel kurulda konuşan Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton, 23 Ocak 1997 tarihli yönetim kurulu toplantısındaki tartışmaları anlattı. TÜSİAD’ı akademisyenlere hazırlattığı demokrasi raporuna sahip çıkmamakla eleştiren Alaton, TÜSİAD üyelerinin “bizim demokrasi arayışıyla işimiz yok, bizim işimiz para kazanmak” demeye getirdiklerini ve ertesi gün bütün gazetelerin “TÜSİAD demokrasi istemiyor” sürmanşetiyle çıktığını aktardıktan sonra şu soruyu sordu: “Aradan sadece 36 gün geçtikten sonra 28 Şubat 1997’de askerin darbesi geldi. Şimdi sizlere soruyorum; Genelkurmay bu darbe adımını kaleme alırken TÜSİAD’ın bir ay önce yaktığı yeşil ışığın bu darbeye katkısı ne kadardır?”
TÜSİAD 90’lı yıllarda bizzat kendisinin tezgâhladığı 12 Eylül darbesinin önüne çıkardığı engellerden, askeri ve sivil bürokrasinin siyasi ve ekonomik yaşamdaki ağırlığından, Türkiye’nin Batı sermayesi ile entegrasyonunun önündeki köklü sorunlardan kurtulmak, önündeki engelleri temizlemek istiyordu artık. Ancak bu doğrultuda ne türden adımlar atmak gerektiği, kurumsallaşan AB’yle nasıl bir ilişki kurmak gerektiği gibi konular finans kapital içerisinde birbirine karşıt iki ana eğilimi doğurmuştu. 90’lı yıllar TÜSİAD içerisinde ve burjuva siyaset âleminde bu eğilimlerin çatışmasıyla geçmiş ve ancak milenyum dönemecine yaklaşılırken bu çatışma en azından TÜSİAD içerisinde çözüme bağlanmış, AB’ci çizgi finans kapitalin zirvesinde hegemonyasını kurmuştu. TÜSİAD kendi pozisyonunu netleştirdiyse de statükocu burjuvaziyle AB taraftarı olanlar arasındaki çatışma sona ermedi. TÜSİAD, Batı sermayesiyle daha derinden bir entegrasyonun sağlanması ve bölgede emperyalist bir atılım peşinde koşuyordu. Bunun için sorunlarını çözmüş, bölgede istikrar örneği olmuş, AB ile ilişkilerini ilerletmiş bir Türkiye’nin var edilmesi gerekiyordu. Kürt sorunu ve Kıbrıs sorunu gibi köklü sorunlarda demokratikleşme adımlarının atılması ve böylece Türkiye sermayesinin önündeki engellerin temizlenmesi gerekiyordu. 90’lı yıllarda TÜSİAD burjuvazisinin bir kesiminin bu doğrultuda attığı adımlar statükocu-ulusalcı güçler tarafından akamete uğratıldı. DYP, CHP, MHP gibi Türkiye’nin eski partilerinden umudunu kesen TÜSİAD’cı büyük sermayenin bir kesimi Cem Boyner’in girişimiyle kendi partisini bile kurdu ama bu hamle de başarısızlıkla sonuçlandı. 2000’lere gelindiğinde dışa açılmak isteyen büyük sermaye ile içe kapanmacı-statükocu kesim arasındaki gerilim giderek tırmanıyordu. Tarihin ironisi olsa gerek, TÜSİAD dışa açılımını geliştirecek siyasi adımları 28 Şubat’ta önünü kestiği Milli Görüş içerisinden çıkan AKP ile atabilecekti. Mehmet Sinan’ın deyimiyle “denize düşen yılana sarılır misali, laik kesimden umduğunu bulamayan” TÜSİAD, AKP’ye el altından destek verdi.
“TÜSİAD, 12 Eylül rejimi çözülüp de burjuva parlamenter rejime geçilince, bu kez kamuoyunun karşısına «liberal» ve de «demokrat» giysilerini kuşanarak çıkmıştır. Üstelik bunu, hiç yüzü kızarmadan ve de herkese «demokrasi dersi» vermeye kalkarak yapmıştır. TÜSİAD bunu, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, dünyada güçler dengesinin değiştiği, sosyalizmin görünür bir tehlike olmaktan çıktığı ve dolayısıyla burjuvazinin de devrim korkusunun geçtiği koşullarda yapabilmiştir. Üstelik yeni dünya düzeninde Türk burjuvazisi uluslararası sermayeyle ve özellikle de Avrupa sermayesiyle bütünleşmek üzere yelkenlerini şişirmiştir. Artık ordunun vesayeti altında işleyecek otoriter-baskıcı bir rejime de ihtiyacı kalmamıştır. Böylece burjuvazi açısından, AB’ye üyelik tartışmalarının sürdüğü yeni bir konjonktür açılmıştır. Dolayısıyla, burjuvazinin örgütü TÜSİAD da temsil ettiği sınıfın çıkarları gereği «demokrat» bir görünüme bürünmüş ve burjuva demokrasisinin genişletilmesinden yana bir tavır sergilemeye başlamıştır. İşte Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde TÜSİAD’ın herkese «demokrasi dersi» vermeye kalkışması da bundandır!”[7]
İktidarının ilk yıllarında büyük sermayenin dünyaya açılması için uygun siyasal ortamı oluşturmaya dönük adımları atan Erdoğan ve ekibinin, zamanla kendilerine olan özgüveni arttıkça kimseye hesap vermeme eğiliminin gelişmesi burjuvazi içinde huzursuzluk yaratmaya başlamıştır. “Huzursuzluğun ana nedeni ise, Erdoğan ve AKP burjuvazisinin kendi küreleri dışında kalan burjuva kesimleri hiç dikkate almamaları ve hatta bununla yetinmeyip, her fırsatta onları da hizaya sokma girişimlerinde bulunmalarıdır. Örneğin, TÜSİAD yöneticilerinin AB reformları ve ekonominin gidişatı konusunda yönelttikleri eleştiri ve uyarılara, Erdoğan ve hükümet sözcüleri her seferinde sert bir üslupla karşılık vermiş ve «TÜSİAD kendi işine baksın» yollu ifadelerle onları terslemişlerdir. TÜSİAD yöneticilerinin belli bir tarihten sonra, Erdoğan’ın icraatları karşısında daha az konuşur hale gelmeleri ve hükümeti eleştirmekten kaçınmaları da görece bir geri çekilmenin göstergesidir. Fakat TÜSİAD yöneticilerinin daha az konuşur hale gelmesi ve hükümeti eleştirmekten kaçınması, burjuvazi içinde gönüllü bir uzlaşmanın ve anlaşmanın sağlandığı anlamına da gelmiyor. Bu durum, Erdoğan türü bir «barışın» (pax Erdoğana) TÜSİAD yöneticilerine de dayatılmış olduğunu gösteriyor. Görünen odur ki, TÜSİAD açısından şimdilik bir uzlaşma değil bir geri çekilme, çatışma ortamından uzak durma hali söz konusudur. Bu durumda AKP hükümeti ile TÜSİAD arasındaki ilişkilerin, AB projesinin gelişme seyrine göre gelgitli bir seyir izleyeceği aşikârdır.”[8]
Mehmet Sinan’ın TÜSİAD-AKP ilişkilerinde kritik bir dönemeç noktasında, 2012 sonunda kaleme alınan bu yazısı iktidarın otoriterleşmesine ve TÜSİAD’ın bu gidişat karşısındaki tavrına dair önemli tespitler içerir. TÜSİAD sermayesi Erdoğan’ın dayatmasını kabul etmediklerini Gezi sürecinde göstermiş, Erdoğan ise protestoları sert bir şekilde bastırarak karşılık vermiştir. TÜSİAD’ın 2014 genel kurulunda konuşan Erdoğan şunları söylemişti: “Bakın Gezi Olayları ve 17-25 Aralık darbe girişimi… Bu çirkin olaylar karşısında dimdik durduk. Son 10 yıldır kârlarına kâr katanlar eleştiriyor. Ağaç dediler, çevre dediler, günlerce sokakları işgal ettiler. İnanın Gezi olayları karşısında biz dik durmasaydık çok farklı Türkiye’de yaşıyor olacaktık… Gezi ve paralel yapıya destek veren yapıları da biliyoruz. İçeride ve dışarıdaki medya kuruluşları, STK’ları, kimleri fonladığını tek tek biliyoruz. Kaybeden sadece onlar olacak… Enerjinizi kutuplaşmaya değil Yeni Türkiye’ye sarf edin!”
Bu süreç esas olarak AKP ve Erdoğan’ın inişe geçtiği yıllardır. Nitekim 7 Haziran 2015’te AKP tek başına iktidar olmaya yetecek oyu alamamış ve Erdoğan, ancak bir hükümet darbesi ile ve ardından adım adım totaliterleşen bir rejimle iktidarını devam ettirebilmiştir. TÜSİAD istikrarlı bir muhalefet çizgisi izlemediği gibi, Erdoğan’dan zılgıtı her yediğinde hemen köşesine sinmiştir. Örneğin 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin başarısız olmasından sonra Özilhan uzun zamandan sonra eleştirilerinin tonunu arttırdı. Türkiye’nin 2002-2007 yıllarındaki enerjisinden ve hedeflerinden uzaklaştığını, iyi işleyen bir demokrasinin en temel özelliklerinden birisinin iktidarın seçimle el değiştirebilmesi olduğunu, rotadan şaşmamak için ekonomide liberal piyasa düzeninin, kural temelli uluslararası sistemle olan ittifakın, ülke içinde de demokrasi ve hukukun üstünlüğünün şart olduğunu söyledi. Erdoğan’ın cevabına ise gözdağı demek bile hafif kalır: “O günden bugüne sadece firman ne kadar büyüdü, bunu hiç masaya yatırmıyor musun? Ben sizin o günkü durumunuzu da biliyorum, bugünkü durumunuzu da biliyorum. Yeri gelirse bunları da teşhir ederim. Türkiye’yi içeriden vuranlara bunun hesabını sormasını biliriz.” Erdoğan bu kesimleri susturmak için OHAL ile grevlerin yasaklandığını açık açık söylemekten imtina etmemiş, teşvik paketleri ve ekonomi programlarıyla sermayeyi ihya ettiğini hatırlatmaktan geri durmamıştır. Nitekim TÜSİAD zaman zaman mızırdansa da kapitalizmin tarihsel bir krizle sarsıldığı, Ortadoğu’nun Üçüncü Dünya Savaşının merkezi haline geldiği süreçte alternatifsizlik koşullarında kerhen de olsa Erdoğan rejimine razı olmuş, pek çok aşırılıklarını sineye çekmiştir.
TÜSİAD’ın artan karın ağrısı
İslamcı hareketi güçlendirip Erdoğan’ı iktidara taşıyan koşulları TÜSİAD’ın tezgâhladığı 12 Eylül darbesi hazırlamıştır. İşçi sınıfı korkusundan dolayı, emperyalistlerle birlikte 12 Eylül darbecilerini işbaşına çağıran TÜSİAD, işçi sınıfının örgütlülüğünü kırmak, sosyalist hareketi ezmek için İslamcıların önünü açmıştır. Bu dönemde, kırın çözülmeye devam etmesiyle de kentlere akan milyonlar, sosyalist hareketin ve güçlü sendikaların olmadığı, işçi sınıfının sermaye sınıfının karşısına dikilemediği koşullarda İslamcıların etkisine girmiştir ve sınıf mücadelesinden uzak tutulmuştur. Rahatlayan burjuva siyaseti, darbenin belirlediği koşullarda yepyeni kanallardan akmaya başlamıştır. TÜSİAD’ın statükocu askeri bürokrasiyle birlikte iktidardan indirdiği ve kapattırdığı Refah Partisinin içinden gelenlerin kurduğu AKP ise büyük burjuvazinin yeni dönem ihtiyaçlarını karşılayacak parti olarak görülmüştür. Nitekim AKP ilk dönemlerinde yaşanan gerilimlere karşın genel anlamda büyük burjuvazinin taleplerine ve ihtiyaçlarına cevap verebilmiştir. TÜSİAD’ın bir anlamda 12 Eylül’ün ürünü olan AKP ile 12 Eylül’den çıktığını söylemek yanlış olmaz. Kısacası, Özilhan “öngörülemezlikten” şikâyetçidir ama bu tablo bir bakıma TÜSİAD’ın eseridir. Başkan Kaslowski’nin başarı karnesi olarak anlattığı TÜSİAD’ın 50 yıllık geçmişi, bugünü hazırlayan adımlarla doludur.
Çok açık ki TÜSİAD sermayesinin memnuniyetsizliğinin ardındaki temel neden anti-demokratik uygulamalar veya rejimin totaliterleşmesi değildir. Demokrasi ve laiklik tartışmaları kavganın asıl sebebinin üstünü örtüyor. Kavga paylaşım kavgasıdır. Yukarıda değindiğimiz üzere, AKP Milli Görüş’ten gelse de İslamcı emellerini ABD’nin “ılımlı İslam” ve TÜSİAD’ın AB’ci programına uygun şekilde değiştirerek onay alabildi. Ne var ki, başlangıçta TÜSİAD’ın emperyal politikasına ana hatlarıyla sadık kalan AKP, Türkiye’nin geleneksel dış politika çizgisinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. ABD’nin “ılımlı İslam” projesinden vazgeçmesi, “Arap Baharı” ve bağlantılı gelişmeler aradaki makasın iyice açılmasına sebep oldu. Sonuç olarak, AKP’yle politik açıdan yolları ayrılmaya başlayan TÜSİAD gerek iç gerekse uluslararası alanda izlenecek politikalarda eski belirleyiciliğini kaybetti. Böylece, Türkiye kendi kontrolünün dışında TÜSİAD’ın önüne koyduğu hedeften bambaşka bir yere geldi: Uluslararası alanda yalnızlaşmış, başta ABD ve AB olmak üzere gergin ilişkileri olan, içeride de işlerin iyi gitmediği bir Türkiye… Diğer yandan, bir sermaye kesiminin kayırılması da TÜSİAD’ı derinden rahatsız etmektedir.
Erdoğan, devlet kaynaklarının büyük bölümünü yandaş sermayeye aktararak TÜSİAD’da ifadesini bulan geleneksel büyük sermaye kesimlerinin, zenginler kulübünün karşısına yeniyetme ama bir o kadar açgözlü ve cüretkâr bir sermaye grubu çıkarmıştır. Bu sermaye kesimleri o kadar kayrılmıştır ki, mesela “Beşli Çete” olarak da anılan inşaat şirketleri dünyanın en çok ihale alan şirketleri listesinde ilk sıralarda yer alıyorlar. Her ne pahasına olursa olsun kendini korumaya odaklanmış iktidarın politikalarında belirleyici olan da bu kesimlerin öncelikleridir. Tarihin cilvesine bakın ki, 12 Eylül’de kendi düzenini kurtarmak için askeri faşist darbenin önünü açan ve kendisini gönüllü biçimde siyaseten mülksüzleştiren TÜSİAD, bugün yine ama bu sefer iradesi dışında siyaseten mülksüzleşmiştir. Bu bakımdan Erdoğan rejimi 12 Mart veya 12 Eylül rejiminden tamamıyla farklıdır. Efendilerinin emriyle iktidara yerleşen darbeci generaller, doğal olarak TÜSİAD ile uyum içerisinde çalışıyorlardı. Ve yine aynı sebeple TÜSİAD üyeleri cuntaya methiyeler düzmekten geri durmuyordu. Erdoğan’ın totaliter rejimi ise TÜSİAD’ın emri veya talebiyle kurulmamıştır ve Erdoğan TÜSİAD’a sürekli tehditler savurmakta, gözdağı vermektedir. Esas karın ağrısı da budur.
İşte Özilhan’ın sözleri TÜSİAD’ın bu karın ağrısını yansıtıyor. Sorun onlar açısından genel bir “öngörülemezlik” değildir, TÜSİAD’ın önünü görememesidir, nihai karar mekanizmalarında yer alamamasıdır, alınan kararların çoğunlukla AKP sermayesinin çıkarlarına göre şekillenmesidir. Kurucular protokolünde “Türkiye’nin demokratik ve planlı yollarla kalkınmasına ve Batı uygarlık seviyesine çıkarılmasına yardımcı olmak amacıyla” kurulduğu söylenen TÜSİAD, protokolün ve bugünkü yöneticilerinin açıklamalarının aksine, yukarıda özetle anlattığımız üzere, düzeni ne zaman tehlikeye girse sözde demokrasi savunuculuğunu bile bir kenara bırakmış, sınıfsal çıkarlarını önceleyen bir tutum almıştır. Demokratlığın cüzdanlarını şişireceği zamanlarda ise demokrasi şampiyonu kesilmiş; “saygın, demokratik bir sivil toplum örgütü” imajı çizmiş; hiç utanmadan hukukun üstünlüğünden, temel hak ve özgürlüklerden dem vurmuştur.
Mesela kurucular arasında yer alan Osman Boyner, 50. yıl vesilesiyle verdiği röportajda kuruluş dönemine dair şunları söyledi: “Bizim Altınyıldız işletmelerimiz o zaman örnek yerlerdi. Sendikanın talep edeceğini onlar talep etmeden önce işçiye verirdik Altınyıldız’da. Bugüne kadar belki 30 defa grev kararı asıldı fabrikaya, bir kere bile grev olmadı. Biraz da bu anlayış yayılsın, ülke kısır kavgadan kurtulsun diye de TÜSİAD işi heyecanlandırmıştı beni. Muhtıranın hemen sonrasında sıkıyönetim günleriydi. Grevler, lokavtlar çok sık yaşanıyordu. Bir ortak akılda, ortak değerler etrafında buluşmak, örnek işler yapmak gerekiyordu.”
Boyner, sendikanın talep edeceğini sendikadan önce işçiye verdikleri iddiasıyla aslında yontulmuş biçimde sendika düşmanlığı yapmakta ve bununla övünmektedir. Çünkü burjuvazi, karşısında örgütlü işçi istemez. Kimi şirketlerin sendika karşıtı faaliyetler için milyon dolarlar akıtmasında bu motivasyon vardır. TÜSİAD’ı kuran burjuvalar da işçilerin en demokratik haklarından biri olan grev ve toplu sözleşme hakkından rahatsızdı. Burjuvazinin bu “özel” tabakasının, ekonomik hedeflerinin karşısına grev silahıyla dikilecek bir işçi sınıfı ordusuna hiç tahammülü yoktu. Bugün ikiyüzlüce demokrasiden dem vuran Özilhan ise aynı sınıfsal tutumu yontulmamış biçimde sürdürüyor. Pandemi döneminde kârlarını katlarken daha iyi koşullarda daha yüksek bir ücretle çalışmak ve geçinebilmek için sendikaya üye olmak isteyen işçilerinin üzerine polisi salıyor. Migros işçileri daha yüksek ücret ve sendika hakkı için direndikçe polis şiddeti, gözaltı, baskı ve karalamayla karşı karşıya kalıyorlar. Sokağa çıkma yasaklarına uymadıkları gerekçesiyle cezalandırılıyorlar. Dahası Özilhan’ın sokağına bile giremiyorlar! Demokrasi diye ağlaşan Özilhan’ın Erdoğan rejiminin bu koşulları yaratmasıyla hiçbir sorunu yoktur. Onun sorunu, Merkez Bankası politikalarına keyfi müdahalelerde bulunan ve bunlara uymayan başkanlarını keyfi biçimde değiştiren, bankanın rezervlerini son kuruşuna kadar yandaşlarını kurtarmaya ayıran, izlediği iç ve dış politikalarla istikrarsızlığı arttıran, “öngörülemez” kararlarıyla yabancı sermayeyi korkutup kaçıran ve Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştıran Erdoğan rejimiyledir.
[1] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar/10, marksist.com
[2] Mehmet Sinan, age, 11. Bölüm
[3] Mehmet Sinan, age, 13. Bölüm
[4] Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği – Görüş, c.9, Sayı 9, Eylül 1981, s.5
[5] Mehmet Sinan, age, 15. Bölüm
[6] Levent Toprak, Darbe Soruşturmaları ve Devrimci Tutum, Mayıs 2012, marksist.com
[7] Mehmet Sinan, age, 15. Bölüm
[8] Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP/2, marksist.com
link: Suphi Koray, TÜSİAD’ın “Demokratlığı”, 21 Mayıs 2021, https://marksist.net/node/7364
“Süngüler Kumaş Dokuyamaz”: American Woolen Company Grevi
Pandemi Döneminde İşçi Sınıfına Saldırılar ve Sendikalar