Son haftalarda yükselen isyan dalgasının kıyılarını dövdüğü ülkelerden birisi de Şili. Ulaşım ücretlerine yapılan zammın bardağı taşıran son damla işlevi gördüğü Şili’de kitleler, yoksulluğa, hayat pahalılığına, eşitsizliğe, adaletsizliğe, yani kapitalizmin emekçilere reva gördüğü hayat koşullarına isyan ediyorlar. Liseli gençlerin turnikelerden atlayarak başlattığı eylemler, büyük protesto yürüyüşleri ve grevlerle devam etti. Emekçilerin bu haklı isyanına Şili burjuvazisinin yanıtı ise orduyu göreve çağırmak oldu. Pinochet faşizminin yıkılmasından sonra ilk defa sokaklarda tanklar göründü, sıkıyönetim ilan edildi. Tüm baskılara rağmen protestolar devam edince, devlet başkanı Sebastian Piñera geri adım atmak zorunda kaldı. Bazı iyileştirme vaatleri verdiği gibi, 8 bakanını da görevden aldı. Ancak hareketi bastırmayı başaramadı.
Tanklar ile neoliberal politikalar arasında, neoliberal politikalar ile kitlelerin isyanı arasında doğrudan bir bağ var. Yıllarca askeri faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü Şili, neoliberal politikaların test edildiği bir laboratuvar ülke olmuştur. 80’lerden itibaren tüm dünyada uygulanmaya başlanan neoliberal saldırı politikaları, 1973’te bir darbe ile yönetime el koyan Pinochet diktatörlüğü altında ilk kez bu ülkede hayata geçirilmiştir. Faşist cunta toplumsal muhalefetin yükselmesi sonucunda 1989’da yapılan seçimlerle yerini parlamenter rejime bıraktıysa da, kapitalist saldırı politikaları tam gaz devam etti. Bunun doğal sonucu olarak sermaye büyürken, işçilerin ekmeği küçüldü, eşitsizlik arttı. Bugün Şili halkının %36’sı aşırı yoksulluğa mahkûm edilmiş durumda. Şilili 10 dolar milyarderinin toplam serveti ise ülkenin GSYH’sinin %16’sına tekabül ediyor. Özelleştirmelerle birlikte çeşitli hizmetler daha pahalı hale gelirken, işçilerin satın alma gücü düştükçe düşüyor. Zaten düşük ücretlerle geçinmeye çalışan işçiler, kimi bölgelerde gelirlerinin %20’sini ulaşıma ayırmak zorunda kalıyorlar. Nitekim ulaşıma yapılan zamma ilk tepkiler yol parasının önemli bir kalem olduğu işçi mahallelerinden geldi. Ama tepkiler bununla sınırlı kalmadı. Pinochet döneminde temeli atılan bireysel emeklilik sistemi de işçilerin genelini etkileyen bir sorun olarak isyan dalgasının daha da büyümesini sağladı. Sağlık sistemi dünyanın tamamında olduğu gibi kâr odaklı olduğu için kazanç getirmeyen yoksulların sağlıkları Şili burjuvazisinin umurunda değil. En temel ameliyatlar için bile aylarca sıra beklenebiliyor. Yakın zamanda yayınlanan bir rapora göre 2018 yılında 26 bin insan sağlık hizmetine erişimin çok uzun sürmesinden dolayı hayatını kaybetmiş.
İşte “Şili mucizesi” olarak örnek gösterilen ekonomik sistemin sonucu budur. Emekçiler için yoksulluk ve sefalet, burjuvaziye kâr ve sefahat. Korkunç bir eşitsizlik ve adaletsizlik. Buna isyan eden emekçilere, Şili sermayesinin yanıtı yine zor, yine baskı, yine tanklar olmuştur. Şili’deki tabloyu ve emekçilerin isyanını daha iyi anlamak için bugüne gelinen yolu döşeyen faşist cuntanın nasıl iktidara geldiğini ve hangi politikaları hayata geçirdiğini hatırlayalım.
Faşist cunta altında saldırı politikaları
Pinochet faşizmi, 1970’te iktidara gelen Halk Birliği (Unidad Popular) hükümetini devirmek için yerli ve uluslararası burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kurulmuştu.
“Sanayide devletleştirmelere ve kırsal kesimde tarım reformuna ağırlık veren Halk Birliği hükümeti bankaları kamulaştırmış ve sıra bakır madenlerine gelmişti. Bakır cevherleri Şili’nin en büyük zenginlik kaynaklarından biri olmanın yanı sıra ABD emperyalizminin de kârlı bir yatırım alanı idi. Tahmin edileceği gibi, Halk Birliği hükümetinin bakıra uzanan elini kırmak amacıyla yerli ve yabancı finans kapital alarm durumuna geçti. ABD Allende hükümetini düşürebilmek amacıyla çeşitli ekonomik ambargoları devreye sokarken, Şili burjuvazisi de Halk Birliği hükümetine artık hiçbir şekilde destek verilmemesi konusunda sınıf tavrını ortaya koymuştu. İşçi sınıfı ise devrimci önderliğe sahip bulunmadığından ve Halk Birliği’nin yenilgiye yazgılı reformist politikalarının bütünüyle etkisi altında olduğundan, burjuvazinin hamlesine kendi bağımsız sınıf tutumuyla karşılık veremedi.
“Şili’de yerli ve yabancı finans kapitalin öncülüğünde gerçekleşen askeri faşist darbe, General Pinochet’nin faşist diktatörlüğünü işbaşına getirdi. Bu diktatörlük önemli bir gerçeği de sergiledi. Bir ülkede devrimci hareketin boyutları ne kadar yaygınsa ve bu hareket Şili halk cephesi örneğinde olduğu üzere iktidar olma deneyimi ile oyun oynamışsa, burjuvazinin ödettireceği fatura da o denli kabarık olacaktır. Şili’de faşizm, Allende de içlerinde olmak üzere yaklaşık 35 bin insanın katledilmesiyle iktidar oldu.”[1]
Faşist cuntanın binlerce insanı öldürmesinin, hapse atmasının, siyasal ve sendikal faaliyeti yasaklamasının temel amacı sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratmaktı. Darbeden hemen sonra ilk iş olarak Halk Birliği hükümetinin uyguladığı fiyat kontrolü kaldırılarak fiyatlar serbest bırakıldı; temel gıda maddelerine devletin verdiği sübvansiyonlar kaldırıldı. Devalüasyon gerçekleştirilerek 1 ABD doları 280 eskudodan 3250 eskudoya yükseltildi. Faşist cunta, sermayenin çıkarları için atılan bu adımların emekçilerin belini bükeceğinin farkındaydı. İşçilerin buna tepki vermesini önlemek amacıyla da her türlü sendikal faaliyet yasaklandı. Nitekim enflasyon %640’a çıkarken işçi sınıfının alım gücü korkunç derecede azaldı Asgari ücret faşist cuntanın ilk 5 ayında 6 katına çıkarken, ekmek 55 kat, yağ fiyatları ise 64 kat arttı. Kamu hizmetleri kısıldığı gibi vergiler yükseltilerek, elektrik, iletişim gibi hizmetlerin fiyatları arttırılarak emekçilerin sırtındaki kambur daha da büyütüldü. Diğer yandan devlet işletmeleri sermaye gruplarına sudan ucuza peşkeş çekildi.
Daha sonra dünyanın diğer ülkelerinde de uygulanacak olan Friedman’ın[2] ekonomi politikaları daha şiddetli bir biçimde uygulanmaya başladı. “Şok politikası” olarak bilinen bu saldırılar emekçilerin yaşam koşullarını daha da zorlaştırdı. Vergiler arttırıldı ve çeşitli ürünlere sübvansiyonlar kaldırıldı. Hayat pahalılığı arttığı gibi, kamu harcamalarını azaltma bahanesiyle kamu çalışanlarının sayısının azaltılması sonucunda işsizlik iyice tırmandı. 1970’te %6 olan işsizlik oranı 1977’de %16’nın üzerine çıktı. Gerçek işsizliğin bunun çok üzerinde olduğunu belirtmekte fayda var. Çünkü çalışan nüfusun bir kısmı tam zamanlı çalışmıyordu. İşçiler sıklıkla ücretsiz izinlere çıkarıldığı gibi, Minimum Çalışma Planı adı verilen bir sistem altında çalıştırılan işçilere asgari ücretin sadece dörtte biri tutarında bir ücret ödeniyordu.
İşçi sınıfının ekonomik durumunu ve faşist cuntanın sermayeye nasıl hizmet ettiğini anlamak için, Friedman’ın öğrencilerinden olan Andre Frank’ın 1975 yılında Friedman’ın ekonomi politikalarını eleştirmek amacıyla ona yazdığı açık mektuptan şu satırlar çok çarpıcıdır: “Bir aile için günde bir kilo ekmek bir ayda (30x650 yahut 680) 20 bin Eskudo eder. Asgari geçim maaşı Ocak-Şubat 1975’e göre Santiago için resmi olarak 27 bin Eskudo’dur. «Normalleştirilmiş» ve «dengelenmiş» ekmek tüketimi böylece bu asgari ücretin %74’üne mal olmaktadır. Belki sizin askeri cuntaya hizmet etmek için yetiştirdiğiniz dengeleme ustaları, ücretleri süngülerinin ucunda daha iyi dengelemek için yönetime yardım da ederler. Hiç kuşkum yok ki, küçük bir tekstil atölyesi sahibine verilen şu eşsiz nasihate siz de yürekten katılacaksınız. Bu iş sahibi şöyle bir şikâyette bulunmuş. «Fabrikama son üç aydır doğru düzgün tek bir sipariş gelmedi. Geçen ayın sonunda Cuma günkü ücretleri ödeyecek param yoktu, onun için bir bankadan kredi istedim. Kredilerin kaldırıldığını söyleyerek Ekonomik İşler Bakanlığına danışmamı tavsiye ettiler. Ben de danıştım ve sonuçta ziyaretime bir binbaşı geldi. Ona ücretleri ödeyecek param olmadığını izah ettiğimde şöyle yanıt verdi. ‹Onlara sevgili Allendelerinin verdiği televizyonları satmalarını söyleyin. Bu da onları tatmin etmezse bana haber verin. Bir iki tanesini vurursak görürsünüz nasıl itaat edeceklerdir.»”[3]
Faşist cunta altında uygulanan politikalar sermaye cephesinde tekelleşme sürecini hızlandırdığı gibi, gelir dağılımındaki eşitsizliği de giderek arttırdı. Resmi verilere göre en yoksul %20’lik dilimin geliri 1973’ten 1980’e kadar yarı yarıya azaldı. En zengin dilimin ulusal gelirden aldığı pay ise yarı yarıya artarak %51’e çıktı.
Kurt gibi aç olan sermaye doymak bilmiyordu. Sağlık, eğitim gibi alanlarda yapılan yeni düzenlemelerle sermayeye yeni kâr kapıları açıldı. Friedman’ın neoliberal programı azgınca hayata geçiriliyordu. İşçi sınıfının tepkisinin önüne geçebilmek için sendikalar ve iş kanununda değişiklikler de hazırlanıyordu. Yönetime el koyar koymaz mücadeleci sendikaların faaliyetlerini yasaklayan, grev ve toplu sözleşme hakkını ortadan kaldıran faşist cunta, hem uluslararası arenada imajını düzeltmek hem de işçi hareketini kontrol altında tutabilmek amacıyla bazı sendikaların faaliyetine izin vermişti. 1977 yılına gelindiğinde sendikal hareket tekrar canlanmaya başladı. 126 sendika cuntanın politikalarını eleştiren bir manifesto yayınladı. 12 Kasım 1977’de ise El Teniente madeninde işçiler greve çıktılar. Üstelik bu sadece ücret artışı talebiyle yapılan bir grev değildi. Toplu sözleşme haklarının ellerinden alınmasına, grev hakkının kaldırılmasına ve işbirlikçi sendikalara karşı yapılan bir eylemdi. Bu, cunta tarafından bir ayaklanma girişimi olarak yorumlandı ve bastırıldı, 49 işçi işten çıkarıldı. Ne var ki, cuntaya duyulan öfke büyüyor ve farklı yerlerde tepkiler artıyordu. Nitekim tüm 1 Mayıs gösterileri yasaklanmış olmasına rağmen 1978’de CTI (Bağımsız İşçiler Konfederasyonu) üyeleri öfkelerini haykırmak için alanlara çıktılar. Polis saldırısı ve gözaltılarla sonuçlansa da bu kitlesel eylem, işçi sınıfının mücadelesi açısından önemliydi. Korku duvarlarının aşıldığını gören cunta baskılarını daha da arttırdı. İş kanununu feshederek, işçilerin kazanılmış haklarını ellerinden aldı. Sendikal hareketin büyüyen bir tehdit olarak belirmesi, cuntaya yeni kararlar aldırttı. Çok sayıda sendika “politik hedefler peşinde” olduğu gerekçesiyle kapatıldı. Cunta kendi kontrolünde ve ekonomi programına engel olmayacak sendika ve sendikacılar istiyordu. Bu amaçla 27 Ekimde ülke genelinde sendika seçimleri yapıldı. Sendikacı adayı olabilmek için belirlenen şartlar aslında cuntanın istediği sendikacı tipini tarif ediyordu. Herhangi bir politik örgüt ile bağı olanlar seçime giremiyordu mesela. Ama yine de seçimlerin sonucunda seçilen sendikacıların yarısını muhalifler oluşturdu.
Bu durumu değiştirmek üzere yeni bir iş kanunu düzenlenmesine karar verildi. Bunun için Çalışma Bakanlığına Jose Piñera getirildi. Piñera sendikalarla görüşmeler yürüterek uzlaşmacı bir görüntü çizse de asıl amaç sermayenin çıkarlarını yasalarla garanti altına almaktı. Yeni iş yasası işçi sınıfının kolunu kanadını kırmayı amaçlıyordu. Sözüm ona “özgür sendikalar” kuruluyordu ama grev yapılan işyerlerinde patrona dışarıdan işçi çalıştırma hakkı tanınıyordu. 60 gün içerisinde uzlaşma sağlanmamışsa işçi ya işe geri dönecek ya da işten çıkarılacaktı. Çeşitli sendikal birlikler sonraki yıllarda cuntanın sendikal baskılarına karşı mücadele etse de durumu değiştiremediler.
Yeni iş kanununun mimarı Piñera, Pinochet’nin rejimi onaylattırdığı sözde anayasa referandumunun hemen ardından yeni bir saldırıya daha imza attı. Yeni yasa ile emeklilik sistemini değiştirdi. “Emeklilik yaşını kadınlarda 60, erkeklerde 65’e çıkaran, emekli maaşlarını düşürüp primleri yükselten ve prim yükünü tümüyle çalışanların sırtına yıkan faşist diktatörlük, 1981 yılının 1 Mayısında, kamusal emeklilik sisteminin yerine özel sigorta fonlarına dayalı bir bireysel emeklilik sistemini geçirmişti. Sistemin kurucusu Jose Piñera, işçilerin bu sistem sayesinde özgürleştiklerini iddia edecek kadar da aymazdı: «Şili’de de 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kutlanmaktadır. Bu tarihin seçilmesi tesadüf değildir. Simgelerin önemi dikkate alınarak, işçilerin 1 Mayıs’ı bir sınıf mücadelesi günü olarak değil, kendi sosyal güvenlik sistemlerini seçme özgürlüğünü elde ettikleri ve devlete bağlı sosyal güvenlik sisteminin ‘zincirlerinden’ kurtuldukları gün olarak kutlamalarına imkân tanınmıştır.»”[4]
Yeni emeklilik sisteminin hayata geçirilmesiyle birlikte kimin zincirlerinden kurtulduğu da görüldü. İşçilerin kendi cebinden ödediği primlerle oluşturulan fonlar sermaye için müthiş bir kaynak yarattı. Bugün bu emeklilik fonlarını yöneten şirketlerin toplam varlıkları Şili yurt içi hasılasının %75’ine dayanmış durumda. İşçiler için mezarda emeklilik anlamına gelen bu sistemde, emekli olabilenler ise asgari ücretin altında bir emeklilik maaşı ile yetinmek zorundalar. 2000’li yıllarda bireysel emeklilik sisteminin yıkıcı sonuçları daha belirgin olarak ortaya çıkmaya başlayınca, işçiler bu konuda seslerini yükseltmeye başladılar. Hükümetler çeşitli “reform” önerileriyle bu tepkileri yatıştırmayı denediler. Ama bunlar sorunu çözmekten, talepleri karşılamaktan uzaktı. 2016 yılında bir milyonu aşkın insan emeklilik sistemini protesto etmek için Santiago’da sokaklara çıktı. Şili Devlet Başkanı Sebastian Piñera da tepkileri azaltmak için prim ödemelerinde devlet desteği gibi “iyileştirmeler” vaat eden politikacılardan. Ne var ki bu kadar büyük ve önemli bir sorunun böylesi yöntemlerle çözülebilmesi mümkün değil. Yeri gelmişken belirtelim, Sebastian Piñera özel emeklilik sisteminin kurucusu Jose Piñera’nın kardeşidir.
Faşist cunta ile işçi sınıfının mücadelesini bastıran burjuvazi, dikensiz gül bahçesinde istediği ekonomik büyüme rakamlarına ulaşmayı başardı. 1982’deki krizden sonra ekonomi düzenli olarak büyüdü. 1990-98 arasında Şili, yıllık ortalama yüzde 6,7’lik büyüme oranıyla Latin Amerika’daki en yüksek büyüme oranını yakalamış, Arjantin, Brezilya, Meksika ile karşılaştırılıp “örnek ülke” olarak lanse edilmiştir. Ekonomik büyümedeki istikrar “Şili Mucizesi” olarak sunulmuştur. Ekonomik büyüme bakımından yakaladığı istikrar ile Şili, geri kalan Latin Amerika ülkelerinden ayrılsa da, gelir eşitsizliği ve yoksulluk bakımından bu ülkelerin emekçilerinin kaderi aynı olmuştur. Darbeden önce maaşların toplam hasılaya oranı %60 iken, 1980-2004 arasında bu oran %40 olmuştur. En zengin yüzde 10’luk dilimin toplam geliri, en yoksul yüzde 80’lik dilimin toplam gelirinden daha fazladır. Öyle ki Şili bugün OECD ülkeleri arasında gelir eşitsizliği bakımından en kötü ülke konumundadır.
Bugünün kapitalist dünyasında işçi sınıfının içinde bulunduğu koşullar bütün ülkelerde üç aşağı beş yukarı aynıdır. Kapitalizm tarihsel bir kriz içerisindedir. Sermaye, içinde bulunduğu krizi aşmak için daha fazla saldırganlaşırken, işçiler için bıçak kemiğe dayanıyor. Artan otoriterleşmeyi ve son haftalarda dünyanın farklı ülkelerinde yükselen isyanları bu diyalektik bütünlük içinde kavramak gerekiyor.
[1] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[2] Milton Friedman, neoliberal saldırı politikalarının şampiyonluğunu yapan bir burjuva iktisatçısıdır. Nitekim burjuvaziye verdiği hizmetlerin karşılığını 1976 yılında Nobel ödülü ile almıştır.
[3] Friedman Modeli Kıskacında Şili, Belge Yay.
[4] İlkay Meriç, Kamusal Emeklilik Sisteminin Tasfiyesine Doğru, marksist.com
link: Suphi Koray, Şili’de Halk Bugün Ayaklanıyor!, 12 Kasım 2019, https://marksist.net/node/6782
Düzenin Payandası: Korporatist Sendikacılık
Bu Nasıl Cendere: Emekli Olamamak da Dert, Olmak da!