Marmara denizindeki kaygı verici görüntüler devam ediyor. Deniz salyası olarak da bilinen müsilaj Marmara’nın yüzeyinde o kadar yoğunlaşmış ki bazı yerler bir denizden çok bataklığı andırıyor. Koylar, körfezler, balıkçı barınakları, limanlar, tersaneler vb. özellikle suyun durgun olduğu yerlerde tablo o kadar korkunç ki tarifi mümkün değil. Bazı bölgelerde deniz yüzeyi bir kilo ağırlığındaki bir cismi taşıyabilecek mukavemette müsilaj tabakaları ile kaplandı. “Buzdağının sadece görünen ucu” sözü burada mecazi anlamını yitiriyor. Gerçekten de yüzeyde görünenler müsilajın sadece ucu. Denizin içinde ve tabanında durumun daha vahim olduğunu üniversitelerin ve çeşitli kurumların yaptığı çalışmalardan ve yayınladıkları sualtı görüntülerinden anlayabiliyoruz.
Aslında konunun uzmanları için müsilaj yeni bir sorun değil. Ne var ki, öyle bir dönemden geçiyoruz ki, çevre sorunları yoğun gündemde kendisine yer bulmakta zorluk çekiyor. Rize’den Antalya’ya çevre katliamlarına karşı yerel halkın direnişleri basına yansıyor ama bunlar kısa sürede gündemden düşüyor, unutuluyorlar. Marmara denizi aylardır müsilajla boğuşuyor. Ama sorunun kamuoyunun gündemine girmesini ancak Mayıs ayında medyaya yansıyan korkunç müsilaj görüntüleri sağlayabildi. Böylece müsilaj veya deniz salyası kavramı dağarcıklara eklendiği gibi müsilajın ne olduğu, sorunun ciddiyeti, kabahatin kimde olduğu ve ne yapılması gerektiği üzerine tartışmalar başladı.
Müsilaj nedir?
Denizdeki mikroorganizmalar tarafından üretilen yapışkan, jelimsi bir madde olan müsilaj aslında makul ölçülerde olduğu sürece tehdit oluşturmayan doğal bir hadise. Kayıtlara göre müsilaj ilk kez 1729’da Adriyatik denizinde görülmüş. Başlangıçta sadece balıkçılığı ve kıyı kesimlerindeki yaşamı olumsuz etkileyen bir sorun olarak değerlendirilmiş. Bundan birkaç yüzyıl önceki üretim faaliyetlerini, dünya nüfusunu ve çevre kirliliğinin boyutlarını düşündüğümüzde bu son derece normal. Zamanla kapitalist üretimin yaygınlaşması ve yoğunlaşması deniz sularının sıcaklığının ve kirliliğinin artmasına yol açtı. Nihayetinde ekosistemin dengesini bozacak kadar artabilen müsilajın aslında büyük bir risk potansiyeli oluşturduğu ortaya çıktı. Marmara Çevresel İzleme Projesi yürütücüsü, hidrobiyolog Levent Artüz müsilajı şöyle tarif ediyor:
“Bir tarifle anlatmak gerekirse, oklava şeklinde bir tavuk yumurtası düşünün, bilimsel ismi Probosciaalata olan plankton, kısa sürede anormal artış gösteriyor. Daha sonra patlıyor. Patlama derken bomba patlaması değil, çiçeklenme, tomurcuk patlaması. Ölüp kırılıyor. Kırılınca hücre içi sıvısı ortama yayılıyor. Tıpkı yumurtanın beyazını su dolu bir bardağa dökmek gibi… Müsilaj kökenlendiği canlıya bağlı olarak genelde üst su kütlelerinde oluşur. Denizin çalkalanmasıyla içinde hava kabarcıklarını hapsederse suyun yüzeyine çıkar. Askıda katı madde dediğimiz denizin içindeki partikülleri hapsederse ağırlaşıp çöker. Yani, içine katı maddeyi hapsederse batıyor, yoğunluğu azalırsa yüzüyor. İncelemelerimizden gördüğümüz kadarıyla, müsilaj esas olarak ara yüzey dediğimiz alanda birikmiş vaziyette. Dalgıçlar beş-on metrelik derinliklerde gözlemleyebiliyor. Ama büyük miktarlarda çökmüş müsilaj alt su kütlesinde, yani 50-100 metre derinliklerde de görülüyor.”[*]
Müsilaj sorunu Marmara için de yeni değil. 90’lı yılların başlarından itibaren Marmara’da müsilajla ilgili veriler kayıtlara geçmiş. Müsilaj belli periyotlarla olağandışı artarak bir sorun haline geliyor. Deniz yüzeyindeki müsilaj kaybolunca tehlikenin ortadan kalktığı düşünülüyor. Oysa deniz yüzeyinde müsilaj olmaması sorunun çözüldüğü veya tehlikenin geçtiği anlamına gelmiyor. Deniz bir şekilde yüzeyini temizlese de, müsilajın patlamasına yol açacak koşullar ortadan kalkmadığı için bir süre sonra deniz yüzeyi tekrar müsilajla kaplanıyor. Nitekim müsilaj Marmara’da 2007’de de pik yapmıştı. Doğanın katkısı ve palyatif çözümlerle görsel kirlilik ortadan kaldırılabildi ama aslında sorunun kaynağı olduğu yerde duruyordu. Bu yüzden geçen yılın sonlarından itibaren tekrar kendini gösteren müsilaj, 2021’in Mayıs ayına gelindiğinde eşi görülmedik manzaralara yol açtı.
Bu “manzaralar” bir alarm durumu yarattı. Belediyelerden bakanlıklara, üniversitelerden çevre örgütlerine kadar konunun bütün tarafları çalışmalarını yoğunlaştırmak ve çeşitli açıklamalar yapmak zorunda kaldılar. Kimi uzmanlar Marmara denizinin çoktan öldüğünü söylüyorlar. Nitekim ilk veriler durumun çok vahim olduğunu gösteriyor. Müsilaj ilk defa olmuyor ama bu kadar yaygın bir biçimde ilk defa meydana geliyor. Sadece deniz yüzeyinde değil, bütün deniz su kolonunda bu akışkan maddenin olduğu görülüyor. Sualtında görüş mesafesi kimi bölgelerde sıfıra inmiş durumda. Deniz tabanı kalın bir tül perde ile kaplanmış gibi. Buna bağlı olarak denizin dibindeki oksijen azalıyor. Bu yüzden deniz tabanına tutunarak yaşamlarını sürdüren canlılar (mercanlar, pinalar, denizhıyarları, midye vb.) soylarının tükenmesi tehlikesi ile karşı karşıya. Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesinden Prof. Dr. Mustafa Sarı şunları aktarıyor: “Binlerce gümüş balığı, vatozun ve yengecin öldüğünü bizzat kendim görüp belirledim. Müsilajın kıyılardaki yoğun birikimi devam ederse yaşanacak oksijen azlığı nedeniyle birçok balık daha ölecek. Özellikle kalkan, vatoz, pisi balıkları dipte yaşayan canlılar. Bunlar dibe çöken müsilajın altında kalarak ölüyorlar.” Marmara denizindeki balık türlerinin azaldığı zaten biliniyordu. Daha önce 100’ün üzerinde balık türünün avlandığı Marmara’da şu anda bu sayı 10’a düşmüş durumda.
Peki, bu vahim tablonun sorumlusu kim? Çevre illerdeki belediyeler mi? Tehlikeli atıklarını nehirlere veya doğrudan denize döken fabrikalar mı? Bunları denetlemeyen siyasi iktidar mı? Denizlerine sahip çıkmayan, çöpünü denize atan halk mı veya evsel atıklar mı? Yoksa küresel ısınma mı? Bunların hepsinin doğrudan veya dolaylı olarak bu sonuca etki ettiğini söyleyebiliriz. Ancak hem bunların kendi aralarındaki ilişkiyi hem de bunlarla müsilaj arasındaki bağlantıları doğru temellerde kurabilmeliyiz. Bunu yapmadan soruna çözüm üretmek de mümkün değildir. Biyolojik, çevresel faktörlerden başlayıp toplumsal, siyasal koşullara doğru ilerleyelim. Marmara’daki müsilaj fitoplankton denilen alglerin salgısı olduğu için bu mikroorganizmaların popülasyonunun artması müsilajı da arttırıyor. Herhangi bir canlı türünün popülasyonunun artması için baskılayıcı faktörlerin ortadan kalkması ve üreme için uygun koşulların oluşması gerekiyor. Sudaki bulanıklık ve sıcaklığın artması, ortamda bol miktarda azot-fosfor bulunması fitoplanktonların üremesi için son derece elverişli koşullar anlamına geliyor. Marmara’da bu elverişli koşullar fazlasıyla oluştuğu için bu canlıların popülasyonu ve dolayısıyla ürettikleri salgı da arttı. Ne var ki, ekosisteme dışarıdan bir müdahale olmadan ekolojik dengenin bu canlılar lehine bu kadar kısa sürede aşırı bir şekilde bozulması mümkün değil. Bu yüzden fitoplanktonları sanık sandalyesine oturtamayız!
Dolayısıyla, şimdi müsilaja sebep olan biyolojik koşullar ile toplumsal koşullar arasındaki ilişkiyi irdelememiz gerekiyor. Çevrebilimciler, hidrobiyologlar, mikrobiyologlar vb. konunun uzmanları özellikle sıcaklık artışını ve sudaki azot-fosfor yükünü müsilaj oluşumunu tetikleyen temel faktörler olarak koyuyorlar. Peki, bu koşullar zaman içerisinde nasıl ve neden değişmiş? Kapitalist üretim biçiminin dünyaya egemen olduğu 1800’lü yıllardan günümüze kadar küremiz ortalama 1,1 °C ısınmış. Mutlak olarak 1-2 derece çok büyük bir nicelik olarak algılanmayabilir ama söz konusu küresel ısınma olunca, 1 derecelik artışın bile ciddi sonuçları oluyor. Bu konuya dair hazırlanan raporlarda, küresel ısınma 2 dereceyi geçerse yüzyıl sonuna kadar pek çok ekosistemin bozulacağı ve buna bağlı olarak canlı türlerinin soyunun tükeneceği, biyoçeşitliliğin azalacağı, hava ve suyun daha da kirleneceği uyarısı yapılıyor. Kyoto Protokolünden Paris İklim Anlaşmasına kapitalist sistemin en tepesinden küresel ısınmaya karşı alınması gereken tedbirler defalarca açıklandı. Ama kapitalistler altına imza attıkları bu sözleşmelere uymuyorlar. Çünkü gezegenin çıkarları ile kapitalistlerin çıkarları arasında uzlaşmaz bir çelişki var. Doğayla uyumlu bir üretime geçilebilmesi için atılması gereken adımlar kârların düşmesi, tarihsel bir kriz ortamında bu önlemleri alanların rakiplerinden geride kalması anlamına geliyor. Buna ne tekeller ne de devletler razı oluyorlar. Ancak diğer yandan, gezegenin yüz yüze olduğu tehlike karşısındaki bu umursamazlık halinin yarattığı kitlesel tepkiyi dindirmek için, çevre zirveleri, konferanslar yapılıyor, raporlar yayınlanıyor. Bunların göstermelik ve ikiyüzlüce olduğunu burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ama açıklanan veriler, eğer doğru okunabilirse, kapitalistlerin doğa katliamının itirafı anlamına geliyor.
Elbette Marmara denizi bölgede her şey yolunda olmasına rağmen, küresel ısınma olduğu için ısınmıyor. Tersine Marmara bölgesi tıpkı kapitalist üretimin yoğun olduğu diğer bölgeler gibi, küresel ısınmayı arttırıyor. Zaten yerkürenin 1,1°C ısınması ortalama bir ısınmayı ifade ediyor. Marmara’da deniz suyunun sıcaklığı ise küresel ısınmanın ötesinde 2,5 °C artmıştır. Ve bunun sonucu olarak ekolojik denge bozulmuş, biyoçeşitlilik azalmış, türlerin çeşitliliğindeki azalmaya karşın belirli türlerin popülasyonunda korkunç bir artış yaşanmıştır. Kısacası Marmara’daki sorunların sebebi tek başına doğrudan küresel ısınma değildir. Ama Marmara denizindeki tablo, küresel ısınma raporlarında öngörülen senaryolara canlı bir örnek teşkil etmektedir şu anda.
Marmara denizindeki sıcaklık artışının küresel ortalamanın üzerinde olması, bu denizi çevreleyen illerdeki sınai faaliyetlerin yoğunluğundan ve plansız aşırı yerleşimden kaynaklanmaktadır. Öyle ki, Türkiye’de sanayi üretiminin yarısından çoğu bu bölgede yapılmaktadır. Görece oldukça küçük olan bir alanda bu kadar yoğun bir üretimin gerçekleşmesi, hadsiz ve hunharca bir kâr hırsı ile birleşince, bölgede çevre sorunlarının giderek artması da kaçınılmaz olmaktadır. Türkiye burjuvazisinin ve iktidarın çevre “duyarlılığını” ve önceliklerini HES’lerden, otoyol çalışmalarından, termik santrallerden biliyoruz. AKP sermayesi korkunç bir tamahkârlık ve büyüme hırsı ile doğanın canına okumaktadır. İnkişaftan inşaatı anlayan, şantiye seslerinden haz duyan bir anlayışla yönetilen Türkiye’de burjuvazi, meydanı da boş bulunca iş hepten çığırından çıkmaktadır. Çevre kirliliği kapsamındaki tedbirler hiç alınmıyor desek yeridir. Şirketler kimi zaman rüşvetle müeyyidelerden kurtuluyorlar; kimi zaman cezası maliyetinden düşük olduğu için çevre tedbirlerini almak yerine cezasını ödemeyi tercih ediyorlar.
Mesela internette yayılan görüntüler üzerine gübre fabrikalarından birine atık suyunu arıtmadan denize boşalttıkları için ceza kesildiği açıklandı. Bakanlık gerekli cezaların uygulandığını söylerken, şirket yönetiminden denize atık suyu deşarj etmedikleri, denizi kirletmekten dolayı hiç ceza almadıkları, görüntülerdeki suyun kirli su olmadığı, soğutma amacıyla kullandıkları açıklaması geldi. Fabrikanın bulunduğu bölgede fosfor değerlerinin normalin 3-4 katı olması, bu açıklamanın ne kadar doğru olduğunu gösteriyor! Kaldı ki, fabrikaların deniz suyunu soğutma amacıyla kullanmaları bile ekolojik dengeyi bozuyor. Mesela bölgedeki termik santraller Marmara’nın su sıcaklığını arttıran önemli aktörlerden biridir. Bu santraller gerçek bir arıtmaya sahip olmadıkları gibi, denize bıraktıkları yüz binlerce litre sıcak su ile denizin sıcaklığını yükseltiyorlar. Aynı şeyi çevredeki diğer fabrikalar da yaptığı için yıllık milyonlarca litre sıcak su denize akıyor. Bu da deniz suyu sıcaklığını etkiliyor.
Marmara’ya zarar veren bir başka sektör inşaat. Bölgede yapılan inşaatların hafriyatı kontrolsüz bir şekilde denizin dibine bırakılıyor. Örneğin adı Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak değiştirilen ve beton adasına dönüştürülen Yassıada’dan çıkan hafriyat adanın kıyılarına dökülerek buradaki ekolojik sistem mahvedildi. Yine Marmaray inşası sırasında çıkan 1 milyon metreküplük hafriyat Çınarcık çukuruna doldurulmuştu. O zaman bilim insanları bunun dipteki canlılığın katli anlamına geldiğini belirterek iktidarı uyarmışlardı. Ama kimin umurunda!
Marmara’nın sınai faaliyetlerinin yoğunluğu ile nüfusu arasında da karşılıklı bir ilişki vardır. Nüfus arttıkça üretim faaliyetleri arttığı gibi, üretimin artmasıyla birlikte daha fazla göç almasıyla nüfus daha da artmaktadır. Resmi verilere göre Marmara çevresinde yaklaşık 26 milyon insan yaşıyor. Gerçekte bunun 30 milyon civarı olduğunu düşünebiliriz. Başka bir deyişle, Türkiye nüfusunun üçte birinden daha fazlası burada yaşıyor. Kapitalist üretim biçiminin doğa için nasıl bir tehdit olduğunu ve doğal olmadığını görmek için sadece bu nüfus yoğunlaşmasına bakmak bile yeterlidir. Endüstriyel atıkları bir kenara bırakalım, 30 milyon insanın gündelik ihtiyaçlarının karşılanması sonucu ortaya çıkan evsel atıkların bile tedbir alınmazsa yaşam alanlarına zarar vermemesi mümkün değil. Sadece İstanbul’dan denize dökülen evsel atık suyu miktarı günlük 2,5 milyon ton civarında. Dünyanın en kalabalık kentlerinden biri olan İstanbul’da belediyeler atık yönetimi konusunda görevlerini layıkıyla yerine getirmediler. Büyük ve süslü laflarla kendilerini övmenin dışında bir şey yapmadılar. “İstanbul’un kanalizasyon sorununu çözüyoruz” diyerek 90’lı yıllarda başlattıkları derin deniz deşarjının ne kadar yanlış bir uygulama olduğunu Marmara’nın bugünkü halinden görüyoruz. Derin deniz deşarjı atık suyun belirli oranlarda arıtılarak denizin derinliklerine basılması anlamına geliyor. Bu metotta aslında gerçek bir arıtma yapılmıyor. Biyolojik, kimyasal arıtma yerine fiziksel arıtma yapılıyor. Yani, kabaca tarif edecek olursak, atık su bir elekten geçiriliyor ve belirli bir fiziksel büyüklüğün üzerindeki maddeler ayrıştırılıyor. Üstelik ayrıştırılan bu maddeler un ufak edilerek tekrar denize basılıyor. Sonuç olarak atık suyu ve içindekiler fiziksel bir ayrıştırma sonucunda denizin derinliklerine bırakılıyor.
Marmara’daki dip akıntıların bu atıkları Karadeniz’e taşıyarak uzaklaştırmasını bekliyorlar. Ancak akıntı ve iklim koşulları bu atıkların sadece bir kısmının Karadeniz’e gitmesine izin veriyor. Elbette bu yöntemdeki temel sorun atıkların Karadeniz’e gitmemesi değildir. Bilakis bu niyetin kendisi problemlidir. Daha büyük bir deniz olduğu için Karadeniz’in atıkları absorbe edebileceği ve herhangi bir zararının olmayacağı iddia ediliyor. Buna pisliği halının altına süpürmek bile denemez, pisliği doğrudan komşunun çamaşırlarının üzerine dökmektir bu. Üstelik Karadeniz oksijen bakımından zaten fakir bir deniz ve tür çeşitliği de zayıf. Ayrıca kıyı ülkelerin atıkları dışında, nehirlerle Avrupa’dan taşınan atıklarla bir çöplük gibi kullanılıyor. “Derin deniz deşarjının” doğru bir yöntem olmadığını ve Marmara denizinin ekolojik dengesini bozacağını namuslu bilim insanları o zaman da söylemişler ama belediyeler bu uyarıları dinlememişlerdi. Belediye başkanı seçilen Erdoğan “maliyetli” biyolojik arıtma tesisleri yerine daha ucuz yöntemlerle denizleri kirletmeyi tercih etmişti. Bugün bütün tepkilere rağmen bu yanlıştan geri dönülmediği gibi derin deşarj uygulamalarına tam gaz devam ediliyor. Ergene havzasındaki kirliliğin çözümü için de aynı yönteme başvuruldu. 2020 sonları itibariyle Ergene nehrinin pis suları derin deniz deşarjı ile Marmara’ya basılmaya başlandı. Belki de müsilajın birden bu kadar yoğun bir patlama yapmasında bunun büyük payı vardır.
Marmara çevresindeki şehirlerden gerçek bir arıtma yapmadan denize günde 10 milyon metreküp atık su boşaltıldığını düşündüğümüzde, denizin bugüne kadar dayanması bile şaşırtıcı aslında. Üstelik miktarı daha çok olmasa bile etkisi bakımından sanayi atıklarının deniz sularında sebep olduğu kirlenme çok daha tehlikelidir. Termik santraller, çimento fabrikaları, gübre tesisleri, zeytinyağı fabrikaları, organize sanayi bölgeleri atık sularını derin deniz deşarjı denilen yöntemle, kimisi hiç arıtmadan kimisi ön “arıtma” ile borularla sahilden uzakta denizin derinliklerine bırakıyorlar. Müsilaja rağmen derin deniz deşarjı yöntemine son verilmemesi bu düzende doğanın kurtuluşu olmadığını gösteriyor.
Son dönemin modası olarak karşılaşılan hemen her sorunda kabahati soyut bir şekilde “insana” yıkma eğiliminin üzerinde de durmamız gerekiyor. Bu masum görünümlü “insanın doğaya zararı” iddiası aslında burjuva ideolojisinin kapitalist sistemi aklamak için dikkatleri başka bir tarafa çekme operasyonundan başka bir şey değildir. Ne yazık ki bunun oldukça başarılı olduğunu da söylemek zorundayız. Suçun insana yıkılmasında kullanılan ustalıklı yöntemlerle, doğrularla yanlışlar iç içe geçirilerek zihinler bulandırılıyor. Mesela, müsilajın insanın kâr hırsının sonucu olduğu dile getiriliyor. Kâr hırsının müsilaj da dahil olmak üzere bütün sorunlarda çok önemli bir faktör olduğu doğrudur. Ancak, kâr hırsı sermaye sahiplerinde görülebilecek bir haslettir. Her kapitalistin ve her kapitalist ülkenin parolasının “benden sonra tufan” olduğunu söyler Marx. Kendi sermayesinin çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen kapitalistler, toplumsal bir baskı olmadığı sürece, işçi sınıfını da doğayı da yıkıma uğratmaktan zerre kadar çekinmezler. Ancak konu bütün yönleriyle ele alındığında, meselenin tek tek kapitalistlerin iyi veya kötü niyetlerine bağlı olmadığı da anlaşılır. Kapitalist rekabet, tek tek kapitalistlerin karşısına boyun eğmek zorunda oldukları yasaları çıkarır. Bu elbette kötü niyetli kapitalistin günahını ortadan kaldırmaz ama doğanın kurtuluşunun sistemin değişmesinden geçtiğini gösterir. Bazı basit tedbirlerin bile alınabilmesi için toplumsal baskının şart olduğunu gösterir.
Marmara kurtulur mu?
Marmara’nın müsilajdan kaynaklı korkunç görüntüleri üzerine Haziran ayı başlarında 22 maddelik bir eylem planı açıklandı. Buna göre kirliliğin azaltılması için Koordinasyon Kurulu oluşturulacak, müsilaj temizliğine başlanacak, tersaneler, gemiler ve fabrikalarla ilgili düzenlemeler yapılacak, atık su arıtma tesislerinin deşarj standartları 3 ay içerisinde güncellenecek, bunların tümü ileri biyolojik arıtma tesisine dönüştürülecek… Koordinasyon Kurulu oluşturuldu ve Mecliste bir toplantı da gerçekleştirildi. Bilim insanları raporlar sundular, CHP’liler iktidara eleştirilerini sıraladılar, AKP’liler ise 94’ten beri yaptıkları arıtma tesislerinden Haliç’in temizlenmesine kadar “başarılarını” sıraladılar. Zaten işlevsizleştirilmiş olan bir Meclisten çevre sorunlarına dair bir sonuç beklemek bile beyhudedir. Eylem planında söylendiği gibi müsilaj temizliğine de başlandı. Ancak yüzeyde görünenin çok daha fazlası denizin derinliklerinde yer alıyor. Bakanlık ve belediyeler sorunun kaynağına müdahale etmek yerine, görsel bir temizlik gerçekleştiriyorlar. Üstelik bu müdahale sadece zevahiri kurtarmak anlamına gelmiyor. Yanlış temizlik yöntemleri bu salgının artmasına bile sebep olabilir. Eylem planında yer alan “ileri biyolojik arıtma” tesislerinin ne kadar hayata geçirileceğiyse hepten şüphelidir.
Eylem planının “süslü” laflardan ibaret olduğunu ve göz boyamayı amaçladığını daha evvel yaşanan sorunlardan ve açıklanan raporlardan çok iyi biliyoruz. Daha birkaç yıl önce bugünkü soruna işaret eden ve çözüm önerilerini içeren raporlar belediyelere ve bakanlıklara sunuldu. Fakat hiçbir şey yapılmadı. Veya bugün kimi uzmanların Marmara’nın ölüm tarihi olarak açıkladığı 80’lerin sonlarına gidelim. Marmara Belediyeler ve Boğazlar Birliğinin yayın organı BİRLİK’in 1988/2 sayısında çevre kirliliği envanter çalışması raporu yayınlandı. Araştırma sonuçlarının çok olumsuz olduğunun belirtildiği raporda şu cümleler yer alıyordu: “Sanayi kuruluşları içinde yakında yürürlüğe girmesi beklenen su kirliliği kontrol yönetmeliğindeki esaslara ve limitlere uygun atıksu deşarjını sağlayacak arıtma tesisi yaptıran ve işleten kuruluş parmakla sayılacak derecede azdır... Bölgenin önemli akarsularının tümü kirlidir. Marmara denizi kıyıları ve körfezleri yerleşim merkezlerinin ve sanayi bölgelerinin kanalizasyon ve sanayi atıksu deşarjlarıyla insan sağlığını tehdit edebilecek boyutlarda kirletilmiştir.” Marmara denizini bekleyen tehlike o zaman da biliniyordu ama bu araştırma çalışmaları sonucunda sunulan çözüm önerileri hayata geçirilmedi. Sorun bugünün iktidarı veya 25 yıl boyunca İstanbul belediyesini yöneten zihniyetle de sınırlı değildir. Ama bugün iktidarda bulunan ve yıllarca belediyeleri yönetmiş zihniyet çevre düşmanlığında sınır tanımamıştır, rant uğruna pervasızca doğayı mahvetmiş, İstanbul’a ve Marmara’ya “ihanet” etmiştir.
Eylem planının ikiyüzlülüğünün açık bir kanıtı ise sıralanan eylemlerin hayata geçirilmesi için beklenmesi, bunların derhal uygulamaya geçirilmemesidir. Acilen alınması gereken tedbirler belirsiz vakitlere bırakılmıştır. Bu, kalp krizi geçiren bir insanı acilen hastaneye götürmek yerine sabah olmasını beklemeye benziyor. Oysa, Marmara’nın bekleyecek mecali kalmamıştır. Bir an önce müdahale edilmesi gerekiyor. Deniz yüzeyine makyaj yapmak yerine, atık suların denize deşarj edilmesine bir an önce son verilmesi gerekiyor. Ama bu yapılmıyor ve yapmamakta direnecekler. Bu en acil tedbirlere başvurulmadığı gibi aklımızla dalga geçercesine Kanal İstanbul’un müsilaj sorununu çözeceğini iddia edebiliyorlar. Bıraktık müsilaj sorununu çözmeyi, Kanal İstanbul’un bir felâket yaratacağını aklını ve vicdanını pazara çıkarmamış bütün bilim insanları söylüyor.
Marmara denizi can çekişiyor. Müsilaj Marmara’nın “beni kurtarın” çığlığıdır. Çok açık ki ne özel olarak mevcut siyasal iktidarın ne de genel olarak burjuva siyasetçilerin ve kapitalistlerin kendiliğinden bu çağrıya yanıt vermesi söz konusu değildir. En basit tedbirlerin alınabilmesi için bile toplumsal bir baskı gerekiyor. Kabahat ne müsilajı üreten alglerdedir ne de insandadır. Sorun toplumsaldır. İnsanlığı ve doğayı tehdit eden bu çürümüş düzeni yıkmadan denizleri de ormanları da kurtarmak mümkün değildir.
[*] https://birartibir.org/ekoloji/1170-cesedin-curumesidir-bu.org, Levent Artüz ile söyleşi
link: Suphi Koray, Müsilaj: Denizi Öldürmek!, 27 Haziran 2021, https://marksist.net/node/7388
Şili’de Kurucu Meclis ve Yeni Anayasa
Emek Hırsızları Vergi Hırsızlığında da Zirvede!