İlk bölümde siyasal koşulların değişmesiyle dizi konularının ve izleyiciye verdikleri mesajların değişmesini, “Türklerin tarihine” dönük dizilerin sınıf ve tarih bilincinden yoksun geniş kitleler üzerinde nasıl bir etki yarattığını ele almıştık. Dizilerde tarih diye önümüze konulanlar safsatalarla dolu modern menkıbelerden başka bir şey değildir ve tarihi yeniden yazmaya girişenlerin amacı “şanlı geçmiş”le emekçi yığınların zihinlerini esir almaktır. Öte yandan diziler, çok işlevli ve etkili olmakla birlikte, egemen ideolojinin yayılmasının araçlarından yalnızca biridir. Egemen sınıf, kanın kılcal damarlarla vücudun en uçlarına kadar ulaştırılması misali, kendi çıkarlarının ifadesi olan fikirleri tüm topluma ulaştırmak için kesintisiz bir çaba gösterir ve bu fikirleri çok çeşitli kaynaklarla yeniden yeniden üretip yayar.
Tarih ve ideoloji
“Genel anlamıyla ifade edecek olursak, ideoloji, toplumdaki kişilerin ya da grupların zihnine egemen olan fikirler sistemidir. Marksizm, toplumun maddi güçlerini yöneten sınıfın aynı zamanda entelektüel güçlerini de yönettiğini açıklığa kavuşturmuştur. Maddi üretim güçlerinin mülkiyetine sahip sınıf, zihinsel üretimi de denetimi altına alır. Bu temelde, genelde bir toplumda egemen olan fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Burjuva toplumda ideolojik aygıtların temel amacı, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini mümkün kılacak bir düşünce sistemini toplumda egemen kılmaktır.”[1]
Çünkü zor aygıtları (silahlı birlikler, cezaevleri vb.) sömürülen kitlelerin kendilerinin çıkarına olmayan düzene karşı isyan etmelerini engellemek için yeterli değildir. Egemen sınıf ezilen ve sömürülen kitleleri uyutmak için bahsi geçen ideolojik aygıtları etkin bir biçimde kullanma ihtiyacı duyar. Kendisinden önce gelen sınıflı toplumlarda sömürü apaçık bir olguydu. Bu nedenle de ekonomi dışı zor, emekçinin sırtındaki kırbaç eksik olmuyordu. Kapitalist toplumda ise sömürü olgusunun üstü örtülmüş, ekonomi dışı zor yerini güya eşit koşullara ve haklara sahip olan işçi ile işveren arasındaki bir sözleşmeye bırakmıştır. Sömürünün gizlenmesi zorunluluğu, ideolojik aygıtlara duyulan ihtiyacı burjuvazi açısından önceki egemen sınıflara nazaran katbekat arttırmış, teknolojinin ilerlemesiyle birlikte ideolojik aygıtların çeşitliliği ve yaygınlığı da artmıştır. Edebiyat, sinema, diziler, dijital oyunlar, sosyal medya, geleneksel medya vb. ile zihinler dumura uğratılmaktadır. Ulaştığı kitle, yayılma hızı veya yarattığı etki bakımından Youtube veya Netflix büyük ozan Homeros ile, ya da Homeros’un İlyada’sı Game of Thrones ile mukayese edilebilir mi?
Kapitalist üretim tarzı yaygınlaşıp egemen biçim haline gelirken bilimi ve sanatı da dönüştürüp değiştirmiştir. Fakat nasıl ki pozitif bilimlerin üretici güçleri geliştirmesi burjuvazinin egemenliği nedeniyle çalışma zamanını gerektiği gibi kısaltmamışsa, bilim ve sanat alanında da sermayenin çıkarına değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. Marx ekonomi politik üzerine değerlendirmelerinde bu noktaya da işaret etmektedir:
“Ekonomi politik ancak sınıf mücadelesinin yeterince gelişmediği dönemler boyunca bir bilim olabilmişti. 1830 sonrasında ise, genelde Avrupa’da sınıf mücadelesi hem pratikte hem de teoride giderek daha açık ve düzeni tehdit edici biçimler almış ve böylece bilimsel burjuva ekonomisinin de ölüm çanları çalmaya başlamıştı. Marx’ın deyişiyle, artık iktisadi alanda şu ya da bu teoremin doğru olup olmadığı değil, fakat sermaye için yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu hususu belirleyici önem kazanmıştı.”[2]
Bu tespit tarih için de geçerlidir. İdealist tarih anlayışı tarihin sınıflar mücadelesi çerçevesinde şekillendiğini kabul etmez. İnsan topluluklarının üretim biçimlerinin son tahlilde tarihi belirleyici unsur olduğunu reddeder. Bilincin veya düşüncelerin, bunların toplumsal karşılıkları olan dinsel veya kültürel öğelerin ana etmen olduğunu iddia eder. Başka bir deyişle idealist tarih anlayışı tarihsel olguları baş aşağı şekilde yorumlar. Osmanlı tarihini ele alırken, Türklüğün veya İslamın bir cihan imparatorluğu yarattığını kanıtlamaya çalışanlar tam da bu idealist tarih anlayışının temsilcileridirler.
Sermayenin genel çıkarları doğrultusunda işleyen evrensel burjuva propagandası, ulusal, dönemsel, coğrafi, siyasal faktörlerin etkisiyle sıklıkla farklı farklı kılıklara bürünür. Belirli dönemlerde belirli kavramların veya olguların daha fazla öne çıkartılması, hatta göklere çıkarılması veya bazılarının da yerin dibine sokulması söz konusu olabilir. Örneğin, burjuvazinin aristokrasiye karşı egemenlik mücadelesi verdiği zamanlarda, kuvvetler ayrılığı egemen düşünce olarak ortaya çıkmış ve “ebedi yasa” katına çıkarılmıştı. Ne var ki, kapitalizmin tarihinde defalarca gördüğümüz üzere, sermayenin çıkarları gerektirdiği zaman kuvvetler ayrılığı ilkesi bir kenara fırlatılmış, ortaya totaliter rejimler çıkmıştır. Tam da bu noktada Türkiye’de parlamenter sistemden “partili cumhurbaşkanlığı” sistemine geçiş sürecinde siyasi iktidarın başkanlık sisteminin avantajlarına dair ideolojik bombardımanını hatırlatmak yerinde olacaktır.
Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte burjuvazi iktidarı ele geçirdiği her ülkede kendi tarih yazımına girişmiştir. Bu yüzden her ulus-devletin burjuvazisinin çıkarlarına göre yazılmış bir resmi tarihi vardır. Örneğin, ABD’nin resmi tarihi kıta yerlilerinin katledilerek kurulduğu gerçeğini kabul etmez. Tıpkı TC resmi tarihinin Ermeni soykırımını kabul etmemesi gibi… Kuşkusuz siyasal atmosfere ve konjonktürel çıkarlara göre resmi tarihte bazı rötuşlar, hatta kimi zaman ciddi değişiklikler yapılabilir. Daha önce inkâr edilen tarihsel gerçeklerin bir kısmı kabul edilebilir ya da bazı resmi tarih safsataları terk edilebilir. Bu durum bazen sınıflar arasındaki mücadelelerin sonucunda ortaya çıkarken bazen de egemen sınıfın kendi içindeki çatışmalardan doğar. İlk bölümde son dönemde yayınlanan diziler dolayımıyla anlattığımız üzere, yaşadığımız topraklar bu durumun örnekleri bakımından oldukça bereketlidir. Mesela TC’nin yıllarca kabul etmeye yanaşmadığı Dersim katliamından dolayı yarım ağız da olsa özür dilenmiştir. Ama bu “özür” Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesi doğrultusunda bir ilerlemeye dönüşmediği gibi, ileriki yıllarda tam tersi istikamete doğru yol alınmıştır. İktidar ve medyası Osmanlı ve Selçuklu’nun ruhunu çağırmaya, tarihsel olayları menkıbeleştirerek kendi politik amaçları doğrultusunda kullanmaya başlamıştır. Malazgirt, Söğüt, İstanbul’un fethi, Kut’ül Amare, Çanakkale vb. “15 Temmuz ruhu” ile birleştirilmiş ve bugünkü siyasal tablo ortaya çıkmıştır.
Osmanlı devletinin kuruluşu ve efsaneler
Bu noktada, konumuz bağlamında rejimin yazdığı Osmanlı tarihinin yanlışlarına, özellikle Osmanlı’nın kuruluş dönemini anlatan Diriliş ve Kuruluş dizilerinin beslendiği ve yaydığı safsatalara değinmek yararlı olacaktır. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, Osmanlı’nın kuruluşuna dair eldeki kaynaklar son derece sınırlıdır. Üstelik bu kaynaklar 15. yüzyılda, yani Osmanlı devletinin kuruluşundan 150-200 yıl sonra yazılmıştır. Kuruluş dönemine ait kaynakların sınırlılığı farklı siyasal ve kültürel geleneklerden gelen tarihçilerin farklı kuruluş teorileri geliştirmelerine yol açmıştır. Elbette bu durum en çok da dizilerin çarpıtmalarına büyük fırsat sağlamaktadır. Mesela, 14. ve 15. yüzyıldaki kahramanlık hikâyelerinin anlatıldığı menakıbnamelerde adı geçmekle birlikte, oğlu Osman’ın bastırdığı sikkede adının geçmesinin dışında Ertuğrul’a dair çok da tarihsel belge yoktur. Ertuğrul’un çevre beyliklerle barış içinde yaşadığı ve 90 yaşlarında yatağında öldüğü rivayet edilir. Ne var ki buna rağmen, senaristler her bir bölümü sinema filmi uzunluğunda olan 150 bölümlük bir dizi ortaya çıkartabilmişlerdir! Ertuğrul’u, ahfadının kuracağı büyük devletin yüzyıllarca tüm cihana hükmedeceği daha o zamandan belli olan çok önemli bir siyasi figüre dönüştürmekten çekinmemişlerdir. Kılıcının adaletini hem Selçuklu devletlûlarına hem Moğollara hem de Doğu Roma egemenlerine gösteren bu figür adeta dünyanın merkezindedir.
Anadolu’daki küçük bir beyliğin altı asırlık bir imparatorluğa nasıl dönüştüğü sorusu Osmanlı tarihçileri arasındaki önemli tartışma konularından birisidir halen. 20. yüzyılın başlarında Gibbons Osmanlı’yı Türklerin kuramayacağını, Osmanlıları başarıya götürenin Doğu Roma/Hıristiyan kültürü olduğunu kanıtlamaya çalışan bir tez ortaya atarken; Köprülü ise karşı tez olarak sonradan farklı dinlerden katılımlar olsa bile beyliğin Türk olduğunu, Osmanlı’yı kuranların Oğuzların Kayı boyundan geldiklerini, devletin kuruluşunda Türk siyasal kültürünün ana öğe olduğunu ispatlamaya girişmiştir. Bu görüşte olanlar ısrarla göçebe Kayı boyuna dair bir kanıt aradılarsa da bu beyhude bir çaba olmuştur. Aynı dönemlerde Wittek ise kabileciliğin Osmanlı’yı kurmaya yetebilecek bir olgu olmadığını ileri sürüp kutsal savaşa dayanan gaza teorisini geliştirmiştir.
Mehmet Sinan “Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı” adlı çalışmasında Osmanlı’nın kuruluşuna dair şunları söyler:
“Osmanlı devletini kuranların bir göçebe-aşiret topluluğu (Kayı aşireti) olduğu ve aşiret geleneklerini muhafaza ederek bir devlet kurmaya giriştikleri görüşü bir zamanlar çok yaygın bir inanıştı. Ne var ki bu inanışın Osmanlı tarihçileri tarafından sonradan uydurulmuş rivayetlere dayandığı ve tarihsel gerçeklerle bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılmıştır. Nitekim Osmanlı tarihi üzerine yapılan yerli ve yabancı pek çok bilimsel araştırma ve inceleme, bu tür rivayetleri doğrulayacak herhangi bir tarihî belge ve bilginin mevcut olmadığını ortaya koymuştur.
“Çağdaş tarihçilerin yaptığı araştırmalar da göstermektedir ki, Osmanlı devletini kuranlar, bir göçebe aşiret topluluğunun değil, «savaşçılığı zenaat edinmiş ve bunun için bir nevi şirket haline gelmiş» bir savaşçılar topluluğunun (gaziler ocağının) başındaydılar. Yani Osmanlılar bağımsız beylik kurmaya kalkıştıklarında, bir kabile aristokrasisine değil, bir savaşçılar birliğine mensuptular. Osmanlı ailesi etrafında gönüllü olarak örgütlenmiş meslekten savaşçıların oluşturduğu bu askerî çekirdek, gerçekte göçebe-aşiret topluluğunun çözülüşü döneminde ortaya çıkmış bir örgütlenmeydi. Yani bu savaşçı topluluğun üyesi olan «meslekten savaşçılar»ın ve onların başındaki Osmanlı ailesinin ne göçebelikle ne de aşiret yaşamıyla bir ilişkileri kalmıştı.”[3]
Mehmet Sinan’ın bilimsel araştırmalarla çürütüldüğünü söylediği Osmanlı’yı Kayı aşiretinin kurduğu görüşü “gaza teorisi” ile birleşerek Diriliş ve Kuruluş dizilerinin kalkış noktasını oluşturmaktadır. Bu görüşün ana kaynağı Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazade’dir. 1393-1484 tarihleri arasında yaşadığı tahmin edilen Aşıkpaşazade’nin, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih döneminin sonuna kadar olan dönemi anlattığı Tevarih-i Al-i Osman (Osmanoğulları’nın Tarihi) Osmanlı tarihçilerinin en erken ve önemli yazılı kaynakları arasında yer almaktadır.[4] Aşıkpaşazade, bizzat kendi tanıklıklarının yanı sıra birinci ağızlardan aktarımlara başvurarak kuruluştan imparatorluğa kadar olan dönemin olaylarını anlatmıştır. Kuşkusuz en az yüzyıl önce gerçekleşmiş olaylara dair anlattıklarının tamamen doğru olduğu düşünülemez. Kaçınılmaz olarak hem kendisinin temsil ettiği kesimlerin bakış açısı hem de dönemin siyasal atmosferi yazdıklarına sinmiştir. Ama yine de bu kronik, doğru bir yöntemle ele alındığında neyin uydurma, neyin doğru olma ihtimali olduğu anlaşılacağı gibi, kuruluş hakkında çeşitli ipuçları verecektir. Mesela Aşıkpaşazade, Osman’ın soyunu Nuh nebiye kadar tek tek sayar ki bu şecerenin doğru olma ihtimalinin olmadığı izahtan varestedir. Babası Süleyman Şah Fırat nehrinde boğulduktan sonra, Ertuğrul’un 400 kadar çadırla epey zaman Pasin Ovasında kaldığını, sonrasında ise Selçuklu sultanı Alâeddin’in padişah olduğunu işitince “Erin kadri bilinir ülkeye gitmek bize vacip oldu, artık biz de gaza eder Allah yolunda savaşırız” diyerek Anadolu’ya geçtiğini anlatır. Selçuklu sultanı Alâeddin Söğüt ve Domaniç’i Ertuğrul’a yurtluk olarak verir.
Aşıkpaşazade tarihinde Diriliş ve Kuruluş dizilerinde anlatılandan farklı çok önemli bir husus vardır. Aşıkpaşazade “Ertuğrul Gazi zamanında kavga dövüş olmadı. Yaylalarını yaylayıp kışlalarını kışladılar. O zaman Karahisar vilayetinde Germiyan babası Alışıra vardı, ona Çavudur derlerdi. Ayrıca Karahisar’la Bilecik vilayetlerini zaman zaman vurup rahatsız eden Tatarlar vardı. Ertuğrul Gazi’nin gelişiyle bu yerlerin kâfirleri Tatarlardan korunmuşlar, güven içinde yaşar olmuşlardı. Ertuğrul Gazi vefat edince, Osman Gazi’yi babasının yerine koydular. Osman Gazi başa geçince komşu kâfirlerle çok iyi geçindi, ancak Germiyanoğlu’yla düşmanlığa başladı” demektedir. Oysa Diriliş dizisinde 150 bölüm boyunca Ertuğrul kâh Bizanslılarla, kâh Moğollarla, kâh diğer beyliklerle savaşmaktadır.
Diriliş dizisinin devamı niteliğindeki Kuruluş dizisinde ise bu sefer Osman’ın maceralarını izliyoruz. Osman sürekli iç ve dış düşmanlarla savaş halindedir. Aşıkpaşazade tarihinde ise, Osman’ın komşu vilayetlerle ilişkilere dair kardeşi Gündüz’e danıştığı anlatılır. Kardeşinin “civarımızdaki vilayetleri vurup bozalım” düşüncesine “bozuk bir düşünce” diyen Osman şunları söyler: “Etrafımızdaki yerleri yıkıp bozarsak, şehrimiz olan Karahisar güzelleşip gelişmez. İlk yapılacak iş komşularımızı idare ederek iyi geçinmek ve onlarla dost olmaktır.”
Diriliş dizisinde Ertuğrul, Kuruluş dizisinde ise Osman yere düşen İslam sancağını tekrar kaldırıp tüm Müslümanları etraflarında toplayacak seçilmiş kişiler olarak tasvir edilir. Bu, Osmanlı’nın kuruluş tezleri arasında epey kabul gören “gaza teorisi” ile de uyumludur. Bu teze göre Osmanlılar “kutsal savaş” yoluyla Anadolu’daki savaşçıları, ahileri ve dervişleri etraflarında toplayarak büyük bir devlet kurabilmişlerdir. Bursa’da bulunan ve Orhan’dan “gazi oğlu gazi” olarak bahseden 1337 tarihli bir kitabe bu teze kanıt olarak sunulur. Bu kitabenin hakikiliği tartışmalı olduğu gibi, gaza tezine katılmayan tarihçiler, haklı olarak, Osman zamanındaki bazı olayların bu kutsal savaş tezi ile çeliştiğini ortaya koyarlar. Osmanlıların Müslüman güçlere karşı savaşması, Hıristiyanlarla ittifaklar kurması hatta kendi saflarına katması, kuruluş yıllarına egemen olan uzlaşı atmosferi ve katı bir İslami anlayışın olmaması Osmanlı’nın kuruluşunda belirleyici motivasyonun “kutsal savaş” veya “gaza” olmadığını gösterir. Bunun dışında kimi tarihçiler Osman’ın sonradan Müslüman olduğunu ve adının Ataman/Toman olduğunu savunurlar. Çünkü dönemin Arap ve Bizans tarih kaynaklarında Osman yerine Toman/Ataman isimleri geçmektedir. Ayrıca Osman’ın kardeşlerinin, alplerinin ve diğer yakınlarının isimlerinin Türkçe olmasına karşın, sadece kendi isminin Arapça olmasının bir hata sonucu ortaya çıkmış olabileceğine dikkat çekerler.
Osmanlı’nın kurucusu olan alplerin veya gazilerin gazaya çıktıkları doğrudur. Ancak gaza kutsal niteliğinden çok, dönemin temel iktisadi faaliyeti olması ile değerlendirilmelidir. Nitekim Aşıkpaşazade bunu bir şiirle anlatmaktan imtina etmemiştir:
Gazilerin mal mülk sahibi olmasına sebep Osman idi
Bunların kimi altın ve gümüş kimisi de at aldı.
Kimisi beğendiği kızlardan aldı
Zaten o zaman fırsat gazilerin eline geçmişti.
Osman’ın niyetine göre gaziler toplandılar
Bundan sonra bolluk ve nimet artacaktır.
Kuşkusuz, ganimet toplamaya dönük gazaya olan ilgi arttıkça Osman’ın etrafında daha fazla sayıda savaşçı ve derviş toplanmıştır. Bu, Osman’ın liderliği altındaki savaşçı topluluğun güç kazanmasına; bu güç sayesinde elde edilen başarılarla da daha fazla sayıda savaşçıyı veya topluluğu kendisine çekmesine yol açmıştır. Mehmet Sinan, aynı çalışmasında Berkes’in şu tespitini aktarır:
“Savaş gücü ile ülke ve toplum zaptederek bunların üstüne siyasal güç kuranlar çeşitli kaynaklardan gelirler. Bazan bir göçebe aşiret önderi bu işi yapar, bazan aşiret değil de, savaşçılığı zenaat edinen ve bunun için bir nevi şirket haline gelen «savaşçı ocakları» görülür. … Eğer şartlar elverişli ise, kendi teşebbüsleriyle savaşlar yapıp servetler edinirler, güçlenir, devlet kurarlar. … Fakat hangisi olursa olsun, kazandıkları serveti ekonomik üretime yatırmazlar. Önemli fark burada. Onu bir fon olarak kullanıp, idare ve savaş yolu ile bu serveti daha da arttırmanın yolunu tutarlar. Kendilerine «din uğruna» gaza etme süsünü de verebilirlerse milyonlarca insana hükmederler; ekonomik üretimin herhangi bir kolunda bulunan bir sınıf olmadan, sınıfların tepesinde bir «süper sınıf» haline gelirler, devleti bu nitelikte güderler.”[5]
15. yüzyıldan önce, Osmanlıların ortaya çıkışı ve gelişimine dair kendileri tarafından yazılmış bilinen hiçbir kaynak yoktur. Bazı vakfiyeler, kitabeler veya sikkelerden yola çıkılarak dönemin sosyolojik, ekonomik ve kültürel yapısı anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ancak belli ki Osmanlı’yı kuran savaşçı topluluğun faaliyetleri büyüyüp devlet kurulduğunda kutsal bir zırha ihtiyaç duyulmuştur. Her ne kadar “gaza teorisi” savunucuları daha erken kaynaklara başvursalar da bunların hakikiliği veya anlamlılığı tartışmalıdır. 1337 tarihli Bursa kitabesinin sonraki yüzyılda yaptırıldığını iddia eden tarihçiler de vardır. Orhan Gazi’nin “dinin savunucusu” olarak adlandırılmasının sonraki yüzyılın yakıştırması olması kuvvetle muhtemeldir. Osmanlı’nın kuruluşuna dair ilk anlatıların 15. yüzyıla tarihlenmesinin sebebini toplumsal altyapıda aramalıyız. Bu yüzyıl Osmanlı tarihi açısından son derece önemli gelişmelere sahne olmuş, bu süreçte Osmanlı devletinin Asyatik yapıları oluşturulmuştur. Balkanlar’daki genişlemeden sonra Anadolu’da da Türkmen beyliklerine son vermeye başlayan Osmanlı, İstanbul’un fethi ile esas yapısına ulaşmıştır. Bu maddi gelişim, buna paralel bir biçimde ideolojik üretim ve gelişimi de beraberinde getirmiş; Osmanlı kendi resmi tarihini yazmaya başlamıştır. Anadolu’da egemenlik kurmaya çalışan Osmanlı kendisini Selçuklu’nun devamı olarak göstermek istiyordu. Bu yüzden dönemin yazılı ve sözlü anlatılarında Osmanlıların soyunun Oğuzlara dayandırıldığını görürüz. Osmanoğullarının aslında Oğuzların Kayı boyundan geldiği ve Türk oldukları tezi de, 1420’lerden sonra ortaya atılmış ve imparatorluğa tarihsel bir arka plan oluşturulmaya çalışılmıştır. Bunun başlıca nedeni ise, Moğol istilası ve Anadolu’daki egemenliği karşısında ideolojik bir dayanak elde etme ihtiyacıdır. Dolayısıyla bugünkü Türk-İslamcı ideolojinin bir versiyonunun 15. yüzyılın ideologları tarafından da savunulduğunu söylemek mümkündür. Hatta bugün Diriliş ve Kuruluş dizilerinde anlatılanlar 15. yüzyıl menkıbelerinin çağdaş versiyonudur demek abartı olmayacaktır.
Dizide, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözüyle bilinen Şeyh Edebalı’ya Osman Gazi’nin ideolojik rehberi olarak yer verilmiştir. Osmanlı’nın kuruluşunda Türk-İslamcı bir ideoloji oluşturulurken başvurulan ve Osman’ın kayınpederi olduğu iddia edilen bu şeyh hakkında çok fazla bilgi yoktur. Şeyh, 15. yüzyıl Osmanlı kroniklerinde yer alan meşhur rüya efsanesinde rüyanın yorumlayıcısıdır. Bu rüya efsanesine göre Osman rüyasında şeyhin göğsünden doğan ayın kendi vücuduna girdiğini ve buradan bir ağaç bittiğini görmüştür. Bu ağaç büyüyüp serpilmiştir. Şeyh Edebalı bunu padişahlık muştusu olarak yorumlamış ve kızını Osman’a vermiştir. Tüm dünyayı gölgesi altına alan çınarın efsane olması gibi, Osman’ın Şeyh Edebalı’nın damadı olması da bir efsane olabilir. Devlete bir ideoloji yaratan 15. yüzyıl kronikçilerinin, Şeyh Edebalı’yı Oğuz soyundan gelen bir İslam bilgini olarak devletin kurucu unsurları arasında göstermek istedikleri düşünülebilir. Şeyh Edebalı, Aşıkpaşazade tarafından şöyle anlatılmıştır: “Onun pek çok kerameti görülmüştü ve bütün halk ona candan gönülden bağlı idiler. O dervişti, ancak bu, içinde saklıydı. Dünyalığı, malı, davarı pek çok idi.” Ancak “şeyhimiz” dizide “bir lokma bir hırka” yaşayan bir derviş olarak tasvir edilmiştir.
Kuruluş Osman dizisinde, Ertuğrul’un kardeşi Dündar Bey Osman’la iktidar kavgasına girmiştir. Ancak Aşıkpaşazade Dündar Bey’den bahsetmemiştir. Daha sonraki kroniklerde Dündar Bey’in Osman Gazi tarafından öldürüldüğü söylenir. Buna göre 15. yüzyılda kronikçiler devletin kurucusunun amcasını öldürdüğünü söylememek istemiş olabilirler. Yine bu dönemin kronikçilerinin anlatılarına göre Osman’ın ölümünden sonra oğulları beylik kavgasına girmemiştir ve beylik Orhan’a bırakılmıştır. 16. yüzyıla gelindiğinde ise Osmanlı artık uç beyliği olmaktan çoktan çıkmış ve bir imparatorluğa dönüşmüştür. Bu merkezi yapının korunabilmesi amacıyla Fatih tarafından kardeş katline cevaz veren bir ferman çıkarılmıştır. Bu koşullarda Osman’ın amcasını öldürdüğünü yazmak artık bir sorun teşkil etmediği gibi tersine, fermanı ve kardeş katlini meşrulaştırmak için uygun bir sav haline gelmiştir.
Osmanlı devletini kimlerin, nasıl kurduğu konusu gerileme döneminin padişahlarından Abdülhamit için de önemli bir konu olmuştur. Gerilemeyi engellemek ve saltanatı korumak isteyen Abdülhamit, kurucu atalarının mezarlarını bulmak için 1886 yılında Söğüt-Domaniç’e bir heyet göndermiş ve türbeler inşa ettirmiştir. Yani Osmanlı’nın kuruluşu ve tarihi sadece günümüz dizi yapımcılarının ve tarihçilerin değil, her dönemde Osmanlı egemenlerinin ilgi alanı olmuştur. Bugünün egemenleri de Osmanlı egemenleriyle benzer nedenlerle, kendi çıkarlarına uygun algıları yaratıp güçlendirmek ve politikalarını meşrulaştırmak amacıyla, tarihi yeniden yazıyor, gerçekleri tahrif ediyor, menkıbeler ve efsaneler yaratmaya girişiyorlar. Sıkıştıkça, iktidarlarını koruyabilmek için, bu efsaneleri daha yüksek sesle anlatıyorlar.
Son olarak şunu vurgulamak gerekir ki Osmanlı tarihi denince akıllara sadece hanedanlığın tarihinin gelmesi tam da egemenlerin bu tutumunun sonucudur. Oysaki Anadolu’nun tarihi aynı zamanda pek çok eşitlikçi komünal öğeler barındıran köylü isyanlarını da içerir. Dizilerle yeniden anlatılan menkıbeler örgütsüz emekçilerin zihinlerini esir alsa da, baskı aygıtları ya da ideolojik aygıtlar değişen koşullar ve sınıfsal sorunlar karşısında ilelebet başarılı olamaz.
[1] Elif Çağlı, Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü, marksist.com
[2] Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak/1, marksist.com
[3] Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı/2, marksist.com
[4] Bu makalede K Kitaplığı’ndan çıkan ve Kemal Yavuz ile M. A. Yekta Saraç tarafından günümüz diline aktarılan versiyon kullanılmıştır.
[5] Mehmet Sinan, age
link: Suphi Koray, Diziler, Menkıbeler ve Gerçekler /2, 11 Aralık 2020, https://marksist.net/node/7128