Demokratik Toplum Kongresi (DTK) 18-19 Aralıkta “Demokratik Özerklik Çalıştayı” düzenledi. Bazı Türk aydınlarının da katıldığı çalıştayda Kürt sorunuyla ilgili temel konular tartışıldı; hazırlanan demokratik özerklik taslağı üzerine görüşler paylaşıldı. Böylelikle 2008 yılından beri dillendirilen demokratik özerklik talebi bir kez daha ayrıntılarıyla ortaya konuldu. Konu Kürt sorunu olunca ve çözüm önerisi de “devletin üniter yapısına” saldırı olarak algılanınca çalıştay tüm dikkatleri üzerine topladı.
Çalıştayın yarattığı etki hem Kürt hareketinin ulaştığı düzeyi gösteriyor, hem de Kürt sorununda çözümün kendini dayattığını ortaya koyuyor. Nitekim bu husus taslakta da belirtiliyor: “Artık Türk devleti eski politikayı sürdüremez hale geldiği gibi, Kürt halkı da eski statü altında yaşamak istememektedir.” Açıktır ki, 80 yıllık inkâr ve imha politikasının şekil değiştirmesiyle Kürt sorunu çözülmeyecektir. Gelinen noktada inkâr ve imha politikasına nazaran epey yol alındığı doğrudur. Ancak demokratik bir çözümün gerçekleşebilmesi için daha alınması gereken çok yol var. DTK’nın demokratik özerklik taslağına verilen tepkiler, Türkiye’de burjuva demokrasisinin darlığını gösteren yeni bir örnek olmuştur. Burjuvazinin demokrasisi nalıncı keseri gibi hep kendine yontmaktadır.
Kürtlerin taslak halini tartıştıkları demokratik özerklik talebi düzen güçlerinin koro halindeki saldırısıyla karşılaştı. Parlamentosu, düzen partileri, MGK’sı, dar kafalı kalemşorları, yargısı hep beraber taarruza geçtiler. Yargı ilk sahne alanlar arasındaydı. “Demokratik Toplum Kongresi ile herhangi bir siyasi parti arasında organik bir bağ olup olmadığı hususu” Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından incelemeye alındı. Söz konusu olan Kürt sorunu olunca şıpınişi dava açılıyor, ama açılan davalar kağnı hızıyla ilerliyor. Böylece Kürt halkının temsilcileri, belediye başkanları haksız yere uzun süre tutuklu olarak yargılanıyorlar. KCK davasında 152 sanığın 104’ü tutuklu olarak yargılanıyor; bunların bir kısmı neredeyse iki yıldır cezaevinde.
Kürtler ne istiyor? Düzen güçleri ne diyor?
Tüm baskı ve saldırılara rağmen Kürt halkı haklı taleplerini savunmaya devam ediyor. Yeri geliyor susturuluyor, yeri geliyor partileri kapatılıyor, yeri geliyor temsilcileri tutuklanıyor. Ama düzen güçlerinin tüm oyalama taktiklerine ve baskılarına rağmen siyasal bir kimlik kazanmış olan Kürt halkı yoluna devam ediyor.
Tartışılan demokratik özerklik bu durumun bir yansımasıdır. Taslak metinde “siyasal, hukuki, öz savunma, sosyal, ekonomik, kültürel, ekoloji ve diplomasi” olmak üzere sekiz başlık üzerinden sunulan demokratik özerklik şöyle tanımlanıyor: “Demokratik özerklik; Türkiye halklarının hiçbir ihtiyacını karşılamayan, Türkiye toplumuna da yük haline gelen ulus-devletin var olan katı zihniyetini değiştirme ve halkların siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmesi önünde engel olmaktan çıkarma temelinde cumhuriyetin demokratikleşmesini hedeflemektedir.”
Taslak metinde özerk Kürdistan’ın siyasal yapısı ise şöyle tarif ediliyor: “Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, Demokratik Türkiye Cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dâhil olur. Demokratik Özerk Kürdistan, kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir. Ayrıca demokratik özerklik alanında farklı kimlikler de kendi sembollerini kullanır.” Mahalle, ilçe, il meclislerinde aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen halk özerk meclise temsilcilerini gönderecek. Buradan seçilen temsilciler de Türkiye parlamentosuna gönderilecek. Özetle Kürtler kendilerini yönetmek istiyorlar.
Özellikle aşağıdan yukarıya örgütlenme biçimi ve köy komünlerinden bahsedilmesi liberalinden statükocusuna tüm düzen yanlılarını korkutmuş bulunuyor. İşlerine gelince demokrasi konusunda mangalda kül bırakmayan sözde demokratlarımız, kapitalist düzenle bağdaşmayan ifadelerin taslak metinde yer almasına fena halde bozulmuşlar. Tabandan meclisler biçiminde örgütlenmeyi totaliter bir anlayışın göstergesi olarak sunuyorlar. Örneğin çalıştaya katılan Ali Bayramoğlu şunları söylüyor: “Doğrudan demokrasi, komünden yukarı çıkan bir siyasi karar mekanizması inşa etmek bu koşullarda insanı değil, modeli öne çıkarır, doğrudan demokrasi yukarı doğru dikey bir örgütlenme modeliyle karışır, alttan yukarı çıkan bir korporatist sistem doğar.” BDP’nin talepler üzerinde ısrarlı duruşunu ise yanlış buluyor. Bu da Türk tipi aydınların klasik tepeden bakma hastalığıdır: Fazla sesinizi çıkarmayın, mücadele etmeyin, biz size haklarınızı vereceğiz!
Anadilde eğitim, seçim barajının kaldırılması, tutukluların serbest bırakılması, statülerinin anayasal güvence altına alınması gibi Kürtlerin en temel demokratik talepleri düzenin şovenist duvarlarına tosluyor. Düzen korosu ikiyüzlüce yalan söylüyor. Kürtlerin Türklerle eşit olduklarını, AKP’de de 70 Kürt milletvekili olduğunu, Kürtlerin her makama gelebileceğini, daha ne istediklerini anlamadıklarını söylüyorlar. Maalesef onların bu yalanlarına ve bilinç bulandırmalarına inanıyor kitlelerin önemli bir çoğunluğu.
“Kürt sorunu” denmesiyle sorunun varlığı gerçek anlamda kabul edilmiş olunmuyor. Türkiyelilik üst kimliğiyle de sorun çözülmüş olmuyor. Kürt sorunu bireysel sorunlar çerçevesine indirgenmeye çalışılıyor. Oysa Kürt sorunu bireysel-kültürel haklar sorunu değil ulusal bir sorundur. Dolayısıyla tek tek Kürtlerin Kürtçe konuşabilmesi, anayasa karşısında herkesle “eşit” olmaları Kürt sorununun olmadığı anlamına gelmez. Burjuva siyasetçiler topu hep taca atmak istiyorlar ama kendi ceza sahalarına hapsolmuşlardır. Kürt sözcüğünü hiç ağzınıza almazsanız, Kürt olmadığınızı ispatlamaya çalışırsanız devlet partisi CHP’nin genel başkanı bile olabilirsiniz!
Kürt halkının bir ulus olarak tanınması ve taleplerinin kabul edilmesi gerekiyor. Bunların hayata geçebilmesi için de anayasal güvence altına alınması gerekiyor. Ancak burjuvazi buna yanaşmıyor. TÜSİAD’ın 40. yıldönümü vesilesiyle BDP’ye yaptığı ziyarette de aynı anlayış söz konusuydu. Ümit Boyner demokratik özerklik ve iki dilli yaşam ile ilgili olarak bireysel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi gerektiğini belirtti. Türkiye’nin temel sorunlarına dair 1 Martta bir bildirge yayınlayacaklarını duyuran TÜSİAD’ın politikası “tek millet, tek vatan, tek devlet” edebiyatının ötesine geçse de demokratik bir çözümden uzaktır. Sorunun bireysel temelde ele alınmasının sakatlığına dair daha önce şu satırları yazmıştık: “Oysa bir alt kimliğin varlığından söz edilmesi, ancak bu alt kimliğe mensup insanların bu kimliklerini bireysel değil, toplumsal/grupsal düzeyde yaşamalarıyla bir anlam ifade edebilir. İnsanların kendi kimliklerinin bireysel düzeye hapsolması, çok geçmeden bu kimliğin “üst kimlik” içinde erimesi anlamına gelir ki, bu da asimilasyondan başka bir şey değildir.”(Utku Kızılok, Kürt Sorunu: İnkârcılıkta Yeni Arayışlar, MT, Mayıs 2009)
Demokratik özerklik taslağına dair AKP hükümetinin tavrı ezen ulusun despotik tavrıdır. Erdoğan, “Diyarbakır’da bir toplantıda bir bildiri taslağı tartışıldı. Dikkate dahi alınmayacak, ciddiye dahi alınmayacak bu taslak günlerdir tartışılıyor. Bu taslak son derece kasıtlı bir şekilde gündeme taşınıyor. Açık söylüyorum, tehlikeli bir oyun bu. Özerklik tartışması demokratikleşmeyi, Türkiye’nin ileri demokratik standartlara kavuşmasını hazmedemeyenlerin çirkin bir tezgâhıdır” dedi. 2010 yazında Baydemir’in demokratik özerkliğe dair sözleri de benzer tepkilerle karşılanmıştı. Savcılık Baydemir hakkında soruşturma açmış, devlet bakanı Cemil Çiçek ise “organları yer değiştirmiş adam” diyecek kadar pervasızlaşmıştı.
Bir taslağın tartışılmasını bile içine sindiremeyenlerin demokrasiden bahsetmeleri Türkiye’nin tarihsel arka planıyla doğrudan alâkalıdır. Geç bir doğumla sakat dünyaya gelen TC burjuvazisi beka korkusuyla yaşamıştır hep. Kurucu asker-sivil bürokrasinin beslediği burjuvazi, sıkıştığı her anda bu bürokrasinin kanatları altına sığınmıştır. Kürtler bastırılmış, Rumlar mübadele edilmiş, işçi-emekçilere hiçbir hak tanınmamış, gerektiğinde siyaset orduya bırakılmıştır. Burjuva düzenin yapısal sorunları burjuvazinin büyümesinin önünde engelken, asker-sivil bürokrasinin statüsünü korumasının yegâne şartıydı. Ne var ki TC burjuvazisi bu sorunları çözecek adımları atma cesaretini hâlâ gösteremiyor.
Onun bu tarihsel korkaklığı özerkliğin tartışılmasını bile tehlike olarak görmesine sebep olmaktadır. Başta statükocular olmak üzere tüm düzen partileri, “vatanın ve milletin bölünmezliğinden” bahsetmekte, “tek millet, tek vatan, tek devlet” vurgusu yapmaktadır. Statüko düşkünü ordu 17 Aralıkta iki dilli yaşam tartışmaları üzerine internet sitesinde bir basın açıklaması yayınladı. “TSK, … Ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir” diyen ordu, açıktan tehditte bulundu. 2010’un son MGK toplantısının bildirisinde ise özerklik tartışmalarına dair şu ifadeler yer aldı: “ 'Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet' anlayışını ve önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir.”
AKP ise seçim öncesinde milliyetçi kesimlerin oylarını kaybetmemek için “demokratlık” şalını çıkarmış ve bu tür açıklamalara sıkça başvurur olmuştur. Ancak günü kurtarmak üzere izlenen bu tip politikalar hiçbir burjuva partiyi kurtaramamıştır.
CHP’nin Kürt oylarını alabilmek için transfer ettiği Sezgin Tanrıkulu, partisinin iki dilli hayat ve demokratik özerklik konularını tartışmaktan yana olduğunu söylese de, durum hiç de böyle değildir. CHP’deki kadro değişikliği onun seksen yıllık politika anlayışını değiştirmeye yetmez. Nitekim Tanrıkulu’na cevap Kılıçdaroğlu’ndan geldi: “Ama siz özerkliği bir siyasal özerkliğe dönüştürürseniz bu doğru değil, bizim üniter yapımıza aykırıdır.”
Üniter devlet
Burjuva siyasetçilerin ağızlarından düşürmedikleri “üniter devlet” standart ya da tek tip ulus-devlet biçimi değildir. Özerklik ve resmi dil ile ilgili meseleler gündeme geldiğinde başta statükocular olmak üzere düzen cephesi farklı dozajlarda olsa da “üniter devlet” efsanesine sarılıyor. Sanki dünyada bütün ülkeler “üniter devlet” biçimlerine sahipmiş gibi bir hava yaratılıyor. Hâlbuki gerçeklik bunun tam tersidir. Nüfus ve coğrafya bakımından büyük devletler federal devletler olduğu gibi, özerk bölgelere sahip üniter devletler de mevcuttur. Üstelik bu devletler ekonomik ve siyasi açıdan da kapitalist dünyanın büyük devletleridir.
“Bugün dünyada irili ufaklı 200’den fazla devlet bulunmaktadır. Salt ansiklopedik verilere bakılacak olursa bunların yaklaşık 4’te birinin federatif olduğu görülmektedir. Üniter yapıya sahip olan devletlerin önemli bir bölümünün son derece küçük devletler olduğunu, yani içinde büyük çeşitlilik barındırma olasılığı az olan ülkeler olduğunu ve kimi üniter devletlerin de fiiliyatta bir federasyon gibi olduğunu hatırlayacak olursak, yeryüzünde gerçek anlamda federatif devlet oranının bundan daha yüksek olduğu anlaşılabilir. Dünyanın en geniş topraklara sahip ilk 10 ülkesinden 8’inin (ABD, Rusya, Brezilya, Hindistan, Kanada, Arjantin gibi) federasyon olduğu gerçeği kendi başına anlamlıdır.” (Levent Toprak, Şovenizmin Tabuları ya da Üniter Devlet ve Resmi Dil Yalanları, MT, Ekim 2009)
Kürtler özerklik taleplerini dillendirirken 1921 Anayasası’na, Kurtuluş Savaşı yıllarında verilen sözlere ve AB’nin yerel yönetim kriterlerine vurgu yapıyorlar. Sadece sorunun ulusal boyutları değil, ekonomik ve sosyal boyutları da ele alınıyor. “Öz savunma”, “ayrı bayrak”, “köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri” gibi ifadeler ise en liberal demokratların bile eleştiri oklarına maruz kaldı. Liberal demokratlar demokratik özerkliğin tartışılmasından yanalar. Ama bu konuda Kürtlerin harekete geçmesi pek kızdırmıştır onları. Kürt illerinde tabelalar iki dilde yazılarak fiili olarak iki dilli yaşama geçişin adımları atılıyor. Keza bazı il ve ilçelerde meclisler kurularak demokratik özerklik projesinin adımları atılmaktadır. Kürtler fiili adımlar atmaya başlayınca, Kürt sorununun çözülmesinden yana olan bu “demokratlar”, onlara uslu olmalarını, gerginlik yaratmamalarını, “makul” sınırlar içinde kalmalarını öğütlemeye başlıyorlar.
İki dil
Demokratik özerklik kapsamında en çok tartışılan konulardan biri de Kürtçenin kamusal alanda kullanılması ve anadilde eğitim hakkı. Milliyetçi-statükoculara göre Kürtçe kamusal alanda kullanılabilecek yeterliliğe sahip olmadığı gibi, anadilde eğitim ve Kürtçenin kamusal alanda kullanımı bölünmeye yol açar. İki iddia da temelsizdir. Birincisi baskılara ve yasaklara son verildiği takdirde Kürt dilinin bilimsel, edebi ve siyasal alanlarda gelişeceği açıktır. Kaldı ki ulusal sorunun çözümü o ulusun dilinin de kuruluşu anlamına gelir. Nitekim Türkçenin bugünkü haline evrilmesi TC’nin kuruluşundan sonra gerçekleşmiştir. Hatta birçok kelime masa başında uydurulmuştur. İmla kurallarının bile tümüyle oturduğu söylenemez. Ayrıca Türkçe içinde çok sayıda Arapça, Farsça ve Fransızca sözcük de vardır. Dolayısıyla yetersizlik argümanı şovenist ve gerici olduğu kadar, mantık dışıdır aynı zamanda.
Bölünme meselesine gelince. Anadilini serbestçe kullanma hakkı tanınmadığı sürece bir birlikteliği yürütmek eninde sonunda imkânsız hale gelecektir. Dolayısıyla bu en temel hak, eşitlik ve gönüllülük temelinde bir birlikteliğin zaten ön koşuludur. Anadil hakkının tanınması mutlaka bölünmeye yol açsaydı, bugün resmi dilin olmadığı veya birden fazla resmi dilin bulunduğu ülkelerin yok olup gitmiş olmaları veya çoktan bölünmüş olmaları gerekirdi.
“ABD gibi, tanımlanmış bir resmi dili olmayan başka ülkeler de vardır ve bunlar dünya üzerinde ağırlığı olmayan küçük ülkeler de değildir. Meselâ Avustralya, Almanya, Meksika, Hollanda, Yeni Zelanda, İsveç gibi ülkeler. Bunların ilkel, geri ve resmi dil yokluğu nedeniyle kaos içindeki ülkeler olmadığı da açıktır. Demek ki resmi dil olmayınca kıyamet kopmuyor, ülkeler batmıyor.” (Levent Toprak, age)
İsviçre ve Kanada gibi birden fazla resmi dili olan ülkeler olduğu gibi, birçok ülkede yerel resmi diller de vardır: “Bu arada resmi dilin sadece ulusal düzeyde geçerli dil anlamına da gelmediğini hatırlatalım. Birçok ülkede ulusal düzeydeki resmi dilin ya da dillerin yanı sıra, yerel olarak tanınmış resmi diller de bulunmaktadır. Tüm bu gerçekler resmi dil ve tek resmi dil faraziyesinin koca bir efsaneden başka bir şey olmadığını göstermektedir.” (age)
Özerklik ve iki dilli yaşama dair şovenist gerici bakış açısı sadece burjuva kesimlerde yer almıyor. TKP 2009’da yayınladığı “Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirisinde” resmi dilin zorunlu olduğunu ve özerkliğe karşı olduğunu ilan etmişti: “Türkiye'nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir.” “Türkçe devletin resmi dili ve toplumun temel ortak iletişim dili olarak korunmalıdır.” Özünü milliyetçi-devletçi bir anlayışın oluşturduğu bu bildiri Marksizmden kopukluğun en açık örneklerinden biridir.
RSDİP’in özerklik konusundaki kararları Marksizmin bu konuya yaklaşımını gayet net bir şekilde göstermektedir:
“Ve son olarak, her türlü ulusal baskıyı ortadan kaldırmak için, ne kadar küçük olursa olsun, tümüyle homojen ulusal bileşime sahip özerk bölgeler yaratmanın son derece önemli olduğu her türlü kuşkunun ötesindedir. Böylece, ülke yüzeyine, hatta tüm dünyaya dağılmış o milliyetten insanlar, söz konusu özerk bölgeye yönelebilsinler, bu özerk bölgeler aracılığıyla birbirleriyle her türden ilişki ve özgür dernekleşmeler geliştirebilsinler. Bütün bunlar tartışmasızdır ve bunlara ancak gerici ve bürokratik bir bakış açısıyla karşı çıkılabilir.” (Lenin, “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar”, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı içinde, Sol Yay., s.45) Ayrıca Marksistler hiçbir dilin diğerlerinden ayrıcalıklı olmamasını kesin bir şekilde savunurlar ve resmi dile karşıdırlar.
Ulusalcı çizgisini bozmayan TKP’nin demokratik özerklik projesine dair görüşleri ise şunlar: “Ülkeyi birbirleriyle cehennemlik bir yarışa girişen bölgelere ayrıştırdıktan sonra ulusal birliğin ne anlamı kalacağını bilemiyorum. Bu emek cehennemini yönetenler bizzat Kürt olunca Kürt sorununun çözülmüş olacağını sananlarınsa, en azından derin bir yanılgı içinde olduklarını söyleyebilirim.” (Aydemir Güler, Özerkliğin Ayakları, haber.sol.org.tr)
Ulusal mücadelenin varlığını ve kapsamını kabul etmeye yanaşmayan bir anlayışın sonucudur bu. Lenin ulusal sorun bağlamında sorunu ve çözümünü gayet net bir biçimde ortaya koymuştu. Ulusal sorunun çözümü UKKTH’den geçer ki, bu da ezilen ulusa devlet kurma hakkının tanınmasından başka bir şey değildir. Ulusal sorunu ekonomik bağımsızlık meselesine indirgeyenleri emperyalist ekonomizmle eleştiriyordu vaktiyle Lenin. Ancak TKP bunları bilmiyor değil. TKP, milliyetçi tabana gözünü diktiği için nabza göre şerbet vermekte ve Marksizmin fersah fersah uzağında kalmaktadır.
Görünen o ki düzen cephesi Kürtlerin taleplerini bastırmak için elinden geleni ardına koymayacaktır. CHP, Kürt sorununa dair ağzında bir iki şey gevelemeye devam edecek ama statükocu çizgisini koruyacaktır. AKP de her şeyi seçimden sonraya atarak oyalama taktiğini devam ettirecek, milliyetçi oyları kaybetmemek için “tekçi söyleme” devam edecek, Kürt oylarını kaybetmemek için onlara da bir iki güzel laf edecektir. Liberaller ise hırsızın hiç suçu yokmuş gibi ev sahibini eleştirmeye devam edecekler. Tablo gösteriyor ki Kürt halkına tek tutarlı ve samimi destek yine devrimci işçi sınıfından gelebilir ancak.
link: Suphi Koray, Demokratik Özerklik Tartışmaları Üzerine, Şubat 2011, https://marksist.net/node/2591
Her Sınıfın Ecdadı Kendine!
Bir Yılan Hikâyesi: Pınar Selek ve Mısır Çarşısı Davası