Sömürgeci İngiltere karşısında genç Amerikan cumhuriyetinin konumunu Marx şu veciz ifadeyle dile getirir: “Ve kocamış denizler kraliçesinin karşısında genç cumhuriyet gittikçe daha tehditkâr hale gelen bir dev gibi yükseliyor.”[1] Tarihin cilvesine bakın ki, dünün genç cumhuriyeti bugün artık kocamış bir kurt ve karşısında giderek daha tehditkâr hale gelen Çin ejderhası yükseliyor. Bu iki güç arasındaki küresel hegemonya mücadelesinde gerilim gittikçe artıyor. Her iki güç de ekonomik, siyasi ve askeri hamlelerle ön almaya, rakiplerini engellemeye ve diğer ülkeleri kendi yanına çekmeye çalışıyor. 2022’nin başlarında Ukrayna işgali nedeniyle dikkatler Rusya’ya yoğunlaşsa da, yılın ikinci yarısından itibaren Çin yeniden gelişmelerin odağında yer almaya başladı. Haziran ayındaki BRICS toplantısının, ÇKP’nin 20. Kongresinin, Scholz’un Çin ziyaretinin, ASEAN ve G-20 zirvelerinin temel gündemleri, Tayvan krizi ve ABD’nin Çin’e yönelik çip kısıtlamaları düşünüldüğünde, Çin-ABD kapışmasının ne denli sertleştiği ortadadır. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Amerikalı bir general birliklerine gönderdiği yazılı bir notta “Umarım yanılıyorumdur ama hissim o ki 2025’te Çin ile savaşacağız” ifadesini kullandı. Türkiye’nin kendi iç siyasal gündem yoğunluğundan dolayı çok fazla ilgi görmese de, askeri, siyasi ve ekonomik hareketlilik Pasifik’te suların daha da ısındığını gösteriyor.
Çin’in yıllar içinde dünyanın atölyesine dönüşmesini ve ikinci büyük ekonomik güç pozisyonuna yükselerek ABD’yi tehdit eder hale gelmesini çeşitli yazılarımızda ele aldık. Çin’in yükselişinin ABD’yi ne kadar çok endişelendirdiğini ABD’nin strateji belgelerinden de izleyebiliriz. Bu endişe, Ekim ayı sonlarında yayınlanan 2022 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde de çok açık bir şekilde görülebiliyor. Rutin yayınlar olmayan bu belgeler, ABD’nin hegemonya mücadelesinde nasıl bir strateji izleyeceğini gösteren, bu kapsamda hangi taktiklere başvuracağının ipuçlarını veren yol haritası mahiyetindeki önemli belgelerdir. İlk kez 1987 yılında yayınlanan bu belgeler, ağırlıklı olarak SSCB’nin yıkılmasından sonra oluşan yeni dünya koşullarında yayınlandığı için bir bakıma ABD’nin hegemonyasını koruma politikalarını da deklare etmektedir. O günden bugüne ABD dünyanın en büyük ekonomik, siyasi ve askeri gücü olarak emperyalist piramidin tepesindeki konumunu korusa da, hegemonyası her geçen gün daha fazla sarsılıp aşınmaktadır ve onun bu gidişatı durdurmaya dönük politikaları nasıl bir dünya tablosu ile karşı karşıya olduğumuzu öngörebilmek bakımından fikir vericidir.
Çin ilk kez 1993’te yayınlanan ABD Güvenlik Stratejisi Belgesinde yer almıştır. Çin’e 1980’de verilen “en çok gözetilen ülke” statüsü ile Çin menşeli ürünlere uygulanan vergi muafiyeti, 1994’te Çin’in “insan hakları ihlalleri” gerekçe gösterilerek ilk kez tartışmaya açılmıştı. Fakat ekonomik çıkarlarını göz önünde bulunduran ABD o dönem için henüz küresel bir tehdit olarak görmediği Çin ile ilişkilerini daha da geliştirmeyi tercih etmiş, hatta Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne alınması yönünde faaliyet yürütmüştü. Nitekim Çin, 2001’de DTÖ’ye alınmış ve böylelikle palazlanmasının önündeki engeller kalkarken kapitalist sisteme daha derinden entegre olmaya başlamıştı. 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısı sonrasında yayınlanan 2002 belgesinde ilk kez “yükselen bir potansiyel güç” olarak sayılsa da henüz bir tehdit olarak görülmüyordu. Obama döneminde dikkatle takip edilmesi gereken, yükselişe geçmiş bir tehdit olarak görülmekle birlikte henüz küresel bir rakip olarak değerlendirilmiyordu. Trump döneminde ise, daha göreve geldiği ilk yıl yayınlanan strateji belgesinde Çin hegemonya mücadelesinde açık bir tehdit olarak konulmuştu. Bu bakımdan 2017 belgesi Çin’in küresel bir tehdit olarak çok net bir şekilde tespit edildiği ilk strateji belgesidir.
Bu belge Trump’ın, Obama döneminden farklı olarak daha sert politikalar izleneceğini deklare etmesi anlamına geliyordu. Nitekim ticaret savaşlarını başlatarak ABD’nin kendisinin aleyhine işleyen süreci durdurmak için her şeyi göze aldığını ilan etti Trump.[2] Biden döneminde sözümona Trump’tan farklı bir politika izlendiği iddia edilse de bunun gerçeklikle hiçbir alâkası yoktur. Bilakis, Biden döneminde de ABD emperyalizminin Çin konusundaki görüşü değişmediği için Çin politikası da değişmemiştir. 2022 strateji belgesi Biden’ın Çin politikasına paralel olarak, Çin’in en kapsamlı biçimde ele alındığı belge olmuştur. Söz konusu belgede bu konudaki hassasiyetin büyüklüğünü gösterecek şekilde Çin’in adı tam 88 kez zikredilmiş ve referansların neredeyse tamamı Çin’in ABD açısından birincil tehdit olduğunu vurgulamak için yapılmıştır.
ABD Savunma Bakanı, belgenin sunuş yazısında, bu strateji belgesinin bakanlığı ABD’nin en yakın rakibi Çin’e karşı caydırıcılığını arttırmak ve sürdürmek için acilen harekete geçmeye yönlendirdiğini belirtiyor ve şunları ekliyor: “ÇHC, önümüzdeki onyıllardaki en önemli stratejik rakibimiz olmaya devam ediyor. Bu sonuca, ÇHC’nin Hint-Pasifik bölgesini ve uluslararası sistemi otoriter tercihlerine uygun şekilde yeniden şekillendirmek için giderek artan zorlayıcı eylemleri ile birlikte ayrıca ÇHC’nin açıkça ifade edilen niyetlerine ve ordusunun hızlı modernizasyonuna ve genişlemesine dair keskin bir farkındalığa dayanarak ulaştım. Başkan Biden’ın Ulusal Güvenlik Stratejisinin belirttiği gibi, ÇHC «hem uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyeti olan hem de bunu yapacak ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik gücü giderek artan tek ülkedir.»”
Peki, ABD geçmişte kendi eliyle böyle bir gücün gelişimine neden katkıda bulundu ve Çin tehlikesini fark etmekte neden bu kadar gecikti? Daha önce yayınlanan bir yazımızda Çin’in açık bir tehdit olarak görülmesinde yaşanan gecikmenin kapitalizmin çelişkileriyle alâkalı olduğunu, 70’lerde başlayan tıkanmayı aşmak için başvurulan politikalardan kaynaklandığını yazmıştık:
“1) Başta ABD olmak üzere Batı emperyalizmi SSCB ile karşıtlaşan Çin’e kucak açtı (bunda dünya çapındaki sosyalist hareketi bölüp parçalayarak birbirine düşürme, hareketi çıkmaz yollara sokma niyeti ve imkânı da rol oynuyordu), 2) Çin gibi devasa bir ülkenin kapitalizme yönelmesi dünya kapitalizmi için büyük ve genel bir kazanımdı, 3) Bu kapitalizme geçiş dünya kapitalizminin krizden çıkışında muazzam olanaklar sundu (ucuz ve itaate zorlanmış bir işgücü sayesinde düşen maliyetler; ucuz metalar sayesinde zengin ülkelerdeki emekçilerin alım güçlerinin ücret ve haklarındaki kayıplar oranında düşmemesi, bunun sonucunda tepkinin zemininin yumuşatılması vb.)
“Doğrusu ABD liderliğindeki kapitalist dünya sistemi bu çok önemli alanlarda başarılı oldu, Çin bürokrasisi sisteme büyük hizmetler sundu. Elbette o da bunu kendi çıkarı için yaptı. Sonuç olarak her iki egemen sınıfın da kazançlı çıktığı, ama her iki taraftaki emekçilerin büyük kayıplar yaşadıkları bu süreçte gelinen nokta pek hesap edilmeyen bir nokta oldu. Deyim yerindeyse Batılı emperyalist güçler, kapitalist temellerde devasa bir Çin ejderhasına ebelik ederek kendilerine büyük bir rakip doğurmuş oldular. Batılı emperyalist güçlerin bu noktayı yeterince öngörememesinde, yukarıda saydığımız hayati faydaların yarattığı memnuniyet kadar, dış yatırım yapılan başka ülkelere dair yaygın deneyimler temelinde taşıdıkları kibir ve rehavet de rol oynamıştır.”[3]
Büyüyen ejderha
70’li yılların sonlarından itibaren başlattığı kapitalist dönüşümle kısa sayılabilecek bir sürede emperyalist bir ülke aşamasına gelen Çin, yakın zamana kadar çok fazla dikkat çekmeden güç toplamaya dönük bir politik hat izledi. Ne var ki Çin, hem ulaştığı düzey itibariyle hem de bunu gören ve ön almaya, onun yükselişini engellemeye çalışan ABD’nin zorlayıcı hamleleri sebebiyle aynı taktikle devam edemezdi. Nitekim izlediği taktiği değiştirdi. Covid-19 pandemisinden sonra emperyalist kapışmada tabiri caizse vites yükseltti ve ABD’ye daha sert mesajlar vermeye başladı.
Bu değişimi göstermesi bakımından, 2021’de ÇKP’nin 100. yıl kutlamaları vesilesiyle Cumhurbaşkanı Şi Jinping’in yaptığı konuşma dikkat çekicidir ve bu taktik değişikliğinin miladı olarak kabul edilebilir. Çin’e karşı zorbalık yapacak dış güçlerin kafalarını ezeceğini söyleyen Şi’nin hedefinde başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler vardı. Hem 100. yıl kutlamalarında hem de bir yıl sonra düzenlenen 20. Kongrede Çin’in Tayvan’la yeniden birleşmesi tarihsel bir misyon olarak vaaz edildi. Bu iki olay arasında ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan’ı ziyaret etmesiyle uç veren gerilimi hatırlatmakla yetinelim.[4]
2022’nin Ekim ayında gerçekleştirilen ÇKP’nin 20. Kongresi Şi’nin iktidarını konsolide ettiği bir gövde gösterisi oldu. Şi yeniden genel sekreter seçildi ve en kritik organlara kendisine sadık kişileri getirerek gelişebilecek herhangi bir muhalefetin önünü kesti. ÇKP tarihinde, Mao’dan sonra ilk kez bir lider üç dönem üst üste genel sekreterliğe seçildi. Böylece Şi, Mao ile kıyaslanabilir bir lider olarak tarihe geçme arzusunu da gerçekleştirdi diyebiliriz. Kongre oturumlarından birinde eski devlet başkanı Hu Jintao’nun salondan adeta yaka paça çıkarılmasının gerekçesi olarak sağlık sorunları gösterilse de, bunun açık bir gözdağı mesajı olduğu belliydi. Çünkü küresel hegemonya mücadelesi verilirken, içeride çatlak ses olmaması gerekiyordu. Şi, Kongre konuşmasında “Rüzgârlara, dalgalı sulara ve hatta tehlikeli fırtınalara hazır olun!” derken, hem Çin egemen sınıfına hem de dünyaya aynı mesajı veriyordu. Açıktır ki, bu sözler ABD Stratejik Belgesinde dile getirilen önümüzdeki on yılın belirleyici olduğu ve asıl tehdidin Çin olduğu tespiti ile de örtüşüyordu.
Şi konuşmasında Tayvan sorununa da değindi. Tayvan’la ekonomik işbirliğinin güçlendirileceğini, adayla gerçekten barışçıl bir yeniden birleşme olmasını istediğini söyledi fakat güç kullanma seçeneğini de dışlamadıklarını ekledi. “Güç kullanma seçeneğini kullanmayacağımıza asla söz vermiyoruz, ayrılıkçı hareketleri durdurmak için gereken her türlü tedbiri alacağız” diyen Şi, dış müdahalenin kabul edilmeyeceğine işaret etti. Şi’nin Tayvan’la ilgili sözleri Komünist Partisi üyeleri tarafından dakikalarca alkışlandı. Görünen o ki Çin-ABD güreşi Tayvan minderinde de devam edecek ve Tayvan önemli başlıklardan biri olarak gündemdeki yerini koruyacak.
Tayvan ABD için Çin’e karşı “demokrasi” bahanesiyle kullanılacak bir politik sorundan ibaret değildir. Tayvan dünyanın en büyük 21. ekonomisi ve özellikle de yarı iletken teknolojisinde dünya lideri olması bakımından her iki ülke için de kritik bir öneme sahiptir. Sanayinin her alanında kilit bir öneme sahip yarı iletken üretiminde öne geçmek için 2022 Ağustosunda CHIPS yasasını hayata geçiren ABD, bunun için 52 milyar dolarlık bir fon ayırdığını açıklamıştı. 7 Ekim 2022 tarihinde ise Çinli şirketlerin yarı iletken teknolojilerine erişimini kısıtlamak için yeni yaptırımlar açıklandı. Buna göre Amerikan şirketlerinin Çin’e çip üretimi için herhangi bir satış gerçekleştirebilmesine yönelik lisans zorunluluğu getirildi. Elbette bu lisansı almak öyle kolay olmayacak. Aralarında yarı iletken üretiminde Çin’in en büyük şirketlerinin yer aldığı 31 Çinli şirket ticari kontrol listesine alındı. Amerikan şirketlerinin Çinli çip üreticileriyle çalışması da izne tabi kılındı.
ABD, bu kısıtlamalara Çin ordusunun hassas teknolojilere ulaşmasını engellemek amacıyla başvurduklarını iddia etse de, –bu da önemli bir hakikat olmakla birlikte– amaç bununla sınırlı değildir. Asıl amaç Çin’in teknolojik alanda önünü keserek dünya ekonomisini belirlemesini engellemektir. ABD, bu kısıtlamaların uluslararası ticaret kuralları bakımından doğuracağı sakıncaları veya engelleri ortadan kaldırmak amacıyla, resmi açıklamasında ulusal güvenliği ve Çin’in bu teknolojileri kitle imha silahları geliştirmekte kullanacağını gerekçe gösteriyor. Nitekim her vesileyle ABD’yi DTÖ anlaşmalarına uyması ve uluslararası ticarete gereksiz engeller koymaması gerektiği konusunda uyaran Çin bu yaptırımları DTÖ’ye şikâyet etti.
Bu yaptırımlarla, Amerikan şirketlerinin veya Amerikan şirketlerinin teknolojilerinden yararlanan başka şirketlerin Çin’le çalışmasına engeller çıkartılıyor. Sürekli güncellenen kara listelerle, Amerikalıların bu listelerde yer alan Çinli şirketlerle çalışması yasaklanıyor. Çin, çip üretimi yapabilen sayılı ülkelerden biri olsa da, halen Amerikalı kişi veya kuruluşlardan yazılım ve dizayn konusunda destek satın alıyor. Bu alana ciddi yatırımlar yaparak ABD’ye olan bağımlılığını mümkün mertebe azaltmaya çalışıyor. Öyle ki, önde gelen Amerikalı teknoloji uzmanlarının da öngördüğü üzere, birkaç yıl gibi çok da uzun olmayan bir süre içerisinde Çin’in bilim ve teknoloji alanında bir numaralı güç haline gelebilmesi mümkün görünüyor. İşte yaptırımların asıl amacı bu gidişatı akamete uğratmaktır. Genel kanı bu yaptırımların Çin’in teknoloji üretimindeki gelişmesini yavaşlatsa da, gelinen aşamada bunu durduramayacağı yönünde.
90’lı yıllarda Çin’in önünü açacak kararların alınmasını sağlayan Amerikan şirketleriydi. Çünkü Çin müthiş bir pazar alanı ve kazanç kaynağıydı. Şimdiyse ABD’nin bu yaptırımları öncelikle ABD sermayesinin belirli kesimleri için olumsuz sonuçlar doğuracaktır. “Çip savaşları” olarak adlandırılan yaptırımların ABD’li büyük teknoloji tekelleri açısından olumsuz sonuçlarını NASDAQ verileri gösteriyor. Dünyanın teknoloji borsası olarak kabul edilen NASDAQ endeksi 2022 yılında %33,54 düştü. Çünkü bugün dünya ekonomisi 90’lı yıllara nazaran daha da girift bağlantılarla küreselleşmiş durumdadır. Bu girift ekonomik ilişkiler ağı, ABD-Çin kapışmasında yapılan herhangi bir hamlenin tüm dünya ekonomisini olumsuz etkilemesine yol açıyor. Otomotivden askeri sanayiye, gelişkin elektronik ürünlerden basit ev aletlerine kadar her alanda yaygın bir şekilde kullanılan çiplerin üretiminde ve geliştirilmesinde uygulanan kısıtlamalar bütün kapitalist dünyayı etkiliyor. Mesela, 7 Ekim 2022 tarihli kısıtlamalar açıklandıktan sonra, çip yapım makineleri üreten Hollanda tekeli, çalışanlarını yaptırımlara maruz kalmamaları için uyardı.
Burada küreselleşmenin dünyaya refah, barış ve huzur getireceği iddiasının ne büyük bir palavra olduğunu bu vesileyle bir kez daha belirtmemiz gerekiyor. Kapitalist üretimin küreselleşmesi, kapitalist rekabet kurallarını ortadan kaldırmıyor; tersine tekeller düzeyinde rekabetin daha da kızışmasına yol açıyor. Üstelik sermaye ile ulus-devlet arasında aşılamayan çelişki “sürdürülebilir” dünya ekonomisinin önüne daha büyük engeller dikiyor. Mesela, ABD’nin, Çin karşısında Japonya, Güney Kore ve Tayvan’ı yanına alarak “Çip Dörtlüsü” adı verilen oluşumla Çin’i çevrelemeye çalışmasını ele alalım. Bu 4 ülke toplam çip üretiminin %82’sini gerçekleştirdiği için, birlikte hareket etmeleri durumunda Çin’e büyük darbe vurma potansiyelleri var. Ne var ki, bu ülkelerin ABD ile işbirlikleri ve ortak çıkarları olduğu gibi, Çin’le de var. Çin, bu ülkeler için çok önemli bir pazar. Küresel çip üretiminin %18’ini gerçekleştiren Güney Kore ürettiği çiplerin %60’tan fazlasını Çin’e ihraç ediyor. Ülkenin en büyük iki çip üreticisi, üretimlerinin büyük bölümünü Çin’de yapıyor. Ayrıca iki büyük rakip olan Tayvanlı TMSC ile Güney Koreli Samsung’un ABD’nin başını çektiği dörtlü blokta yer alıp rekabeti bir yana bırakmaları da kapitalizmin doğasına aykırı. Çin gibi büyük bir pazarın bu ülkeler açısından önemi göz önüne alındığında ABD’nin Çip Dörtlüsü projesiyle istediği sonucu elde etmesi mümkün görünmüyor.
ABD, Asya-Pasifik’te Çin’i kuşatmaya çalışırken, Çin ise dünyanın farklı bölgelerinde nüfuzunu arttırmaya çalışıyor. Çin 2014’te Katar’la, 2016’da Suudi Arabistan’la, 2018’de Kuveyt, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle “stratejik ortaklık” antlaşmaları imzaladı. Ama bunlar Ortadoğu’da ABD’nin nüfuzunu etkileyecek girişimler değildi. Şimdilerdeyse Çin bu bölgede giderek daha aktif bir oyuncu olacağının sinyallerini vermeye başladı. Biden 2022’nin Temmuz ayında gerçekleştirdiği Riyad ziyaretinde “Çin, Rusya veya İran tarafından doldurulacak bir boşluk bırakmayacağız. ABD hiçbir yere gitmiyor” demişti. Bu, durumun farkında olan ABD’nin Çin’e ve bölge ülkelerine verdiği mesajdı. Nitekim Biden’dan aylar sonra Şi de Riyad’ı ziyaret etti. Üstelik karşılama töreni ve ritüelleri çok daha gösterişliydi. Bu farklılığın politik bir anlamının olduğu açıktır. İki ülke arasında 30 milyar dolarlık silah, enerji ve teknoloji anlaşmaları imzalanması ise resmi tamamlıyordu. Suudi Arabistan’ın ABD’nin petrol arzını arttırma talebine hayır derken, Çin’le teknoloji ve silahlanma alanında anlaşmalar yapması bu ülkelerin ilişkilerinde bir değişimi gösteriyor.
Bu kavgada Almanya nerede duruyor?
ABD Çin üzerindeki baskısını aynı zamanda emperyalist kapışmada diğer güçleri kendi yanına çekmek veya saflarını belirginleştirmek için arttırıyor. Ne var ki çelişkilerin muazzam bir düzeyde keskinleştiği günümüz dünyasında, atılan adımların tek yönlü sonuçlar doğurması mümkün değildir. Emperyalist kapışmada her ülke gücü ölçüsünde kendi çıkarlarını hesaba katarak ve doğal olarak bazı riskleri göze alarak hamleler yapıyor. Örneğin ABD, Çin’e karşı Avrupa devletlerinin de, kendisinin belirlediği çerçeve içerisinde hareket etmelerini istiyor. ABD’nin aldığı kararlar doğrudan veya dolaylı olarak Avrupa sermayesini de ilgilendiriyor. Özellikle Fransa ve Almanya günümüzde Avrupa’da ABD’nin küresel stratejisine belirli ölçülerde karşı çıkan veya bir şekilde taş koyan emperyalist güçler. Bu ülkeler İkinci Dünya Savaşı sonrasında NATO üyesi olarak ABD’nin yanında yer alsalar da, krize eşlik eden hegemonya mücadelesi bu kalıpları kırmıştır. Bir tarafta ABD ve İngiltere’nin başını çektiği Batı bloku, diğer yanda Çin-Rusya bloku yer alırken; Almanya ve Fransa gibi Avrupa ülkeleri, Batı bloku içinde yer almakla birlikte, ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarına göre her vakada farklı tutum gösterebiliyorlar. Örneğin Trump’la birlikte başlatılan ticaret savaşlarının tırmandırılması Almanya için olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Çip üretiminde yaşanan sorunlar uzun zamandır dünya ekonomisi için ciddi sıkıntılar doğuruyor. Üstüne çip krizini derinleştirecek yeni yaptırımlar dünyanın en büyük ihracatçılarından (hem sermaye hem meta ihracı) birisi olan Almanya için de sorun teşkil edecektir. Çin, yıllık 258 milyar dolarlık ticaret hacmi ile Almanya’nın Asya’daki en büyük ticaret ortağı. Almanya’nın aynı zamanda Çin’de büyük yatırımları var. Örneğin toplam satışlarının %40’ını Çin’de yapan Volkswagen, elektrikli otomobillerin yazılım ihtiyacını karşılamak üzere Çinli şirket Horizon Robotics ile çalışmak için yaklaşık 2,4 milyar avro ayırdığını duyurdu. Bu yüzden iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin seyrini etkileyecek küresel gelişmeleri Alman sermayesi yakından takip ediyor.
Scholz’un Kasım başlarında yaptığı Çin ziyareti de Almanya’nın kritik hamlelerinden biriydi. Pandemi kısıtlamalarından dolayı üç yıldan beri ilk kez bir AB ülkesi lideri Şi ile görüşüyordu. Fakat görüşmenin önemi bundan çok ABD-Çin geriliminin arttığı ve Biden’ın Çin’e yönelik yeni ticari kısıtlamaları uygulamaya soktuğu bir süreçte gerçekleşmesinden geliyordu. Scholz, ABD’nin bu politikasını doğru bulmadığını defalarca söyledi. Alman sermayesinin temsilcileri ile birlikte gerçekleştirdiği bu ziyaret ise, ABD’nin Çin’i yalıtma siyasetine vurulmuş bir darbe, duvarda bir gedik anlamına geliyordu.
Ne var ki, Alman burjuvazisi hegemonya savaşında nasıl bir taktik izlemesi gerektiği konusunda henüz ortak bir görüşe sahip değil. Başka bir deyişle, henüz seçeneklerden birisi kendisini kabul ettirebilmiş değil. Çeşitli gelişmeler karşısında koalisyonda yer alan üç partinin temsilcilerinden gelen farklı açıklamalar bunu gösteriyor. Örneğin Çin ile ilişkilerin geliştirilmesi konusunda Scholz daha aktif bir politika izlerken, ekonomi bakanı Habeck “kimsenin Çin’le ticareti durdurmak gerektiğini söylediği yok ama kritik sektörlerde Pekin’in yatırımlarının dikkatle irdelenmesi gerek” diyor. Ziyaretin hemen öncesinde Çin’in denizcilik tekeli Cosco’nun Hamburg limanında bulunan bir terminali satın alma girişimleri de bu tartışmayı alevlendirmişti. Scholz’un partisi terminalin %35’inin Cosco’ya satılmasına onay verirken, koalisyon ortakları dünya ticareti bakımından kritik bir pozisyonda olan bu limanın kontrolünün Çin’e bırakılmasına karşı çıktılar. Eleştiriler üzerine Cosco’nun tek başına söz sahibi olmayacağı bir hisse (%24,9’u) satıldı. Almanya’nın Çin’e yanaşmasını doğru bulmayan, Batı kampında yer alarak pozisyonunu güçlendirmesini savunan kesimler, tek ülkeye bağımlılığın risklerine işaret ediyorlar. Bunun için Merkel’in Rusya politikasını örnek gösteriyorlar. Bu konuda Merkel’i suçluyor, Scholz’un Çin ile yakın ilişkilerini hedef tahtasına koyuyorlar. Scholz’un temsilciliğini yaptığı kesimlerse, Çin’e bağımlılık iddialarının abartı olduğunu söylüyorlar.
Kapitalizmin tarihsel krizi çelişkileri çok daha keskinleştirmiş olduğu için emperyalist güçlerin hareket kabiliyeti de kısıtlanıyor. Güçlerden birisi kolayına diğerine otoritesini kabul ettiremiyor. Bundan dolayı, ABD-Çin geriliminin daha çok su kaldıracağını söylemek yanlış olmayacaktır. Fakat hegemonya mücadelesini değerlendirirken, sınıf mücadelesini unutmamak gerekiyor. Daha önce çoğunlukla sistemin periferi ülkelerinde emekçi isyanları söz konusuyken, krizin etkilerinin merkez ülkelerde artmasıyla birlikte işçi sınıfının daha fazla boy göstermeye başladığı bir sürece girmiş durumdayız. Onların deyimiyle “iç güvenlik”, daha doğru ifadesiyle devrim kaygısı burjuvazinin hesaba kattığı değişkenlerden birisi. Çin’de pandemi yasaklarına karşı patlak veren eylemler, ABD ve Avrupa’da giderek artan grev ve eylemler bu değişkenin denklemdeki ağırlığının arttığını gösteriyor. Bizzat Alman burjuva yorumcular 2023’te Çin’e karşı politikanın netleştirilmesi kadar kriz zamanlarında toplumsal barışın sağlanmasının da önemli olduğunu belirtiyorlar. Onların toplumsal barıştan ne anladığını biliyoruz: İşçi sınıfının burjuvaziye boyun eğmesi! Gerçek şu ki bu tarihsel krizi “toplumsal barış” çözmez, toplumsal devrim çözer.
[1] Elif Çağlı, Marx’ın Kapitalini Okumak/26, marksist.com
[2] Bkz. Utku Kızılok, Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları, marksist.com
[3] Levent Toprak, Emperyalist Kapışma ve Çin, marksist.com
[4] Bkz. İlkay Meriç, Tayvan Minderinde ABD-Çin Güreşi, marksist.com
link: Suphi Koray, Çin ve Emperyalist Kapışma, 10 Şubat 2023, https://marksist.net/node/7863
Umudu Bekleyen Çocuklar
The Economist’in Kapağından 2023