Avrupa’yı kırıp geçiren veba salgınına tanık olan İtalyan yazar Boccaccio salgının yarattığı dehşeti şöyle tarif ediyordu: “Herkes birbirinden kaçıyor, komşu komşuya sırt çeviriyordu. Akrabalar görüşmüyor, birbirlerinden uzak duruyorlardı. Salgın, erkeklerin, kadınların yüreklerine öyle bir korku salmıştı ki, erkek kardeş erkek kardeşten, amca yeğenden, kız kardeş erkek kardeşten, dahası koca karısından kaçar olmuştu. En önemlisi, belki inanmayacaksınız, analar babalar çocukları sanki kendilerinin değilmiş gibi davranıyor, onları görmeye gitmiyor, yardım ellerini uzatmıyorlardı. … Öte yandan, yardım edilse iyileşebilecek birçok kişi, kendi başına bırakıldığı için ölüp gidiyordu. Hastalar gerekli bakımdan yoksun kaldıkları, salgın da yayılmayı sürdürdüğü için, gece olsun gündüz olsun, insanlar durmadan ölüyor, ölü sayısının yüksekliğini duymak, hele ölümlere tanık olmak geride kalanları şaşırtıyordu.” (Giovanni Boccaccio, Decameron, Oğlak Yay., 2013, s.29-30)
14. yüzyılın koşullarını, bilimsel ve tıbbi olanaklarını göz önünde bulundurduğumuzda, bu tablo yadırgatıcı değildir. Ne var ki, bilim ve teknolojinin Boccaccio’nun tahmin edebileceğinin çok ötesinde geliştiği 21. yüzyılda, benzer manzaralara şahit olmak dehşet vericidir. Çünkü muazzam güçlere hükmeden kapitalist sistemin insanlığa her anlamda cehennem azabı yaşattığına tanık oluyoruz. Kapitalizm çoktan çürümüştür ve ne doğaya ne de insana parlak bir gelecek vaat etmektedir. Burjuva ideologları kapitalist sistemin iflasını inkâr etseler ya da bu apaçık gerçeği yumuşatmaya çalışsalar da salgın süreci bunu sadece çok daha göze görünür hale getirmiştir. Kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteri ile kapitalist özel mülkiyet arasındaki çelişki bugün çok daha keskinleşmiştir. Kapitalistlerin farklı farklı kurumlarından pandemi sürecinin zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yaptığı yönünde açıklamalar geliyor. Oxfam dünyanın en zengin 10 kişisinin toplam servetinin, korona virüs salgını sırasında 540 milyar dolar arttığını açıkladı. Sadece bu parayla herkese aşı temin edilebilir diyor Oxfam. Oysa bu hızla giderse salgını sona erdirecek tek yol olarak sunulan aşının yaygın bir şekilde uygulanması uzun yılları alacak. Elbette genel olarak yoksulların aşıya erişimi çok geç olacak ve muhtemelen kimi ülkelerde sıra onlara hiç gelmeyecek.
Pandeminin başlarında virüsün sınıfsal ayrım yapmadığı yalanı söylense de, çeşitli ülkelerde yapılan araştırmalar salgından dolayı hayatını kaybedenlerin çoğunlukla yoksul emekçiler olduğunu ortaya koydu. Öyle ki, bu gerçek artık gizlenemez hale geldiği için Oxfam Davos öncesi yayınladığı “Eşitsizlik Virüsü” başlıklı raporu ile sermayeyi uyarmak zorunda kaldı. Elbette virüs kendisine konak ararken sınıfsal ayrım gözetmiyor. Çoğalabileceği bir insan bedeni yeterlidir. Ama burjuvalar testinden tedavisine, aşıdan diğer korunma olanaklarına kadar bilimin tüm nimetlerinden sınırsızca faydalanabildikleri için virüs onlar karşısında pek de başarılı olamıyor. İşçi sınıfının ezici çoğunluğunun izole konutlarda virüsten korunma olanağı olmadığı gibi, sağlıksız koşullarda çalışmaya devam etmekten başka bir çaresi de yoktur. Üstelik emekçiler için tüm dünyada sağlık sisteminin çöktüğü görüldü. Ne yatak kapasitesi bakımından ne de diğer sağlık olanakları bakımından hastanelerin ihtiyacı karşılayamadığı ortaya çıktı. Hatta çoğunlukla bu durumun temel sebepleri gözlerden saklanmaya çalışılarak, hastanelerin hasta seçmesinin, yani kimin ölüp kimin yaşayacağına karar vermelerinin ne kadar etik olduğu tartışıldı.
Bu yetersizliğin sebebi burjuva ideologlarının iddia ettiği gibi “insanlığın karşılaştığı en büyük felâket” değildir. Bu dehşetin kaynağı virüs değildir, kapitalizmin ta kendisidir. Kanadalı emekçiler duvara yazdıkları “Korona virüstür, kapitalizm ise salgın!” cümlesi ile bu durumu veciz bir şekilde ifade etmişlerdi. Tıp ve bağlantılı diğer alanlardaki bilimsel ve teknolojik gelişmeler aslında insanlığa gerekli bilgi ve olanakları sunuyor. Ama kapitalist sistemde aslolan sermayenin çıkarlarıdır. Sermayenin birincil çıkarı ise kendisini büyütmektir. Çünkü kendisini büyütmeksizin sermaye, sermaye olamaz, varlığını sürdüremez. Ve büyüdükçe iştahı artar, iştahı arttıkça emeği daha fazla sömürmenin yeni yollarını arar. Bu uğurda sermaye bilim ve teknolojiyi kendi kötü emellerine alet eder.
Bu bakımdan salgının hemen başlarında İtalya’da vuku bulan hadise belki de en çarpıcı olanıdır. Hatırlanacağı üzere, solunum cihazları üreten bir medikal şirket iki genç mühendisi dava açmakla tehdit etmişti. Peki, neydi bu mühendislerin suçu? Solunum cihazlarında kullanılan bir aparat tükenmişti. Bunu üreten firma talebi karşılayamadığı gibi aparatın tasarım bilgilerini de paylaşmıyordu. İşte bu iki mühendis üç boyutlu yazıcı ile bu aparatı üretmeyi başarmışlardı. Üstelik firmanın 11 bin dolara sattığı aparat 1 dolara mal olmuştu. İnsana değer ve öncelik veren bir dünyada bu mühendislere madalya verilmesi gerekirken, mottosu “önce kâr” olan bir sistemde mühendislere suçlu muamelesi yapıldı. Zaten aksi eşyanın tabiatına aykırı olurdu!
Diğer yandan bu çarpıcı hadise kapitalizmin derinliklerinde yatanları göz önünde bulundurduğumuzda aslında vakayı adiyedendir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, şu veya bu şekilde medyaya yansıyan bu gibi olaylar buzdağının sadece görünen yüzüdür. Bilim ve teknoloji tarihine baktığımızda bu yolun nasıl döşendiğini göreceğimiz gibi, daha yakın tarihte benzer örneklerin hızla arttığını görürüz.
Bilimin gelişimi
Bilim insan türünün ortak deneyimlerinin ve bilgi birikiminin üzerinde yükselse de, her dönemde egemen sınıflar bilimsel faaliyeti yönlendirmek ve onun sonuçlarından kendi sınıfsal çıkarları temelinde faydalanmak istemişlerdir. Ne var ki, hem bilimi geliştirmek anlamında hem de ona el koymak anlamında hiçbir sınıflı toplum kapitalizm ile mukayese edilemez. Mesela, Antik çağın ünlü fizikçi ve matematikçisi Arşimet hayatını bilime adamak istese de, hamisi olan Siraküza kralının askeri isteklerini yerine getirmek zorunda kalmıştır. Yüzyıllar sonra Avrupa’da kapitalizmin gelişmesiyle birlikte bilim burjuvazinin hizmetine girdi. Böylece kralların devri kapanıyor, sermayenin saltanat çağı açılıyordu. Marx kapitalizmle birlikte makinelerin gelişmesini anlattığı satırlarda, mekanik buluşların amacının hiçbir şekilde insanın günlük zahmetini azaltmak olmadığını ve makinenin artı-değer üretiminin aracı olduğunu belirtir. Öyle ki bilimin sağladığı makineleşme işçiyi kölece çalışmaktan kurtarmadığı gibi, daha uzun işgününe mahkûm etti. Oysaki aletlerin kendi kendine çalışmasıyla kölece çalışmanın ortadan kalkması kadim bir düştü:
“Aristo, şayet «mekikler kendi kendilerine işleyip kumaş dokusalardı, ne ustaların çıraklara ve ne de efendilerin kölelere ihtiyacı olurdu» demişti. Keza «Çiçero zamanında yaşamış Yunan şairi Antipatros, tahıl öğütmek için icat edilmiş olan su değirmenini, üretim işinde kullanılan bütün makinelerin bu ilk basit biçimini, kadın kölelerin kurtarıcısı ve altın çağın başlatıcısı olarak selamlamıştı!» Marx istihzayla «Ekonomi politikten ve Hristiyanlıktan hiç haberleri yoktu bunların. Başka şeylerin yanında, makinenin, iş gününü uzatmanın en güvenilir aracı olduğunu da anlamamışlardı» der.” (Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak/14, marksist.com)
Birtakım işlerin daha pratik bir şekilde yapılmasını sağlayan buluşlar, kimi ihtiyaçları karşılamaya dönük icatlar kapitalizmin öncesinde de gerçekleşiyordu. Ancak bunlar sınırlı üretim koşullarında eşyanın tabiatı gereği sınırlı kalıyordu. Hatta kimi karmaşık aletlerin veya makinelerin kapitalist gelişmeden bağımsız olarak tasarlandığını biliyoruz. Ama bu tasarımlar, o günün koşullarında yaygın uygulama alanlarına sahip olmadıkları gibi bir ihtiyaç da hâsıl olmadığı için düşünsel düzeyde kalıyor; daha iyi ihtimalle soyluları, kralları eğlendirmek veya çeşitli yerlerde sergilenmek üzere tekil örnekler olarak kalmaya mahkûm oluyorlardı. Üretimin tarıma ve zanaatçılığa dayandığı bir toplumda buhar makinesinin geliştirilmesi söz konusu olamazdı! Mesela 12. yüzyıl mühendislerinden el-Cezeri’nin bazıları bugüne de kalan çağının ilerisinde çok sayıda icadı vardır ama hem yaşadığı dönem hem de coğrafya kaderi olmuştur.
Bilim ve teknolojide yüzyıllardır süren durgunluğun sona ermesi için tarihsel koşulların değişmesi gerekiyordu. Nitekim insanlığın binyıllardır biriktirdiği bilgi ve deneyim, kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte kısa süre içerisinde hemen her alanda müthiş gelişmelerle taçlandı. Bütün bilim dallarında ve teknolojide sayısız keşif ve icatlar gerçekleşti. Bu anlamda 16. ve 17. yüzyılda matematik, fizik, astronomi gibi alanlarda daha çok teorik düzeyde devrim denilecek gelişmeler kaydedildi. 18. yüzyılın sonlarından itibarense doğa bilimlerinde ve teknolojide adeta kambriyen patlama[*] yaşanmıştır.
Marksizmin temel tezlerinden biri insanların nasıl yaşadıklarını anlamak için nasıl ürettiklerine bakmak gerektiğidir. Dolayısıyla, üretim biçimine bakmadan herhangi bir toplumsal soruna köklü bir açıklama ve çözüm getirmek mümkün değildir. Bu, bilim ve teknoloji için de geçerlidir. Kapitalist üretimin manifaktür biçimi kendinden önceki üretim biçimlerine nazaran büyük bir ilerleme anlamına gelse de, aletlerin kusursuzlaştırılmasından öteye geçilemiyordu. Bu biçimin kendisi, üretimi bizzat kendisinin getirdiği düzeye bir süre sonra yetersiz gelmeye başladı. Üretimin ihtiyaçlarını karşılayamayan bu biçim aşılmak zorundaydı ve nitekim sanayi devrimi ile aşıldı.
“Büyük sanayinin, her bir üretim sürecini kendi başına ele alma ve ardından insan elini hiç göz önünde bulundurmaksızın onu kurucu unsurlarına ayırma ilkesi, tümüyle modern olan teknoloji bilimini ortaya çıkarmıştır. Toplumsal üretim sürecinin çizgileri kesinlikle belirli olmayan, görünüşte birbirleriyle ilişkisiz ve katılaşmış biçimlerinin yerini, bilinçli bir plana göre ve varılmak istenen yararlı sonuca götürecek biçimde yürütülen doğa bilimi uygulamaları almıştır. Tıpkı mekaniğin, makinelerin en karmaşıklaşmış biçimlerinde bile basit mekanik güçlerin devamlı bir tekrarını görmesi gibi, teknoloji de, kullanılan aletlerin bütün çeşitliliğine rağmen, insan vücudunun tüm üretici faaliyetlerinde kaçınılmaz olarak yer alan az sayıdaki önemli temel hareket biçimlerini keşfetti. Modern sanayi, bir üretim sürecinin mevcut biçimini hiçbir zaman kesin bir biçim olarak görmez ve böyle ele almaz. İşte bu nedenle, önceki tüm üretim tarzlarının özleri açısından tutucu olmasına karşın, onun teknik temeli devrimcidir. Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler aracılığıyla, sürekli olarak, üretimin teknik temeli ile birlikte işçilerin işlevlerini ve emek sürecinin toplumsal bileşimlerini değişikliğe uğratır.” (Marx, Kapital, c.1, Yordam Yay.)
Ne var ki, kapitalizm teknik temelindeki devrimciliği ile bir yandan bilim ve teknolojik gelişmelerin önünü açarken, üretim ilişkileri alanındaki temel çelişkileri ve bu çelişkilerin siyasi-ideolojik yansımaları nedeniyle gelişimin önündeki engel haline gelmiştir. Mesela evrim teorisinin ortaya çıkışında ve gelişiminde dönemin bilim camiasında idealist fikirlerin hâkimiyetinin nasıl bir rol oynadığını hatırlatabiliriz. Ayrıca nasıl ki rekabetin belirleyici olduğu koşullarda daha fazla meta üretebilmek için yeni buluşların önünü açtıysa, bunun tersi koşullarda engelleyici bir rol oynamıştır sermaye. Diğer yandan modern sanayinin bu devrimci teknik temeli, burjuva mülkiyeti ile çeliştiği için, öncelikle emekçi sınıflar üzerinde yıkıcı sonuçları oldu. Makineleşme ile birlikte çocukların ve kadınların da çok uzun saatler ve kötü koşullarda çalıştırılabilmeleri, yoksulluk ve sefaletin had safhaya varması “vahşi kapitalizm” olarak adlandırılan bu dönemin karakteristik özellikleri oldu. Marx, anlatılan senin hikâyendir, diyerek İngiltere’deki çalışma koşullarının dünya işçi sınıfını bekleyen şey olduğunu söyler. Nitekim Marx’ın anlattıkları sadece İngiltere ile sınırlı kalmadığı gibi, ne yazık ki o dönemin sorunu olarak da kalmamıştır. Her ne kadar bugün “vahşi kapitalizmin” tarihin tozlu sayfalarında kaldığı yaygın bir kanı olsa da, bunu gerçeklikle bağdaştırmak mümkün değil. Bu daha çok burjuva propagandasının başarısı olarak addedilebilir. Günümüzde kapitalizmin vahşeti emperyalist merkezlerden uzak ülkelerde benzer şekilde devam ettiği gibi, bu vahşeti mutlak kriterlere bağlamak da doğru değildir. Yoksulluk nasıl göreli olarak daha yaygın bir şekilde devam ediyorsa, muazzam bilimsel ve teknolojik gelişmelere kıyasla dünya işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları halen çok kötüdür.
Marx 19. yüzyılın ikinci yarısında burjuvazinin kârını arttırmak için başvurduğu tasarruf yöntemlerine dair şu satırları yazmıştı: “Bu tasarruflar, dar, sağlıksız yerlerin işçilerle doldurulup taşırılmasına, yani kapitalistlerin dilinde bina tasarrufu denen şeye; tehlikeli makinelerin aynı yerlere tıkıştırılmasına ve tehlikelere karşı koruma önlemlerinin alınmamasına; doğaları gereği sağlığa zararlı olan ya da madenlerde olduğu gibi tehlikelerle iç içe olan üretim süreçleriyle ilgili güvenlik önlemlerinin ihmal edilmesine kadar uzanır. Üretim sürecini işçi için insanileştirecek, rahat ya da yalnızca katlanılabilir kılacak hiçbir kurumun bulunmamasından hiç söz etmeyelim. Bu, kapitalist bakış açısına göre, tamamen yararsız ve anlamsız bir israf olurdu. Genel olarak bakıldığında, kapitalist üretim, olanca cimriliğe karşın, insan malzemesi söz konusu olduğunda tümüyle savurgandır.” (Marx, Kapital, c.3, Yordam Yay., s.97)
Bu satırların geçmişte kaldığını kim iddia edebilir? İşçi sınıfının sermaye tarafından halen hunharca sömürüldüğüne kim itiraz edebilir? Marx’ın bu satırları bizzat fabrika müfettişlerinin raporları tarafından doğrulanıyordu o zaman. Bugün özünde değişen bir şey olmadığını ise bizzat modern burjuva kurumların istatistikleri kanıtlamaktadır.
Başka bir bilim mümkün mü?
“Her şeyin alınıp satılan bir metaya dönüştüğü, üretimin tek amacının kâr etmek olduğu, yani her şeyin satılmak ve paraya tahvil edilmek üzere üretildiği bir toplumda, burjuva ideologlar, insanın merak, araştırma güdüsü ve yaratıcılığının temel motivasyonunun da «para kazanmak» olduğunu savunuyorlar. Onlara bakılırsa patent sistemiyle yeni «buluşlar» güvence altına alınmazsa, araştırmacıların motivasyonu ortadan kalkacak, yaratıcı faaliyetin önü tıkanmış olacak ve yeni buluşlar giderek azalacaktır. Bu yaklaşım dünyaya kapitalist at gözlükleriyle bakmanın kusursuz bir dışavurumudur. Oysa gerçek bir bilim insanını, bir mucidi ya da bir sanatçıyı ele aldığımızda, onların hiç de azımsanmayacak bir bölümünün bilimsel ya da sanatsal alandaki yaratıcılıklarının para kazanmaya endeksli olmadığını görürüz. Bugün insanlık tarihinde iz bırakmış büyük bilimcilerin ve sanatçıların çoğunlukla, kişisel çıkarlar peşinden koşmadıklarına, insanlığa bir şeyler katmaya çalıştıklarına ve bireysel tatmini maddi zenginlikte aramadıklarına şahit oluruz. Birçok bilimcinin yeni bir şeyler bulma çabasında ölümü bile göze almaları, en tanınmış sanatçıların neredeyse tamamının yoksulluk içerisinde yaşamaları ve o halde de ölmeleri, yaratıcılığın, açgözlülük, güç, şöhret ve iktidar hırsı ve para kazanma sevdasından başka güdülerden de beslenebileceğinin apaçık kanıtıdırlar. Bugün en çok tanınan ve örnek gösterilen bilim insanları, ya bilimin henüz “para etmediği” dönemlerde yaşamış ya da kapitalizm çağında yaşasalar bile onun mantalitesinin esiri olmamışlardır. Böylelerine günümüzde «çatlak» olarak bakılması bir tesadüf değildir.” (Oktay Baran, Bilim ve Teknoloji Patent Esaretinde, marksist.com)
Gerçekten de bilim ve teknoloji tarihi bu fedakâr bilim insanlarının sadece dehasıyla değil aynı zamanda çağlarının tutucu veya gerici anlayışına inatçı başkaldırılarıyla yazılmıştır. Ancak burjuva ideolojisi bilim ve teknoloji tarihini kendi sınıfsal prizmasından geçirerek yansıtır. Çoğunlukla fedakâr bilim emekçilerinin çabalarını görmezden geldiği gibi, burjuvazinin çıkarlarını her alanda olduğu üzere bilimde de herkesin ortak çıkarı olarak sunar. Aykırı bilim insanlarını tarihten silemiyorsa karalar veya görmezden gelir, kendi zihniyetine uygun bilimcileri ise sorunlu yanlarından arındırarak başköşeye oturtur. Mesela ilkokul sıralarından beri tanıdığımız Edison’u ele alalım. Edison ampul başta olmak üzere çok sayıda icada imza atan çalışkan ve zeki bir mucit olarak tasvir edilir. Edison ampulün mucidi değildir ama bu görmezden gelebileceğimiz bir aldatmacadır. Çünkü Edison’un aydınlatmaya önemli katkıları olsa da, gizlenmeye çalışılan daha önemli şeyler vardır. Zeki ve çalışkan olduğu ise doğrudur ama kendisinin bir burjuva olduğu ve aslında patentini aldığı icatlarda çok sayıda bilim emekçisinin alın terinin olduğu pek anlatılmaz. Bu insanlardan birisi de Nikola Tesla’dır. Tesla Edison’un şirketinde bir süre çalıştıktan sonra Westinghouse ile birlikte çalışmaya başlamıştır. Tesla Edison’un doğru akımına karşı alternatif akımı geliştirmiştir. Edison’un, pazar payını kaptırmamak için alternatif akıma karşı başlattığı karalama kampanyası teknoloji tarihine “akım savaşları” olarak geçmiştir. Kapitalist anlayışa uygun bilim ahlâkına ve burjuva vizyonuna sahip olan Edison bilim tarihinde makbul bilim insanı olarak yerini almıştır. Bugün kullandığımız çok sayıda teknolojik ürünün geliştirilmesinde katkısı olsa da Tesla’nın hakkı ancak son yıllarda teslim edilmeye başlanmıştır. Bunun temel nedeni Tesla’nın Edison’dan farklı olarak bilime bir burjuva yatırımcısı gözüyle bakmamasıydı. Tesla “iyi” bir bilim tüccarı değildi! Nitekim Tesla Edison ile mücadelesini bilimsel anlamda kaybetmese de, ticari olarak kaybetmiştir. Bir otel odasında beş parasız olarak ölmüş olsa da Tesla insanlığa çok şey kazandırmıştır.
Tesla Şubat 1892’de Elektrik Mühendisleri Enstitüsünde yaptığı konuşmada çalışmaları hakkında şunları söylemiştir: “Bütün bu gözlemler bizi büyüledi ve bizi bu fenomenlerin doğası hakkında daha fazla bilgi edinmek için yoğun bir istekle doldurdu. Kim olursak olalım, her gün işimize keşfetmek umuduyla ve bizi bekleyen büyük sorunlardan birinin çözümünü bulabilmek için gidiyoruz, her geçen gün, her başarımızda yenilenen heyecanla görevimize geri dönüyoruz ve başarısız olsak bile çalışmalarımız boşuna gitmiyor çünkü bu çabalarımızda saatlerce süren keyifli çalışmalarımız var ve enerjimizi insanlığın yararına yönlendirdik.”
Aslında bilim tarihinde nice insan benzer şekilde maddi karşılık beklemeksizin özverili çalışmalarla bugüne gelinmesini sağlamıştır. Mesela üretimde çok önemli bir işlevi olacak ilk raylı lokomotifi bulan kişi Trevithick de beş parasız ölmüştür: “Her ne kadar çok maddi sıkıntı çekmiş olsam da yararlı bir özne olmanın büyük gururu benden asla alınmaz ki; bu gurur benim için zenginliğin çok ötesindedir.”
Nobel ödülünü iki farklı dalda kazanan ilk insan olan Marie Curie, bilime hayatını adamış insanlar arasında belki de en çok bilinenidir. Curie hem Polonyalı hem de kadın olmasından kaynaklı olarak egemen zihniyetin ciddi engelleriyle karşılaşmasına rağmen bilim tarihindeki yerini almıştır. Curie, insan sağlığına zararları henüz bilinmeyen radyoaktif maddeleri kendi üzerinde denediği için hayatını kaybetmiştir. Curie’ler keşfettikleri elementlerin tüm insanlığa ait olduğunu düşündükleri için patentlerini dahi almadılar. Çünkü onlara insanüstü bir çalışma azmi ve gücü veren para değildi. Üstelik çalışmaları da göz önünde bulundurulduğunda maddi olanakları çok kısıtlı olmasına rağmen!
Örnekler çoğaltılabilir. “Güneşi patentleyebilir misiniz” diyerek çocuk felci aşısını patente bağlamanın mantıksızlığını ve vicdansızlığını dile getiren Jonas Salk, hijyen konusundaki görüşleriyle kendi döneminin tutucu tıp otoritelerine karşı mücadele eden Doktor Semmelweis… İsmi bilinen, bilinmeyen nice insanın emeği ile bilim ve teknoloji ilerliyor. Ne var ki, bu emeğe sermaye el koyuyor. Tabiri caizse her derdin dermanını bulmak mümkünken, insanlığın önemli bir kısmı biçaredir. Kapitalizmin bilimi getirdiği düzeyle uyuşmazlığını en iyi sağlık alanında gözlemleyebiliyoruz. Özellikle, kapitalizmin bilime giydirdiği deli gömleği olan patent sistemi yüzünden tedavisi olan hastalıklarda bile hastalar tedaviye erişmedikleri için ölüyorlar. Son aylarda gündeme gelen SMA hastalığı da kapitalist çürümenin acı örneklerinden biridir. Hastalığı tedavi eden pahalı ilacın hikâyesi kapitalizmin insanı mahkûm ettiği bilimin tragedyasıdır. Sophia Gaynor isimli bebeğin ailesi kızlarının hayatını kurtarmak için bir vakıf kuruyorlar. Bağışlar ve kamu fonlarıyla birlikte oluşan milyonlarca dolar SMA ilacı üzerinde çalışan bir hastaneye veriliyor. Çalışmalar sonucunda hastalığın tedavisinin bulunabileceğine dair umutlar artıyor. Ne var ki umut verici olan bu çalışmaları sadece hasta aileleri takip etmiyor. İlacın gelecekte büyük kâr getireceğini gören yatırımcılar devreye giriyor ve bir dizi süreçten sonra ilaç 9 milyar dolara 2018’de Novartis’e geçiyor. Ve artık 2 milyon doların üzerinde bir fiyata satılan bu ilacı alamadıkları için hastalar hayatını kaybediyor. İşte, hasta yakınlarının girişimleri ve sağlık çalışanlarının emekleriyle doğan umut ışığını gözünü kâr bürümüş burjuvazi böyle karanlığa boğdu. Fedakâr bilim emekçilerinin ve hasta yakınlarının destekleri olmasa, hiçbir ilaç tekeli pazar payı bu kadar az, üstelik başarılı olma şansı düşük ve sonucu belirsiz bir araştırmaya kaynak ayırmazdı.
Koronavirüs aşısı çalışmalarında da aynı durum söz konusu değil mi? İlaç tekelleri kazanacakları milyarların hesabını yaparken emperyalist devletler aşıyı hegemonya mücadelesinin bir aracı haline getirmişlerdir. Aşı “ışık hızıyla” bulunmuştur ama aşının ihtiyacı olan insanların tamamına ne zaman yapılabileceği belli değildir. Küresel eşitsizlik aşıya erişimde de tezahür etmektedir. Şu ana kadarki aşı uygulamalarının dörtte üçü, küresel hasılanın %60’ına sahip sadece 10 ülkede yapıldı. DSÖ’nün yaptığı açıklamaya göre toplam 2,5 milyar nüfusu olan yaklaşık 130 ülkede henüz tek bir doz aşı uygulanmadı.
Arşimet’ten Boccaccio’ya, Marx’tan bugüne kadar bilim ve teknoloji muazzam ilerledi. İnsanlığın kadim düşlerinin gerçekleşmesi çoktan olanaklı hale gelmiştir. Ama sanki lanetlenmiş gibi insanlık cehennem azabı çekmektedir. Marx’ın dediği gibi bu cehennem günlerini cennete çevirecek olan anahtar işçi sınıfının elindedir:
“Bir yandan, bundan önceki insanlık tarihinin hiçbir evresinin aklına dahi getiremediği sınai ve bilimsel kuvvetler ortaya çıkmaya başlamıştır. Öte yandan, Roma İmparatorluğunun son zamanlarında görülen korkunçlukları kat kat aşan çürüme belirtileri vardır. Günümüzde her şey kendi karşıtına gebe görünüyor. Makineler insan çalışmasını azaltma ve bereketlendirme harikulâde gücüne sahipken, gördüğümüz şey yoksulluk ve aşırı çalışmadır. Ortaya yeni çıkmış zenginlik kaynakları, garip bir gizemli büyü ile, yokluk kaynakları haline dönüşüyor. Sanat zaferlerinin karakter kaybı ile satın alındığı görülüyor. İnsanoğlunun doğayı egemenliği altına aldığı hızla, insanın öteki insanların ya da kendi rezilliğinin kölesi haline geldiği görülüyor. Bilimin saf ışığının bile, cehaletin karanlık zemininden başka bir şeyi aydınlatamadığı görülüyor. Bütün keşiflerimizin ve ilerlememizin, hem maddi güçleri entelektüel bir yaşamla doldurma hem de insan yaşamını maddi bir güçle aptallaştırma sonucu verdiği görülüyor. Bir yanda modern sanayi ve bilim, öte yanda modern sefalet ve çözülme arasındaki bu uzlaşmaz çelişki; üretici güçlerle çağımızın toplumsal ilişkileri arasındaki bu uzlaşmaz çelişki, apaçık, karşı konulmaz ve su götürmez bir olgudur. Bazı partiler buna hayıflanabilirler; başkaları modern çatışmalardan kurtulmak için, modern sanatlardan kurtulmayı arzulayabilirler. Ya da sanayideki bunca açık bir ilerlemenin, siyasette aynı ölçüde açık bir gerileme ile tamamlanmak istediğini sanabilirler. Kendi payımıza biz, bütün bu çelişkilere damgasını vurmayı sürdüren becerikli ruhun biçiminden dolayı yanılgıya kapılmıyoruz. Toplumun yeni yaratılmış güçlerinin iyi bir biçimde çalışması için, bunların istediği tek şeyin yeni yaratılmış insanlar tarafından yönetilmek olduğunu biliyoruz; ve bunlar işçilerdir. Bunlar da, makinenin kendisi gibi, modern zamanın icadıdır.” (Marx/Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., s.605 -düzeltilmiş çeviri)
[*] Kambriyen patlama, Kambriyen dönemin başlangıcında (yaklaşık 542 milyon yıl önce) dünyadaki canlı çeşitliliğinde yaşanmış ani artıştır.
link: Suphi Koray, Bilimin Kapitalizmle İmtihanı, 5 Mart 2021, https://marksist.net/node/7277
Faşizm ve Liberal Hayaller
Savaş, Propaganda ve Emekçi Kadınlar