Bir yanda devasa bir servet nüfusun %1’inin elinde birikiyor, diğer yandaysa %99 açlıkla ve yoksullukla boğuşuyor. Dünyanın dört bir yanında işçilerin ücretleri sürekli eriyor. Alım gücü ile ücretler arasındaki makas her gün biraz daha açılıyor. Türkiye’deyse işsizliğe ve yoksulluğa derinlemesine yaşayarak tanık oluyoruz. Son yıllarda sömürü düzeni filmlerdeki bomba yüklü tren gibi son sürat felâkete doğru gidiyor. Dünya üzerinde yaşanan bunca sorunun müsebbibi bu sömürü düzenidir. Tarihteki krizlerin en derini yaşanıyor ama sömürücüler fildişi kulelerde yaşamaya devam ediyorlar. Dünyanın neresinden bakılırsa bakılsın burjuvazinin düzeni olan kapitalizm can çekişen vahşi bir hayvan gibidir. Fakat kapitalist düzen kendisinden önceki sömürücü düzenler gibi kendiliğinden yıkılıp gitmeyecektir. Kapitalist düzeni ancak örgütlenmiş dünya işçi sınıfı yıkabilir.
Kapitalizmden önceki sömürücü sınıfların beyleri, sultanları, firavunları halkı kandırmak için mülkün tanrıya ait olduğu, kendilerinin de onun yeryüzündeki temsilcisi oldukları yalanını söylerlerdi. Burjuvazi de camilerde, kiliselerde işçilerin greve çıkmasının günah olduğunu vaaz ediyor. İşçi sınıfının burjuva düzene başkaldırıp isyan etmesinin günah olduğunu söylüyor. Kendileri saraylarda yaşayanlar yoksullara kaderlerine razı olmaları gerektiğini tekrarlayıp duruyorlar.
Bizdeki saraylılar da az değil. Sonradan görmüşlüğün ve arsızlığın zirvesindeler. Milyonlarca yoksul ejder meyvesinin adını, sarayda yendiğinde duydu. Fakat tadının neye benzediğini bilmez aynı milyonlar. Kendileri lüks içinde yaşayanlar yoksulların kafasına çay fırlatmakta da bir beis görmezler. Birileri çay fırlatırken birileri de halka “porsiyonları küçültelim, mangoları kurutalım” gibi akıllar vermekle meşgul. Bu şekilde sofralarında bulgur pilavı-makarnadan başka bir şey görmeyen halkın aklıyla dalga geçiyorlar aslında. Bir de kimilerinin evine makarna ve bulgur gönderiyorlar. O da “elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz” misali. El eline muhtaç kalsınlar istiyorlar verdikleri üç kuruşluk gıda maddesi için. Kendilerine bağımlı halde yarı aç yarı tok yaşasınlar istiyorlar. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan milyonlarca aileye üç ayda bir bahşettikleri bir aylık ikramiye mutfak masraflarını bile karşılamıyor. Yoksullara verilen bu üç kuruşu da sanki babalarının bostanından veriyorlarmış gibi, ellerinin eteklerinin öpülmesini bekliyorlar. Oysa yoksullara sadaka niyetine dağıttıkları, işçi ve emekçilerden eşkıya gibi aldıkları vergilerden bir damladır aslında. Geri kalanı zenginlerin midesine gider.
Eski zamanlarda da durum farklı değildi kuşkusuz. Mesela Rusya’da Çarlık zamanında, Rus çarları ve çariçeleri koca bir coğrafyada milyonlarca yoksulun ensesinde boza pişirirdi. Tolstoy “Savaş ve Barış” romanında Napolyon’un Rusya topraklarını işgal etmek için Fransız yoksulları savaş meydanına sürmesini anlatır. Roman sanki üç yüz yıl öncesini değil de bugün emperyalistlerin ve kapitalistlerin sürdürdüğü Üçüncü Dünya Savaşını anlatıyor. Tolstoy bu romanda bir yandan savaşın anlamsızlığını diğer yandansa Napolyon Bonaparte’ın ve Rus çarının zalimliğini anlatır. Bu romanda tasvir edilen bir sahne, geçmişte olduğu gibi bugün de örgütsüz ve bilinçsiz oldukları sürece kitlelerin durumunu anlatması bakımından çarpıcıdır. Yoksul halk çarın sarayının önünde toplanmıştır. Kalabalığın isteği çarı görmektir. Çünkü çar tanrının yeryüzündeki yüzüdür. Yeryüzündeki her şey tanrınındır, yani çarındır! Çarın her buyurduğu tanrı buyruğudur. Saraydaki ziyafetten sonra çar toplanan kalabalığa görünmek için sarayının balkonuna çıkar. Çarın elinde ısırdığı büyükçe bir bisküvi vardır. Elindeki bisküvi kırılır ve bir parçası düşer. Bisküvi önce korkuluğa çarpar, oradan da aşağı düşer. Bir arabacı hemen atılır ve bisküviyi yakalayıp ağzına atar. Diğer herkes bisküviyi alanın üstüne atılır. Kalabalığın bir parça bisküvi için birbirini ezdiğini gören çar çok keyiflenir. Bisküvi tabağının getirilmesini buyurur. Bisküvileri tek tek kalabalığın üstüne atar. Bisküviyi kapıp yiyenler kendilerini çarın elini öpmüş kadar çara yakın hissederler. Anlatılanlar bir romanda geçiyor olsa da çar despotizminin gerçek yüzü tam da böyledir. Erdoğan’ın gittiği her yerde yoksulların tepesine çay fırlatmasına ve onların da bu çay paketlerini kapmaya çalışmasına ne kadar benziyor değil mi?
Milyonlarca Rus köylüsü ve işçisi yüzyıllar boyunca çarın tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğuna inandırılmıştı. Böyle yaşamıştı kuşaklardan kuşaklara Rus yoksulları. Çar bir yandan tanrının yeryüzündeki temsilcisi diğer yandansa tanrının kanlı kamçısıydı. Çarın binlerce gözü ve kulağı vardı. Çara laf eden biri anında karanlık zindanlara atılırdı. Sibirya’ya sürgün edilir, kürek cezasına çarptırılırdı. Rus köylü ve işçileri tanrıdan çok çar ve çariçelerden korkarlardı. Saraylılar hakkında ağzını açana cezalar yağdırılır, açlar korkudan açlıklarını unutup “yaşasın çar babamız” diye dualar ederlerdi. Çarların, çariçelerin devri yüzyıllardır devam ediyordu. Çar ve çariçe “böyle gelmiş, böyle gider” rahatlığıyla saltanatlarına devam ediyordu. Fakat Rus köylüsü ve işçileri 1800’lü yılların sonlarına doğru yüzyıllarca süren uykudan uyanmaya başlamıştı.
Rus çarları bir yandan halkın sırtından kanlı kamçılarını eksik etmiyor, diğer yandansa saltanatlarını sürdürmek için “hadi aslanlarım” diyerek bıyığı terlememiş gençlerden ihtiyarlamaya başlamış erkeklere kadar herkesi savaşa sürüyorlardı. Aynı şimdinin egemen efendileri gibi “vatanımızı düşmanlardan korumak için savaşmalıyız” diyorlardı. Fakat homurtular gitgide artmıştı Rusya’da. 1905’e gelindiğinde Rus mujikleri tarihlerinde ilk kez çar için değil, çara karşı “hurra” diyerek isyan etmişlerdi. Yüzyılların suskunluğu 1905’te yerini isyana bırakmıştı. O tarihte Rus işçi ve köylüleri ilk kez çarın kanlı kamçısına karşı ayağa kalkmışlardı. “Yaşasın çar babamız” yalvarmalarının yerini “kahrolsun çar” haykırışı almaya başlamıştı. Evet, çarların ve çariçelerin yüzyıllardır sürdürdükleri saltanatları ilk kez sarsılmıştı. Fakat bugünün saraylıları gibi o zamanın çarı da kördü. Yüzyıllardır süren saltanatın sonsuzluğuna inanıyor ve güveniyordu. Rus işçi ve köylülerin gözlerine bağlanan kapkara bağları çıkartıp attıklarını göremiyorlardı. Ezilenler, yoksullar 1905’te ekmek istemek için çarın sarayının önüne yürüdüler. Çarın adamları ekmek isteyenlerin karınlarını kurşunlarla doldurmuştu. Bu kanlı saldırıda yüzlerce emekçi öldü. Ancak artık çarların ölüm çanları çalmaya başlamıştı.
Yıllar geçtikçe Rus işçileri ve köylüleri mücadelenin içinde piştiler. Çarlığın yıkılması gerektiğini, işçi ve köylü sınıfını iktidara taşıyacak olanın Bolşevikler olduğunu bilince çıkarttılar. 1917 Ekiminde, Rus proleter devriminin mimarı Lenin ve Bolşevik Parti önderliğinde sömürü düzeni yerle yeksan edildi. O uzaktan bakmaya bile korktukları çarların sarayları emekçilerin kolektif mekânları oldu. Sadece 72 gün ayakta kalabilen Paris Komününden sonra dünya devrimine dönük büyük bir deneyim oluşturmuştur Ekim Devrimi.
Ancak dünya devrimine açılan bir pencere olan 1917 Ekim Devriminin yayılmasının önü domuz topu gibi birleşen burjuvazinin karşı-devrimiyle kesildi. Bu nedenle Rusya’da başlayan proleter devrim tek ülkede sıkışıp kaldı. Fakat dünya burjuvazisinin bir olup yıkamadığı bu ilk büyük muzaffer işçi iktidarını Stalinist bürokrasi yıktı. Bu bürokratik yapı her şeyi kendi ellerinde topladı. O zamandan sonra işçi iktidarından söz etmek mümkün olamazdı. Çünkü parti, sovyetler ve devlet bu bürokratik sınıfın elindeydi artık. Bu bürokratlar yarattıkları garabet düzeni dünyaya sosyalizm diye yutturmayı da başardılar.
O günlerin muhasebesini doğru düzgün yapamayanları bir kenara koyalım. Yeni Ekimler bu muhasebeyi yerli yerince yapıp gerekli derslerin çıkarılmasıyla başarıya ulaşacaktır. Sarayların ve burjuvazinin saltanatını yıkacak olan işçi sınıfının yapacağı devrimlerdir. Dünya devrimi burjuvaziyi dünya üzerinden kazıyıp attığında, sınıfsız, sınırsız ve özgür bir dünya kurulduğunda saraylar da saltanatlar da olmayacak. Dünyanın tüm tatları herkesin olacak. Kardeşçe üretilip, kardeşçe paylaşılacak.
link: Soner Güven, Dünden Bugüne Saraylılar, 25 Ekim 2021, https://marksist.net/node/7492
Talan
1870-1945: Fransız-Alman Rekabeti ve Rövanşizm!